30 Aralık 2018 Pazar

Fesli Deli Kadir; "Ege'de adalarımızı Lozan Anlaşmasıyla yitirdik."


Bir başka Lozan Anlaşması daha var; ancak onun adı Uşi’dir…
Osmanlı Devleti, bugün 12 Adalar olarak bilinen adaları, 1912’de, Uşi Anlaşması ile geçici olarak İtalya'ya bırakıyor.
(Uşi, Lozan kentinin bir semtinin adıdır.) Anlaşma şartlarına uyulduğu takdirde adalar tekrar Osmanlı Devleti'ne geri verilecek. Fakat şartlara uyulmuyor.
Bu nedenle 3 yıl sonra, 1915'te Londra'da bu konu gündeme geliyor ve Londra Paktı denilen anlaşmada bu adaların tamamı İtalya'ya bırakılıyor. İtiraz eden hiçbir padişah yok. Hiç sultan yok. İngilizler, adaları İtalya'ya bırakmakla kalmıyor aynı yıl bir de Çanakkale Boğazı'na dayanıyorlar.
Özcesi 12 Adalar, Osmanlı tarafından önce Uşi'de, sonra da 1915’te Londra'da İtalya'ya verilmiştir.
Bu anlaşmalarda Osmanlı temsilcilerinden biri Rumbeyoğlu Fahreddin Bey'dir.
Türk milleti bir milli mücadele verirken, Kuvayımilliye'yi kurmuşken, bu adam Kuvayı milliye'nin karşısına Damat Ferit'in kurduğu Kuvayı İnzibatiye ile çıkan adamdır ve Yunan ordusunun yanında olmuştur. Savaş kazanılınca sürgün edilenlerin arasında yer almıştır. 12 Adaları İtalya'ya bırakan heyetin içerisinde bu adam vardı.
Şimdi, olayın çarpıtılışına gelelim...
Uşi Anlaşması'nın ismini aldığı Uşi, Lozan şehrinin bir semtidir. Bu yüzden 1912'de imzalanmış olan Uşi Anlaşması, İtalyan tarihinde Lozan Anlaşması olarak geçer.
Fakat bizim bildiğimiz yani 1923'te imzalanan Lozan Barışı ile bu anlaşma birbirine karıştırılmasın diye bu anlaşmaya sonradan Uşi denmiştir.
İşte arkadaşlar sahte kiralık tarihçiler, yani Kadir Mısıroğlu, Armağan ve çetesi, bu durumdan faydalanıyor ve 12 Adaların Lozan Anlaşması'nda yitirildiğini söylüyorlar. Oysa o, Lozan Anlaşması Uşi’dir, 1912’de imzalanmıştır. Bizim Lozan’ımız değildir o. Ne yazık ki bunu bütün millete yutturdular ve böylece milletimizi Lozan Anlaşmasına düşman ettiler.
Bizim olan Lozan Anlaşması'nda ise değil ada vermek, Ege'de birçok ada Türkiye'ye geçmiştir.
Türkiye'ye Lozan Anlaşması ile geçen bu adalar ise son 10 yılda Yunanistan'a bırakılmıştır. Bugün Yunan papazların mangal yaptığı Ege adaları, uluslararası anlaşmaya göre hâlâ Türklerindir.
Bu bilgi umarım paylaşılır, ulusumuz bilgilenir.
Yusuf Halaçoğlu





Ortada Yoktunuz!


SN. CUMHURİYET SAVCILARI
PKK’ya açılım yapıldı ortada yoktunuz,
PKK’yı rahat bırakın diye talimat verildi ortada yoktunuz,
Oslo'daki pislikler ortaya saçıldı ortada yoktunuz,
T.C. kaldırıldı ortada yoktunuz,
Andımız kaldırıldı ortada yoktunuz,
PKK şehirlerde "şehitlik(!)" açtı ortada yoktunuz,
PKK’lılar şehirlerde kimlik denetimine çıktı ortada yoktunuz,
PKK’lılar salındı polisimiz, askerlerimiz bağlandı ortada yoktunuz,
Mahkemeler PKK’lıların ayağına çadır yapıldı ortada yoktunuz,
Irak’ta sahipsiz bıraktığımız Türkmenleri perişan eden Peşmergeler pis ayaklarıyla ülkemizi yolgeçen hanına çevirdi ortada yoktunuz,
İstiklal caddesinde eylem yapan PKK’lıları "siviller" koruyordu ortada yoktunuz,
Askerlerimizin başına çuval geçirildi ortada yoktunuz,
FETÖ’ye neler verilmedi ortada yoktunuz,
FETÖ’ye para basıldı ortada yoktunuz,
En kötü anda bile şüphe edilmeyen ÖYSM yerle bir edildi ortada yoktunuz,
Belli bir mezhebi anlayış eğitimi sardı ortada yoktunuz,
AOÇ talan edildi ortada yoktunuz,
Anayasa mahkemesi üyesi FETÖ’cü çete tarafından takibe alındı ortada yoktunuz,
Kurumların sınav sorularını çalanlar hala kurumlarda çalışıyor ortada yoktunuz,
Şehirler parsel parsel satıldı ortada yoktunuz,
Milletin a.sına koyuldu ortada yoktunuz,
Vatanseverler zindanlara dolduruldu ortada yoktunuz,
Devletin yatak odasına girildi ortada yoktunuz,
Türkiye savaşsız olarak topraklar kaybetti ortada yoktunuz,
PKK ile işbirliği içinde devletimizin temelini atan Süleyman Şahın türbesi boşaltıldı ortada yoktunuz,
Konsolosluğumuz şaibeli bir şekilde IŞID’a terk edildi ortada yoktunuz,
Varlıklarımız türlü dalaverelerle yabancılara, yandaşlara peşkeş çekildi, türlü zarar oluşturuldu ortada yoktunuz,
Kamu malları yağmalandı, denetlenmeyen ihalelerle belli şirketler ihya edildi ortada yoktunuz,
Bayrağa, İstiklal Marşına, Mehmet Akif'e. Atatürk'e saldırı yol oldu ortada yoktunuz,
PKK ya methiyeler dizen PERVER, Türkiye’ye karşı PKK koruyan Barzani kırmızı halılarımızda gezdi ortada yoktunuz,
Kızcağızlara sadece şort giydiler diye saldırıldı ortada yoktunuz,
Yargı FETÖ’ye terk edildi ortada yoktunuz,
Bu kadar geniştiniz de ne oldu birden gece talimat aldınız, sabah Akpınar ile Gezen'i hemen aldınız.
Söyledikleri özetle, "tek adam yönetimlerinin ülke için hayır getirmeyeceğine yönelik, çevre ülkelerden örnekler vermek (Saddam'ın kuyuda yakalanması)" Erdoğan'ın başına da bu gelsin diyen kimse olmadı, ne ülkemiz Irak'ın gördüklerini görsün, Erdoğan Saddam'ın gördüklerini görsün. Ancak, parlamenter rejimi terk edip, tek adam yönetiminde olan ülkelerin dış müdahalelere daha açık olduğu bilimsel bir gerçek. Vurgulanan en fazla budur.
Hiç vicdan, insaf ve dirayet kalmadı mı?
Bunların ülkeye ne faydası var?
Bu ülke size muhtaç, ama gerçekten muhtaç!
BERRİN KARAÇAM 'IN SAYFASINDAN.

29 Aralık 2018 Cumartesi

İhanetin Bedeli



Norveç’in yetiştirdiği en önemli edebiyatçılardan biriydi. Yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş, çok sıkıntılı bir gençlik yaşamıştı.
İşsizliğin, açlığın ne olduğunu daha küçük yaşta öğrenmişti. Ezen ile ezileni görmüştü.
Edebiyata da meraklıydı. Bir kaç kitap denemesi oldu ama başarısızdı.
Sonra gerçeği yazdı. Yaşadıklarını, yaşananları yazdı.
Kitabının adı, “Alık”tı. Büyük yankı yaptı…
Açlık romanıyla ünlendi. Ardından Göçebe, Gizemler, Dünya Nimeti kitapları yok sattı.
1920 yılında yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı.
Norveç’in en sevilen ve okunan yazarlarından biri oldu.
Ünü Norveç’i aşmış, dünyaca tanınan bir yazar olmuştu.
Ancak… 1930’larda ülkesindeki faşist partiye katıldı.
1. Dünya Savaşı’nda Norveç’in işgali sırasında faşist Almanları destekledi.
Norveç hükümetinin Nazilere teslim olması için kampanya yaptı.
Hitler’i öven yazılar yazdı. İşgal sırasında hep Nazilerle birlikte oldu.
Kazandığı Nobel ödülünü Hitler’e armağan etti. Halkını sattı.
Norveçliler onu hayal kırıklığıyla izledi.
Yıllar sonra savaş bitip Almanlar Norveç’ten çekilince tutuklandı.
Yaşı ileri olduğu için para cezasıyla kurtuldu.
Ama Norveç halkından kurtulamadı.
Norveçliler, kendilerine ihanet eden bu yazara hiç bir şey söylemedi.
Tek kelime etmediler.
Ne bir protesto.
Ne bir yazı.
Ne saldırı.
Ama bir gün evinin önüne bir genç kız gelip onun kitaplarını bıraktı..
Biraz sonra yaşlı bir adam geldi ve o da kitapları bıraktı.
Derken insanlar ellerindeki kitaplarıyla akın akın gelmeye başladılar.
O bütün bunları penceresinden izliyordu.
Oslo’lular çıt çıkarmadan, en ufak bir tepki vermeden sakince kitapları bırakıyordu.
Birinci günün sonunda kitaplar koskoca bir yığın ediyordu artık.
Ertesi gün aynı durum devam etti.
Kitap yığını büyüdükçe, Norveç’e ihanet etmiş olan yazar küçüldükçe, küçüldü.
66 yıl önce böylesine bir kış gününde banyosunda ölü bulundu.
Yüzünde acı bir pişmanlık vardı.
Halkına ihanetin bedeli ağır olmuştu.
Tarih seni unutmuyor Knut Hamson.
Zülfü Livaneli//Vatan yazısı


28 Aralık 2018 Cuma

İSTANBUL ALTIN TEPSİ İÇİNDE…


CHP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul’a ilişkin vaatlerini dinledim.
İmamoğlu:
“İstanbul’un Ankara’dan yönetilemeyeceğini” ve İstanbul’un kendi anayasası olması gerektiğini” özellikle vurguladı.
Bu projenin, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı (AYYÖŞ) hayata geçirebilmek için hazırlık aşaması olduğu bellidir.
Dersimli Kemal de 2011’den önce Hakkari Mitinginde:
“CHP iktidarında Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın çekince konulan tüm maddelerini imzalayacağız” diye açık açık söz vermişti ve bu sözünü 18. Olağanüstü Kurultay’da da tekrarlamıştı.
Kılıçdaroğlu, amacının yerel yönetimleri merkezi idareye bağımlı olmaktan kurtarıp, karar ve icra organı haline getirmek istediğini hiçbir zaman gizlemedi.
(Görevden alınan HDP’li belediyelerin terör örgütü PKK’ya nasıl lojistik destek verdikleri ve adeta örgütün legal birimi gibi çalıştıkları hafızalarımızda canlılığını koruyor.)
***
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın imzalanmasını en çok isteyen PKK’dır.
Bu şekilde, merkezi idareye bağımlı olmadan yönetecekleri belediyelerle; PKK’ya finans, lojistik destek ve istihdam olanaklarını kolaylıkla ve sürekli olarak sağlayabileceklerini planlamaktadırlar.
“Bağımsız Kürt Devleti” kurmanın olmazsa olmazı olan ”Eyalet Sistemi”ni hazırlık safhası da güçlendirilmiş mahalli idarelerdir.
Önceleri AKP’nin de Programında olan bu ABD planını, “Açılım Süreci”nden sonra ne yazık ki Y-CHP sahiplenmiştir…
***
31 Mart Yerel Seçimlerinden önce, Türkiye’nin 16 milyon nüfuslu en büyük kenti İstanbul’un belediye başkan adayına Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı daha yumuşak ve masum gibi gözüken cümlelerle ifade etmesinin amacı ne olabilir?
İlk bakışta, Kürtlere göz kırparak oylarını almak gibi görülse de Y-CHP’nin üstlendiği misyon itibariyle, kamuoyunun, “Hendek Savaşları”ndan sonra, unutmakta olduğu bu konuyu, bu fırsattan yararlanarak tekrar gündeme getirmek ve “ulusalcı” CHP tabanını alıştırmak olduğu çok açıktır.
İkinci derecedeki amaç ise Kürt oylarının CHP’de toplanmasını sağlamaktır…
Bu sonuç olsa da olur olmasa da; zira Sorosçuların yönettiği Y-CHP’nin, iktidara gelme gibi siyasi hedefi hiçbir zaman olmamıştır.
Onları bütün derdi, ulusal birliği zayıflatmak ve Cumhuriyetin niteliklerini laçkalaştırarak PKK’nın siyasi kolu HDP’ye alan açmaktır…
PKK’ya kol kanat germekle, gizli ittifak yapmakla iktidar olunamayacağı 8 defa test edilmiştir.
***
Nitekim Reis, bu konuyu gündemine almış ve CHP’yi PKK’nın yanında göstererek karşı propagandaya başlamıştır bile.
Bu yarıştan kimin kazançlı çıkacağını ise, 31 Mart akşamı göreceğiz zaten.
Kişisel öngörüme göre, Y-CHP’nin küresel güçler tarafından verilen ödevi (AYYÖŞ) yerine getirme uğruna, bir kez daha İstanbul’u AKP’ye altın tepsi içerisinde sunmaktadır.
Yanılmış olmayı ise çok isterim elbette….
Cemil Can

25 Aralık 2018 Salı

BASIN AÇIKLAMASI “Batı cephesinde askeri deha, Lozan’da diplomatik zekâ"


Batı cephesinde askeri dehasını, Lozan’da diplomatik zekâsını, Siyasal yaşamda güçlü ve saygın devlet adamı karakteri gösteren, Türk ulusunun varlık yokluk kavgasında vatan savunmasında, her türlü çareye başvuran bir neslin son temsilcilerinden 2. Cumhurbaşkanımız M. İsmet İnönü’nün bedensel varlığının aramızdan ayrılışının 45.yılında bir kez daha saygı ve minnetle anıyoruz.
Henüz dünyada çoğulcu demokratik sistem var olmuş veya kurulmuş değilken, iktidarın tüm olanakları elinde olmasına karşın özgür seçimlere giden, dahası bu seçimlerdeki yenilgisinin ardından büyük bir demokratik olgunlukla 'Benim en büyük zaferim bu yenilgimdir' diyerek iktidarı devredip muhalefete geçen İsmet İNÖNÜ, sonraki ve günümüz hükümetleri için onurlu demokrasi dersi veren saygın bir liderdir.
Ne yazık ki; kan ve irfanla kurulan, insanüstü bir çaba ile yüceltilen Cumhuriyetin kuruca kadrolarına yönelik saldırılar, cumhuriyet yıkıcılığından sabıkalı, yağmacı bir kesim tarafından büyük bir utanmazlık, değerbilmezlik ve bilgisizlikle artarak sürmektedir.
İsmet Paşa’ya, onun şahsında Mustafa Kemal ATATÜRK’E “utanıp” “sıkılmadan” her fırsatta saldırmayı “ustalık” sayan, ulusal bilinç ve kimlik yoksunları ele geçirdikleri iktidarları döneminde, yani son 16 yılda; Emperyalist batıya Lozan kazanımlarını yok eden yıkım niteliğinde ödünler verebilmiş, “yedi düveli” dize getiren soylu bir ulusa dünya ulusları karşısında başını eğdirmiş/EĞDİRMEKTEDİR.
Demokrasi öğretmeni İsmet İnönü’nün 1956’da TBMM’de, kendilerine iktidar yolunu açan Laik Demokratik Cumhuriyeti ortadan kaldırmaya yönelen Demokrat parti yöneticilerine; “Arkadaşlar aramızdaki farkı bilelim. Biz mutlakıyetten bugüne geldik. Siz, bugünden mutlakıyete gidiyorsunuz” diyordu. Bugün İsmet İnönü’nün büyük bir siyasal erdemlilik ve demokratik olgunlukla açtığı o yoldan iktidarı ele geçiren, demokrasiyi içine sindiremeyen bir dinci faşist siyasal kadro ile karşı karşıyayız.
Cumhuriyet’in 65 yıllık demokrasi birikimi yerle yeksan edilmiş, demokratik hak ve özgürlükleri askıya alınmış, kuvvetler ayırımını, yok sayan otoriter tek kişi yönetimi, İtalyan - Alman faşizminin ruhunun Türkiye de yeniden hortlatılmasından başka bir şey değildir.
Faşizmin ikiyüzlülüğü ve yalana dayanan büyük propaganda gücünü alt etmek, toplumu, toplumsal muhalefeti uyanık ve diri tutmak, AKP’nin çizdiği siyasi hatta eklemlenerek, onu taklit ederek, hatta zaman zaman onunla bütünleşerek değil, Türkiye de hortlatılmaya çalışılan faşizm tehlikesi karşısında “kaya kadar sağlam” durup, direnerek, faşizmi üreten bataklıkları kurutarak mücadele edilir.
  Cumhuriyetin kuruluşuyla başlattıkları ‘cumhuriyet parantezini kapatma’ Cumhuriyet’ten rövanş alma, Atatürk Cumhuriyeti'yle hesaplaşma arzusu ile yanıp tutuşanlardan Atatürk'ün muhteşem eseri olan Türkiye Cumhuriyeti'ne demokrasi tacını koyan İsmet İNÖNÜ’YÜ anlamalarını beklemek siyasal saflıktır.
  Çünkü vasatlığı, değersizliği, kalitesizliği yüceltenler; Emperyalist yağmacılığa, ağalara, şeyhlere, köleliğe boyun eğenler, akıl ve bilime değil hurafeye, inanan din sapkınları, zihinsel bir çürüme içinde yaşayanlar tam bağımsızlık, ulusal egemenlik, ulusal onur ve bilinçten yoksundurlar.
Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük savaş ve stratejistlerinden biri olan Atatürk’ün yanında, yakınında bulunmuş olan İsmet İnönü, Türk ulusunun varlık yokluk kavgasında vatan savunmasında, her türlü çareye başvuran bir neslin son temsilcilerindendir.
Üzülerek belirtelim ki, ülkemizde, Atatürk’e, Cumhuriyete, Türk devrimine “kin” ve “düşmanlık” besleyenlerin sıkça yaptıkları şey, İsmet İnönü’ye “yerli yersiz” hücum etmektir. İsmet İnönü’yü eleştirmek başka şeydir, aşağılamak, önemsizleştirmek başka şeydir.
Ama unutulmamalı, kimsenin tarihi ve geçmiş zamanı değiştirme olanağı yoktur.  Bu nedenle, ne söyleyip yazarlarsa yazsınlar er ya da geç gerçekler ortaya çıkmakta ve İnönü’nün değeri tarihteki yerini korumaktadır.
Kağnıyla kamyonu yendiğimiz kurtuluş savaşının Batı Cephesi Komutanı, Türk'e biçilen emperyalist elbiseyi, yani Sevr’i yırtıp, Türk ulusun bağımsızlığı ve özgürlüğünün tapu senedi Lozan’ı tüm dünyaya kabul ettirmedeki katkıları yadsınamayacak değerde olan “Kaya kadar sağlam namus ve şeref, çok yüksek ve insan emelinin sınırını aşan bir vatanseverlik” erdemine sahip olan M. İsmet İnönü’nün bedensel varlığının aramızdan ayrılışının 45.yılında bir kez daha saygı ve minnetle anıyoruz.

YÖNETİM KURULU ADINA:                                                            Mahmut ÖZYÜREK
ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ
ISPARTA ŞUBE BAŞKANI





23 Aralık 2018 Pazar

ISPARTA ULUSAL GÜÇ BİRLİĞİ “DEVRİM ŞEHİDİ KUBİLAYI ANMA” ORTAK BASIN AÇIKLAMASI




23 Aralık 1930'da Cumhuriyet Devrimi'nin temel taşlarını sarsan, bu toprakların gördüğü en vahşi, en barbar katliamlardan biri ile şehit edilen öğretmen, asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay’ı aramızdan alınışının 88. Yılında bir kez daha anıyoruz. Emperyalizme karşı henüz bitmemiş ve sürmekte olan Kurtuluş Savaşı'nın Menemen'deki mevzilerini canı pahasına savunan Kemalist devrimci Öğretmen-Teğmen Mustafa Fehmi KUBİLAY’I unutmadık- unutmayacağız- unutturmayacağız.
Kubilay olayı, Şeriat özlemi duyan kimilerinin konunun ciddiyetini, yaşanan vahşeti hafife almak için ileri sürdükleri gibi birkaç meczubun işi değil, Cumhuriyete karşı örgütlü planlı gerici bir ayaklanmadır.
Kubilay olayı hiç de abartısız Cumhuriyete yönelmiş bir suikasttır. 1930 yılı 23 Aralığında Menemende yaşananlar dinin siyasete alet edildiğinde neler olduğunu, neler olabileceğini gösteren, ibret verici, anlamlı tarihi bir derstir”
Kubilay’la başlayan, Uğur Mumcu, Necip HABLEMİTOĞLU, M.Yücel ÖZBİLGİN ve onuru için canına kıyan DENİZ YARBAY Ali TATAR’A uzanan, daha nice devrim şehitleri, temiz kanlarıyla Türkiye Cumhuriyetine, Türk devrimine yaşama gücü vermişlerdir.
O gün ve bu gün; Emperyalizm, Türk halkının Cumhuriyet'le birlikte elde ettiği kazanımlara karşı bitmeyen bir saldırı stratejisi uygulayarak irticai hareketlerin arkasında dün sinsice, bu gün açıkça yer almış; bir türlü hazmedemediği " Kurtuluş Savaşı "nın, " Kemalist Devrim "in, " Tam Bağımsızlıkçı Ulus Devlet" temel yapısının bütün dünya ezilen halklarına örnek olmasına tahammül edemeyip çılgına dönmüştür. Bu nedenle Türk halkı üzerinde dinsel ve etnik ayrımcılığın kışkırtılmasını sürekli gündemde tutmuş/tutmaktadır.
Cumhuriyete yönelmiş ilk planlı gerici bir suikast olan Kubilay’ın katledişinden 88 yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti, 1919’daki işgal işbirlikçiliği ve Vahdettin’in ihanet çizgisine sürüklenmiştir. Beslendiği ana damarda, mayasında halk düşmanlığı, sahtekârlık, yalan ve faşizm olan, Cumhuriyet yıkıcılığından sabıkalı, haçlı irtica, Kemalist Cumhuriyeti ve Cumhuriyetin temel dayanak ve direnç noktaları olan  tüm kurumları ölümcül darbelerle ele geçirmiş, ele geçirmekle kalmamış varlıklarını ve işlevlerini ortadan kaldırmıştır.
Yaklaşık 70 yıllık karşıdevrim süreciyle, ülkemiz artık ne bağımsız, ne laik, ne hukuk devleti, ne de demokratiktir. Öyle ki devleti en yüce makamında oturan ve tarafsız olması beklenen kişi; 15 Milyon oy almış ana muhalefet partisi liderini “Bu defa kaçmaya fırsat bile bulamazsın”, Yalnızca TV’de haber sunan bir gazeteciyi “Haddini bilmezsen bu millet patlatır enseni”, Yüksek Mahkeme savcısını “Bir savcı çıkmış, sen kimsin ya?” diyerek tehdit edebilmektedir.
Bu hak, hukuk tanımaz ve meşruiyeti olmayan tutum bizim aynı zamanda bir gerçeği görmemizi de sağlıyor.    İktidarı elinde tutan muktedirlerin her anlamda ve her alanda sıkıştığını, sıkıştıkça en çok korktukları, anayasa ile güvence altına alınmış bir hakkı kullanmak üzere sokağa, meydanlara çıkması olası toplumsal muhalefete, aydınlara, Cumhuriyetten yana olan gazetecilere, namuslu yargıçlara, üniversite gençliğine gayrimeşru yol ve yöntemlerle saldırmaktadırlar.
Ancak unutulmamalıdır ki Emperyalist İşgale, Sömürüye, İhanete, zulme baskıya, hukuksuzluğa, özetle faşizme karşı direnmek her zaman, her çağda geçerli ve meşru bir haktır. Biz bu meşruiyetimizi, haklılığımızdan, hukuktan ve anayasamızdan alıyoruz. 
Bugün ülkenin mutlak bir karanlıkta olduğunu ya da oraya çok yaklaştığını düşünüyor olabilirsiniz. Bilinmelidir ki, toplumlar hiçbir zaman mutlak karanlık içine girmezler. Mutlaka ve kesinlikle ışık zerreleri vardır ve hep olacaktır.
Bu nedenle en koyu karanlıklarda bile yolumuzu görme olanağımız olur
Göz göremezse sağa sola çarpmamak için, insan, yerinde sabit durmayı ve sadece kendini savunmayı seçer. Ülkenin her yerinden kıvılcımlar saçılıyor, her ilimizde her ilçe ve beldemizde çoban ateşleri yükseliyor.  Olduğumuz yerde korkuyu beklemeyelim, gelin beraber görelim, kıvılcımları birleştirip bir ateş yakalım ve bu koyu karanlığı dağıtalım artık...  Her türlü gericiliğe, sömürüye, baskı ve zulme karşı çıkarak, hayır diyerek, isyan ederek, insan aklının ve yaratıcılığının tek güvencesi olan laikliğe sahip çıkarak, faşizmin koyu karanlığını aydınlık güneşli güzel günlere çevirelim.
Kubilay olayı, devrim uğruna, vatan sevgisi ve bütünlüğü yolunda yalnız başına, kuvvet hesabı yapmayan idealist bir vatanseverlik örneğidir.
Şunu asla unutmayalım; her nerede gözü dönmüş, işbirlikçi yobaz bir Derviş Mehmet ortaya çıkarsa, karşısında her zaman dimdik onurlu duruşuyla Türk Devriminin bekçisi bir KUBİLAY, bir MUMCU, bir Ali TATAR bulacaktır.             
Türkiye Cumhuriyeti'ni ve O'nun yüce değerlerini, Kemalist İlke ve devrimleri korumak uğruna, canlarını feda etmekten çekinmeyen, başta devrim şehidimiz Kubilay olmak üzere, tüm şehitlerimizin ölümsüz anıları önünde saygıyla EĞİLİYORUZ. Işığımız oldular, ışıklar içinde olsunlar.

ISPARTA ULUSAL GÜÇ BİRLİĞİ PLATFORMU
 

Alevi Kültür Derneği Isparta Şubesi
Cumhuriyet Halk Partisi Isparta İl Örgütü
Cumhuriyet Kadınları Derneği Isparta Şubesi
Eğitim – Sen Isparta
 Eğitim- İş Isparta Şubesi
  Türkiye Gençlik Birliği Isparta Şubesi
Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği Isparta Şubesi
Ulusal Eğitim Derneği Isparta Şubesi
 Vatan Partisi Isparta İl Örgütü
Y.Kuşak Köy Enst. Dern. Isparta Şubesi



21 Aralık 2018 Cuma

Unutmayacağız, unutturmayacağız, affetmeyeceğiz... Siz bizlerin bedduasını alan adamsınız... E. Albay Murat Tulga yazdı


Adaletin siyasete kurban edildiği tarihsel olaylar vardır. Fransa’da yaşanan Dreyfus davası, hiç kuşkusuz bu tür olayların en ünlülerinden birisidir.
19’uncu Yüzyılın sonlarında, Fransa’da Albert Dreyfus adlı Yahudi kökenli bir subayın haksız yere casuslukla suçlanarak yüzeysel bir yargılama sonucunda zindana gönderilmesi olayı, Dreyfus Davası olarak adlandırılır.
Dreyfus Davası yalnızca bir hukuk ve ayrımcılık olayı değildir.
Başta ordu ve yargı olmak üzere Fransa’nın tüm kurumlarını temellerinden sarsan büyük bir toplum olayıdır. Fransa tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuştur.
Bu dava çerçevesinde; Fransa toplumunda güç dağılımı keskinleşmiş, kilise ve devlet işlerinin ayrılması gibi sarsıcı önlemler alınmış, sağdaki milliyetçiler ile soldaki anti-militaristler arasında uzun sürecek bir kutuplaşma doğmuştur.
Yargılama süreci sonrası Dreyfus suçlu bulunmuş ve ömür boyu hapse mahkûm edilmiştir. Temyiz başvurusu da sonuç vermemiş, Dreyfus cezasını çekmek üzere Şeytan Adası’na, yani Henri Charriere'nin “Kelebek” adlı romanındaki meşhur cehenneme gönderilmiştir.


Yetersiz kanıtlara dayanan yargılama sırasında, Dreyfus suçlamayı reddetmesine rağmen hem kamuoyu hem de koyu Yahudi düşmanı bir kesimin başını çektiği Fransız basını mahkeme kararını olumlu karşılamıştır.
Ancak delil yarım yamalak, suçlamalar afakî olunca zamanla dava konusunda kuşkular belirmiş ve Dreyfus’un suçsuzluğuna inananların sayısı gitgide çoğalmıştır.
Fransız Gazeteci Emile Zola, 13 Ocak 1898’de, L’Aurore gazetesinin baş sayfasında “Suçluyorum başlıklı bir mektup yayımlayarak Dreyfus’un mahkûm olmasına neden olan ırkçı tavrı ve Fransız kurumlarını eleştirmiştir.
Emile Zola, o zamanki Fransa Cumhurbaşkanına hitaben yazdığı yazısını şöyle bitirmiştir:
“ …Gerçek su yüzüne çıkıyor ve hiçbir şey onu durduramayacak. Olay ancak bugün başlıyor, çünkü konular ancak bugün açık olarak ortaya çıktı. Bir yanda ışığın parlamasını istemeyen suçlular, öbür yanda ışığın parlaması için canlarını verecek doğrucular.
Gerçek toprağın altına kapatıldığı zaman, orada öyle bir toplanır, öyle bir patlama gücü kazanır ki, patladığı gün her şeyi kendisiyle birlikte havaya uçurur. İleri de yıkımların en gümbürtülüsünün hazırlanıp hazırlanmadığını göreceğiz…”
FRANSIZ GENELKURMAY'I BAŞARILI BİR SAVAŞ VERMEMİŞTİR
Dreyfus’un suçsuz olduğuna inananlarla Dreyfus üzerinden Yahudi düşmanlığını pekiştirenler arasında yaşanan bu savaşa ordu, meclis, hükümet, basın ve aydınlar da müdahil olmuştur.
Fransız Genelkurmay’ı bu davada hiç de başarılı bir savaş vermemiştir.
Dreyfus’u suçlu kabul ederek basınla işbirliği halinde Dreyfus’un suçsuz olduğunu ispatlayacak girişimlerin önünü kesmeye çalışmıştır.
Mahkûmiyete dayanak teşkil eden kâğıt parçasındaki (çizelge) el yazısının gerçekte başka birisine ait olduğunu ileri sürenler ya sürgüne gönderilmiş ya da cezalandırılmıştır.
Mesela, Dreyfus’un mahkûm olmasından iki yıl sonra askeri istihbaratın başına geçen Binbaşı Georges Picquart, Dreyfus dosyasını ayrıntılı bir şekilde inceledikten sonra gerçek suçlunun, çizelgeyi kaleme alan Walsin Esterhazy adındaki subay olduğuna kanaat getirmiş, Dreyfus davasının yeniden görülmesi gerektiğini savununca kendisini Tunus’a sürgüne gönderilmiş olarak bulmuştur.
Bu arada suçlanan Esterhazy de askeri mahkemede beraat etmiş, aklanmıştır.
Dreyfus savaşı o kadar kızışmıştır ki, dönemin Savaş Bakanı Cavaignac, aralarında Zola’nın da bulunduğu belli başlı Dreyfusçuların, devletin güvenliğini tehlikeye atmaktan ve anayasal düzene karşı komplo düzenlemekten dolayı Yüce Divan’da yargılanmalarını dahi talep etmiştir.        
Diğer yandan, Dreyfus’un suçsuz olduğunu savunan yazarlar da cezalandırılmıştır.
Émile Zola, Esterhazy’yi beraat ettiren yargıçların ordudan bu yönde emir aldıklarını yazınca 1 yıl hapis ve 3.000 frank para cezasına çarptırılmıştır.
Zola, bunun üzerine İngiltere’ye kaçmış ve hakkında af çıkıncaya kadar da Fransa’ya dönmemiştir.
Bir süre sonra olaylar Dreyfus’un lehine gelişmeye başlamıştır. Artık gerçek saklanamamıştır.
Dreyfus’un mahkûmiyetinde kullanılan belgelerin askeri istihbaratta görevli bir albay tarafından düzmece bir şekilde hazırlandığı ortaya çıkmış, adı geçen albay intihar etmiştir.
Askeri mahkemenin beraat ettirdiği Esterhazy de, Dreyfus’un mahkûm olmasına neden olan çizelgeyi kendisinin yazdığını itiraf etmiş ve İngiltere’ye kaçmıştır.
Bu olaylar üzerine Dreyfus davası yeniden başlamıştır.
"YAŞASIN HAKİKAT"
9 Eylül 1899 günü askeri mahkeme, adli hatayı kabul etmek yerine, Dreyfus’u bu kez hafifletici nedenleri dikkate alarak on yıl hapse mahkûm etmiş, adalet yine yerini bulmamıştır.
Dreyfus yeniden Şeytan Adası’na gönderilmiş, ancak, çok geçmeden Fransa Cumhurbaşkanı, Dreyfus’u affettiğini açıklamıştır.
Dreyfus’un tam olarak aklanması ise; 1906’da yeniden yargılanması ile mümkün olmuştur. Tam on bir yıl önce askeri okulun bahçesinde apoletleri sökülen Dreyfus için, aynı yerde yeni bir tören düzenlenmiş ve bölük komutanı olarak binbaşı rütbesiyle yeniden orduya alınmıştır.
Dreyfus’a ayrıca askeri onur (Legione d’honneur) nişanı verilmiştir.
Dreyfus kendisine “Yaşasın Dreyfus!” diye bağıranlara tarihi bir cevap vermiştir:
“Hayır, yaşasın hakikat!”
Zaman Dreyfus’un suçsuzluğunu pekiştirmiştir.
1930 yılında, askeri bilgileri kendisine sızdırdığı iddia edilen Alman Schwartzkoppen’in günlüğü yayınlandığında gerçek bir kez daha ortaya çıkmıştır. 
Ancak, Fransız ordusunun bu gerçeği tam anlamıyla kabul etmesi neredeyse yüzyıl almıştır. Anlaşılan Fransız Ordusu gerçeklerle biraz zor yüzleşmiştir.
25 Eylül 1995 tarihli, Time dergisinde, Fransız ordusunun aradan yüz yıl geçtikten sonra ilk kez kamuoyu önünde Dreyfus’un suçsuzluğunu resmen ilan ettiğine dair bir yazı yayınlanmıştır.
Fransız ordusunda üst düzey bir komutan olan General Jean-Louis Mourrut, ilk kez kamuoyuna Dreyfus’un suçsuz olduğunu ve ordunun yanlış yaptığını açıklamıştır.
1935 yılında Paris’te ölen Alfred Dreyfus’un aklanmanın ve gerçeğin ortaya çıkmasının huzuruyla ruhunun şad olduğunu düşünüyorum. [1]
Dreyfus’un hikâyesi böyle. Sonu güzel bitiyor.
Dreyfus Davası bir hukuk garabetidir.
Günümüz terminolojisiyle Yahudi karşıtlarının bir Yahudi subaya kumpas kurmasından başka bir şey değildir. Kumpas olunca işin içinde hukuk aramak ne yazık ki, biraz tuhaf kaçmaktadır.
Ama gerçek peşinde koşarak birine karşı yapılmış bir haksızlığın tüm topluma yapıldığını savunan korkusuz bir aydın grubunun varlığını ve bu çabaların sonucunda Dreyfus’un yeniden yargılanarak aklanmasını ve iade- i itibarının kendisine teslim edilmesini de yadsıyamayız.
Vicdan sahibi ve hakikati gören insanlar varmış Fransa’da.
Asıl sonuç bu. Hakikatler saklanamaz, bir gün zapt edilemeyecek şekilde ortaya çıkar. Aydınların görevi de hiç bir şeyden korkmadan ısrarla doğruların yanında olmaktır.
Dreyfus Davası kısaca bu şekilde.
İlk cümlemiz nasıl başlıyordu? “Adaletin siyasete kurban edilmesi.”
Bu kurban edilişler sadece Dreyfus Fransa’sı ile kaim değil, ne yazık ki insanlık tarihi ile birlikte paralel gidiyor. Ama olduğu yer ve zaman o kesit için tam bir utanç abidesi oluyor ve Dreyfus Davasında olduğu gibi tarihe kazınıyor.
Hiç bir Fransız’ın Dreyfus olayını göğsü kabararak anabileceğini düşünmüyorum.
Ya Türkiye…
YÜZLERCE TÜRK DREYFUS VAR
Kumpas davalar süreci. Bu sürecin Dreyfus davasından bir farkı var mı? Azı yok, çoğu var, bu davalarda tek Dreyfus yok, yüzlerce Türk Dreyfus var.
Adaletin siyasete kurban edilmesi demiştik.
Türkiye’de bunun birçok örneği var ve kumpas davalarda da ne yazık ki durum budur.
Dreyfus Davasından tam bir asır sonra yine askerlerin başrolde olduğu, Yahudi karşıtlığı yerine, bu sefer asker düşmanlığının ortaya çıkartıldığı, tamamıyla yetersiz kanıtlara dayandırılan ve adil yargılamanın hak götürdüğü, siyasi iktidar-yandaş basın-yargı üçgeni ile sahneye konulan, Fransız Dreyfus Davasının, Türkiye sürümü: Post-modern Dreyfus davaları, “ Kumpas Davalar”…
Davalar sonuçlandı, bütün sanıklar beraat etti.
Davalar süresince ve sonrasında birçok komutanımız, arkadaşımızı kaybettik, şehit verdik…
Kumpas davalara masumların kanı da bulaşmıştır.
Tüm beraat eden sanıklara bu devletin,  bu iktidarın, bu TSK’nin bir özür borcu yok mudur? Vardır tabii ki ama Fransa’da, Türkiye’de değil.
BIRAKIN AHKAM KESMEYİ...
CHP, Balyoz davası kararının ardından Türk Silahlı Kuvvetlerinin komuta kademesinde tasfiye edilmiş subaylara iade-i itibar bulunmak için hazırladıkları yasa teklifini, 20 Haziran 2014’te, TBMM Başkanlığı'na sunmuştur. İktidar Partisi bu yasayı gündeme almamıştır bile…
Dreyfus’a gösterilen vefanın Türkiye’de bir karşılığı var mıdır? Yoktur.
Bir özür dilemek, çekilen ezaya bir vefa var mıdır? Yoktur.
En son Alb. Murat Özenalp davasında Yargıtay’ın verdiği karar bu adaletsiz devletin ve yargının resmi görüntüsüdür.
MSB Hulusi Akar, son Meclis Bütçe görüşmelerde;
“Cezaevlerindeki arkadaşlarımın hayatını kolaylaştırmak için için her şeyi yaptım diyor…
'İçinizde yatağa yattığınız zaman düşünün, kafanızda tabanca varken hayır…' diyebilecek kaç kişi var? Denemeden söylemeyin” diyor…
Biz denedik Sayın Akar.
Silah arkadaşlarımız kafalarında adaletsizlik silahı varken direnirken öldüler…
Bırakın bize ahkam kesmeyi. 
Sizi ve vefasız komutanları bizler, Hasdal’da, Hadımköy’de, Mamak’da, Maltepe’de Şirinyer’de, Silivri’de, Sincan’da çok iyi tanıdık.
Gerçekleri, arkadaşlarımız için cenaze törenlerini, hapishanelerde çocuklarımıza yaptığımız düğünleri, bu gözler gördü. Her gün bin kere öldük.
Kumpas Davalarda sırasında yaşananlar; Türkiye’yi, Fransa’nın yaşadığı Dreyfus Davasından yüz yıl sonra bir Post-modern Dreyfus Davalar karanlığı ve ayıbı ile yüz yüze bırakmıştır. Bu ayıp sizin üyesi olduğunuz siyasi partinindir, o dönemin komutanlarınındır, sizindir Sayın Akar…
İşte bu yüzden size hakkımızı helal etmiyoruz…
Siz bizlerin bedduasını alan adamsınız…
Unutmayacağız, unutturmayacağız, affetmeyeceğiz…
V. Murat Tulga
[1] “Suçluyorum” Emile ZOLA, Can Yayınları