6 Temmuz 2014 Pazar

İSKİLİPLİ ATIF HOCA NEDEN HAİNDİR?

Tarihten öğreniyoruz ki; milletlerin evlatları zor zamanlarda ‘vatanseverlik’ sınavıyla karşılaşabiliyorlar.
Türkler için vatanseverlik sınavı, geçtiğimiz yüzyılda 19 Mayıs 1919 ile 1923 yılları arasıdır.
Bir başka deyişle bu süreç; Millî Mücadele-Ulusal Kurtuluş Savaşı günleridir…
O zor günlerdeki kahramanları da, hainleri de rahatça tanıyabiliyoruz.
Ama ne acıdır ki; şu son 12 yıldır, o hainlerden özellikle
‘din adamı’ kılıklıları, bir aklama-paklama çabasıdır; sürüp gidiyor...
Öyle ki; Kuvâyı Millîye’ye
"Kudurmuş haydutlar" diyen, Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in katili; Türkçe ve Türklük düşmanı hain Şeyhülislâm Mustafa Sabri için vakıflar kuruyorlar; böylesine onursuz bir adamı onurlandırmaya çalışıyorlar; ‘din adamıdır’ diye, bilgisiz sade yurttaşlarımızı aldatıyorlar…
Bu aklama-paklama işini, idam edilen bir başka hain için de çok daha rahatça sürdürüyorlar.
İngiliz oyuncağı Teâli-î İslâm Cemiyeti Başkanı ve bu cemiyetin Yunan uçaklarıyla Anadolu’ya atılan bildirilerin sahibi; Millî Mücadele düşmanı İskilipli Atıf’ Hoca’yı
‘idam edilen mazlum bir din adamı’ gibi tanıtıyorlar…
İdamın
‘şapka’dan dolayı olduğu yalanını yayarak ihaneti gizliyorlar.
Adına parklar yapıyorlar; anıtlar dikiyorlar…
En tuhafı da, Atıf Hoca için bir
‘itibar iadesi’ sözü, devletimizi yönetenlerin dilinde bile dolanıp duruyor…
İşte bu aymazlığa Türk’ün bilge evlâdı Sayın Hayri Yıldırım, yayımladığı "İskilipli Atıf Hoca neden haindir?" başlıklı kitabıyla son noktayı koyuyor!
Sevgili okuyucum; Sayın Yıldırım’ın bu eseri, yıllardır halkı aldatan şaklabanların yüzüne, gerçeğin tokadı olarak iniyor!
Bu kitaptan çok şey öğreniyoruz..
,
Millî Mücadele’nin gerçek düşmanlarından olan İskilipli Atıf’ı günümüzde bir ‘din mazlumu’ olarak göstermenin doğru olmadığını bu eserde açıkça görüyoruz.
Ama en acı ve gülünç olanı da; Millî Mücadele ile kurulan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Bakanlar Kurulu Üyesi Bülent Arınç’ın, İskilipli için
"Millî Mücadele’nin önde gidenlerindendir" dediğini; yine bu kitaptan öğreniyoruz.
Bu gerçek dışı acayip sözleri okurken inanın kahroluyoruz!
İskilipli Atıf’a Millî Mücadele’nin ‘önde gideni’ demek; Millî Mücadele’nin ak alınlı, şerefli şehit ve gazilerine yapılabilecek en büyük saygısızlıktır!
Ortalıkta dolaşan bir başka yalan da şudur: İskilipli Atıf Hoca, 1924 yılında yayımladığı "Frenk Mukallitliği ve Şapka" kitabından dolayı asılmış mış…
Gerçekten mahkeme heyeti, sorgu aşamasında, İskiliplinin yayımladığı ‘Şapka’ konulu eser hakkında kendisine çokça sorular soruyor.
Ama mahkeme hükmünü,
‘şapkadan’ dolayı değil; Millî Mücadele’ye ihanetinden dolayı veriyor.
O hüküm de -o yıllarda her vatan hainine uygulandığı gibi- idamdır!
(İLİŞTİRİ: Bu konuda tarihe not düşmek adına bir belge sunmak isterim:
İskilip’in Toyhana köyünden Atıf Hoca’nın köylüsü, iki kez Hacca gitmiş olan Mehmet Vahapoğlu sağlığında asker torununa
"Millî Mücadele yıllarında Atıf Hoca’nın cebinden İngiliz altınları hiç eksik olmazdı evlâdım" der.
Ben bu bilgiyi 1988 yılında Yüksek Lisans Tezime de yazmıştım)
Yoğun emek ürünü olan bu kitap, son yıllarda okuduğum en görkemli eserlerden birisi.
Konu, en ince ayrıntısına kadar veriliyor.
Alıntılar, okuyucuyu yormayan bir üslup içinde, akademik yöntemle sunuluyor.
Yazar 86 kaynaktan yararlanıyor.
Yazarımız Sayın Hayri Yıldırım’ı ve bu gerçekler demetini bize sunan Togan Yayınları sahibi İsmail Arlı’yı gönülden kutluyorum.
Sevgili okuyucularım bu esere yayınevinin 212 542 02 97 numaralı telefonundan ulaşabilirsiniz.
Esen kalın efendim. 03 Temmuz 2014 – Yeniçağ Gazetesi

Mevlüt Uluğtekin Yılmaz

Başbakan Erdoğan'a İDDİANAME gibi mektup



Başbakan Erdoğan'a İDDİANAME gibi mektup
                                           ***
Sayın Başbakan
Bu satırları elli dokuz yıl hukuk ile iç içe yaşamış, kırk bir yılını yazılı hukuku uygulayarak adalet hizmetinde tüketmiş ve bugün köşesinde bilimle uğraşan, bilgi ve deneyimlerini öğrencileriyle paylaşan yansız ve nesnel bilim adamı kimliğimle, kendimi sizin yerinize koyarak ve denetleyerek bütün içtenliğimle yazıyorum.
Çoklarının sandıkları gibi  -kin ve öç duygularıyla yazdığımı düşünürseniz, çok aldanırsınız. Ben o dönemleri çoktan gerilerde bırakmış bir yaştayım. Ölümlü tanıkların gelip geçici sözlerine değil, kişiler üstü ve nesnel hukuk biliminin iki bin yıldan bu yana deneyip süzerek önümüze koyduğu temel ilkelerin tanıklığına dayanarak yazıyorum. Küresel özdeyişler biçimindeki bu temel ilkeleri, sizi inandırabilmek için, Latincedeki özgün anlatımlarıyla da yansıtacağım. Ayrıca bu mektup, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’na yazılmıştır, bir partinin genel başkanına değil.
Önceden anımsatayım ki; Sayın Başbakan, ben halkım, halkın ta kendisiyim.
Haklarım var: Öfkelenirim, hırçınlaşırım, acımasız olurum, haksızlık yaparım, gücenirim, hatta kin tutar, irademi yitirince böler, ayrıştırırım da... Ama siz başbakansınız. Haklarınız değil, sadece yetkilerinizi sınırlandıran yükümlülükleriniz ve görevleriniz var: Şeyh Edebali’nin dediği gibi herkese karşı uysal, hoşgörülü, acıları paylaşıcı, bağışlayıcı, adil, sabırlı, katlanıcı, kucaklayıcı, yapıcı ve birleştirici olmak zorundasınız.
Sayın Başbakan, Yanlışa örnek verilen meşhur bir cümle vardır; 
“Hasne ile Hüsne, Muaviye’nin dört oğlundan ikisidir”  Bu cümlede dört yanlış vardır:
-Hasne ve Hüsne, erkek değil, kızdır. Bu bir.
-İkisi de Hz. Ali’nin çocuklarıdır. Bu iki.
-Çocuk sayısı dört değil, ikidir. Bu üç.
-Adları Hasan ve Hüseyin’dir. Bu dört.
                                xxxx
Şimdi gelelim sizin yanlışlarınıza...
17 Aralık 2013’ten bu yana şu iddiayı sürekli dile getirmektesiniz: Polis, yargı gibi devlet organlarına yaptığımız yanlış atamalarla oluşan “paralel yapı” bağımlıları, iktidarı, ordu vb. kurumları çökertmek için düzmece kanıtlarla suçsuzları cezaevlerine soktular; iftiralarını bugün de sürdürüyorlar. Bunun çözüm yolu halktır. Halk, yerel seçimlerde iktidarımızı desteklerse, aklamış da olur. Burada yanlış sayısı, üzülerek belirteyim ki, verdiğim örnektekinden daha çok.
Birinci temel yanlışınız, atamalarda “yeterlilik (liyakat) ölçütü” yerine “ideolojik özdeşlik ya da yakınlık ölçütü”nü gözetmenizdir. Bu kaba yanlışı açıkça itiraf ediyorsunuz. Bu itiraftaki içtenliğinize şapka çıkarılır; ama bu itiraf sizi asla haklı kılmaz. Çünkü böyle yapmışsanız, sizi ne halk olarak bizler bağışlarız; ne de devlet ve yasalar önünde herkesi her açıdan eşit gören Anayasa, hukuk, ahlak ve de bu değerlere yaslanan devlet, hatta amaçlarınız uğruna sık sık başvurduğunuz duyarlı ve kutsal değerler, özellikle de din, ne de onun Yüce Peygamber’i bağışlar:
 “Makamları sizden önceki kavimlerin yaptığı gibi, yeterli (ehil) olanlara vermezseniz, onların başına gelen kıyameti bekleyin.” (Hadis)
Sahtelik iddiasında geliştirdiğiniz yaklaşımdaki ikinci yanlışınız, iddiayı kesin yargıymış (hüküm) gibi sergileyip durmanızdır. Bu yöntemi ilkin bilimsel bulmadım. Çünkü her şeyden önce “hiç kimse kendi davasının yargıcı olamaz” (nemo judex in sua causa).
                                 ***
İkinci olarak bu yöntemi doğru da bulmadım. Dürüst zekâ ile ahlakı örseleyen kurnazlığı birbirine karıştırmak, toplumun dikkatini başka yönlere kaydırmak, hiç kimseye yaraşmaz. Hele hele devlet adamı kimliğiyle karşımıza çıkanlara hiç yaraşmıyor, Sayın Başbakan.
                                    ***
Aynı doğrultuda üçüncü yanlışınıza geliyorum. Özel konuşmaları dinlemek elbette hem suçtur, hem de ahlaksızlıktır. Bunun için o denli bağırıp çağırmaya hiç gerek yok. Bunu önlemenin biricik yolu yargıya başvurmaktır. Yargıya başvurmakla olayın doğruluğunu benimsemiş olmazsınız. Tam tersine hem iftirayı, hem de sahteciliği dile getirmiş, bunu yapanları cezalandırmanın meşru yolunu da açmış olursunuz. Başarırsanız, hukuku arkanıza alır, daha da güçlü olursunuz. Yargılama, özellikle duruşma, sanık ile tek yanlı yapılan bir hesaplaşma değildir, Sayın Başbakan. Duruşma, kavramın en kapsamlı anlatımıyla savcının iddianamesindeki olay/eylem ve fail ile sınırlı ve bağlıdır. Duruşma yargıçları, bu çerçevede sanığa yükletilen olayın/eylemin sağlam ve sağlıklı dayanaklara dayanıp dayanmadığını karşıt görüşlerin diyalektiği içinde ön yargısız tartışır ve bu konudaki kuşkuyu yenmeye çabalarlar. Cübbeyi giyen yargıçlar, taç giyen başın akıllanması gibi, yargılarken inançlarını, dünya görüşlerini duruşma salonunun dışında tutarlar. Bu yüzden hiçbir makama, özellikle de yargı organlarına size yakın olanları seçmeyi hiç denemeyin.
Yurt dışından bilgisayar getirtebilirsiniz, ama yargıç getirtemezsiniz. Tutacağınız yol bellidir: Yansızlıklarından kuşkulandığınız yargıçları, somut kanıtlar göstererek reddetmek (Ceza Yargılama Yasası [CYY], m. 24 vd.). Ama “bunlar paralel yapı bağımlıları” vb. gibi varsayımlara, gülünüp geçilesi yollara lütfen tenezzül etmeyin. Hukukta olaylar, varsayılmaz, kanıtlanır” (facta non praesumuntur, sed porbantur). Kanıtlanmadıkları sürece hukukçunun gözünde bu tür iddialar birer yanıltmacadır (sofizm, safsata), sanallıktır, kurmacadır, kuruntudur, yanılsamadır (illusion). Zira hukuk, varsayımlar, zanlar, masallar üzerine hüküm kurmaz, kuramaz. “Hukuk, olaylara dayanır” (jus ex facto oritur).
Evet, Sayın Başbakan, “paralel yapı” şeytanını taşlayarak hiçbir yere varamazsınız. Yargıçlar, sadece ve sadece duruşmaya taşınmış ve duruşmada tartışılmış kanıtlara, olgulara yaslanarak, bunları değerlendirip tartarak, tartışarak, halkın temsilcilerinin kotardıkları yasalara ve hukuka uygun vicdani kanılarına göre, bu nedenle de halk adına karar verirler; “yargıçlar, yasanın dilidir” (judex est lex loquens). Biz yargıçların “yüzü, yasaya dayanmadığımız takdirde kızarır”   “Şeref ve namus”unuz üzerine koruyacağınıza ve uyacağınıza ilişkin ant içtiğiniz Anayasa da böyle der (m. 138/1). Yasa’mız (CYY, m. 217) ve iki bin yaşını aşan Roma hukukundan bu yana hukuk da böyle der: Yargıçlar için duruşmada tartışılmayan ve “dosyada bulunmayan şey(ler), yeryüzünde yoktur” (quod non est in actis, non est in mundo).
HUKUK, DEDİKODULARLA UĞRAŞMAZ; GEVEZELİK YAPMAZ
Yanlışlar bulaşıcıdır ve gebedir, Sayın Başbakan. Her yanlış yeni yanlışlar doğurur.
                          ****
 Dördüncü yanlışınız, tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Yargıya başvurmaktan kaçınarak, kimler olduğunu bir bir açıklayıp ilgili kuruma verecek yerde, bütün yargıçları, savcıları meydanlarda binlerinin önünde suçlamanızdır. Yargının tamamı bu nedenle çok tedirgin. Gerçi kimilerini bu suçlamanın dışında tuttuğunuzu (tenzih) söylüyorsunuz ama onların kimler olduğu belirsiz. Sözleriniz dedikodu düzeyinde kaldığı ve böyle bir belirsizliğe sığındığınız için yargıçlar, savcılar, bu suçlamaları yargının önüne taşıyamamaktadırlar. Böyle belirsiz ve soyut genellemeler, dedikodular yapacak yerde onlara olanak tanırsanız ya da siz yargıya başvurur, iddialarınızı, hukuktan kimlerin uzaklaştığını ve suçsuzluğunuzu kanıtlarsanız, haklılığın hem tadını çıkarır ve hem de çok güçlenirsiniz. Ama yargıdan kaçarsanız, hakkınızdaki iddiaları yaşam boyu sırtınızda bir kambur gibi taşır; tarihe de öyle geçersiniz. Hukuk, dedikodularla uğraşmaz; gevezelik yapmaz. Olayı doğrulayan kanıtlarla uğraşır.
Sayın Başbakan, yargıçlar, yanlı olabilirler, hukuku yanlış uygulayabilirler, haksız kararlar da verebilirler. Hukukta bunları düzeltmenin yolları vardır ve bellidir. Ama yargıyı yıpratmak, devleti çürütüp çökertmek bu yolların arasında yer almamaktadır.
                                 ****
Beşinci yanlışınıza geliyorum Sayın Başbakan. Yandaşlarınız sürekli şunu dile getiriyorlar: “Dinlemeler yasa dışı.” Evet, bu yalnızca doğru değil, dahası ahlaksızca ve de suç (TCY, m. 132 vd.). Daha önce de buna değindim, hukuksal yolu da gösterdim. Ama üzüntü içindeyim. Çünkü ben bu türden dinlemelerin yakın geçmişte açık hava toplantılarında bağıra çağıra sizce ve yandaşlarınızca iştahla el âleme duyurulduğunu anımsıyorum.
Şimdi sizin ve yandaşlarınızın başlarına aynı felaket gelince bağırıp çağırmaya başlamanızı hiç mi hiç anlayamıyorum. Lütfen beni aydınlatın ya da anlayın. Hani bunlar size göre “geneldi, genel!” Bunları düşününce gerçekten kahroluyorum, herkes gibi. Hele bir başkasının felaketine etekleri zil çalarcasına sevinmek, çok acımasız değil mi? Gerçekten bu nasıl bir duygudur, olan bitenleri bizlere akılcı ve sağduyulu gerekçelerle açıklayabilir misiniz Sayın Başbakan? Beş yıl önce bütün gemileri yakmak, şimdi ise fırtınadan kurtulabilen gemilerin hukuk limanına sığınması için çabalamak. Ve de bu yaman çelişkinin altında ezilmek. Hele o talihsiz Kastamonu konuşmasından sonra sanırım yara alan siz de yaptıklarınızdan pişman olmuşsunuzdur ve bu konuda başkalarını eleştirme hakkınızı yitirdiğinizin farkındasınızdır. Şunu hiçbir zaman unutmayın Sayın Başbakan, çelişkiler birbirini yok eder, ortada yaslanacak hiçbir gerekçe kalmaz.
  Profesör  Sami Selçuk ,Yargıtay Onursal Başkanı