Kahire'de, evvelce
El-Hadid İstasyonu meydanında dikili iken sonradan üniversite avlusuna
nakledilen bir heykel vardır ki, bir eliyle yüzündeki kara peçeyi kaldırıp atan
ve diğer eliyle Sfenks'in başına dayanan modern Mısır kadınını canlandırır.
Mısırlı heykeltıraş Mahmud Muhtar'ın güzel anlamlı bir yapıtıdır bu. Heykelin
tabanına çakılı bir plakada, "Mısır'ın Kurtuluşu" satırları
yazılıdır. Bu heykel ve bu yazı, Mısır'ın kalkınmasının ve gelişen dünyaya ayak
uydurmasının ancak kadını özgürlüğe kavuşturmakla, serbest kılmakla, peçe ve
çarşaf köleliğinden kurtarmakla mümkün olabileceğini anlatmaktadır. Bilindiği
gibi Sfenks, Mısır'ın İslâm öncesi dönemlerdeki muhteşem uygarlığını temsil
eder. O dönemlerde Mısırlı kadın, imrenilecek bir özgürlüğe ve devlet
yönetebilecek üstünlüğe sahip bulunduğundan, söz konusu heykel, şeriat
belâsından kurtulmanın ve kadına değer vermenin mutlak bir koşul olduğu
anlamına gelmektedir.
Çünkü şeriatın
zorladığı giysilerden ve daha doğrusu çarşaf felâketinden kurtulmak demek,
kadın için bir bakıma "kişiliğe ve özgürlüğe"
kavuşmak demektir. Kendisini tanınmaz hale getiren kılıktan ve bu kılığı Tanrı
emridir diye zorlayan şeriat baskısından uzaklaşmakla hiç kuşkusuz bağımsızlığına
ve insanlığına kavuşması demektir.
Kadını kapamakla ve
çarşafa sarmakla ne sosyal ve ne de ahlaksal gelişme olamayacağını Mısırlı
aydın az çok anlamışa benzer. Nitekim 1950'lerde bir Mısırlı yazar, Halid
Muhammed Halid, oldukça cesur sayılacak şu satırları yazmıştır:
"Gerici yığınlara
biz şunu anlatmak isteriz ki, kadın ancak haklarını kullanma olanağına sahip
bulunduğu takdirde değer kazanır ve kendi kendisine saygınlık besler.
(Özgürlüğe ve bağımsızlığa) kavuştuğu takdirde yok olacağından endişe ettiğiniz
iffet duygusu, kadınlarınızı boyunduruk altında tuttuğunuz ve haklardan yoksun
kıldığınız ve efendilerinin (yani kocalarının) oyuncağı olduğu fikrine
saplandığınız takdirde zarar görür. İffet ve namus duygusunu kadını çarşafa
tıkmakla ve evin dört duvarları arasına hapsetmekle değil, fakat onun ruhunda
nefs duygusunu yaratmakla ve şahsiyetinin haysiyetine saygılı olmakla
sağlayabilirsiniz."(1)
Fakat belirtelim ki,
kadını umacı kılıklarından çıkarıp sosyal yaşamlara sokmanın bir uygarlık
sorunu olduğu bilincine Mısır ve diğer bazı Müslüman ülkeleri, Türkiye
örneğiyle erişmişlerdir.(2) Atatürk devrimleri, bu alanda da İslâm dünyasına
rehberlik etmiştir. İlginç olan şudur ki, bu devrimler Türk kadınını, eski Türk
geleneklerine yöneltmek amacına dayanır. Bu gelenekler arasında kadını kapamak
ve erkekten kaçırmak ve çarşafa sarmak gibi ilkellikler yer almamıştır.
Muhammed'in yerleştirdiği hükümlere ve örneğin "kocası evde yokken kadının
hiç kimseye (velev ki akrabası olsun) kapı açmaması gerekir" şeklindeki
emirlere karşılık Dede Korkut'un dile getirdiği şu asil Türk geleneği bunun en
güzel kanıtlarından biridir:
"Eve bir konuk
gelse ve er adam evde olmasa, ol (karısı) onu yedirir, içirir, ağırlar, azizler
(ve) gönderir."(3)
İbn Batuta'nın
"Seyahatname" adlı yapıtında tanımladığı Türk kadınının uygar yaşamı
bir başka örnektir...
Kadını özgürlüğe ve
eşitliğe sahip bir varlık şeklinde değerlendiren eski Türk geleneği, Türklerin İslam’ı
kabul etmeleriyle giderek zayıflamış olmakla beraber tamamen yok olmuş
değildir.
Türk kadını çarşafa
sokulmuş olma durumlarına karşı için için tiksinti beslerken, özgürlüğüne,
giyim ve kuşam uygarlığına daima özlem duymuştur. Eski Türk geleneklerine en
fazla bağlı kalabilen kuruluşlarda ve örneğin orduda (ve kentlerden uzak
köylerde) bunun böyle olduğu görülmüştür. Atatürk devrimlerinden çok önce, daha
Osmanlı döneminde Kahire, Beyrut, Bağdat ve Şam, hatta daha küçük yerlerde
görevli bulunan Türk subay eşlerinin uygar yaşamları Arap toplumlarını daima
etkilemiş, kadın sorunları konusunda uyandırmaya başlamıştır.
Arap yazarlardan
öğrenmekteyiz ki, bu subayların "beyaz
tenli, mavi gözlü eşlerinin", sigara tüttürerek, kahve içerek ve
modern giysilerle son derece zarif ve "efsunkâr" tavırlarla
oluşturdukları "sosyetik" yaşamları Arabın gözünde rüya âlemleri
yaratırdı.(4) Yine bir başka Arap yazarının bildirdiğine göre hemen her Arap
erkeğinin gönlünde bir Türk kadını yatardı.(5)
Arap ülkelerinde kadın
hakları için girişilen çabaların temelinde bu etkilerin yattığı inkâr edilemez.
Nitekim bir Arap şöyle der:
"(Türk kadınının
bu) etkisi aslında çarşaf ve peçeden kurtulmaya doğru en büyük bir adım
olmuştur. Müslüman kadının kurtuluş savaşımı ile ilgili olayların tarihçesi
anlatılırken, İstanbul'dan, Edirne'den, İzmir'den... (bu Arap ülkelerine) gelen
Türk subaylarının (erkekten kaçınmak nedir bilmeyen ve herkesin önünde sigara
tüttüren ve bacak bacak üstüne atıp kahve köpürten uygar davranışı) eşlerine ya
da kız kardeşlerine ya da diğer kadın akrabalarına, Arap dünyasındaki kadın
hakları davasının öncüleri olarak şerefli bir mevki tanımak gerekir."(6)
Subay eşleri kadar aynı
uygar yaşamlara sahip Türk kadın öğretmenlerin de etkisini unutmamak gerekir.
Gerek Cemal Paşa'nın ve gerek Beyrut Valisi Azmi Bey'in Beyrut'a getirttikleri
kadın öğretmenler, Arap yaşantılarına uygarlık havası sağlayan örneklerdendir.
Halide Edip'lerin ya da
Nigâr Hanım'ların ve benzerlerinin Arap ülkelerine yaptıkları ziyaretler, Arap
yöneticileri ve Arap aydınları üzerinde unutulmaz izler bırakmıştır. Bir Arap
tarihçisi, Muhammed Cemil Beyhum, Türk kadınının yarattığı bu etkiye değinirken
aynı zamanda gerici Arap çevrelerin davranışlarını da sergiler. Gerçek odur ki,
Türk düşmanlığı ile şişirilmiş bu çevreler, Türk kadınının bu tür yaşamlarını
İslâm'a karşı "küfür" olarak tanımlamışlardır. Örneğin Ürdün Kralı
Hüseyin, 9 Eylül 1919'da yayımladığı bir bildiride, Arabın Türk yönetimine
karşı ayaklanmasının nedenlerinden birinin bu olduğunu ve çünkü Suriye Valisi
Cemal Paşa'nın kadınlar için kongreler tertip ettirdiğini, bu kongrelerde
kadınların erkeklerle birlikte aynı salonda oturup konuştuklarını, bazı
kadınların bu toplantılar sırasında erkekler önünde şiirler okuyup demeçler
verdiğini ve toplantının şeref mevkiine getirildiklerini, oysaki bütün bunların
İslâm dinine ve Arap geleneklerine ters bulunduğunu ve bu nedenle Türklere
karşı ayaklanmanın dinsel bir görev olduğunu belirtmiştir.(7)
Öte yandan çarşaf ve
peçe gibi İslâmî giysilere karşı nefret, Osmanlı toplumunun en muhafazakâr
sanılan varlıklı ve mevki sahibi ailelerin kadınlarına da yayılmıştı.
Meşrutiyet döneminde çarşaf ve peçe aleyhinde konuşan pek olmazdı. Gizliden
gizliye yükselen bazı seslere rastlanmakla beraber, koyu taassubun oluşturduğu
korku içerisinde bu nefret duyguları etki yaratmazdı. 1913'lerde Mükerrem Belkis adındaki bir kadın yazarın "peçe" musibetini
lanetleyen şu sözleri, etkisiz kalan örneklerden biridir:
"Peçe
bizi daha çok bozmadan, biz onu bozalım. Yırtalım, çiğneyelim. Menfaatlerimizi
kıran, duygularımıza aykırı, bizde masumiyet bırakmayan ve hiçbir yararı
olmayan o peçeyi, yüzümüze örttüğümüz siyah örtüyü kaldıralım, yırtalım. Artık
bu gerçeği anlamak zamanı gelmiştir. Cansız, kansız olmayalım... Onu yırtacak
kadar da ellerimizde güç yok mu? Yoksa yazık! Yazık!..(8)
Bu ortamdan uzaklaşıp yabancı
diyarlara göç edebilenler ve duygularını açıklama serbestisine kavuşanlar haklı
olarak hınçlarını çıkarma fırsatını ararlardı. Selma Ekrem adındaki bir genç
kızımızın 1930 yıllarında Amerika'da yayımladığı bir kitap ilginç örneklerden
biridir. Çocukluk döneminin anılarıyla dolu bu kitabında kendisinden birkaç yaş
büyük ablasına ilk kez çarşaf giydirilmesi olayını anlatırken duyduğu üzüntü
nakledilmeye değer:
"...Ablama
giydirilen (kara) çarşaf, başını ve kollarını (ve her tarafını) kavrayan bir
pelerin ve ayak bileklerine kadar inen bir eteklik şeklinde kalın siyah ipek
kumaştan yapılmış bir şeydi. Yüzüne de kalın bir peçe geçirilmişti... (Onu bu
halde görünce) salonda bulunan kalabalık gözlerimin önünden silindi ve karşımda
bambaşka bir kılığa bürünmüş bir abla belirdi. Bana şimdi tamamıyla yabancı bu
bohçanın kapkara örtüleri, beni (adeta) gölge gibi sardı; tıpkı tüm hayatımı
pençesi arasına alıp dev gibi büyüyen bir gölgeydi bu... Hiddet ve dehşet
içerisinde taş kesildiğimi hissettim. Ablamı kara bir çarşaf içerisinde zindana
tıkılmış gibi görmek istemezdim... (Diyebilirim ki) çarşaf (korkusu) benim
yaşantıma işte böylece, pek zalim bir şekilde girmiş oldu ve o andan itibaren
(bu olumsuz etkisiyle) çocukluğum boyunca belli edecek şekilde zihnimin içine
çöreklendi. Bu (tiksinti verici) düşünceyi kafamdan çıkarmam mümkün değildi;
(çarşafa sokulma düşüncesi) öldürücü bir düşünce olarak o ana kadar tanık
olduğum her türlü korkudan çok daha korkunç bir nitelik taşımaktaydı.
Milyonlarca kadın bunu, benden önce giymişti. Gözlerimin önüne, kalın kara
çarşafa bürünmüş, yüzleri kapalı, hep bu kadınlar gelir oldu. Kara bohçalar
şeklindeki bu milyonların (bilinçsiz) teslimiyeti beni nefessiz bırakmaya
yeterliydi. Üstüme büyük bir fırtınanın çöktüğünü duyar oldum; fakat başımı
azimle dolu olarak kaldırıp bu fırtınaya karşı savaşmaya ve beni saran bu
gölgeyi yırtmaya hazırdım. (Kara bohçalara sarılı) milyonlarca insan bana
gülebilir; benimle alay edebilir, beni küçük görebilir (beni dinsiz
bilebilirdi); fakat ben (her ne olursa olsun) bir bohça haline girmeyecektim.
Ben yaşamım boyunca temiz havayı ve rüzgârı yüzümde hissetmek istiyordum. Ruh
çökerten bu kara ağıl beni pençesine alamayacaktı. Ne demekti 'dinsel' emirler
ya da benim büyüklerimin 'emir' denen sözleri? Gençliğimin verdiği
pervasızlıkla bütün bunlara karşı direnecektim."(9)
Ve işte Türk kadınına
bu güzel özlemi gerçekleştirme fırsatını Atatürk Devrimleri verecektir. Atatürk
bizzat kendisi, çeşitli yollardan Türk kadınını çarşaf ve peçe rezaletine karşı
direnmeye çağırmış, örneğin 28 Ağustos 1925 tarihinde İnebolu'da yaptığı bir
konuşmasında şöyle konuşmuştur:
"Yolculuğum
sırasında köylerde değil, özellikle kasaba ve şehirlerde kadın arkadaşlarımızın
yüzlerini ve gözlerini çok kalın ve özenle kapatmakta olduklarını gördüm.
Özellikle bu sıcak mevsimde bu tarzın, kendileri için kesinlikle işkence ve
sıkıntı yarattığını tahmin ediyorum. Erkek arkadaşlar, kadınlarımız da bizim
gibi kavrayışlı ve düşünceli insanlardır. Onlar yüzlerini dünyaya göstersinler.
Ve gözleriyle dünyayı dikkatli görebilsinler. Bunda korkulacak bir şey
yoktur..."
İki gün sonra, 30
Ağustos'ta yaptığı diğer bir konuşma ile aynı konuya dönmüş ve şöyle demiştir:
"Bazı yerlerde
kadınlar görüyorum ki, başına bir bez veya bir peştamal veya buna benzer bir
şeyler atarak yüzünü gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya
arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın anlamı ve medlülü nedir?
Efendiler, uygar bir millet anası, millet kızı bu garip şekle, bu vahşî
vaziyete girer mi? Bu hal milleti çok gülünç gösteren bir manzaradır. Derhal
düzeltilmesi gerekir."(10)
Söylemeye gerek yoktur
ki İslâmî bir giysi olan çarşafa yönelik böyle bir konuşmayı desteklemek, çoğu
kişiler bakımından korku yaratan bir şeydir. Ve işte onları peşinden
sürükleyebilmek için Atatürk şunu bildirir:
"Arkadaşlar,
korkmayınız, bu gidiş zorunludur. Bu zorunluluk bizi yüksek ve önemli bir
sonuca ulaştırıyor. İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir
sonuca varmak için gerekirse bazı kurbanlar da verelim... Önemle uyarıyorum ki,
bu durumun korunmasında inat ve bağnazlık, hepimizi her an kurbanlık koyun olma
istidadından kurtaramaz."(11)
Atatürk'ün bu
konuşmasından üç ay sonra, 30 Kasım 1925 tarihinde TBMM, "Kılık Kıyafet
Kanunu"nu geçirir. Az geçmeden valilikler ve belediyeler, genelgeler
yayınlayarak kadınların çarşaflı olarak sokağa çıkmalarının yasaklandığını ve
çarşaflı çıkanların polis marifetiyle karakola götürüleceklerini ilan ederler.
Bu devrimleri bazı
Müslüman ülkeler, örneğin Afganistan izlemek isteyecek fakat şeriatçının
melaneti ve tepkisiyle çabuk vazgeçecektir.(12) Bu devrimleri tek başına
sürdüren Türk toplumu ise, Atatürk'ün ölümünden az sonra kafasını kaldırmaya
çalışan yedi başlı şeriat yılanının zehriyle sendelemeye başlayacak ve o eski
felâket vadisine doğrulacak ve ilk iş olarak kadını çarşafa sokma yollarını arayacaktır.
İlhan Arsel
Şeriat ve Kadın, Kaynak
Yayınları, 20. Baskı Şubat 2014, s.347 vd.
Dipnotlar
1 - Halid M. Halid,
age, 1950, s.159. Halid M. Halid'in Arapçadan İngilizceye çevirisi için bkz.
From Here We Start, 1953, s.159.
2 - Katibah, age, 1940,
s.208-209.
3 - Türk Dili dergisi,
sayı 268, 1974, s.326.
4 - Arsel, Arap
Milliyetçiliği ve Türkler, 1977, s.190 vd.
5 - Katibah, age,
s.209.
6 - İbid, s.210.
7 - Arsel, age, 1977,
s.191, not: 187.
8 - Aydınlık dergisi,
22 Mart 1998 tarihli sayısından alıntı.
9 - Selma Ekrem,
Unveiled; The Autobiography of a Turkish Girl, New York, 1930, s.178-180.
10 - Bu alıntı için
bkz. Aydınlık dergisi, 22 Mart 1998, s.8-9.
11 - Bu alıntı için
bkz. Aydınlık dergisi, 22 Mart 1998, s.8-9.
12 - Afganistan kralı
1927 yılında, Atatürk'ü takliden peçe ve çarşafı yasaklamıştır. Kraliyet
ailesine mensup bazı prensesler, halka örnek olmak için sokağa çarşafsız ve
peçesiz çıkmaya başlamışlar, fakat din adamları bu davranışı
"gâvurluk" ilan ederek halkı isyana çağırmışlardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder