11 Ağustos 2018 Cumartesi

Ekonomik krize girilirken...Korkut Boratav


"Büyük finansal çöküntüye rağmen IMF’nin kapısına gitmezse iktidarda kalmasını önleyecek bir mekanizma yok. Türkiye faşizme geçmiştir. Faşizm kalıcıdır. Halk sürünecek, dine, imana daha fazla sarılacak. Cemaatler eliyle, dayanmaya çalışacak. Halkın direnme gücü yoktur. IMF seçeneği makuldür, şirketler batar. Bankalar kalır. Şirketlerin batması Cumhurbaşkanı’nın özel problemidir. IMF seçeneği altında Kanal İstanbul gibi büyük yatırım projeleri kalkar. Başlamış olanların şartları gözden geçirilir."
Bu yazı kaleme alınırken (10 Ağustos’ta) Türkiye, çalkantı içinde ekonomik krize sürüklenmektedir. Günceli yazıya dökmenin anlamı yok; ortaya çıkan politika seçeneklerine yazı sonunda değineceğim.

Kriz ortamına gidişin ana etkenlerini, verilerini tartışmanın daha yararlı olacağını düşünüyorum. Bunlara “serinkanlılıkla” bakalım; ipuçlarını izleyelim; belki de bugünün (10 Ağustos’un) çöküntüsüne ulaşırız.

Tipik Bir Kriz Senaryosu

“Dış kaynak girişlerinde ani duruş veya tersine dönüş…”

Bu ifade, neoliberal dönemde sermaye hareketlerini serbestleştiren; ekonomilerini finans kapitale sınırsızca açan ülkelerde ortaya çıkan bir kriz türünün nedeni olarak kullanılıyor.

Bu tür kriz örnekleri “Güney” coğrafyasında, çevre ekonomilerinde yoğunlaştı: 1980’li yıllarda Latin Amerika’nın borç bunalımı; 1997-2001’de Doğu Asya’da patlak verip hızla yaygınlaşan kriz dalgası; 2008’de Batı’daki büyük finansal bunalımın kırılgan çevre ekonomilerine yansıması; bazı özellikleriyle 2011 sonrasında Avro Bölgesi’nin çeperini, zayıf halkalarını sarsan borç krizi…

Türkiye, “serbest sermaye hareketleri” dalgasına 1989’da katıldı. 1994, 1998/99, 2001 ve 2008/9’da bu tür dört krizden geçti.

Nasıl tetikleniyor; gelişiyor?

Uluslararası finans kapital, sistemin çevresine taşarken, hem ekonomik canlılık getirir; hem de yapısal çarpıklıklar, kırılganlıklar yaratır. Böylece, ileri tarihlerdeki bunalımın tohumlarını da taşımış olur.

Örneği bizzat yaşadık: 2003-2007 Türkiyesi’nde yüksek tempolu yabancı sermaye girişleri, hem büyüme hızını yukarı çekti; hem de üretimin ithalata bağımlılığını tırmandırdı; durgunlukta bile ortadan kalkmayan dış açıkları ekonominin yapısal bir özelliği haline getirdi.

“Dış kaynaklarda sert durma ve çıkışın” bunalıma yol açıp açmayacağı, “giriş” aşamasında oluşan dış kırılganlıkların, yapısal çarpıklıkların yoğunluğuna bağlıdır. Örneğin 1997-98’deki krizden ders alan Doğu Asya ülkelerinin çoğu, cari açıklarını adım adım ortadan kaldırmayı başardı; 2008’de ABD’de patlak veren finansal krizden pek etkilenmedi.

Türkiye bu “dersi” öğrenmedi. Aynı koşullarla yoğun dış kırılganlıklar içinde karşılaştı. 2008-2009’da küçülen az sayıda çevre ekonomisinden biri olarak dikkat çekti.

2018 Konjonktürüne Geliş

2009 sonrasında Batı merkez bankalarının ölçüsüz likidite genişlemesi ile beslenen finans kapital, emperyalizmin çevresine de taştı; buralarda ekonomik canlanmayı besledi. FED 2013’te bu konjonktüre son verme işareti verdi; 2016’da parasal daralmayı başlattı. Şubat 2018’de Batı borsalarında sert düşüşler, finansal balonlaşmanın son bulma işareti olarak algılandı. 10 yıllık ABD tahvili kritik bir eşik olarak görülen yüzde 3 sınırına ulaştı.

Uluslararası finans kapitalin ilk tepkisi, çevre ekonomilerinden adım adım çekilmek olur. En zayıf, “kırılgan” halkalardan başlayarak… Hangileri? 2013’te Morgan Stanley, “yükselen ekonomilerin beş kırılganı” başlığı altında bir liste yaptı: Türkiye, Brezilya, Hindistan, Güney Afrika, Endonezya… Sonraki yıllarda bu liste güncelleştirdi; Türkiye daima yerini korudu.

2018’inin ilk yarısında bu listenin durumunu Morgan Stanley’den değil, döviz piyasalarından izleyelim. Bank of International Settlements (BIS), ülke döviz piyasalarının verilerini derler; yayımlar. BIS’in Ocak-Haziran 2018 istatistiklerinde doların fiyatına veya ülkeler-arası enflasyon farklarını da dikkate alan döviz sepetinin reel efektif kuruna göz atalım. Türkiye, Arjantin’in arkasından “ikinci en kötü” durumdadır. Meksika, Endonezya, Hindistan ve Brezilya bu iki ülkeyi bir hayli geriden izlemektedir. Morgan Stanley’in ilk listesindeki kırılganlara Meksika ve Arjantin eklenmiş; Güney Afrika çıkmıştır.

Tam da o tarihte (Haziran 2018’de) Arjantin, krize girdiğini resmen ilan etti; 50 milyar dolarlık bir kredi anlaşması imzalayarak IMF’ye teslim oldu. Haziran sonrasında tamamen “çılgınlaşan” döviz piyasaları ile Türkiye sıraya girdi.

Arka planda elbette sermaye hareketleri yatıyor. Son ödemeler dengesi istatistiklerine odaklanalım.

Ocak-Şubat 2018’de “Balonlaşma”…

Birkaç ay önce bu köşede, Ocak-Şubat 2018 ödemeler dengesi istatistiklerini, “ekonomide balonlaşma” başlığı altında incelemiştim. Gerçekten de bu iki ayda, Türkiye ekonomisi sermaye hareketleri bakımından coşkulu bir konjonktürde görünüyordu.

Bir önceki yılın (2017’nin) aynı aylarıyla karşılaştırarak özetleyelim:

Dış borçlanmanın pompaladığı yabancı sermaye girişleri yüzde 78 oranında artıyordu. Kayıt dışı sermaye çıkışları son buluyor; TCMB rezervleri yükseliyordu. Yabancı, yerli ve kayıt dışı öğelerinden oluşan toplam sermaye hareketleri de 2017’deki “net çıkış” olgusuna son veriyordu.

AKP seçim konjonktürü uygulamaktaydı. 2018 başında Batı piyasalarındaki canlılık hâlâ sürmekteydi ve yüksek tempolu büyümenin dış kaynak gereksinimi şimdilik karşılanabiliyordu. 

Ne var ki, iç talep genişlemesi üretim sınırlarına tosladı. Enflasyon, ithalat tırmandı. Ocak-Şubat cari açığı yüzde 100’ü aşan bir tempoda genişledi. Sermaye girişleri, “balonlaşma”yı besledi.

IMF, canlanmanın sürdürülemeyeceği teşhisini ve ekonomideki “sıcaklaşma” olgusunu Mart’ta bir Türkiye Raporu’nda ortaya koydu. Ana öğelerini ve politika önerilerini burada aktarmış; tartışmıştım.

Mart-Haziran 2018 Gerilimi

Ödemeler dengesinin Mart-Haziran 2018 verilerini tabloda bir önceki yılla karşılaştırıyorum. Son dört aylık veriler ekonominin küçülmesini tetikleyecek bir krizin ön işaretlerini taşıyor mu?

Yazının başında ifade ettiğim “yükselen piyasa krizlerini tetikleyen ana etken”, yani dış kaynak girişlerinde, bir önceki yıla göre ani duruş veya tersine dönüş, Mart-Haziran 2018’de gözlenmekte midir?


Yanıt, tablonun ilk satırında yer alıyor: Yabancı sermaye girişleri Mart-Haziran 2018’de on iki ay öncesine göre yüzde 85 oranında daralmıştır (Satır 1). Bu sert yavaşlamayı “duruş” olarak, bir krizin başlangıç dürtüsü olarak nitelendirebiliriz.  İki yılın dört ayında dış kaynak girişlerindeki azalma 19 milyar dolardır; 2017 dolarlı milli gelir toplamının yüzde 2,2’sine ulaşan olumsuz bir şok...



Toplamda “net çıkış” göstermeyen yabancı sermaye, Haziran’da “eksi” değer vermiştir. Bu durumun Temmuz-Ağustos’ta da süregeldiği anlaşılıyor. Yani, “tam gaz kriz” süreci içindeyiz. 

Dış kaynak girişlerindeki daralma, hangi tür akımlara yansımıştır? Bunları, “sıcak, dış borçlanma ve doğrudan yatırım” türlerine ayıralım.

Sıcak para ve dış borçlanmada, daralma ötesine geçilmiş; net çıkış başlamıştır. Dış kredilerin döndürülmesinde krizi derinleştirici güçlükler gündemdedir. Yabancı sermayenin en istikrarlı türü olan doğrudan yatırımlarda ise, ılımlı bir artış gerçekleşmiştir.

Yabancı, yerli ve kayıt dışı öğelerin tümünü oluşturan toplam sermaye hareketleri de kriz işareti vermektedir: On iki ay öncesine göre %52’lik gerileme (Satır 6)…

Türkiye ödemeler dengesi istatistiklerinin “esrarengiz” bir öğesiyle tekrar karşılaşıyoruz: Kayıt dışı sermaye girişlerinde 6,9 milyar dolarlık net giriş (Satır 2)... AKP’li yıllarda dış kaynak hareketlerinde gözlenen her olumsuz dönemde, kayıt dışı para girişleri “can kurtaran simidi” olmuştur. Bu karanlık öğenin kaynaklarını uzun yıllar tartışacağımız anlaşılıyor.

Ekonominin küçülmeye başlaması, Haziran ithalatını ve cari işlem açığını aşağı çekmiştir. Ne var ki, önceki ivme sayesinde dört aylık dış açık yüzde 20 civarında artırmıştır (Satır 5). Rezervlerdeki aşırı (11,9 milyar dolarlık) erime, cari açığın yüzde 62’sini karşılamıştır (Satır 4). Elbette sürdürülemeyecek bir durum…

Finans kapitale teslimiyet biçimleri

İktidar, finans kapitale teslim olacaktır. Tek hamlede mi? Aşamalı olarak mı? IMF’li mi? IMF’siz mi? Birkaç seçenek gündemdedir.

IMF’li programın önceliği, bir dış borç krizini önlemektir. Hazine, TC bankalarının dış kredilerini devralır; bu borçlar IMF kredi taksitleriyle ödenir. Kemer sıkma politikaları milli geliri küçültür, cari açık bu sayede “sürdürülebilir” düzeye indirilir. Böylece, bir borç krizi önlenir; ama “kemer sıkma” ve “yapısal reform”, öncelikle emekçilere yüklenir. Finans kapital, emekçilerin sırtından kurtarılmış olur.

Bu program, emeğin gelirleri ve kazanımları dışında kamu yatırımlarını kısacak; iktidarın kader ve çıkar birliği yaptığı ayrıcalıklı sermaye çevrelerini de bunalıma sürükleyecektir. İktidar bu nedenle IMF’siz ve aşamalı seçenekler arayacaktır.

IMF’siz ve “aşamalı” seçenekler, topu TCMB’ye atan “kozmetik” bir programla başlayabilir. Rahip Brunson operasyonuyla birleşirse sıcak para girişinin hızlanması umulur. Ne var ki, spekülatif sermaye girişleriyle dış kredilerin döndürülmesi, finansmanı sağlanamaz. Uluslararası bankaların güvence arayışları, talepleri farklı aşamaları gündeme getirebilir.

Köşeye sıkıştığında iktidar, döviz kısıtlarına zorlanabilir. Cumhurbaşkanı Bayburt’ta bu seçeneğe değinmiştir. Döviz kısıtları, sistematik, yaygın bir model olan sermaye hareketlerinin denetlenmesi değildir. Yozlaşmış faşizme uyan, kapkaççı, keyfî, kayırmacı, cezalandırmacı uygulamalara dönüşür. AKP geleneği ile uyumludur. “Yarenler” takımı kriz ortamında kurtarılır; mümkünse daha da ihya edilir. Döviz tahsisleri, transferleri, şirket kurtarma operasyonları, yukarıya, emir-komuta zincirine bağlanır.

Krizin tüm ön koşullarını yaratan; alkışlayan; bunlardan nemalanan iktidar ve sermaye çevreleri köşeye sıkışmıştır. Bugünün yozlaşmış ortamında iktidarın, burjuvazinin siyasî ve iktisadî seçeneklerini sadece teşhir etmekle yükümlüyüz. Karşılaştıkları seçeneklerden “halkçı, doğru” öğeler türetilemez.




http://haber.sol.org.tr/yazarlar/korkut-boratav/ekonomik-krize-girilirken-245110

9 Ağustos 2018 Perşembe

Sömürüye karşı mücadelenin vazgeçilmezlerinden Aydınlanma



Siyasal ve ekonomik kriz dur durak bilmiyor. Dağ gibi yığılan enkazla yönetmeyi sürdürmek suskunluğa ihtiyaç duyuyor. Suskunluktan teslimiyete giden yol sürekli kısalıyor, teslim alınmalar da artıyor. Düzen içi muhalefetin teslimiyetinden bir parça geçen haftaki yazımın konusuydu. Bu haftaki konumuz ise dinsel teslimiyetten bir parça.

Tıpkı siyasal ve ekonomik bağımlılığın çok başlıklı yöntemi olduğu gibi dinsel bağımlılığın da çok yöntemi var. Tarikat ve cemaatler, dinsel vakıf ve dernekler, dinsel medya, Diyanet İşleri Başkanlığı ile yönettiği mescit ve camiler, kadrosu şişkin imam ve müftüler… Devletin kendi içine ve hukukun içine soktuğu, eş zamanlı olarak siyaset yapmanın olmazsa olmazı haline gelen dinsellik; belediyeler aracılığıyla da kontrol altında tutulan dinsel yaşam tarzı…

Bu uzayan listeye eklenecek büyük başlıklardan biri ise eğitim ve öğretim. Başlığın büyüklüğü yalnızca dinselle el atılan eğitim alanlarından kaynaklanmıyor, daha büyük oranla çocukların uyuşturulmasından kaynaklanıyor. Çocuklar susturuldukça toplum da susturuluyor, gelecek de…

Müfredattan başlayarak değerler eğitimi adı altında verilen kuran ve peygamber hayatı kursları, imam hatipleştirmeler akıl ve bilimden uzak bir eğitimi hedefliyor. Hukuka aykırılığı mahkeme kararlarıyla kanıtlanan zorunlu din dersleri ise hepsinin içinde en belirgin olanı.

Müfredat için açılan dava yargının usulden retleriyle geçiştiriliyor. Müfredatın tamamına dava açılamazmış, tek tek dersler ayrılacak, o derslerde de davalık bölümler ayrılacak her birine ayrı ayrı dava açılacakmış. Oysa müfredatın bir bütün olduğu tek tek derslerle parçalanıp bakılamayacağı, içine dağıtılan akıl ve bilim dışı bölümlerin ayıklanmasıyla kurtulamayacağı dava dilekçesinde anlatılmıştı.

Ensar Vakfı ile MEB arasındaki protokolde ise kaçış yolu bulunamadı. “Devletin devredemeyeceği görevler” tanımlamasıyla laik hukuk devletinin bilimsel ve laik eğitimi bir müdahaleden temizlenmiş oldu. Şimdi bu tür tüm protokollerin iptali gerekiyor.           

Bir kez daha vurgulamakta yarar var; bağımlı ve taraflı kaotik ortamıyla, hukuku ve savunmayı dışlayan tutumuyla yargının içinde bulunduğu çürümüşlük davaların mücadele alanı içine alınmasına engel değil.

Bir kere yargı çürümüş diye hak arama yoluyla mücadeleden vazgeçmek piyasacı gerici düzenin ekmeğine yağ sürmek, düzen keyfiliğini ve dayatmasını meşrulaştırmak demektir.

İkincisi haklı olunan konularda mücadeleye ısrarla ve yaygınlaştırarak sarılmamak, suskunlar arasında kalmak ve kazanılan davalarda dava açanları yalnızlığa itmek mücadele kırıcılığı sonucunu doğurur.

Üçüncüsü, aynı konuda açılan siyasi mücadelenin uzantısı olan binlerce, onbinlerce dava bireyin, hukukun ve yargının sorunu olmaktan çıkıp toplumsallaşmanın yolunu açar.

Zorunlu din dersi davaları toplu eylem için en etkili olanlardan biri.

AKP döneminde kurumsal ve kamusal hizmetlerle birlikte siyasal ve toplumsal yaşam dinsel kural ve referanslarla dönüştürülürken açık ve en büyük darbeyi eğitim ve öğrenim yedi. Çocuklarımızın bilimsel ve özgür yaşamına atılan el aynı zamanda geleceği de ipotek altına almayı hedefledi.

Gericiliğe Karşı Aydınlanma Hareketi eğitim konusunu sürekli gündemine aldı ve mücadele cephesini genişletmek için zorunlu din dersinden müfredata, mescit uygulamasından sınavlara, tarikat ve cemaat vakıflarıyla yapılan protokollerden kimlikte din hanesine kadar farklı konularda davalar açtı,  “dava açalım" çağrısı yaptı.

1982 Anayasası’nın zorunlu kıldığı “din eğitimi” değil, ilk ve ortaöğretim kurumlarında “din kültürü ve ahlak öğretimi”. Din kültürü ve ahlak öğretimi, belli bir dini değil tarih içindeki tüm dinsel ve ahlaksal paylaşımları kapsıyor. Belli bir dinin ya da bir mezhebin eğitim ve öğretimi Anayasaya göre zorunlu olmadığı gibi devletin “ben yapıyorum” demesiyle de olmaz. Bu eğitim ve öğretim için kişilerin ya da küçüklerin yasal temsilcilerinin talebi şart: önce istek sonra ders.

AKP uygulamasında ise istek yok sayılıp zorunluluk esas kılınıyor. Devlet belli bir dinin kitabının ayet ve surelerinin, peygamberinin hayatının, bir mezhebin ibadet şeklinin ve duasının eğitim ve öğretimi zorunlu kılıyor. Hatta Milli Eğitim Bakanlığı, il müdürlükleri veya il müftülükleriyle imzalanan protokollerle belli cemaat ve tarikatların akıl dışı hallerinin öğretilmesi zorunlu kılınıyor. Yurttaşlık değil ümmetçilik, akıl ve bilim değil tapınma duygularıyla bezenmiş kulluk, kölelik müfredata öylesine yerleştiriliyor ki artık o müfredattan bilimsel eğitim dışında her şey çıkıyor.   

Dayatma karşısında “biz çocuğumuza bu dersin verilmesini istemiyoruz” diyenlere de karşı çıkılıyor. Anne baba ya da veli de ancak mahkemeye başvurarak, mahkeme kararıyla zorunlu din dersinden kurtulabiliyor. Mahkeme kararlarına uymayanlarla mücadele de bu çabanın bir parçası.

“Hukuk devleti” nutku atan yöneticiler ise hâlâ bu mahkeme kararlarını münferit görmekte ve itiraz etmekte ısrar ediyorlar, Anayasa’yı tanımıyorlar. “Kuran, peygamberin hayatı” gibi seçmeli dersleri bile zorunlu hale getiriyorlar. Siyaset önderleri öyle istiyor.

Mahkeme kararlarını okuyamıyorlar, okuma yazmaları yok desek, direten bakanlık Milli Eğitim Bakanlığı, yani okuma yazma öğreten bakanlık.

Diretiyorlar… Çünkü laiklik ve aydınlanma karşıtlığında gericilik mücadelesi içindeler; çünkü hukuku yalnızca kendi piyasacı ve gerici siyasetleri için, hukuksuzluklarını örtmek için kabul ediyorlar.

Diretiyorlar…    Çünkü İslami faşizm, düzenlerinin koruma yolu olarak görülüyor ve zorunlu din dersi için açılan davalar da bu diretme sonucu onları zorlayacak sayıya ulaşmıyor.

Diretiyorlar… Diretmekle de kalmayıp gerici politikalarını uygulamak için devlet okullarını imam hatipleştirip laik eğitimi de parası olan için satışa çıkarıyorlar.

Din özgürlüğü adı altında gericiliği dayatıyorlar.

Mahkemeler, zorunlu din dersi davalarında bu konuları tek tek vurguluyor. Son kararlar Konya Bölge İdare Mahkemesinden ve İzmir İdare Mahkemesinden geldi. Özetle, Zorunlu Din Dersine dayanak olarak gösterilen  “Eğitim ve Öğretim Yüksek Kurulu Başkanlığının 9.7.1990 günlü ve 1 sayılı kararı”nın da geçerliliği kalmadı. Bu kararlarda devletin Anayasaya ve uluslararası sözleşmelere aykırı olarak velilerin dinini açıklamak zorunda bırakılması da hukuk aykırı bulunuyor.

Zorunlu olan “din kültürü ve ahlak öğretimi”nde, Anayasa'nın öngördüğü amaca uygun bir müfredat, nesnel ve çoğulcu içerik, kişinin dininin bir ayrım ve eşitsizlik unsuru olarak kullanılmaması ve devletin dinler karşısında tarafsız kalarak bütün dinsel inançları eşdeğer görmesi gerekiyor. Öğretimde uygulanan müfredatın belirli bir din anlayışını esas alması durumunda, bunun din kültürü ve ahlak bilgisi dersi olarak kabul edilemeyeceği ve din eğitimi halini alacağı, bu eğitimin de zorunlu olmayıp isteğe bağlı olacağı açık.

Zorunlu Din Dersine karşı mücadele uzun zamandır devam ediyor. Yargı içtihatlarında da yerleşik hale geldi.  Bu konuda tek tek dava açılmasına bile gerek kalmadı. AKP’nin diretmesini kırmanın yolu toplu, yaygın, örgütlü mücadeleden geçiyor. Bu konu 2018-2019 eğitim dönemi başlamadan yaygınlaştırılmalı ve kökten çözümlenmeli.

Gericiliğe Karşı Aydınlanma Hareketi’nin, "yürürlükteki Anayasa’yı ihlal eden hatta askıya alan bu anti laik dayatmaya karşı mücadeleden, dava açmaktan korkmayalım, çocuklarımızı zorunlu din dersinden, gericilikten ve karanlık gelecekten koruyalım" çağrısı, aynı zamanda örgütlü mücadelenin de çağrısı.

AKP döneminde başta eğitim sistemi olmak üzere, tüm kurum ve kamusal hizmetler dinsel kural ve referanslarla dönüştürülmeye çalışılmakta, toplumsal yaşam bu kurallarla tabi kılınmakta. Özgür bir yaşamı hak eden çocuklarımız için üşenmeden, sakınmadan dava açalım, mücadele edelim.

Emperyalizmin ılımlı adlı uyumlu İslam projesi hala geçerli, çünkü ihtiyaçları var. Sömürü gerçeğinin dinsel uyumlaştırma projesi sınıfsal okunmadıkça geçerli olmaya da devam edecek. 09 Ağustos 2018
Ali Rıza Aydın

6 Ağustos 2018 Pazartesi

GELDİ BOR’UN PAZARI


GELDİ BOR’UN PAZARI - 1

Korkunç bir ekonomik krizin gelmekte olduğu haberleri yayılıyor.
Eski maliye bakanı Mehmet Şimşek konuştu: “Ekonomik kriz geliyor!”
İktisatçı Prof. Dr. Korkut Boratav dikkat çekti: “Kriz kapıda. IMF programı da gündemde!”
Vatan satan eski başbakan, mason Tansu Çiller’in “beynimin yarısı” dediği eski devlet bakanı Ufuk Söylemez öngörüde bulundu: “Türkiye’yi giderek ağırlaşan vahim bir ekonomik tablo bekliyor!”
Eski Merkez Bankası başkanı, İyi Parti Genel Başkan Yardımcısı Durmuş Yılmaz uyardı: “Döviz borçları her geçen gün artıyor. Borçları ödeyemezsek emekli memur maaşlarını ödeyemez noktaya geleceğiz!”
CHP Bursa milletvekili Orhan Sarıbal panik içinde: “Benzersiz bir kriz geliyor!”
Medyanın kriz çığırtkanları bağrışıyor: “Hükümet, memurların ve emeklilerin maaşlarını ödeyemeyecek! Hükümet, halkın bankalardaki döviz hesaplarına el koyacak!”

Değerli Dostlar,

Hemen söyleyeyim, Türkiye’de anlatıldığı gibi bir ekonomik kriz yaşanmayacaktır!
Türkiye’nin alacaklıları, Türk ekonomisini tümden çökertme girişiminde bulunmayacaklardır!
Artık herkes öğrendi, Türkiye’nin dış borcu yaklaşık 500 milyar dolar!
Alacaklılar ise Amerika’nın ve Batı Avrupa’nın bankaları, bankerleri.
Basit bir soru: Bir alacaklı, kendisine yüklü bir borcu olan kişinin ölmesini ister mi? Borçlu ölürse, alacaklı parasını nasıl geri alacak?
ABD ve Avrupa’nın bankaları ve bankerleri, kendilerine büyük borcu olan Türkiye’de ekonominin çökmesini isterler mi?
Eğer ekonomi tümden çökerse, alacaklı ABD ve Avrupa bankaları ve bankerleri paralarını geri almakta çok büyük güçlüklerle karşılaşacaklarını bilmezler mi?
Alacaklı banka ve bankerler, Türkiye’nin ekonomisini çökertme girişiminde bulunmayacaklardır. Peki, ne yapacaklardır?
İşte, bu sorunun cevabı benim de bu yazımın konusudur.
Alacaklılar, hükümete, devletin bazı varlıklarını satmasını veya kiralamasını ya da bunlara ipotek konulmasını önereceklerdir.
Şimdi diyeceksiniz ki, devletin satmadığı malımız mı kaldı? En son şeker fabrikalarının satışından sonra elde avuçta ne kaldı?
İşte, bunda yanılıyorsunuz!
Hâlâ elimizde çok büyük bir servetimiz var!
Şimdi sıra ona geldi!

Değerli Dostlar,

Şu atasözümüzü hepiniz bilirsiniz: “Geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye!”
Bor, Niğde merkezine on üç kilometre uzaklıkta bulunan bir ilçesidir. Eskiden beri çok hareketli pazarı ile ünlüdür. Bu Pazar Salı günleri kurulur, bir gün sonra da Niğde pazarı gelirdi.
Bor’daki pazara yetişemeyenlere, eşeklerini Niğde’ye sürmeleri önerilirdi.
Aslında bu deyimle atalarımız bize, “bir fırsatı kaçırınca, hiç olmazsa bundan sonraki fırsatı değerlendir” demek istemişlerdir.
İşte, şimdi be de bu atasözünden esinlenerek diyorum ki, tasalanmayın! Her ne kadar devletin, yani milletin fabrikaları, işletmeleri, madenleri, bankaları, limanları, tarım toprakları satıldıysa da, tam iflas etmiş sayılmayız! Elimizde hâlâ çok büyük bir servet var!
ABD ve Batı Avrupa’nın ağzının suyunu akıtan bu servetin adı, Bor’dur!
Bu Bor, Niğde’nin ilçesi Bor değildir!
Bu Bor, başka bir Bor’dur ve şimdi ben sizlere ayrıntılı olarak bu Bor’u anlatacağım.

Değerli Dostlar,

Dünyada HİÇBİR ülkede bulunmayan büyüklükteki bir servetin sahibiyiz.
Bu servetin adı, BOR MADENLERİDİR.
Bu ifadenin asla bir abartma olmadığını resmi rakamlarla bu yazımda ortaya koyacağım.
Bu yazımda sizlere, Bor Madenlerimizin gelmişini, geçmişini, bugünkü durumunu ve geleceğini belgeleriyle anlatacağım.
Bu yazımda sizlere, Bor Madenlerimizi geçmişte kimlerin yabancılara teslim ettiğini, kimlerin bu çok değerli servetimize sahip çıktığını tek tek isim vererek anlatacağım.
Bor konusu, benim uzmanlık alanımdadır.
Ancak ben bu yazımda Bor madeni ve türevlerinin kimyasal formüllerine, fiziksel özelliklerine yer vermeyeceğim. Herkesin bilmesi gereken çok önemli somut bilgileri, herkesin anlayacağı bir dille anlatacağım.
İşte, bu anlayış içinde, sizlere önce Bor’un kullanım alanlarını sunuyorum.

Nükleer Sanayi:

Reaktör kontrol çubukları, nükleer kazalarda güvenlik amaçlı ve nükleer atık depolayıcı olarak Bor kullanılır.

Uzay ve Havacılık Sanayi:

Sürtünmeye-aşınmaya ve ısıya dayanıklı, roket yakıtı olarak Bor kullanılır.

Elektronik-Elektrik ve Bilgisayar Sanayinde:

Bilgisayarların mikro çiplerinde, CD-sürücülerinde, bilgisayar ağlarında, ısıya-aşınmaya dayanıklı fiber kablolar, yarı iletkenler, vakum tüpleri, dielektrik malzemeler, elektrik kondansatörleri, gecikmeli sigortalar üretiminde Bor kullanılır.

Askeri ve Zırhlı Araçlar:

Zırh plakalarının yapımında Bor kullanılır.

İletişim Araçlarında:

Cep telefonları, modemler ve televizyonların yapımında Bor kullanılır.

Otomobil Sanayi:

Hava yastıklarında, hidroliklerde, plastik aksamda, yağlarda ve metal aksamlarda, ısı ve ses yalıtımı sağlamak amacıyla üretilen antifrizlerde Bor kullanılır.

Tıp Alanı:

Ostrepoz tedavilerinde, alerjik hastalıklarda, psikiyatride, kemik gelişiminde ve artiritte tedavisinde, menopoz tedavisinde ve beyin kanserlerinin tedavisinde Bor kullanılır.

Enerji Sektörü

Güneş enerjisinin depolanması, güneş pillerinde koruyucu olarak Bor kullanılır.

İnşaat-Çimento Sektöründe:

Direnç artırıcı ve izolasyon amaçlı olarak Bor kullanılır.

İlaç ve Kozmetik Sanayi:

Dezenfekte ediciler, antiseptikler, diş macunları üretiminde Bor kullanılır.

Cam Sanayi:

Borsilikat camları, izole cam elyafı, tekstil cam elyafı, optik lifler, cam seramikleri, şişe ve diğer düz camların üretiminde Bor kullanılır.

Seramik Sanayi:

Emaye ve sır, porselen boyaları üretiminde Bor kullanılır.

Metalurji:

Paslanmaz ve alaşımlı çelik, sürtünmeye-aşınmaya karşı dayanıklı malzemeler, metalurjik flaks, refrakterler, briket malzemeleri, lehimleme, döküm malzemelerinde katkı maddesi olarak ve kesicilerin üretiminde Bor kullanılır.

Tekstil Sektörü:

Isıya dayanıklı kumaşlar, yanmayı geciktirici ve önleyici selülozik malzemeler, izolasyon malzemeleri, tekstil boyaları, deri renklendirici, suni ipek parlatma malzemeleri üretiminde Bor kullanılır.

Kimya Sanayi:

Bazı kimyasalların indirgenmesi, elektrolitik işlemler, flotasyon ilaçları, banyo çözeltileri, katalistler, atık temizleme ürünleri, petrol boyaları, yanmayan ve erimeyen boyalar ve tekstil boyaları üretiminde Bor kullanılır.

Tarım Sektörü:

Gübreler ve böcek-bitki öldürücüler üretiminde Bor kullanılır.

Kâğıt Sanayi:

Beyazlatıcı olarak Bor kullanılır.

Temizleme ve Beyazlatma Sanayi:

Toz deterjanlar, toz beyazlatıcılar ve parlatıcılar üretiminde Bor kullanılır.

Kauçuk ve Plastik Sanayi:

Naylon ve plastik malzemelerin üretiminde Bor kullanılır.

Koruyucu Ürünler:

Ahşap malzemeler ve ağaçlarda koruyucu olarak, boya ve vernik kurutucularında Bor kullanılır.

Patlayıcılar:

Mermi, fişek ve diğer patlayıcılarda Bor kullanılır.

Manyetik cihazlar, spor malzemeleri, zımpara ve aşındırıcılar üretiminde Bor kullanılır.

Fotoğrafçılıkta da Bor kullanılır.

Gelişen teknolojiler, Bor kullanımını ve Bor’a bağımlılığını artırmaktadır.
Bor, artık tüm dünyada, çok değerli stratejik bir mineral olarak kabul edilmektedir.

Değerli Dostlar,

Bor Madenleri, bizim en önemli konumuz olmalıdır.
Bor konusunu sizlere ayrıntılı olarak anlatacak bir yazı dizisine başlıyorum.
Bu yazım, dizinin ilk yazısıdır.
Dikkatle ve önem vererek okumanızı, özellikle de yaşları 40’ın altında olan gençlerimizin okumasını sağlamanızı dilerim.

Yılmaz Dikbaş
26 Temmuz 2018, Perşembe
0532 233 31 52
TÜRKİYE’DE BORUN GEÇMİŞİ

Osmanlı Dönemi:

Osmanlı, yer altı madenlerinin değerini bilmiyordu. 1861 yılında “Madenler Kararnamesi” çıkararak yabancılara Türkiye’de maden işletme hakkını verdi.
1865 yılında Sultan Abdülaziz, Fransız “Desmazures” şirketine Bor madenlerini 20 yıl işletme imtiyazını verdi. Oysa o sırada Osmanlı’nın para kaynakları kurumuş, tarihinde ilk kez Avrupa devletlerinden borç almaya başlamıştı.
Beş yüz yıla yakın fen bilimlerinden uzak durmuş olan Osmanlı, eğer bilimsel ve teknolojik çalışmalar içine girmiş olsaydı, yabancılara vermek yerine Bor madenini kendi çıkartıp kendi işleyebilir ve büyük bir gelir sağlayabilirdi. Hıristiyan Avrupa’ya da el açmak zorunda kalmazdı.
Gerçek dışı öykülerle abartılarak göklere çıkarılan Sultan 2. Abdülhamit de 1865 yılında, İngiliz “Borax Consolidated Ltd.” şirketine Türkiye’de Bor madenlerini işletme imtiyazı tanıdı. Bu işletme imtiyazı 70 yılı aşkın bir süre, 1958 yılına kadar sürdü.
Osmanlı döneminde 624 yabancı şirkete Türkiye’de Bor madeni işletme imtiyazı verilmiştir.

Atatürk Dönemi

Atatürk daha Kurtuluş Savaşı yıllarında topraklarımızın altındaki maden hazinelerinin ancak devletleştirilmesiyle milletimizin yararına işletilebileceğini belirtmiştir.
Mustafa Kemal, 1 Mart 1922 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) birinci dönem üçüncü toplantı yılını açış konuşmasında Savaş sonrasının ekonomi politikasına ışık tutan nitelikteki açıklamaları arasında şöyle diyordu:
“Ekonomi siyasetimizin önemli amaçlarından biri de halkımızın çıkarlarını doğrudan doğruya ilgilendiren kuruluşların ve iktisadi girişimlerin, mali yapımız ve fen bilgimizin elverdiği ölçüde devletleştirilmesidir.
Özetle, topraklarımızın altında kullanılmadan duran maden hazinelerini kısa zamanda işleterek, milletimizin çıkarına açmak da ancak bu yolla mümkündür.”
Atatürk dönemi devletleştirmeleri de bu doğrultuda ve anlayış içinde yürütülmüştür.
İşe önce yabancı sermayeye verilmiş imtiyazlarla işletilen demiryolu, rıhtım, elektrik, su, havagazı, telefon gibi işletmelere devletin el koymasıyla başlanmıştır.
Madencilik alanındaki devletleştirmelere ise 1930’ların ortalarında, temel örgütlenme sorunları çözüldükten sonra başlanmıştır.
Atatürk, 1935 yılı TBMM açılış konuşmasında, ihtiyaca yeter sayıda maden mühendisleri yetiştirmeye vurgu yapıyor ve şöyle diyordu:
“ Madenlerimiz bizim başlıca döviz kaynağımız olduğu için de yüksek dikkatinizi çekmeye değerdir.”
Atatürk’ün yönlendirmesiyle, 1935 yılında bir yanda yer altı servetlerimizi aramakla görevli Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü (MTA), öbür yanda kamu kesimine, yani devlete ait bulunmuş madenleri işletmekle görevli ETİBANK kurulmuştur.
1936 yılında çıkarılan 3034 sayılı kanunla, Alman bankası Deutsche Bank’ın elinde bulunan Ergani Bakır T.A.Ş pay senetleri devlet tarafından satın alınmıştır.
1937 yılında çıkarılan 3146 sayılı kanunla, Fransız sermayeli Ereğli Şirketi İşletmeleri devlet tarafından satın alınmıştır.

Adnan Menderes Dönemi

Türkiye’de 14 Mayıs 1950 – 27 Mayıs 1960 süreci, Demokrat Parti iktidarının dönemidir. Adnan Menderes, bu on yıllık dönemin değişmez başbakanıdır.
1950 yılında Balıkesir’in Bigadiç ilçesinde, kolemanit olarak adlandırılan Bor madeni bulundu.
1952 yılında Bursa’nın Mustafa Kemal Paşa bölgesinde de kolemanit olarak adlandırılan Bor madeni bulundu.
1956 yılında MTA, Kütahya’nın Emet bölgesinde linyit kömürü aramaları sırasında Bor madeni yataklarına rastladı.
Türkiye’de Adnan Menderes’in başbakan olduğu Demokrat Parti dönemi, Osmanlı dönemini hiç aratmadı!
Adnan Menderes hükümetleri, yaptıkları yasal düzenlemelerle başta Bor olmak üzere tüm madenlerimizin işletme ruhsatlarının yabancıların eline geçmesine fırsat verdi.
1887 yılından beri Türkiye’de Bor madenlerini işleten İngiliz şirketi “Borax Consolidated Ltd.”, Adnan Menderes hükümetlerinin çıkardığı yasal düzenlemelerden yararlanmak amacıyla adını “Türk Boraks Madencilik A.Ş.” olarak değiştirdi! Eskişehir’in Kırka bölgesindeki tinkal adı verilen Bor yataklarının ruhsatlarını özel madencilerin elinden topladı. Böylece Türkiye’de Bor madenlerini işleten en büyük yabancı şirket konumuna geldi.

Bor Madenlerinin Devletleştirilmesi

Değerli Dostlar,

Şimdi geldik tarihimizin çok önemli dönüm noktalarından birine.
Bor madenlerimizin yabancılar tarafından işletilmesi 1978 yılına kadar sürdü.
1978 yılında neler olduğunu anlatmadan önce dönemin siyasi tablosuna kısaca göz atalım.
5 Haziran 1977 günü, Milletvekili Genel Seçimleri yapıldı.
Ortaya şöyle bir tablo çıktı:

Bülent Ecevit’in CHP’si: % 41, 4 oy, 213 milletvekili.
Süleyman Demirel’in AP’si: % 36,9 oy, 189 milletvekili.
Necmettin Erbakan’ın MSP’si: % 8,6 oy, 24 milletvekili.
Alparslan Türkeş’in MHP’si: % 6,4 oy, 16 milletvekili.
Turhan Feyzioğlu’nun CGP’si: %1,9 oy, 3 milletvekili.
Faruk Sükan’ın DP’si: %1,8 oy, 1 milletvekili.
Bağımsızlar: % 2,5 oy, 4 milletvekili.
TOPLAM: 450 milletvekili.

Bülent Ecevit’in CHP’si seçimden birinci parti olarak çıkmış, ancak salt çoğunluğu sağlayamadığından, yani 226 milletvekili sayısına ulaşamadığından iktidar olamamıştı.
Süleyman Demirel; MSP ve MHP ile İkinci Milliyetçi Cephe hükümeti kurmuş, ancak bu da kısa ömürlü olmuştu.
31 Aralık 1977’yi 1 Ocak 1978’e bağlayan Yılbaşı gecesi, Süleyman Demirel’in İkinci Milliyetçi Cephe hükümeti verilen bir gensoruyla düşürüldü.
Bülent Ecevit, İstanbul Florya’da Belediyeye ait Güneş Motel’de buluştuğu 10 AP milletvekiline bakanlık vererek T.C. 42. Hükümetini 5 Ocak 1978 günü kurup iktidar oldu.
5 Ocak 1978 günü TBMM’de iktidarda 226 milletvekiline erişmiş Bülent Ecevit’in CHP’si, karşısında ise toplam 224 oya sahip Adalet Partisi(AP), Milli Selamet Partisi (MSP), Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP) ve Demokratik Parti (DP) muhalefet cephesi bulunmaktaydı.
1978 yılı başında TBMM’deki tabloyu böylece özetledikten sonra, biz ana konumuza, Bor madenlerine dönelim.

Türkiye’de Bor madenlerinin yabancılar tarafından işletilmesi, 1978 yılına kadar sürdü.
1978 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM), Türkiye adına, Türk milleti adına övünülecek şanlı bir olay yaşandı.
TBMM’de 10 kişilik bir Bilim Kurulu oluşturulmuştu.
Anayasa Komisyonu Başkanı da olan CHP İstanbul milletvekili
Prof. Dr. Muammer Aksoy bu kurulun başkanıydı.
İşte, bu Kurul, Muammer Aksoy’un önderliğinde, 2172 sayılı bir yasa tasarısı hazırlayıp TBMM’ne sundu
2172 sayılı yasa tasarısı, tüm madenlerimizin devletleştirmesini öneriyordu.
Meclis’te büyük bir fırtınanın kopacağı biliniyordu!
Muhalefet partileri bu yasaya şiddetle karşı çıkıyorlardı!
Muhalefet Parti milletvekilleri ard arda söz alıyor ve “Siz ne yapmak istiyorsunuz, devletleştirmeyi mi geri getiriyorsunuz?” diye sorarak tartışmaları ateşliyorlardı.
Muhalefetin kaygısı ve korkusu, madenlerimizin devletleştirilmek istenmesiydi!
Muhalefet partisi milletvekilleri, madenlerimiz devletleştirilecek diye hop oturup hop kalkıyorlardı!
İşte, bu ateşli atmosferde Prof. Dr. Muammer Aksoy söz alarak kürsüye geldi ve yasa tasarısını şöyle savundu:
“Bu sadece Atatürk milliyetçiliğinin kaçınılmaz sonucudur. Atatürk bütün 1 Kasım nutuklarında da hep milli maden ve madenlerin devletleştirilmesi üzerinde durmuştur.
Görüştüğümüz bu kanun, yalnız bor madenlerinin devletleştirilebilmesini sağlayabilse dahi belki tarihte hiçbir kanunun Türk devletine sağlayamadığı büyük yararları sağlamış olacaktır.
Bu bir devletleştirme değil, iznin geri alınmasıdır!”

Prof. Dr. Muammer Aksoy, madenlerimizin devletleştirilmesinden kaygı duyan muhalefeti bir bakıma yatıştırabilmek için, yasanın bir devletleştirme yasası olmadığını, madenlerimizin başkaları tarafından işletilmesine olanak sağlayan ruhsatların, yani izinlerin geri alınması işlemi olduğunu söylüyordu. Oysa hiç kuşkusuz, yasa tasarısı madenlerimizin devletin eline geçmesini, yani devletleştirilmesini sağlamaktaydı.

Yasayı savunmak üzere kürsüye gelen Suphi Gürsoytrak, yasanın kabulünü engelleyici yabancı girişimlere değindikten sonra şu çarpıcı açıklamada bulunuyordu:

“ Basından izlediğimize göre, yasaya Amerika Birleşik Devletleri de karşı çıkmıştır. Amerikan hükümeti, Dışişleri Bakanlığımıza gönderdiği bir yazı ile Amerikan yatırımlarıyla Amerikan kökenli kuruluşların kamulaştırılmaları halinde ikili ilişkilerde önemli sorunların doğabileceğini, hükümetler arası sürtüşme riskinin artarak ikili ilişkilerde önemli sorunların doğmasına yol açacağını, böyle durumlarda ikili yardımları erteleyen mevcut kanunları uygulayacağını ve çokuluslu kalkınma bankalarının verebilecekleri krediler hakkında olumsuz oy talep edeceğini ve Amerikan sermayesi ve şirketlerin rahatça çalışmalarını sağlamak için en uygun ve gerekli önlemleri alacağını açıkça bildirmiş bulunmaktadır.
Türkiye'yi, diledikleri gibi idare edebilecekleri sıradan bir ülke, sömürge bir ülke gibi gördükleri gerçeği bir kere daha açığa çıkmış bulunmaktadır''.

Yasa tasarısı, TBMM’de 22 Eylül 1978 tarihinde, 169. Birleşimde saat 14’de oylanarak 226 oyla kabul edildi.
Madenlerimizin devletleştirilmesine, yani Türk halkına devredilmesine karşı olan muhalefet partileri; AP, MSP ve MHP oylamaya katılmadılar!

Değerli Dostlar,

Ortaya çıkan bu tabloya çok dikkatle bakmanızı öneririm.
AP Genel Başkanı, eski başbakan, ileride cumhurbaşkanı olacak
Mason Süleyman Demirel (Gerçek adı: Dolaksızoğlu Sami Süleyman Gündoğdu); kendi topraklarımızın altındaki başta Bor madenlerimiz olmak üzere tüm madenlerimizin devletleştirilmesini sağlayacak yasaya karşıydı!
MSP Genel Başkanı, Milli Görüş’ün lideri, şeriatçı Prof. Dr. Necmettin Erbakan, başta Bor madenlerimiz olmak üzere yeraltındaki tüm cevherlerimizin Türk milletine devrini sağlayacak yasaya karşıydı!
MHP Genel Başkanı, milliyetçi gençlerimizin “Başbuğ” deyip elini öptükleri Alparslan Türkeş (Gerçek adı: Hüseyin Feyzullah), başta Bor madenlerimiz olmak üzere tüm madenlerimizin Türk milletine verilmesini sağlayacak yasaya karşıydı!
Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan ve Alparslan Türkeş, başta Bor madenlerimiz olmak üzere tüm madenlerimizin yabancılar tarafından işletilmesinden yanaydılar!
Yabancılara uşaklığın bundan daha açık bir kanıtı olabilir mi?
“Uşak” sözcüğünü, Arapça olan “hizmetkâr” sözcüğü yerine kullanıyorum, hakaret olarak değil!

Değerli Dostlar,

Bor madenlerimizi yabancıların yağmalamasını önleyen yasanın resmi ifadesi şöyle:

Devletçe İşletilecek Madenler Hakkında Kanun
Resmi Gazete ile yayımı: 14.10.1979 – Sayı: 164 34
Yasa No: 2172

Bu yasanın çıkmasından sonra bakın ne oldu:
Yerli ve yabancı kişi ve şirketlerin elinde bulunan 925 maden sahası yenide devletin eline geçti, yeniden Türk milletinin serveti oldu.
Bu maden sahalarının başında da Bor, demir ve linyit yatakları gelmekteydi.

Değerli Dostlar,

Başta Bor madenlerimiz olmak üzere tüm yer altı madenlerimizin yabancıların eline geçmesini engelleyen 2172 sayılı yasanın tasarısını hazırlamakta önderlik eden, tasarı TBMM’de tartışılırken her türlü övgünün üstünde savaşım veren Prof. Dr. Muammer Aksoy, 19 Mayıs 1989 tarihinde Atatürkçü Düşünce Derneği’ni (ADD) kurdu. Amacı tüm Atatürkçüleri bir çatı altında toplamaktı.
Prof. Dr. Muammer Aksoy, 31 Ocak 1990 günü evine giderken tabancayla vurularak öldürüldü. Önce, cinayeti dincilerin işlediği haberi yayıldı. Daha sonra, bu alçakça saldırı “Faili Meçhul” cinayet olarak resmi kayıtlara geçti.
Faili Meçhul cinayet ne demektir?
Cinayeti, Dünyaya Hükümdar Olan Eşkıyalar işletti, demektir!
Cinayeti, gizli istihbarat örgütleri düzenledi, demektir!
Düzmece dinin yobazları bu tür cinayetlerde sadece tetikçi olarak kullanılır, aldanmayalım!
Cumhuriyet Devrimlerinin savunucusu, gerçek Atatürkçü Prof. Dr. Muammer Aksoy’u en içten sevgi ve saygıyla anıyorum…

Değerli Dostlar,

Yukarıda sizlere, 2172 sayılı madenlerin devletleştirilmesi yasasına AP, MSP ve MHP genel başkanlarının karşı çıkmış olduklarını söyledim.
Bu kadarla yetinemeyiz!
Dünyada hiçbir ülkenin sahip olmadığı büyük ölçüde bir hazineyi, Bor madenlerimizi yabancılara peşkeş çekmek isteyen ve bu tutumlarını hiç çekinmeden 22 Eylül 1978 günü TBMM’de sergileyen milletvekilleri ile de yüzleşmeliyiz!
Bu milletvekillerini de tek tek halkımıza göstermeli, onlardan hesap sorulmasını istemeliyiz!
İşte, dünyada bir benzeri olmayan büyük servetimizi, Bor madenlerimizi yabancılara peşkeş çekmek isteyen milletvekilleri:

Adalet Partisi (AP) Milletvekillerinden Bazıları:

Süleyman Demirel, Aydın Menderes, Mutlu Menderes, Selahattin Kılıç, İsmet Sezgin, Nahit Menteşe, Esat Kıratlıoğlu, İzzet Akçal, Nuri Bayar, Azimet Köylüoğlu, Necmettin Cevheri, Kinyas Kartal, Köksal Toptan, Ömer Barutçu, Tevfik Koraltan, Faik Türün, Şerafettin Elçi, Sabit Osman Avcı, Sadettin Bilgiç, Ekrem Ceyhun, Nilüfer Gürsoy, Celal Yardımcı, Talat Asal, Ali Naili Erdem, Abdüllatif Ensarioğlu, Rıfkı Danışman, Gıyasettin Karaca, Selçuk Erverdi, Seyfi Öztürk, Nizamettin Erkmen, Hüseyin Çelik, Ali Şevki Erek, Ahmet Topaloğlu, Sümer Oral, İsmail Hakkı Yıldırım, Sabati Ataman, Avni Akyol, Ali Elverdi, Yılmaz Ergenekon, Cemal Külahlı, Kasım Önadım.

Milli Selamet Partisi (MSP) Milletvekilleri:

Necmettin Erbakan, Temel Karamollaoğlu, Oğuzhan Asiltürk, Süleyman Arif Emre, Hasan Aksay, Şener Battal, Recai Kutan, Fehmi Adak, Korkut Özal, M. Yaşar Göçmen, Fehmi Cumalıoğlu, Abdullah Tomba, Hasan Seyithanoğlu, Abdülkerim Bir, Tahir Büyükkörükçü, Abdülkadir Timurağaoğlu, M. Emin Saydagil, Abdülkadir Kaya, Salih Özcan, Lütfi Köktaş, Hüseyin Erdal, Muhyettin Mutlu, Muslih Görentaş.

Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Milletvekilleri:

Alparslan Türkeş, Sadi Somuncuoğlu, Agâh Oktay Güner, Nevzat Köseoğlu, Mehmet Doğan, İhsan Kabadayı, Necati Gültekin, İhsan Karaçam, Tahir Şaşmaz, Cengiz Gökçek, Turan Koçal, Mehmet Yusuf Özbaş, Faruk Demirtola, Ali Fuat Eyüboğlu, Mehmet Irmak, Ali Gürbüz.

Değerli Dostlar,

Çetin ekonomik koşullarla karşı karşıya olduğumuz bugünlerde, Bor madenlerimizden daha önemli bir konu olacağını sanmıyorum.
Bor madenlerimizle ilgili yazı dizimi sürdüreceğim.

Yılmaz Dikbaş
5 Ağustos 2018, Pazar
0532 233 31 52