27 Mayıs 2014 Salı

ADD 25.YIL ŞÖLENİ VE İKİZ İHANET

“Atatürkçü Düşünce Derneği 25 Yaşında”  başlıklı yazımız 13 Mayıs 2014’te yani “ADD 25.YI ŞÖLENİ”NİNDEN 12 gün önce kaleme alınmıştı.  Yazıda;
 (….)“Bugün hangi eylem ve etkinliğin doğru ve yanlış olduğu ayırımını belirleyen emperyalizm olgusunu kavrayıp kavrayamama noktasında düğümlenir. Siyasal duruş ve tavır alışı, emperyalizm kavramına gerekli önemi verip vermeme belirlemektedir. “(….) demiş ve eklemiştik. (…)”İşte bu koşullar altında Atatürkçü Düşünce Derneğinden beklenen, Tüzüğünde yazanları gerçekleştirerek, yaşamsal önem ve değerde olan “emperyalizmin ülkemiz ve ulusumuz üzerindeki stratejik hedeflerini, bu doğrultudaki çalışma yöntemlerini ve taktiklerini günü gününe izleyip kamuoyuna bildirmektir” Bu bilgilendirme doğru bir mücadele yöntemi geliştirmenin de ön koşuludur.” (…)
Yanılmamışız. ADD Genel Merkezi ,”Emperyalizm olgusunu” kavrayamayan, ya da bilinçli olarak kavrayıp/kavratmama duruşu sergileyen bir zihniyetin kontrol ve denetimi altındadır. Bu gerçek “25.Yıl Şöleni”nin de bir kez daha sergilenmiştir.
Nedenini açıklayalım..
Önce; TBMM’DE 04.06.2003 tarihinde AKP-CHP-MHP'nin oylarıyla kabul edilen 4867 no'lu  “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi”nin ilk iki maddesini bir kez daha anımsatalım.
“Madde:1– Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.
Madde: 2– Bütün halklar uluslararası hukuka ve karşılıklı menfaat ilkesine dayanan uluslararası ekonomik işbirliği yükümlülüklerine zarar vermemek koşuluyla, doğal kaynakları ve zenginlikleri üzerinde kendi yararına serbestçe tasarrufta bulunabilir. Bir halk sahip olduğu maddi kaynaklardan hiç bir koşulda yoksun bırakılamaz.(…)”
HDP/BDP/PKK “kendi siyasal statülerini” yani “Özerk Kürdistan” taleplerini serbestçe tayin ediyorlar mı? 
Ediyorlar.
Uluslararası sözleşmeler, Anayasanın üzerinde olduğuna göre, önlerinde yasal bir engel var mı?
Yok..
Diyarbakır Belediye Başkanı Gülten KIŞANAK, Güney Doğudaki doğal kaynakları ve zenginlikler üzerinde “HAK” talebinde bulundu mu?
Bulundu..
Bu istem “ikiz ihanet sözleşmelerinin”2. Maddesine uygun mu? 
Uygun..
İkiz İhanet Sözleşmeleriyle, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş belgesi olan Lozan Antlaşması’nın ve Misak-ı Milli’nin çöpe atılarak, ulusal birlik ve bütünlüğün tehlikeye sokulup, Türkiye’nin bölünmesinin önü açılmış mıdır?
Açılmıştır..
Peki, bu “ikiz ihanet yasalarını” ATATÜRKÇÜ veya yurtsever birinin onaylaması düşünülebilir mi?
Elbette ki hayır…
Başka bir deyişle, Misak-ı Milliyi, Lozan Antlaşmasını tanımayan, Sevr Antlaşmasının yürürlüğe girmesini onaylayanlara “ATATÜRKÇÜ”  denilmesi olanaklımıdır?
Kesinlikle olanaksızdır.
 Bu durumda bir soru daha soralım. Misak-ı Milliyi ret, Lozan Antlaşmasını inkâr eden birisinin “Atatürkçü Düşünce Derneği 25 yıl Şöleni” ne  “ONUR KONUĞU” olarak davet edilmesi ve onur konuğu olarak ağırlanmasına karar verip uygulayanlar ne kadar ATATÜRKÇÜDÜRLER?
Türk kamuoyunun “İkiz İhanet Yasaları” olarak adlandırdığı, yeni Sevr olarak bilinen “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi”nin altında, dönemin Cumhurbaşkanı A.Necdet SEZER’İN  “onay”ı vardır. Kemalist-yurtsever yüz binlerin tüm karşı çıkışlarını görmezden, duymazdan gelen Cumhurbaşkanı A.Necdet SEZER bu “ihanet” yasalarını ONAYLAMAKTA bir sakınca görmemiştir.
Emperyalizmin kurnaz mimarlarınca “güncelleştirilmiş Sevr” olarak tasarlanan, Devrimci Cumhuriyetin bütün değerlerini yok edecek olan  “ikiz ihanet Yasaları”nı onaylayanlarla, Sevr antlaşmasını onaylayanların, emperyalizmi algılamaları arasında hiç bir fark yoktur.
Kemalist, halkçı devrimci bir örgütlenme olarak tasarlanıp kurulan, kazanımlarının bedelini kurucularının canlarıyla ödedikleri Atatürkçü Düşünce Derneği’ni bu duruma düşürenlerden mutlak hesap sorulacaktır.. 27.05.2014 Isparta

Mahmut ÖZYÜREK

Soma Katliamı /Ölüm, Kadınları İki Kez Vuruyor!

Yıl 1991…12 Eylül koşullarında kapatılmak zorunda kalınan Çağdaş Hukukçular Derneği’ni yeniden kuruşumuzun ilk yılındayız. Bir yandan tüm ilerici ve aydınları cezaevlerine doldururken, diğer yandan tüm demokratik kuruluşları ya kapatan ya da kapanmak zorunda bırakan darbe ortamının suskunluğu yeni yeni atılıyor. Biz de bu küçük ışıktan yararlanarak derneğimizi yeniden kuruyoruz.Tam bu sırada Zonguldak’ta toprağın altın kalbinden madencilerin güçlü sesi duyuluyor… Karanlığı parçalayan bir ses… 100.000  maden işçisi, sayıları onbini bulan eşleri, çocukları ile Ankara’ya yürüyor… 4 Ocak’ta kar, buz, soğuk demeden yollara düşecekler…Yollarda ölümle, madende ölüm arasında bir fark yok çünkü. Daha çok ölmemek için ya seslerini duyuracaklar ya da susacaklar sonsuza dek… İlk tepki DGM Savcısı’ndan geliyor…, işçilerin Ankara’ya gelmeleri yasak. Gelmeleri halinde gözaltına alınacaklar. Heyecan içindeyiz. Yasal bir hak kullanıyor madenciler. Yasal bir hak kullandıkları içinse bir kanun adamı, onları, gözaltına almakla tehdit ediyor. Hemen yönetim kurulunu toplayıp, savcının bu tutumuna karşı basın açıklaması yapma kararı alıyoruz. Günlerden Cuma…Cumaya gitmiş olan Başsavcı’nın yokluğunda DGM önünde engelle karşılaşmadan basın açıklaması yapıyoruz. Dağılıyoruz. Yarın büyük gün. Gerçekten gözaltılar olursa hepimiz görev başında olmalıyız… Ama yanılıyoruz. Akşama doğru aramızdan üç kişiyi seçip,  gözaltına alıyorlar. Hüsnü Öndül, Ali Yıldırım, Aydın Erdoğan… İlk engel bize. Madencilerden önce avukatlar… Eylemin sonuna dek uzayacak bir gözaltı bu…. Hak arayanlara destek olma cezası….
Madenciler, 4 Ocak günü yolculuğa başlıyorlar… Ankara’ya gelecekler… Meclisin sağır duvarlarını aşacak sesleri.. Bütün Türkiye ayakta… Yıllarca bastırılmışlığın ilk baş kaldırısının yanında herkes… Yollarda olağanüstü bir destek… 10 yıllık bastırılmışlığın ortak direnci madenciler… Alkışlar, yemekler, sular, şerbetler… Sadece yol üstündekilerin değil bütün Türkiye’nin kalbi onlar için çarpıyor… Yüzbin insan… Onbini kadın… Kastamonu Mitingi’ne gider gibi… Erkekleriyle yan yana ve çocuklar… Sadece kağnı arabaları eksik… Ne var ki  Zonguldak’tan 250 kilometre sonra Mengen’in Deller Köprüsü’nde  yol kesiyor polisler…. Binlerce polis… Yürümeye izin yok... Zorunlu dönüş… Ne var ki 250 kilometrelik bir  yürüyüş  yetiyor hakların alınmasına… Sonradan geri alınmak üzere !!!...
Bir yıl sonra… Kozlu’da büyük felaket… 263 madenciyi yok eden grizu patlaması… 263 aile… Eş,anne , baba,  çocuk, yakınlar… Parça parça edilmiş yaşamlar… Suçlu kim. Kader!...
Yıl 2014…Bir Milletvekili Kürsü’den bareti ile milletin vekillerine sesleniyor…Soma yanıyor… Madencilerin sesini duymak, önlem almak zamanı diyor… Madencinin sesi, meclis duvarını aşmış, gelmiş meclis kürsüsünden yankılanıyor… Ama salt duvarlar değil sağır olan, sağır olan vicdanlar…
  Sonra bütün vicdanları kanatan Soma Faciası… Resmi söylemlere göre 301 insan… 301 Madenci… Toprağın altın kalbinden kan akıyor… Kömür karası bir kan… Eve sığamıyorum… Hemen atlayıp gitmeliyim… Kadınlar koşmalı Soma’ya… Erkekler… Herkes… Televizyon önünden kopamıyorum… Çağdaş Hukukçular ilk gidenler arasında ve ilk gözaltına alınanlar… Biliyorum ki herkes benim gibi… Elinden ne gelir bilmiyor ama koşmak istiyor… Birinin elinden tutmak… Kucaklamak. Acınız acımızdır demek…
 Meral Özaygen’le gitmeye hazırlanıyoruz…Derneğimizin pek çok şubesinden başkanlarımız arıyor… Birlikte yola çıkmalıyız. “Soma’ya girmek yasaklanıyor… Bekliyoruz. Ve nihayet “Kadın aktivistler haydi Soma’ya “ diyen bir çağrıya yanıt verip, “Birlikten kuvvet doğar.” diyerek 24 Mayıs’ta  yollara düşüyoruz. Birbirimizi görmekten mutlu ama yaşananlardan mutsuz… Soma’nın girişindeyiz. Hemen girişte… nüfusu gösteren tabelanın üzerine 301 yazılmış. Hemen ardında yası paylaşan kara bez levhalar… Yas kentindeyiz.
Soma Belediyesi’nin önünde Kadın Dayanışma Derneği‘nden arkadaşlar karşılıyorlar bizi. Yaşananlar ve durum hakkında bilgi aktaracaklar… Sonra birlikte şehit ailelerini ziyaret edeceğiz. Dernek kurucusu iki kadın arkadaşımızın yaşam öyküleri ilginç… İkisi de genç yaşta eşlerini yitirmişler… Eğitimli iki kadın. Hem iş yaşamına atılmışlar hem de dernek kurmuşlar. 1996’dan bu yana örgütlüler. Örgütlü olmanın yararını en çok bu felakette fark etmişler…” Ölüm geldi. Erkekleri aldı. Geride kalanlar en çok kadınlar…Eğitimsiz, çaresizler…” diye anlatıyorlar. Tek tek tüm şehit ailelerini ziyaret etmişler. Hane de kaç kişi var… Kaç çocuk  geride kaldı. Yaşları kaç? Bunların dökümünü çıkarmışlar. Hasta ve bakıma gereksinimi olanları da saptamışlar. Halk onları tanıyor. Bu onlar için bir şans olmuş… Somalı olmaları da güven duygusunu güçlendiriyor… Onlardan, şehit olanların kredi  borçlarının ödendiğini ancak, yaralı olup sağ çıkanların banka mevzuatı gereği bu olanaktan yararlandırılmadıklarını öğrendik. Ayrıca kadınların istihdam edilebilecekleri bir fabrika ya da bir iş yerinin olmayışının kadınları eve hapsettiğini ya da küçük tarım işlerinde yok değerinde bir ücretle çalıştıklarını, bu ücretlerin içinde “araba parası” adı altında günlük en az beş liranın dayı başlarına ödendiğini, gündelik iş yapan kadınların çocuklarının evdeki yaşlıya ya da sokağa bırakılmak zorunda olduğunu, kadınların, çocuklarının  kendi denetimlerinden uzak kalışından yakındıklarını bir yuva ya da kreşin açılmasının bu sorunu belli ölçüde azaltacağını öğreniyoruz. 36 üyeleri var. Kendleri “Kavala” ya da “Un kurabiyesi” ne benzeyen bir kurabiye üretmişler. “Beyaz Elmas” adıyla tescil ettirmeye çalışıyorlarmış. Henüz başaramamışlar. Şimdi bir kooperatif kurmaya çalışıyorlarmış. İki yalnız kadından 36 kadına… Şimdi yüzlerce kadın için çalışmaya hazırlanıyorlar…
Bizi “arka mahalleye” götürüyorlar. Yoksul madenci mahallesine …Soma Merkezi ile burası çok farklı. Tek katlı, gecekondu benzeri evler. Küçük bahçeleri var. Her evde yolcu edilmiş bir eş , yaşlı bir kadın, konuklar, küçücük çocuklar…Şehit Hüseyin Kılıç’ın evindeyiz. İki çocuk kalmış geriye…Biri kırk günlük.  Kent evlerinde artık kapıya bırakılmış olanları andıran kanepeler…Çoğumuz yere oturuyoruz…Oturduğum kanepe sallanıyor. Mutfak kapısının tam önünde oturmuş iki kadın ve şaşkın bir küçük çocuk….Gözyaşları bitmiş…
Bu fotoğraf, Soma’da, kınık’ta ve Elmadere’de sanki birbirinin kopyası…. Ev ve insan manzaraları… Örneğin Şehit Hayri Kılıç’ın evi… 7 Torunu yetim kalmış bir büyükanne… 2 Damadı, bir oğlu ölmüş… 40 günlük bir bebek kalmış geriye…
Erol Uysal’ın evi. Erol 1985 doğumlu… 2 ve 4 yaşında iki çocuk… Şeker hastası bir baba geride kalanlar… Eşi Gülsen, sadece çocuklarını okutmak istiyor. Şehidi ile ortak arzuları idi bu… Çocuklarını okutacak… Nasıl?
Bilal Ay’ın evi. 4 ve 2.5 yaşındaki iki çocuk ve diğer evlerden farklı olarak bir de bakıma muhtaç hasta bir ağabey… Bu evde ağıt henüz bitmemiş… İki kadın birbiriyle yarışırcasına ağlıyor. Birinin ana yüreği diğerinin doyulamamış sevdası kanıyor…Arkadaşların çoğunun gözünde yaş…
Her yeni konuklukta benzer bir fotoğraf karesi… İsimleri ve yüzleri unutup, bu filmi görmüştüm diyorsunuz… Elmadere’de durum Soma ve Konak taziye evlerinden daha farklı… Daha vahim.  Vahamet ölüm sayısından değil, koşullardan kaynaklanıyor. 11 kayıpları var. Geride kalanlar da  madenci. İki saat mesafedeki madene servisle gidip, yine iki saatlik bir yolculuktan sonra köye dönüyorlar. Böylece mesai 12 saate çıkıyor. Diğer köylerde örneğin 14 kaybı olan Köseler’de de  aynı ulaşım sorununun  olduğunu söylüyorlar. Köyün hemen yakınına maden açmak için tarım alanı olarak kullandıkları tarlaları satmışlar. Maden açılamamış. Tarlalarından olmakla kalmışlar. Köy’de yaşayanların Alevi oluşu da sorun olmuş… Kınık Belediye Başkanı, ancak 7. Günde taziye için gelmiş. Bu köyün ihmal edildiği basında yer alınca bir ilgi başlamış. Bugün Roboski’den, İnsan Hakları Derneği’nden, Ordu Üniversitesi’nden, CHP Kadın Kolları’ndan gelmişler. CHP’nin ilgisinden özenle söz ediliyor. Manisa CHP Kadın Kolları 111 ev dolaşmış…Özellikle CHP Manisa milletvekili Özgür Özer en ilgili olanlardan…Her ziyaretçi, yiyecek bir şeyler getiriyor… Erzak yığılmış… Bisiklet, oyuncak… Para…
Çocuklar, her gelen arabanın etrafını sarıyor ve kendileri için ne getirildiğini soruyorlar. Benim de elimde Dost Kitabevinden bağışlanmış Behrengi’den, Aziz Nesin’den çocuk ve boyama kitapları var. Ve daha çok kızların hoşuna gidebilecek süslü kalemler. Onları uğradığımız evlere bırakıyoruz. Ancak arabadan iner inmez çocuklar elimdeki poşete sarılıyorlar. Hakim olamıyorum. Amaçları kitap ökumak değil… Armağan bekliyorlar. Can sıkıcı bir durum. Aileler de bundan yakınıyor. İyi niyetle yaptığımız bu küçük katkıların dahi bir yönteme bağlanması şart… 
Ölüm hükmünü tamamlıyor… Geride yürüyen bir hayat var… Büyük bir iyi niyetle. arabadan yapılan yardımlar bir derde deva olamıyor. Belki bireysel olarak bir tatmin doğuyor. Ama asıl sorun, Madencilerin iş güvenliğinin sağlanacağı yasal düzenlemelerin tezelden yapılması ve bunların izlenmesinde kararlı olmakta… Yaşamlarını yitirenlerin maaşlarının bağlanması, tazminatlarının ödenmesi, konut edindirilmeleri, çocuklarına öğrenci kredilerinin sağlanması, bakıma muhtaç olan anne- baba- kardeş için  sosyal güvence sağlanması için örgütlü bir çalışma gerekiyor. Manisa Barosu’nun 3 avukata görev verdiğini öğreniyoruz. Üç avukatla sorun asla çözülemez. Çağdaş Hukukçuların çalışmalarını izleme olanağımız olamadı. Örgütlü çalışma deneylerine güveniyorum. Ancak uzun yargılama süreci dikkate alındığında idarenin  ve şirketin hukuka uygun bir çözüm konusunda anlaşarak sonuç almaları, yitirilenlerin ailelerinin zor durumda kalmalarının engellenmesini  sağlayacaktır…
Psikolojik destek de çok önemli…Ancak gezici ekiplerle bu sorun çözülemez. Sürekli  psikolojik destek alacakları merkezlerin acilen yapılması gerekiyor. Asıl sorumluluk halkta değil… Madende ölüme yol açanlarda… Sürdürülebilir bir destek… Salt maaş ve tazminat ödemek değil. Hep tutulacak bir eli onlara uzatmak…
Kreş ya da çocukların oyuncaklarını ortak bölüşebilecekleri bir mekan yaratmak…
Çözüm, tek tek bireylerin ve sivil toplum örgütlerinin boyunu aşıyor.. Çözüm, meclisten geçiyor. İktidarı ve Muhalefeti ile yaşam hakkının güvenceye alınması gerekiyor.
2014 son olmalı. Meclis kulaklarını açmalı ve Madencinin sesini duymalı. Onlar, bir kez daha ölerek feryat ettiler… Bu feryada kulak verilmezse isyan haktır… 26.05.2014
                                                                                                                               Şenal Sarıhan


25 Mayıs 2014 Pazar

Büyük abi, "korkma birşey olmayacak" diyor! / (Çeviri: Erkan GÜÇİZ)



Brooking Enstitüsü uzmanı, bize, “Kaygıya kapılmayın, ‘sınırlar değişmeyecek, Büyük Kürdistan’ kurulmayacak” güvencesi veriyor...
Algı operasyonuna iyi bir örnek teşkil eden bu yazıyı dikkatle okuyunuz:
“Suriye’deki iç savaşın şiddeti, Irak’taki ayaklanmalar ve Lübnan’ın politik hayatına yerleşmiş istikrarsızlık bir araya gelince Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünün ardından İngiltere ve Fransa’nın doğu Arap dünyasına çizdikleri 'yapay' sınırların artık geçersiz olduğu düşüncesi ortaya çıktı. 1920’lerde Avrupa sömürgeciliğinin yarattığı devletler çökmek üzere mi? Ortadoğu sınırlarının tamamen yeniden çizilmesini mi göreceğiz? Bu sorunun kısa yanıtı, hayır. Bu üç devletten hiçbiri kendi sınırları içinde geçerli bir yönetim olduğunu iddia edecek durumda olmasa da bu sınırlar yakın zamanda değişecek de değil. Ulusal ortamda 'yasal olarak bağımsız' sayılsalar da bağımsız bir devletin 'görevleri olan' işlevleri gerçekleştiremedikleri için Siyasi Bilimci Robert Jackson’ın dediği gibi, bunlar 'devletimsi devlet'. Doğu Arap dünyasında hakiki iktidar ele geçirilmek için bekliyor fakat sınırlar değişecek en son şey çünkü aktörlerden hiçbiri, gerek yerel, gerek uluslararası, aslında onların değişmesini istemiyor.
'Sykes-Picot’nun sonu' başlığını kullananlar, sınırların önemli bir değişikliğin arifesinde oluğunu iddia ediyorlar. Bu bir yanlış adlandırma. Sykes-Picot anlaşması 1916’da, Osmanlı İmparatorluğuna ait Arap (bazı kısımları Türk ve Kürt) topraklarını İngiltere ve Fransa’nın aralarında paylaşmalarının ilk adımı idi fakat sınırların kesin olarak belirlenmesi 1920’de San Remo toplantısındaydı.
Büyük bir olasılıkla Ortadoğu haritası bugünkü gibi kalacak.

Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin (KBY) kuruluşu ile Saddam sonrası Irak’ın yumuşak bölünüşü anayasanın bir bölümü haline geldi. KBY bir devlet niteliklerinin hemen hepsine sahip; 20 yıldır topraklarının etkili kontrolü, kendi ordusu ve dış ilişkileri yürütme yeteneği fakat Irak devletinin haritasında bir değişiklik olmadı.
KBY’nin bu anormal statüsü, etken olarak bağımsız olması fakat uluslararası ortamda tanınmaması, bu 'Sykes-Picot’nun sonu' başlığının geçersizliğinin en ciddi kanıtı. Uluslararası güçler Osmanlı sonrası Arap dünyasını düzenlediler. Yarattıkları bölgesel kılıflar içinde sömürge idarecileri, sömürgecilerle işbirliği içinde yerli elitler ve daha sonraları da özgür devlet yöneticileri gerçek devletler kurmaya çalıştılar.
KBY etken olarak Irak’ın epey büyük bir bölümünü kontrol ediyor fakat hiçbir yabancı güç onu bir devlet olarak kabul etmediği gibi Irak devletinin tanımında da bunu yalnız Bağdat’ın kontrolü altındaki bölge olarak görmüyor. Her ne kadar Kürtlerin çoğu bir bağımsız devleti yeğleseler de KBY, uluslararası arenada bir devlet olarak tanınmayacağının bilinci içinde, Irak’ın bir parçası olma kurgusunu devam ettirecek. Suriye de, iç savaş yaşayan Lübnan gibi parçalara bölünebilir fakat görünüşe göre yabancı devletler bu Suriye devletçiklerinin bağımsızlığını tanıyacak değil. Suriyeli liderin de bu devletçiklerin bağımsızlığını resmen ilan edeceği belirsiz.
'Sykes-Picot’nun sonu' iddiasının sonuç olarak en büyük kusuru bu. Yabancılar o sınırları çizdi. Şu anda yabancılardan hiç biri onları yeniden çizmek veya yeniden çizilmeleri için bir ilgi göstermiyor. ABD kesin olarak istemiyor; neredeyse 25 yıldır KBY’ni desteklerken bu sürede Kürtleri bağımsızlıklarını ilan etmeleri için asla teşvik etmedi.
Ortadoğu’daki bütün hareketler tabandan yukarıya doğru; değişik yerel ve bölgesel gruplar bu devletlerin kontrolünü ele geçirmek için savaşıyor ve bu kavgada bölgesel güçler müttefiklerine destek oluyor. Görünüşe göre bu kavgalar, resmi olarak ve uluslararası hukuk yönünden Fransızlar ve İngilizlerin yaklaşık yüz yıl önce çizdikleri sınırların içinde kalacak. 'Sykes-Picot' bu sınırların içindeki yönetimler kadar kırılganlığı ile devam ediyor.”

Bu tür akıl bulandırıcı makale ve görüşlerle gerçek niyetlerini gizlemek, daha doğrusu bizleri uyutma çabası her zaman kullandıkları yöntem.

Yutturamazsınız; biliyoruz neyi hedeflediğinizi…


Ne pahasına olursa olsun, insanlar ölmüş, ocaklar sönmüş, sınırlar değişmiş fark etmez; yeter ki Ortadoğu’nun enerji kaynakları sizin kontrolünüz altında olsun.


"http://www.guncelmeydan.com/pano/buyuk-abi-korkma-birsey-olmayacak-diyor-ceviri-erkan-guciz-t37375.html" ALINTIDIR.