18 Ocak 2014 Cumartesi

ADD GENEL MERKEZİNİ, HUKUKA, DERNEKLER YASASINA VE ADD TÜZÜĞÜNE UYMAYA DAVET EDİYORUZ.

ADD ISPARTA ŞUBESİ'NE HUKUK -TÜZÜK DIŞI YÖNTEMLERLE ATANAN MEVCUT YÖNETİM, ISPARTA 2. SULH HUKUK MAHKEMESİNİN KARARLARINA KARŞIN, ÜYELERCE USULUNE UYGUN OLARAK İSTENEN "OLAĞANÜSTÜ GENEL KURUL"U TOPLAMAMAKTA ISRAR ETMEKTEDİR.  ŞUBAT 2013 TE ATANAN YÖNETİMİN 6 AY İÇİNDE YAPMAK ZORUNDA OLDUĞU OLAĞANÜSTÜ GENEL KURULU HALEN YAPMAMIŞDIR. BU DURUMDA ADD ISPARTA ŞUBESİ, ADD ÜYESİ OLMAYAN 5 KİŞİNİN İŞGALİ ALTINDADIR..BU GAYRI MEŞRU İŞGAL DURUMU ADD GENEL MERKEZ YÖNETİCİLERİNİN HİMAYESİ ALTINDA DEVAM ETMEKTEDİR. ADD GENEL MERKEZİNİ, HUKUKA, DERNEKLER YASASINA VE ADD TÜZÜĞÜNE UYMAYA DAVET EDİYORUZ.


17 Ocak 2014 Cuma

Masonik yapılanmaya benzer bir örgüt.. Cevdet Saral : Bir rapor yazdım, Gülen ABD'ye gitti



En çarpıcı tesbitlerden birisidir bu.
Ben de çok daha önce böylesi bir benzerliğe dikkat çekmiştim.
Son kanaatim ise daha da farklı.
Fitnebaz Cemaat(The Sinister Fraternity) sadece masonik bir yapılanmaya benzemekle kalmıyor.
Basbayağı bildiğiniz bir mason teşkilatı.
Tek farkı aynı çatının İslami şubesi şeklinde faaliyet göstermesi.
Daha açık ifade edersek, Fitnebaz Cemaat İslami bir mason teştilatıdır diyorum.
Bunu isbat etme imkanım yok.
Ancak, bu sadece bir zaman ve çaba meselesidir.
Oraj POYRAZ
§   

Cevdet Saral : Bir rapor yazdım, Gülen ABD'ye gitti

Cevdet Saral, 'Gülen cemaatinin yarattığı tehlikenin ‘paralel devlet’ten öte olduğunu' öne sürdü
Paralel devlet’ iddiasını 1999'da ilk kez resmi kayıtlara geçiren ve 90'lı yıllarda cemaatin MİT, Emniyet ve TSK'ya sızmak istediğini öne süren, "Telekulak Davası"ndan beraat eden, dönemin Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral, Fethullah Gülen'in ABD'ye gitmesinin nedeninin, yazdığı rapor olduğunu söyledi.
Saral, "15 Mart'ta raporu İstihbarat Daire Başkanlığı ile Teftiş Kurulu'na gönderdik.
Panik oluştu.
18 Mart'ta Gülen ABD'ye gitti"
dedi.
Saral, Gülen cemaatinin örgütlenme biçimine yönelik "Örgütlenme biçimi illegal örgütlerin yatay ve dikey örgütlenme modellerinin ideal yapılarından etkilenilerek oluşturulmuş Masonik yapılanmaya benzer bir görüntü veriyor" iddialarında bulundu.
Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele Daire Başkanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü Yardımcılığı ve Ankara Emniyet Müdürlüğü görevlerinde bulunan Cevdet Saral'la hazırlamış olduğu raporu, cemaatin devlet içindeki yapılanmasını ve 17 Aralık operasyonunu Yeni Şafak'tan Nil Gülsüm'e anlattı.
'Terörün Gizli Efendileri' isimli kitabın da yazarı olan Saral, 'ortaya çıkan tehlikenin paralel devletten de öte olduğunu' öne sürdü.
Nil Gülsüm'ün Cevdet Saral ile yaptığı söyleşi şöyle:

1999 yılında bir rapor hazırladınız.
O dönemde çok tartışılan, ses getiren rapor, bugünden bakıldığında çok ilginç tespitler içeriyor.
Bu raporun amacı neydi, nasıl ortaya çıktı?

O dönemde çalışmalarımıza öncelikle kendi kitaplarını incelemek, irdelemek suretiyle Fethullah Gülen'in mantık dokusunu ortaya koymaya çalıştık.
Enteresan bir mantık dokusuyla karşı karşıya kaldık.
Anlatımları dinsel literatüre pek de uymayan, kendisine aşırı derecede önem yükleyen, kendisini esrarengiz gösteren bir kişilikle karşılaştık.

Bunun üzerine ne yaptınız?

Biz ön incelemelerimizde durumun görünenden çok vahim olduğunu görerek İstihbarat Daire Başkanlığı'na, konunun ciddi olduğunu, soruşturmanın sadece Ankara Emniyet Müdürlüğü kapsamında yürütülmesinin yeterli olmayacağını, planlı bir istihbarat çalışması ile sonuca gidilebileceğini ifade eden bir kanaat yazısı yazdık.
Ondan sonra da kıyamet koptu.
İsimsiz ihbarlar, şikayetler vs. her yönden saldırılar gelmeye başladı.

Analiz ortalığı karıştırdı

Rapor hazırlama işinde ilk somut adımlarınız nelerdi?

Biz bu çalışmaları hazırlarken devletin arşivlerinde bu cemaat ile ilgili bir veri olup olmadığını araştırdık.
İstihbarat Daire Başkanlığı'nın hazırlamış olduğu bir kitapçıkta Fethullah Gülen cemaati, fevkalade munis, devlet sistemine aykırı özellikler taşımayan, bu tavrı dolayısıyla radikal İslâmî kesimin hedefi olmuş bir yapı olarak gösteriliyordu.
Eğitim faaliyetlerinin yaygın olduğu söylenmekteydi.

Çetin bir soruna el attığınızın farkında mıydınız?

Çalışmaya başladığımızda arkadaşlarıma, cemaatle ilgili bu çalışmayı genişlettiğimizde siyasi reaksiyonlarla karşılaşabileceğimizi ve zorda kalacağımızı ifade ettim.
Bunun üzerine arkadaşlarım 'Müdürüm; evimizin içini biz biliriz, şahsi geleceğimiz önemli değil, ülkemizin bekası için ne gerekiyorsa yapalım' dediler.
Böylece çalışmaya başladık.

Daha sonra nasıl gelişti çalışmalarınız?

Şubat sonu itibarıyla ortalık karıştı.
15 Mart'ta cemaat yapılanması ve Fethullah Gülen'in yaklaşımlarına yönelik 1.Analiz raporumuzu İstihbarat Daire Başkanlığı ile Teftiş Kurulu Başkanlığı'na gönderdik.
Bu raporun İstihbarat Daire Başkanlığı'na ulaşmasının ardından burada bir panik oluştuğuna dair bize haberler gelmeye başladı.
18 Mart'ta da Fethullah Gülen apartopar ABD'ye gitti.

'Bir cemaat lideri niçin istihbarata ihtiyaç duyar?'

Sizde nasıl bir kanaat oluştu?

Kendi anlatımlarından anladığımız kadarıyla ve devlete sızma çalışmaları göz önüne alındığında illegal bir yapılanma ile karşı karşıya olduğumuz kanaatine vardık.
Bir cemaat önderi, hasımların faaliyetlerini öğrenmek için bir istihbarat teşkilatı kurmaktan söz ediyorsa, cemaat önderi olmaktan çıkıp örgüt lideri olur.
Bir cemaat önderi, niçin istihbarat teşkilatına ihtiyaç duyar ki!

Sizce cemaat nasıl bir yapı?

Cemaat bir misyon hareketidir.
Coğrafi bir alanı vardır, devlet içerisinde şimdiye kadar kendi elemanları ve bürokraside kendilerinden olmayan kazanımlarla işlerini yürütmüşlerdir.
Fakat ulaştıkları seviye itibariyle bulundukları konumu yeterli görmeyerek siyasi yönetimden iktidar ortaklığı talebinde bulunmaya başlamıştır.
Bunun adı da 'paralel yapı'dır.
Misyonun adını tarif etmek gerekirse o da 'Derin Türkiye'dir.

Kamuflaj üst düzeyde

17 Aralık operasyonun asıl amacı nedir?

Bu operasyonun asıl amacı, 'yeni dünya düzeni' politikalarıyla milli devletleri dönüştürme politikaları paralelinde sözde demokratik tasarruflarla ve siyasi eylemlerle Başbakan'ı saha dışına almadır.

Cemaat işin neresinde?

Cemaatin bugün itibariyle durduğu yer, adresini de göstermektedir.
Demokrasi dışı eylemlerle Başbakan'ı saha dışına alma girişiminin tam da göbeğinde duruyorlar.

17 Aralık operasyonu sonrası benzer bir sızmanın ve paralel yapılanmanın yargı içerisinde de olduğu kanaati çok yaygın.
Sizce nasıl?

Gülen, yargı içindeki paralel yapılanmanın nasıl olması gerektiğini, bundan 20 yıl önceki konuşmalarında zaten söylüyor.
Adliye'de ve Mülkiye'de nasıl örgütlenileceğinin yöntemlerini ve bu örgütlenmenin hedefini, ayrıca nasıl bir istihbarat örgütü kurulması gerektiğini hem istihbarata karşı koymak hem de istihbaratın hangi alanlarda kullanılacağını profesyonelce izah ediyor.

Personel, İstihbarat ve KOM, paralel yapılanmanın ilk hedefleri oluyor.
Neden öncelikle buraları tercih ediyorlar?

Bu birimler emniyet teşkilatının en önemli birimleridir.
Devletten cemaate yönelik bir operasyon yapılacaksa bu birimler öncü birimlerdir.
Aynı zamanda cemaatin hasımlarına yönelik bir operasyon planlanacaksa, bu birimler üzerinden geliştirilir.
Cemaatin amacına ulaşması için bu noktalar, hayati önem arzediyor.

Cemaatle ilgili hazırladığınız raporda bu yapının TSK, MİT ve Emniyet'e sızma çabalarına dikkat çekiyorsunuz.
'Sızmalar' için nasıl bir yöntem izliyorlardı?

Takiyye ve kamufle yöntemlerini en üst seviyede kullanarak bunu gerçekleştiriyorlar.

İlk sızma polis kolejine

Bu yapılanma teşkilatta ilk ne zaman görülmeye başlandı?

Cemaatin polis içerisindeki ilk adımı Polis Kolejinde başlamıştır.
Polis Koleji'ne ilk sızmaları da 70'lerin ikinci yarısıdır.

Türk bürokrasi tarihinde buna benzer başka bir yapı hatırlıyor musunuz?

Ben 40 yıl bu devlete hizmet ettim.
Böyle bir başka yapılanma ile karşı karşıya kalmadım.

Geçmişe baktığınızda ne görüyorsunuz?

Devlette hiçbir evrak kaybolmaz.
Biz evrakımızı yazıp bıraktık.
Devlet de 10 yıl sonra bizim yazdığımız gerçeklerle karşılaştı.
Bu süreç, 35-36 yıllık bir dönemi kapsıyor.
O gün cemaate yeni kazandırılan çocuklar, bugün devletin çok önemli mevkilerindeler.

'1889’da olmayan numaraları dinlemişim'

Birinci ve ikinci raporları yazdıktan sonra o dönem neler oldu?

Hakkımızda soruşturmalar başladı.
Çalışmayı yürüten 3 arkadaşım görevden alındı.
21 Nisan'da eldeki tüm verileri bir üst yazı ile DGM'ye gönderdik, ardından bize müthiş bir savaş açıldı.
Yasadışı telefon dinlemesi suçlamasıyla karşılaşacağım aklıma gelmezdi.
Düzmece bilgisayar verileri hazırladılar.
Dinleme yapıldığını iddia ettikleri tarihi 1889 olarak gösterdiler.
Hatta dinlediğimizi iddia ettikleri bazı telefon numaraları mevcut bile değildi.
Bizimle ilgili suçlamalar sahte belgelerle öyle hâle getirildi ki, biz bir anda, cumhurbaşkanını, başbakanı, milletvekillerini, iş dünyasını dinleyen insanlar hâline getirildik.
Bir çemberin içine alındık.

Paralel devletin çok daha ötesi

Cemaat nasıl bir örgütlenme ve hiyerarşiye sahip?

Örgütlenme biçimi illegal örgütlerin yatay ve dikey örgütlenme modellerinin ideal yapılarından etkilenilerek oluşturulmuş Masonik yapılanmaya benzer bir görüntü veriyor.

15 yıl önce mahkeme tutanaklarında söylediğimiz şekliyle cemaat, 'Hasan Sabbah ve Haşhaşileri' organizasyonuyla neredeyse aynıdır.

İstihbarat cihazlarının kaybolması veya özel/cemaatsel amaçlar için kullanılması bu kadar kolay mı?

Böyle bir yapılanma içerisinde bundan daha vahimi de mümkündür.

Siyasi yönleri deşifre oldu

Paralel devlet tanımlamasına ne diyorsunuz?

Paralel devlet tanımının çok ötesinde bir güç ile karşı karşıyayız.
Ortada ciddi bir yapı var.
Eğitim kurumları, medyası, yargı güçleri, ekonomik faaliyetleri söz konusu.
Bir devlet gibi örgütlenmişler.
Kişisel iradeden çok, cemaat ahengi geçerli.
Hangi okula gidileceği, kim ile evlenileceği bile cemaat tarafından belirleniyor.
Tedbir hiç elden bırakılmıyor.

Gelinen noktayı siyaset açısından nasıl okumak gerek?

Her ne kadar bu hareketin bağlıları, örgütü siyaset dışı olarak tarif etseler de, 'paralel devlet' çabaları ile siyasetin tam ortasında yer alıyorlar.
Örgütün ileri gelenleri, bugünden sonra hiçbir şekilde 'Fethullah Gülen siyaset üstüdür' diyemezler; çünkü onun siyasi kimliği açıkça ortaya çıkmıştır.
Cemaat siyaset yapmak istiyorsa, siyasetin kurumlarıyla siyaset alanına girer.
Bunu yapmazlarsa, 'paralel devlet' olmadıklarına kimseyi inandıramazlar.
Aksi halde 'korku imparatorluğu' olurlar.

Telekulak davasında beraat etmişti

Cevdet Saral, Osman Ak, Zafer Aktaş ve Mahmut Çorumlu'nun aralarında bulunduğu 21 polis hakkında üç aydan üç yıla kadar hapis istemiyle açılan davanın da önce kesin hükme bağlanmasının ertelenmesi kararlaştırılmıştı.
Ardından aynı mahkeme Cevdet Saral, Osman Ak, Zafer Aktaş ve Mahmut Çorumlu hakkında, "delil yetersizliğinden beraatlarına" karar vermişti.

KÜRTÇE EĞİTİM OLURSA NE OLUR

Türkiye’de uzun süredir; “Kürt sorunu”, “azınlık hakları”, “anadilde eğitim” gibi tanımlarla bir tartışma yaşanıyor. Sayıları az etkileri yüksek bir takım insanların, medya gücünü kullanarak başlattığı tartışma, bugün hükümet uygulamalarına dek gelmiş, somut uygulamalara dönüşmüştür. Buna karşın bilimden ve gerçeklerden uzak, sürekli yinelemelerle sürdürülen bu ilkel tutum gereken yanıtı yeterince almamış, halk aydınlatılamamıştır. Oysa, söylenen ve yapılanlar halkın yararına, özellikle de Kürt halkının yararına işler değildir; çıkışı olmayan yeni bir karmaşa ortamına gidiştir. Bunun görülmesi ve gösterilmesi gerekir. Yazıyı, gerçeği ve sonucu görmeye çalışan bir çalışma olduğu için yayınlıyoruz.

Dış İstekler
ABD ve AB ile ilişkilerin yoğunlaştığı son yıllarda Türkiye’de yaşanan tartışmalar, dolaylı ya da dolaysız Türk Ulusunun varlığıyla ilgili konulara odaklanmıştır. Ekonomiden yönetim yapısına, hukuksal düzenden kültüre dek hemen her alanda yapılan değişiklikler; ulusal çözülmeye yol açacak kalıcı ve kapsamlı bir sosyal bozulmaya doğru gitmektedir. Çözülmeye zemin oluşturan nedenler içinde ekonomiden hemen sonra dil ve kültürdeki bozulma en önemli yeri almaktadır. Bu konularda yapılan ve yapılmakta olan değişiklikler, sanılandan çok daha önemlidir ve bu değişikliklerin olumsuz sonuçları, çok geçmeden üstesinden gelinmesi zor, yeni sorunlar olarak ortaya çıkacaktır.
“Azınlık hakları” ya da “anadilde eğitim” gibi konular üzerine yoğunlaşan dış istekler ile bu isteklere uygun düşen yurtiçi tartışmalar birlikte ele alınmalıdır. Bu yapılmadığında içte ve dışta tırmandırılan ve Türkiye’nin ulusal yapısında kalıcı bozulmalar doğuracak bu tür girişimler, gerçek boyutlarıyla kavranamayacak ve doğal olarak gerekli önlemler alınamayacaktır.
Geniş Cepheli “Tartışma”
Son dönemlerde Türkiye’de; politikacılardan işveren örgütlerine, öğretim üyelerinden köşe yazarlarına dek, “sayıları az, cephesi geniş” değişik kesim ve kişi “azınlık hakları”, “kültürel özgürlük”, “anadilde eğitim” gibi isteklerde bulundu. Konu uzun yıllar, gazete ve televizyonlarda işlendi ve sonunda hükümet önerisi olarak üstelik “demokrasi paketi” adı verilerek kamuoyuna açıklandı. Gelinen noktanın bir aşama olduğu, daha ileri uygulamaların zamanı gelince açıklanacağı dile getirildi.
“Kürt sorunu” adı verilerek açıklanan “görüşlerin” ilk dalgası 90’lı yıllarda başlatılmıştı. Gazeteler, hemen her gün Avrupa Birliği kararları doğrultusunda bunlardan söz ediyordu. Söylem biçimi değişiyor ama açıklamaların özü ve zamanlaması ortak özellikler taşıyordu.
İleriye Hazırlık; Kamuoyu Oluşturma
PKK eylemlerinin yoğunlaştığı o günlerde “köşe yazarları”, Türkiye’de o güne dek görülmemiş açıklıkla görüşler ileri sürüyordu. Türk halkı, öğretmenlere, çocuklara ve kadınlara yönelmiş olan PKK terörünün dehşeti içindeyken Hürriyet Gazetesi’nin Başyazarı Oktay Ekşi, 09 Nisan 1991 tarihli gazetede şunları yazdı: “...Biz diyoruz ki bu konu, yani ‘Bağımsız bir Kürdistan kurulmasını isteyenler-istemeyenler’ konusu bir plebisitle yani halkın oyuyla çözülsün... Bazıları, ya plebisitten bağımsız bir Kürdistan çıkarsa diye endişelenebilirler. Bugün aykırı laf edelim dedik ya... Belki kurtulmuş oluruz.” 1
Aynı gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök yazısına, “Kürdistan Bağımsızlık Partisine İzin” başlığını atıyor ve “Konuştuğum bazı insanların, Güneydoğu için, ‘giderlerse gitsinler ama buradakiler de gitsin’ havasında olduğunu görüyorum” diyordu.2
Ahmet Altan, 19 Nisan 1991 tarihli Nokta dergisinde şunları söylüyordu: “Artık toprak tek başına bir değer ifade etmiyor. Sırf biraz daha fazla toprağa sahip olmak için Güneydoğu’ya sahip olmanın yararı değil zararı var Türkiye’ye. Kendi istekleriyle ayrılmak isteyen Kürtlere önderlik eden Apo, Türklere Allahın bir lütfudur. Güneydoğu’da insanları öldürmek yerine, ayrılmalarını ciddi ciddi düşünmenin tam zamanıdır.” 3
Bugün CNN–Türk’de görev yapan Taha Akyol Panorama Dergisine yaptığı açıklamada; “Eğer üniter devlet içerisinde çözüm bulunamayacaksa ve bu çözümsüzlük Türkiye’nin bütününe zarar verecekse, ayrılıktan yanayım. Türkiye için, ayrılık federasyondan iyidir.” 4
Atatürk’ün Sözleri
Mustafa Kemal Atatürk, 16 Ocak 1923 tarihinde İzmit’de yaptığı açıklamalarda, kendisine “Kürt sorunu nedir?” sorusunu soran Vakit Gazetesi Başyazarı Ahmet Emin Yalman’a şu yanıtı veriyordu: “Bildiğiniz gibi, bizim milli sınırlarımızda var olan Kürt unsurlar, o şekilde yerleşmişlerdir ki, pek az yerde yoğundurlar. Fakat yoğunluklarını kaybede kaybede, Türk unsurunun içine gire gire, öyle bir sınır doğmuştur ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istersek Türklüğü ve Türkiye’yi mahvetmek gerekir... Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur ve bu iki unsur bütün çıkarlarını ve kaderlerini birleştirmiştir. Yani onlar bilirler ki bu ortak birşeydir. Ayrı bir sınır çizmek doğru olmaz.” 5
Baro’nun Söylemleri
“Azınlık hakları” ve “Kürtçe eğitim” konusunu Türkiye’de gündeme getiren ilk büyük örgüt Türkiye Barolar Birliği ve onun Genel Başkanı Eralp Özgen oldu. 12 Aralık 1999 tarihinde Şanlıurfa’da toplanan TBB Yönetim Kurulu, “Güneydoğu Raporu” adıyla görüşlerini açıkladı. Raporda şunlar söyleniyordu: “Tüm etnik kökenli vatandaşlarımıza kendi kültür, dil ve kimliklerini ifade özgürlüğü, kendi dillerinde özel eğitim ve öğretim hakkı tanınmalıdır.” 6
Politikacılar Ne Diyor
Baro başkanından sonra, Dışişleri Bakanı İsmail Cem, Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz, CHP Başkanı Altan Öymen, Devlet Bakanı Rüştü Kazım Yücelen vb. benzer açıklamalar yaptı. İsmail Cem, Kürtçe televizyona izin verileceğini, Altan Öymen Kürt Enstitüsü kuracaklarını söylerken Mesut Yılmaz şöyle diyordu: “AB ülkelerinde de resmi dil dışında yayın yapmak mümkün değil ama bizim mevzuatımızda bazı yasaklar getirilmiş. Katılım Ortaklığı Belgesi’nde yasakların kaldırılması talep ediliyor. Ulusal Program’da ifade ettiğimiz anlayışla bu sorunun zaman içerisinde yumuşak bir geçişle çözümlenmesini hedefliyoruz.”7
Kürtlerin Türkiye’deki Konumu
İsmet İnönü, Lozan’da Kürtlerin azınlık olmadığını Batılılara kabul ettirmiş ve Lozan’da Türkiye adına okuduğu bildiride şunları söylemiştir: “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir; çünkü Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri, Millet Meclisine girmiştir; Türklerin temsilcileriyle aynı ölçüde ülkemiz hükümetine ve yönetimine katılmaktadırlar.” 8
Kürt kökenli T.C. yurttaşları bugüne dek, hükümet dahil hemen tüm devlet kademelerinde görev aldılar; ekonomik, siyasal ve hukuksal tüm alanlarda hiçbir kısıtlayıcı uygulamayla karşılaşmadılar.
Gerçeği Görmek
Bu gerçekleri görmek için elbette çıkarsız ve önyargısız bir anlayışa sahip olmak gerekir. Kürt kökenli yurttaşlarımızın büyük çoğunluğu bunun farkındadır; bu nedenle Batı isteklerine itibar etmemektedir.
Kürt kökenli insanlarımızın çoğunluğu, Türkiye’de Kürtçe TV istememektedir. Siyasi Ekonomik Sosyal Araştırma ve Strateji Geliştirme Merkezi’nin (SESAR) 2000 yılında yaptığı ankete göre, Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgeleri dışında yaşayan Kürt kökenli yurttaşlarımızın yüzde 58,19’u, bu bölgede yaşayanların yüzde 39,64’ü Kürtçe TV istemiyor; isteyenlerin oranı bölge dışında yüzde 13,24, bölgede yüzde 31,18. Türkiye’deki Kürt kökenli yurttaşların yalnızca yüzde 10,04’ü Türkçe bilmiyor. Kürt çocukların yüzde 84,23’ü Kürtçe bilmiyor.9
“Anadilde Eğitim”
Batılılar’ın “anadilde eğitim” adıyla dayattıkları istekler, Türkiye’de var olan toplumsal gerçeklik açısından ne anlama gelmektedir?
Kürtler; Türkiye, Irak, İran ve daha az olarak Suriye ve eski Sovyetler Birliği’nde yaşayan bir halktır. Yöreden yöreye, hatta köyden köye ayrılıklar gösteren dilleri; Arapça, Farsça ve Latin kökenli dillerin etkisi altında kalmıştır; karmaşık bir dağılım içindedir.
Kuzey lehçesi Kırmançi, İran ve Doğu Irak’ta konuşulan Sorani, bir İran ağzı olan Zazaca, Iraklı Kakayların Gorani’si, Türkmenistan ve Azerbeycan Kürtçesi, Irak’ın Süleymani’si, Mikri’si ve yine Kuzey Irak’ın Badinan’ı sayılırsa Kürtçe’nin parçalanmışlığı ortaya çıkar.
Dil ayrılıkları, Kürtçe’nin yazımında da görülür. Bir kısım Kürt fonetik Latin alfabesini kabul ederken, Irak ve İran Kürtleri Arap harflerini, eski Sovyetler Birliği’ndeki Kürtler de Kiril alfabesini benimsemişlerdir.
Dil Birliğinden Yoksunluk
Karmaşık dil yapılarıyla tüm Kürtler için bir dil birliğinden sözetmek olanaksızdır. Yaşadıkları bölgelerin dillerinden etkilenen Kürtçe, birçok dilden kelimeler almıştır. Arapça, Kürt diline son derece elverişsiz olmasına karşın kullanılmıştır.
Dil birliğinin ve ekonomik çıkar birliği, yani pazar birliğinin oluşamamış olması Kürtlerin uluslaşamamasına neden olmuştur. Kuzey Irak’ta Batı destekli yapay bir Kürt devleti kurulabilir ama dil ve ekonomik çıkar birliğine sahip olmayan Kürt kümeleri (grup) ve aşiretleri uluslaşamazlar.
Uluslaşma, isteğe ve desteğe bağlı olarak gerçekleştirilebilecek bir olgu değil, oluşumu yüzyıllara dayanan, ancak kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesiyle biçim bulan tarihsel bir süreçtir. Dil birliği, toprak birliği, tarihsel olarak oluşan ruhi şekillenme birliği ve ekonomik çıkar birliği; bir topluluğun ulus olması için kesin koşullardır. Bu dört koşuldan biri bile eksik olsa ulus oluşumu ortaya çıkamaz.
Din, ırk ve devlet kurma; ulusu oluşturan öğeler değildir. Irk, soydan gelme ortak fizik özellikleri oluşturan biyolojik etkendir. Hiçbir biyolojik etken toplumların tarihi evrimi içinde belirleyici rol oynayamaz. Fransız Ulusu Franklar, Normanlar, Basklar, Brötonlar, Provensaller; İtalyan Ulusu İtalyotlar, Romalılar, Germenler, Etrüskler, Yunanlılar; Türk Ulusu Türkler, Sümerler, Hititler, Persler, Lidyalılar, İyonlar, Çerkezler, Arnavutlar, Kürtler, Lazların... Tarih içindeki karışımından oluşur. Ancak bu toplumlarda ulusun üst kimliğini Fransa’da Franklar, İtalya’da İtalyotlar, Türkiye’de Türkler vermiştir.
Türkiye Kürtlerinin Şansı
Dört ülkeye dağılmış olan Kürtlerin en ileri kesimi Türkiye’de yaşayanlardır. Türk Devrimi’nin Kürtleri de içine alarak gerçekleştirdiği uluslaşma süreci onları, Türk ulusunun önemli bir unsuru olarak kalkınmaya, çağdaş gelişmeye yöneltmiştir. Genç Cumhuriyet’in olanakları ölçüsünde önemli başarılar elde edilen bu yöneliş, Atatürk öldükten sonra özellikle de 1945’den sonra, her alanda olduğu gibi, geri dönüş sürecine girmiş ve Doğu Anadolu ihmal edilerek bölgesel gelişme farklılıklarının arası açılmıştır.
Bugün Türkiye’de 445 aşiret vardır. Erzurum’daki Kürtler Diyarbakır Kürtçesini anlamaz. Köyden köye, kentten kente değişen lehçeler vardır. Lehçe farkları olan Kürtlerin birbirleriyle anlaşmasını sağlayan ortak dil Türkçe’dir. Türkçe bilen Kürtlerin oranı çok yüksektir. Abdullah Öcalan bile kendini Türkçe ifade ediyor, yazılarını Türkçe yazıyor. Bu yaratılmış olan kültürel bir zenginliktir ve yaratıcısı Türk Devrimidir. Türkler ve Kürtler Türkiye Cumhuriyeti çatısı altında gerçekten iç içe geçmişlerdir. Bu uygarlığın ve gelişmişliğin önemli göstergelerinden biri olan doğal asimilasyonun kendisidir.
Türkçe Türkiye Kürtlerinin Gereksinimidir
Türkiye’de hiçbir zaman ve hiçbir dönemde; kışkırtmalara dayanan Kürt ayaklanmalarına karşın zora dayalı Türkleştirme çabalarına gidilmemiştir. Kürt kökenli yurttaşlarımız yoksul ve kısıtlı yaşam koşullarından kurtulup, Türkiye’nin her yerindeki toplumsal olanaklardan yararlanmak için Türkçeyi öğrenmek gerektiğini görmüş ve bunu zorla değil, kendi çıkarını gözeten bir eğilim olarak istekle yapmıştır. Türkçe öğrenmek onlar için ekonomik ve kültürel gelişmelerini sağlayan gerçek bir kazanım olmuştur.
Ana dilde Eğitimin Açmazı
Türkiye’de “anadilde eğitim” önermenin ne anlama geldiği açık olarak ortaya konulmalıdır. Dışta ve içte, artan bir biçimde yaygınlaşan bu tür söylemler, uygulama alanına konulursa ne olacaktır?
Türkçe Bilmemek Kürtleri Doğuya Sıkıştıracaktır
Bugün, Türkçe bilen Kürtler bilmeyenlerden çok daha fazladır. Bu insanlar T.C. yasalarının tüm yurttaşlara tanıdığı haklardan yararlanarak yalnızca devlet örgütünde değil, toplumsal yaşamın her alanında etkin bir biçimde yer almaktadır. Kürtçe eğitim, ek yabancı dil olarak Türkçeyi öğretmeyecekse, “anadilde eğitim” Türkçe bilen Kürtlerin sayısını doğal olarak azaltacaktır. Oysa, Türkçe Kürt kökenli yurttaşların gereksinimidir. Olayın mantıksal sonucu budur. Bu insanlar, Türkiye pazarı içinde üretim ve yatırım yapma, çalışma, kamu hizmetlerinde görev alma olanaklarını yitirecekler ve Doğu’ya sıkışacaklardır. Bu durum, bölünmeden başka bir sonuç vermeyecektir. “Anadilde eğitim” uygulaması yaşamla çelişen, çözüm değil sorun yaratacak bir girişim olacaktır.
Türkiye Kürtleri Türkçe Öğrenmek Zorundadır
“Anadilde eğitim” ile Kürtçe’nin yanında Türkçe de öğretilecektir denecek ise, bu sav ileri sürülen gerekçeyle tam olarak çelişecektir. Anımsanmalı ki bu konuyu işleyen çevrelerin ileri sürdüğü gerekçe, Türkçe bilmeyen Kürtlere Türkçe öğretmek değil, “Türkçe bilmeyen insanlara Kürtçe hizmet götürme” üzerine kuruludur.
“Anadilde Eğitim” Hangi Kürt Lehçesiyle Yapılacaktır
“Anadilde eğitim” hangi Kürt lehçesiyle yapılacaktır? Tek lehçe ile yayın ya da eğitim yapılacaksa, bunu anlamayan ve diğer lehçeleri kullanan insanlar ne olacaktır? Türkiye’de var olan her lehçeye göre TV ya da okul mu açılacaktır?
Dil Ayrılığı Ulusal Ayrılığı Getirecektir
Kürtçe’nin artarak, ulusal dil olan Türkçenin bölgesel anlamda etkisizleştirilmesi, ulusal varlığın yaşatılıp sürdürülmesini olanaksız kılacaktır. Dil birliği olmayan toplumların ulus olmaları da mümkün değildir. Türkçe, Türk Ulusunun ortak dilidir. Türkçe’nin etkisizleştiği yöreler ulusal bütünlükten uzaklaşıyor demektir.
Türkçe Bilmeyen Türkiye’de Ne Yapar
Kürtçe eğitimle meslek sahibi olan insanlar, tüccarlar, sermaye sahibi yatırımcılar Türkçe bilemeyeceklerine göre ekonomik etkinliklere nasıl katılacaktır? Parlamento’da Kürtçe de mi kullanılacak? Kürtçe bilen Türkçe bilmeyen parlamenterler ile Türkçe bilen Kürtçe bilmeyen parlamenterler hangi dil ile anlaşacaklardır? İnsanları Kürtçe yargılayan mahkemeler de kurulacak mı? Bu tür istekler, Türkiye’yi adım adım federasyona ve parçalanmaya götürmez mi?
“Kör Sokaklar”
“Azınlık hakları” ve “Anadilde eğitim” gibi sözlerle örtülmüş anlayışlar, sonu olmayan kör sokaklardır. Bu sokaklar Kemalist Devrim’le, 80 yıl önce aydınlığa çıkan yollar haline getirilerek, büyük ve güçlü bir ulus yaratıldı. Bu ulusun içinde yalnız Türkler değil Kürt, Çerkez, Laz, Türkmen, Ermeni, Rum ve onbin yıllık Anadolu tarihinin tüm etnik birikimi yer aldı; Cumhuriyet Yönetiminde, ırk ve din ayrımına gidilmedi; çağdaş bir ulus yaratıldı.
Bu başarı, Batı’da hiçbir zaman kabul görmedi ama bu gerçek onlara zorla kabul ettirildi. Şimdi geriye dönülmek isteniyor. Küresel politikaların bir gereği olarak Anadolu Osmanlılaştırılmak isteniyor. “Anadilde eğitim”, “azınlık hakları” gibi söylemler, bu amaca yönelik etkili araçlardır.
Türkiye İsviçre değildir. Ulusal varlığa, tarihsel gerçeklere ve öz değerlere sahip çıkılmalıdır. “Sonraki pişmanlığın fayda vermez” umarsızlığına (çaresizliğine) düşülmemelidir.
DİPNOTLAR
1         “Ekonomik–PANAROMA Dergisi” 03.05.1992, sf.16
2         a.g.d. sf.16
3         a.g.d. sf.20
4         a.g.d. sf.20
5         “Yeni Dünya Düzeni, Kemalizm ve Türkiye” Metin Aydoğan Umay Yayınları 12.Baskı, 2004, sf.440
6         “Kürtçe Eğitim Hakkı” Hürriyet 13.12.1999
7         “Yılmaz Programı savunamadı” Cumhuriyet 20.03.2001
8         “Lozan Barış Konferansı Tutanaklar Belgeler” 1.Takım, 1.C.1.Kit. sf.348–349

9         “Batılı Kürtler TV İstemiyor” Hürriyet 28.12.2000

16 Ocak 2014 Perşembe

28 Şubata giden yol. Unutmayalım, unutturmayalım... Hatırlamakta yarar var.




28 Şubata giden yol. Unutmayalım, unutturmayalım...
Hatırlamakta yarar var. 

Ertan ABALI   21 Ekim 2013


Nereden nereye nasıl gelindi. Aydınlığa koşarken ortaçağa nasıl dönüldü. Hayret etmemek elde değil. Nereden nereye nasıl gelindi... Lütfen sonuna kadar okuyunuz.
4 Şubat 1949 : İki "meczup" Meclis'te ezan okuyor.

15 Şubat 1949 : İlkokullarda isteğe bağlı olarak din dersleri okutulmaya başlanması öneriliyor.
1 Mart 1950 : CHP hükümeti, Tekke ve Türbelerin Kapatılmasına Dair 677 sayı yürürlükten kaldırıyor. Türk büyüklerine ait olanlar ve sanatsal değer taşıyanlar Milli Eğitim Bakanlığınca(!) halka açıldı. Açılan türbe sayısı ilk aşamada 19 idi.
12 Nisan 1950 : Mareşal Fevzi Çakmak için düzenlenen cenaze töreninde gericiler dini siyasete alet ederek gövde gösterisi yapıyor.
29 Mayıs 1950 : Başbakan Menderes, sadece "Millete mal olmuş inkılâplarımızı saklı tutacağız " diyerek irticaya ilk işareti veriyor.
16 Haziran 1950 : Ezanın Arapça okunması yasağı kaldırılıyor.
5 Temmuz 1950: Radyoda dini program yayınlama yasağı kaldırılıyor.
21 Ekim 1950 : Milli Eğitim Bakanlığı, okullarda din derslerinin zorunlu olmasına karar veriyor.
3 Aralık 1950 : Arap harfleriyle tedrisat yapmak için gizli ya da aleni dershane açanlar hakkında 23 Eylül 1931 günlü, 12073 sayılı kararnamedeki yasaklama
 kaldırılıyor. Böylece Kuran kursu ve imam hatip okullarına yeşil ışık yakılıyor.
1953 : Köy Enstitüleri, İlköğretmen Okulları'na dönüştürüldü.
1953 : Yasa değişikliği ile "Siyasi yayın ya da beyanlarda bulunmak, öğretim üyeliğinden çıkarılmaya neden olan bir suç" sayılmaya başladı.
1954 : 25 yılını dolduran öğretim üyelerinin emekliye ayrılmasını sağlayan yasa ile öğretim görevlilerini bakanlık emrine alan ya da görevden uzaklaştırmayı sağlayan yasa çıkarıldı.

1955 : Başbakan Menderes, DP Meclis grubunda arkadaşlarına şöyle sesleniyor: "Siz öyle güçlüsünüz ki, şu anda isterseniz Anayasa'yı bile değiştirebilir, hilafeti bile getirebilirsiniz. "

1956 : Menderes, Konya'da halka hitap ederken "Ortaokullara din dersleri konulacağını" açıklıyor.
13 Eylül 1956 : Ortaokul ders programlarına seçmeli din dersleri konuyor.

1957'de Başbakan Menderes, Ödemiş'te halka yaptığı konuşmasını bir kasaba imamı gibi bitiriyor: “Allah, münafıkların şerrinden hepimizi korusun."  Genel seçimler yaklaşınca hızını alamıyor ve seçmene şu vaatlerde bulunuyor: "İstanbul'u ikinci bir Mekke, Eyüp Sultan Camii'ni de ikinci bir kâbe yapacağız."

14 Şubat 1957 : Başbakan Menderes, Ankara'da Kocatepe Camii'nin yapımı için Cami Yaptırma Derneği 'ne 100.000 TL bağış yapıyor.

19 Mayıs 1957 : Kayseri 'de halka yaptığı açıklama Menderes, "DP'nin iktidarda olduğu yedi yıl içinde yeni 15.000 cami inşa edildiğini ve başta Süleymaniye olmak üzere 86 caminin onarıldığını, Süleymaniye'nin 500' üncü yıl dönümünü kutlamak için Müslümanların İstanbul 'a davet edileceğini " söylüyor.

1957 – 1958 : Liselere seçmeli din dersi kondu.

1959: Din dersleri öğretmeni yetiştirmek için Yüksek İslam Enstitüsü açıldı.

26 Haziran 1965 : Milli Eğitim bakanı Cihat Bilgehan, "İmam hatip okullarını bitirenlerin, ilkokul öğretmeni olabileceklerinin" müjdesini veriyor.

15 Nisan 1966 : Atatürk büst ve heykellerine karşı gericilerin saldırıları sürüyor.
31 Mayıs 1966 : Demirel, Kayseri'de halka yaptığı konuşma hedef saptırarak şunları söylüyor: "Bugün Türkiye'de gericiliğin yaşamasına uygun koşullar artık bulunmamaktadır.“

17 Mayıs 1967 : İmam hatip okullarını bitirenlere üniversitelere girme hakkı tanınıyor.

20 Ağustos 1967: İzmir 'de İslam Enstitüsü'nün temelleri Başbakan Süleyman Demirel tarafından atılıyor.

Aralık 1967 : Meclis'te iftar yemekleri verilmeye başlanıyor.

21 Şubat 1968 : Milli Eğitim Bakanı İlhami Ertem, "Hükümetimizin amacı her ilde bir imam hatip okulu açmaktır" diyor.

19 Şubat 1969 : Mehmet Şevki Eygi adlı emperyalizm fedaisi, ABD'nin 6. Filosu'nu protesto eden yurtsever gençler üzerine "ABD bizim kâbemiz, cihada hazır olun” sloganları ile dincileri saldırtıp o günün tarihlere "Kanlı Pazar " olarak geçmesini sağlamıştır.

1 Ekim 1969 : Seçimlere bir gün kala Adalet Partisi'nin kır'atlı Kuran dağıttığı haberleri basına yansıyor.

26 Ocak 1974 : Milli Selamet Partisi genel seçimlerden 48 milletvekili ile çıkıyor.
1974 – 1977 : Din kültürü ve ahlak dersi zorunlu kılındı.
1975-1976 : Bir yıl içinde 70 imam hatip okulu açılıyor.
1976-1977 : Bir yıl içinde 77 imam hatip okulu daha açılıyor.

1977-1978 : Açılan bu imam hatipler yetmemiş olacak ki bir yıl içinde 86 tane daha açılıyor. Bu üç yıl boyunca Başbakanlık koltuğunda Süleyman Demirel oturuyor.
21-25 Aralık 1978 : Kahramanmaraş 'ta meydana gelen olaylarda resmi 
Açıklamalara  göre 111 kişi yaşamını yitirmiş, yüzlerce kişi de yaralanmıştı….
Sol parti ve dernek binaları ateşe verilmiş, Müslümanlar cihada çağrılarak duvarlara "Allah için savaşa, Müslüman Türkiye" sloganları yazılmıştı. Buna karşın
Süleyman Demirel, şunları söylemişti : "Bana sağcılar, milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz"

12 Haziran 1979 : MSP Genel Başkanı Necmettin Erbakan şunları söylüyor: "Hafta tatili Cuma günü olmalı. Nikâhı müftüler kıymalı. Mekteplere Kuran dersi koymalı. Bu milletin mektep kitapları niye Allah adıyla başlamıyor? "

4 Temmuz 1980 : Çorum Katliamı gerçekleştiriliyor. 58 kişi katledilirken başbakan Demirel "Çorum'u bırakın Fatsa'ya bakın!" diyerek "solun kalesi" diye anılan Fatsa'yı hedef gösteriyordu.

22 Temmuz 1980 : Kemal Türker'in öldürülmesi.

7 Eylül 1980 : MSP'nin Konya'da düzenlediği mitingde yobazlar tarafından şu sloganlar atılıyordu : "Dinsiz devlet yıkılacak elbet…Şeriat gelecek… Laiklik dinsizliktir… Anayasa Kuran… Ya şeriat ya ölüm…  Cihada hazırız…"

12 Eylül 1980 : Amerika'nın fedailiğine soyunan, Amerikalıların "bizim çocuklar" (Our Boys) dedikleri generaller tarafından darbe yapılarak tüm siyasi parti ve dernekler kapatıldı. Demokrasi güçlerine karşı topyekun bir seferberlik başlatıldı. Dizginlerini koparan zor, zulüm ve işkence doruğa çıktı. Ülkenin aydınlanmacı birikim üzerinden silindir gibi geçildi. Bu satırların yazarı bile bundan payını alarak 92 gün işkence gördü. Ulusal birlik yerine dinsel birliği öne süren, ulus yerine ümmet anlayışını ön plana çıkaran, günlük konuşmalarını bile dinsel motiflerle süsleyen gerici 12 Eylül' ün darbesinin mimarı Kenan Evren, 10 Ağustos 1981 tarihinde Çanakkale'de yaptığı konuşmada "Muhterem din adamlarının elini öpeceğiz " diyordu.[1] "Gerçekte," der Machiavelli, "hiçbir ülkede olağandışı bir yasacı yoktur ki, Tanrı'ya başvurmuş olmasın; yoksa koyduğu yasaları kimse kabul etmezdi. Gerçekte bilge kişinin bildiği birçok yararlı bilgi vardır. Fakat aynı bilgilerde, başkalarını inandıracak ölçüde açık bir takım nedenler yoktur." [2] Darbe rejimi, 2842 sayılı yasayı 16.6.1983 tarihinde yürürlüğe koyarak bu yasanın 10. Maddesiyle İmam Hatip Lisesi mezunlarının yükseköğretim kurumlarına girmelerini sağladı. Bununla da yetinmeyerek, 1983 yılında 1739 sayılı yasanın 31. maddesinde yaptığı değişiklikle, cami imamı olarak yetişenlerin okullarda öğretmen olmalarına yasal dayanak hazırlandı.

12 Eylül'de gerçekleştirilen Amerikancı darbeden sonra İsmet İnönü 'nün oğlu veto edilerek seçimlere katılması engellenirken Nakşibendi tarikatının üyesi olan Turgut Özal'ın Çankaya 'ya kadar tırmanması sağlandı. Nitekim Özal 'ın, "12 Eylül olmasaydı iktidara gelemezdik" biçimindeki açıklaması 14.8.1987 tarihinde basına yansıdı. Mart 1987: Demirel, Öğretim Birliği Yasası'nın bir devrim yasası olduğunu ve değiştirilmesinin olanaksız olduğunu gözardı ederek şunları söylemiştir: "Siyasetin emrinde din değil, başka hakların kullanılmasına yaptığı gibi, siyaset dine hizmet edecek. Bunda yadırganacak bir şey yok…Tevhidi Tedrisat Kanunu bir semavi kitap değildir. Şayet Kuran kursları ve din eğitimi bu kanuna ters düşüyorsa, yanlış olan din eğitimi değildir. Tevhidi Tedrisat Kanunu'dur. …Laiklik çiğneniyor diye yapılan tartışmalar, bir yerde din ve vicdan hürriyetinin kullanılmasını baskı altına almaktır. "[3]

1989 : TCK'nın Türkiye 'de din devleti kurulmasını suç sayan 163. maddesi kaldırıldı. Bu maddenin kaldırılmasına karşı çıkan aydınlar birer birer öldürülmeye başlandı.

28 Aralık 1989 : Üniversitelerde türban serbest bırakıldı.
31 Ocak 1990 : Prof. Dr. Muammer Aksoy'un öldürülmesi.
7 Mart 1990 : Çetin Emeç'in öldürülmesi.
4 Eylül 1990 : Turan Dursun'un öldürülmesi.
6 Ekim 1990 : Prof. Dr. Bahriye Üçok'un öldürülmesi.
24 Ocak 1993 : Uğur Mumcu, "İmam-Subay " başlıklı yazısından iki gün sonra bir suikasta kurban gitti.

2 Temmuz 1993 : Sıvas 'ta her yıl geleneksel olarak düzenlenen Pir sultan Abdal Kültür Etkinlikleri' nin 3. gününde, Müslümanlar ortalığı kana buladı. Ülkemizin yetiştirdiği en değerli aydın, düşünür, bilim adamı, sanatçı ve edebiyatçılardan 37 kişi diri diri yakıldı. Çoğu çevre illerden gelerek Madımak Oteli' ni ateşe verenlerin attığı ortak sloganları şunlardı : "Zafer İslam'ın… Cumhuriyet Sıvas'ta kuruldu, Sıvas'ta yıkılacak! Şeriat gelecek zulüm bitecek…  Kahrolsun laiklik…"
27 Mart 1994 : Yerel seçimlerle RP'nin yükseliş ivmesi devam etti. 22 ildeki belediyelerin, Ankara ve İstanbul 'daki anakent belediyelerinin tüm olanakları RP'nin eline geçti. Bunlar, iktidar yolunda önemli kilometre taşları olacaktı. 
Erbakan, ”Refah iktidara gelecek. Sorun ne? Geçiş dönemi sert mi olacak, yumuşak mı? Kanlı mı olacak? Kansız mı? 60 milyon buna karar verecek" diyordu.
5 Nisan 1994 tarihli kararlarını ilan ederken "Son sosyalist devleti de yıktık" sözleriyle Kemalizm’in sosyal devlet alanında sağladığı cılız da olsa kazanımları
 kastediyordu.
10 Kasım 1994 : Anıtkabir'de Atatürk' e çirkin bir saldırı yapıldı. Saldırgan, "Taşlara, kemiklere secde etmeyin. Taşlar sizi kurtaramaz. Kur'ana davet ediyorum." diye slogan attı.

11 Ocak 1995 : Onat Kutlar'ın öldürülmesi.

9 Ocak 1996 : Metin Göktepe'nin öldürülmesi.
3 Kasım 1996 : Susurluk'ta meydana gelen bir trafik kazasında mafya, siyasetçi, polis ilişkileri açığa çıktı. Başbakan Erbakan 'fasa fiso' dedi, Adalet Bakanı Şevket Kazan ise, aydınlık için bir dakika karanlık toplumsal eylemi için "Mumsöndü oynuyorlar" dedi.
1997 : Refah Partili Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız, "Laiklere şeriat enjekte edilecek" diyordu.

11 Ocak 1997 : Dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan, Başbakanlık Konutunda tarikat liderleri ve şeyhlere iftar yemeği verdi. 

1997 : Şevket Yılmaz : "Allah'ın size soracağı soru şöyle : Küfür düzeninde İslam Devleti olsun diye niye çalışmadın?"

Hasan Hüseyin Ceylan : "Bu vatan bizimdir, rejim bizim değildir kardeşlerim. Rejim ve Kemalizm başkalarınındır. Türkiye yıkılacak beyler!"

Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe : "Bu törenlere içim kanağlayarak katılıyorum. Bu düzen değişmeli. Bekledik, biraz daha bekleyeceğiz. Gün ola harman ola. Müslümanlar içlerindeki hırsı, kini eksik etmesin."

Şanlıurfa Belediye Başkanı H. İbrahim Çelik : "Ben kan dökülmesini istiyorum. Demokrasi böyle gelecek, fıstık gibi olacak." 
diyorlardı.

Ve Nihayet Şubat 1997 : … Özal'ın halefi olan Başbakan Necmettin Erbakan, Başbakanlık Konutu’nda verdiği iftar yemeğine Türkiye'nin en ünlü din baronlarını davet ederek, toplumsal gerilimi tırmandırdı.

Laikliliğin tanımı bile değiştirilerek, "Laiklik, din özgürlüğüdür", "Din ise birleştirici ve lâzımdır" denilmeye başlandı. 

Eğitim yoluyla bu ülkede, "İktidar olursak, içkinin içilip içilmeyeceğini referanduma götürürüz" diyen Tayyip Erdoğan gibi şeriat özlemcisi kafalar yetiştirildi. Bu kafa sahipleri, iktidar olup cesaret ettikleri takdirde çarşafı, Arap alfabesini, dört kadın ile evlenmeyi de referanduma götüreceklerinden, bir yandan uluslararası yeşil sermaye gücü, öte yandan da din istismarı yoluyla bunu topluma kabul ettirip uygulayacaklarından, artık hiç kuşkumuz kalmadı.
21 Ekim 1999 : Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı 'nın öldürülmesi.
18 Aralık 2002 : Prof Dr. Necib Hablemitoğlu 'nun öldürülmesi.
Şimdi ise Sevr kapımızın eşiğinden sırıtıyor
-------------------Ertan ABALI   21 Ekim 2013