2 Ocak 2016 Cumartesi

KOMÜNİSTLER MOSKOVA’YA!




Moskova’ya ilk kez Mart 1987’de gittim.
Henüz Sovyetler Birliği dağılmamıştı, sonradan bunu becerecek olan Gorbaçov devlet başkanıydı.
Rusya’dan demir çelik fabrikalarının ihtiyacı olan makina ve yedek parça ithalatı yapan Ankara’daki büyük bir şirket, Rusya’da tekstil ve kimya alanlarına da girmek istiyor ve benden bu konularda danışmanlık yapmamı istiyordu.
Kendi kurduğum şirketimde mühendislik, proje, yatırım ve danışmanlık hizmetleri verdiğim için yapılan teklif bir iş önerisiydi.
Ancak bu teklifi hemen kabul etmemiş, duraksamıştım.
Eğer bu teklifi kabul edersem uzunca bir süre Rusya’ya gidip gelmem gerecek ve belirli bir süreyi de orada geçirme zorunluluğu doğacaktı. İşte bu beni düşündürüyordu.
Türkiye’de dürüst, onurlu, yetenekli ve sömürüye karşı sesini çıkarabilen yurtseverlere “Komünist” damgası vurulup hayatları alt üst edilmekteydi.
Aynı odaklar tarafından kışkırtılmış gençlerimiz sol-sağ diye bir birine düşman kamplara ayrılmıştı. Her çatışmada sağcı gençlerimiz, solculara;
“Komünistler Moskova’ya!”
Diye haykırarak saldırmaktaydı.
Kendi şirketimde güzel işler yaparken Rusya’ya giderek başıma iş açmak istemiyordum!
Ama sonunda bu bir iş teklifiydi, kabul ettim.
Henüz THY uçakları Moskova’ya uçmuyordu.
Rus Aeroflot Havayolları uçağına İstanbul’da bindim. Uçağın yarısı boştu. Kısa bir süre sonra bu uçaklarda yer bulunmaz olacaktı.
Uçağın en arka tarafında, gazetelerdeki fotoğrafından tanıdığım ünlü işadamı Şarık Tara oturmaktaydı. Yanındaki ve hemen önündeki koltuklarda oturanların da şirketinin yöneticileri olduğu kulağıma gelen konuşmalardan anlaşılıyordu.
Elemanlarıyla şen şakrak tatlı bir sohbet içinde oluşundan cesaretlenerek Şarık Tara’nın yanına gittim. Ayakta kendimi tanıttım. Sıcak ilgi gösterdi. Sohbetlerini bölmek istemediğimi, çok kısa bir soru sorup yerime döneceğimi söyledim.
Tüm yüzüne yayılan gülümsemesiyle Şarık Tara;
“Rahat ol, üç saat yolculuğumuz var, bir değil on soru sorabilirsin!” dedi.
Ve aramızda şöyle bir soru-cevap söyleşisi geçti:
- “Şarık Bey, uçaktaki yolculara bakıyorum, başta siz olmak üzere, çoğu işadamı.”
- “Çoğu değil, hepsi işadamı!”
- “Ama nasıl olur, yıllardır biz Türkiye’de, Komünistlerin Moskova’ya gittiğini sanıyorduk. Oysa Komünistler değil, Kapitalistler Moskova’ya gidiyormuş!”
Şarık Tara ve elemanları hep bir ağızdan ve aynı anda büyük bir kahkaha patlattı! Katıla katıla gülüyorlardı!
Kahkahalar yatışınca Şarık Tara açıkladı:
“Komünistler hiçbir zaman Moskova’ya gelmedi! Hep bizler, yani işadamları geldi! Sen de kısa sürede bunu göreceksin!”
Onlar viskilerini yudumlarken ben yerime döndüm.
Peki, yıllar sonra neden bunu anımsadım?
18 Aralık 2015 tarihli Hürriyet gazetesinde Şarık Tara’nın fotoğrafını gördüm.
Türkiye’de bir dergi, “Türkiye’nin En Büyük 500 Şirketi” araştırması sonucu, Onur Ödülü’nü Şarık Tara’ya vermeyi kararlaştırmış.
Şarık Tara, tekerlekli sandalyede otururken, ödülünü alıyordu.
Türkiye’de dürüst, onurlu ve yetenekli aydınlara “Komünist” damgası vurulup başlarına bin bir türlü bela açılırken, gençlerimizin bir bölümü “Komünistler Moskova’ya!” diye bağırtılırken Kapitalistler Moskova’ya gitmiş, çok büyük paralar kazanmıştı…
Yılmaz Dikbaş
18 Aralık 2015, Cuma
dikbas@kalinka.com.tr
0532 233 31 52

1 Ocak 2016 Cuma

Nabi Bey’e açık mektup: Marx’ı senden öğrenecek değiliz!



İşi gücü bırakıp okullara “Aman ha öğrencilere yeni yıl kutlatmayın, dinen sakıncalı” fetvası göndermekle meşgul olan gerici milli eğitim müdürlerinin bakanı olduğunuzu biliyorduk zaten Nabi Bey.
Duyduk ki… ODTÜ’yü, bilimi, laikliği, ilerici değerleri savunan öğrencilere bir de akıl vermişsin.
Demişsin ki: ODTÜ’de olay çıkarmaya çalışan öğrenciler biraz Karl Marx'ın “Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i” adlı kitabını okusunlar!
Bak hele…
AKP’nin “entel” bakanı olduğunu bir kez daha belli etmek için mi söyledin bu lafı bilmiyorum ya da “Biz 18 Brumaire’i de biliriz” havası yaratmak için mi… Her neden söyledinse orası bizi ilgilendirmez.
Ama şurası ilgilendirir: Biz Karl Marx’ın hangi kitabını, hangi sırayla, hangi yardımcı kaynaklarla, hangi tartışmalar eşliğinde okuyacağımızı, memleketi imam hatip çöplüğüne çeviren bir AKP’liden öğrenecek değiliz!
“Sürü” ve “yobaz” imal etme düzeneği olan 4+4+4 yasasının 24 maddesini hiç tartıştırmadan, despotça ve küstahça Milli Eğitim Komisyonu’ndan 21 dakikada geçiren birisinden kitap tavsiyesi de alacak değiliz!
Bu arada… Marx’ın “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i” adlı o çok önemli, çok değerli, çok kritik ve hâlâ çok güncel eserini elbette iyi biliriz.  
Çünkü Marx, o kitabında bize önünde sonunda despotik gerici iktidarın yıkılacağını müjdeliyor.
Biz de zaten amacımızı hiç saklamadık: Sizin yobaz, gerici, piyasacı saltanatınızı yıkmak, mücadelemizin en önemli amaçlarından biri.
Tepeden bakan bir ukalalıkla sözünü ettiğiniz o kitabı, okuyup anladığınızı, sindirip içselleştirdiğinizi hiç sanmıyorum. Eğer öyle olsaydı, bu toprakların gericilikte en pervasız, despotlukta en acımasız, hukuksuzlukta en hoyrat rejiminin bakanı olamazdınız. Tarikatlara ve tekellere dayalı islâmofaşist sermaye diktatörlüğünün bakanlar kurulunda yer almanızın, bizim gözümüzde hiçbir önemi de yok, değeri de…
Marx, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i” adlı kitabıyla 150 yıl önceden bugüne, aydınlatıcı, berraklaştırıcı, sadeleştirici bir ışık düşürüyor.
Çünkü o kitap, yazıldığı dönemin gelişmeleri dışında, günümüz için de önem taşıyan analizler içeriyor.
Marx, 19. yüzyıl ortalarındaki Fransa’da, bir toplumu vesayet altına alan “vasat” bir adamın nasıl “imparator” pelerinini kuşandığını anlatıyor. Cumhuriyetin nasıl adım adım bir diktatörlüğe doğru geriletildiğini tasvir ediyor.
Engels’in, “tarihsel maddeciliğin en parlak uygulaması” saydığı küçük ama dev bir eser. Tarihsel maddeciliğin en soyut ilkelerinden yola çıkarak, siyasal mücadelenin en somut örneklerine uzanan bir rehber kitap.
Karl Marx’ın tüm yazdıkları içerisinde, tarihsel maddeci yaklaşımı en duru, en sade biçimde anlatan şu cümle de bu kitabın içindedir: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yapar ama onu özgür iradeleriyle değil, kendi seçtikleri koşullar altında değil; dolaysız olarak önlerinde buldukları, verili, geçmişten devrolan koşullar altında yaparlar.”
Evet Nabi Bey… ODTÜ’lü öğrencilere “okuyun” diye öğütlediğiniz eser, Marksistlerin “Fransız üçlemesi” dedikleri diğer iki kitapla birlikte, yani “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” ve “Fransa’da İç Savaş” kitaplarıyla birlikte, devrimin güncelliği anlamına gelmekte.
Yani sizin, sizlerin, gerici ve despot iktidarınızın devrilip, yerine ilerici, laik, eşitlikçi ve özgürlükçü bir emekçi cumhuriyetinin kurulması anlamına gelmekte.
Bizler tam da “18 Brumaire’i” okuduğumuz, onu bir teori ve eylem rehberi kıldığımız için bugün sokaktayız, ODTÜ’deyiz, sizin ensenizdeyiz.
O kitabın son cümlesi şöyle biter Nabi Bey: “Ama imparator pelerini sonunda Louis Bonaparte’ın omuzlarına düştüğünde, Napoleon’ın Vendome Sütunu’nun tepesindeki tunçtan heykeli devrilecek."
Bu cümleyi hiç aklınızdan çıkarmayın.
Çıkarmayın ki, bir gün şu cümle yazıldığında da hatırlayın: “Ama siyasi iktidar sonunda işçi sınıfına ait olduğunda, Tayyip’in Kaçak Saray’daki gayrimeşru ve ucube iktidarı devrilecek.”
Ha unutmadan, bizim memlekette bilimin, aydınlanmanın, devrimci üniversite gençliğinin sembollerinden biri, belki de en önemlisi olan ODTÜ’ye “marka” demişsin.
Senin ağababan da bu memlekete “marka”, memleket yönetimine “şirket” diyor, kendisini “CEO” sanıyordu geçen yıl. Etrafına topladığı patronlara akıl veriyordu, “mevzuat amcayı takmayın” diye!
Bakanı olduğun okulların, liselerin birer medreseye çevrildiğini, tarikatların yönetim ve denetimindeki birer küçük şirkete dönüştüğünü görüyoruz. Şimdi de emperyalizmle, tekellerle, piyasacılıkla mücadelede önemli yeri olan ODTÜ’ye “marka” deme küstahlığını gösteriyorsun… Sensin marka!
Sen tavsiye ettiğin için değil… Biz zaten Marx’ın, Engels’in, Lenin’in eserlerini kitaplığımızdan, masamızdan, çantamızdan ayırmadığımız için yeni yılın ilk günlerinde bir kez daha okuyacağız “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”ni…
Göreceğiz bakalım 3. Bonaparte mı daha döküntüydü, yoksa Kaçak Saray’ın padişah bozuntusu mu? Yoksa Tayyip’in bakanı olarak sen mi?
Okuyalım, ona biz karar veririz.
Bir daha sakın bize kitap tavsiye etmeye kalkma! Senin işin gericilik, bizim işimiz gericilikle mücadele!
31/12/2015


28 Aralık 2015 Pazartesi

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER İKİZ SÖZLEŞMELERİ VE “SELF-DETERMİNATİON İLKESİ”




I. GİRİŞ
İkinci Dünya Savaşının bitmesinden sonra 1980’li yılların sonuna kadar Dünya siyasetinde iki kutuplu bir sistem egemen oldu. Avrupa ise bu iki süper devlet olan ABD ile SSCB arasında ikiye bölünmüştü. İki Almanya’nın varlığı ve Berlin Duvarı ile Nato ve Varşova Paktları bu bölünmüşlüğün simgeleri idi. Bu iki süper güç arasındaki ilişkiler uzlaşmacı değil, güç yarışması ve çatışma temeline dayalı idi. Bir yandan kapitalist dünya bir yanda komünist blok ekonomik, siyasal ve ideolojik bir kavgaya tutuşmuşlardı. Bu nedenle bu döneme ‘Soğuk Savaş’ adı verildi. Bu iki süper güç arasındaki çatışma Dünyanın çeşitli bölgelerinde kriz bölgeleri yarattı ve küçük çaplı savaşlar, silah pazarı yaratma çabalarının da bir sonucu olarak yaşandı.
Ancak bu iki süper güç arasında sıcak ve Dünya savaşına dönüşme ihtimali olan bir savaş yaşanmadı. Bunun nedeni yoğun ve güçlü kitle imha silahlarının iki taraf arasındaki dengeyi sağlamasıdır. SSCB’nin yıkılmasıyla Nato paktı, varlık nedenini büyük ölçüde yitirdi. Artık Nato Avrupa’yı ABD güdümünde ya da kontrolünde tutma amacındadır. SSCB’nin dağılmasıyla ortak düşmanını kaybeden ABD ve Avrupa ise artık aynı safta yer almamaya başladı. Avrupa Devletleri, Avrupa Birliği sürecini hızlandırarak, ortak para birimine geçti. Ve tek bir Avrupa Birleşik Devletleri daha çok zikredilmeye başladı. 1990 yılı Kasım ayında Paris’te toplanan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİK) zirvesinde 21 Kasım 1990 tarihinde 34 devletin Başkanları veya Başbakanları tarafından imzalanan “Yeni Bir Avrupa İçin Paris Şartı” ile artık bölünme ve çatışma döneminin sona erdiği ve demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti ilkelerine dayanan yeni bir işbirliği döneminin başladığı ilan ediliyordu.
Türkiye’de Paris Şartını imzalamıştır. Üretim alanındaki rekabet ABD’nin Avrupa karşısında rekabetini önemli ölçüde azalttı. Avrupa’da birleşen Almanya kıtanın büyük gücü olarak yükselmeye başladı. SSCB’nin dağılması ve Komünist baskının ortadan kalkmasıyla, balkanlarda da yeni gelişmeler yaşandı. 1789 Fransız İhtilalinin ilham verdiği ulusçuluk akımı, Balkanların yeniden yapılanmasına neden oldu. Yugoslavya, Birleşmiş Milletler Antlaşması ile uluslararası hukukun iki temel ilkesi olan “Ulusların Kendi Geleceklerini Belirleme ( Self-Determination ilkesi ) ve “Ülkelerin Toprak Bütünlüğünün Dokunulmazlığı” ilkelerini karşı karşıya getirdi. Sonuçta, “Halkların kendi geleceğini tayin hakkı” galip gelerek, Yugoslavya parçalanmıştır. Bu gelişme hiç şüphesiz Türkiye için de yeni bir Dış Politika ve Milli Güvenlik Politikası gereğini ortaya koymuştur. Son olarak Türkiye, Birleşmiş Milletler Antlaşmalarından ‘İkiz Sözleşmeler’ diye bilinen sözleşmeleri 4 Haziran 2003 tarihinde 4867 ve 4868 sayılı kanunlar ile kabul etmiştir. Onaylanan sözleşmeler 18 Haziran 2003 tarihli Resmi Gazetede yayınlanmıştır.




II. BM ANTLAŞMASI VE İKİZ SÖZLEŞMELER

Birinci Dünya Savaşının ardından Dünya Barışını tesis etme amacıyla kurulan ‘Milletler Cemiyeti’ bu amacına ulaşamamış ve II. Dünya Savaşının çıkmasına engel olamamıştı. İki dünya savaşında Dünya devletlerinin büyük yıkımlara uğramasının ardından Dünya Barışını tesis etme amaçları devam etmiş ve bu amaçla 26 Haziran 1945’de San Fransisco’da Birleşmiş Milletler Antlaşması imzalanmıştır. Birleşmiş Milletler Antlaşması, insan hakları kavramına geniş yer vermiş ancak bu hakları tek tek tanımlamamıştır. Bu tanımlama eksikliği 10 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda ‘İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin kabul edilmesiyle giderildi.
Birleşmiş Milletler Teşkilatının başlıca kuruluş amaçlarından biri, antlaşmanın değişik maddelerinde de belirtildiği gibi, “insan haklarına ve temel özgürlüklerine karşı saygıyı sağlamak ve geliştirmek”ti. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi bu yolda atılmış ilk adım sayılır. Artık ikinci aşamada bir haklar ya da ilkeler dizisi değil, katılan devletlere uluslararası hukuki yükümlülükler yükleyen bağlayıcı nitelikte bir sözleşme ya da sözleşmelerin hazırlanması idi. Bu çalışmalar 20 yıl sürdü. Bu çalışmalar sırasında klasik haklar ile sosyal hakların aynı sözleşmede düzenlenmesi tartışıldı ancak sonuçta iki ayrı sözleşme ile düzenleme yapılmasında karar kılındı. Böylece hazırlanan metinler “Kişisel ve Siyasal Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme (International Covenant on Civil and Political Rights) ve “ Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme” (International Covenant on Economic, Social and Cultural Rights) adlarıyla Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda 16 Aralık 1966 tarihli toplantısında oylanarak kabul edildi.
Ancak bu antlaşmaların yürürlüğe girebilmesi için bir on yıl daha beklemek gerekmiştir. Çünkü her iki metin de yürürlük şartı olarak en az 35 devletin Sözleşmeleri onaylayıp katılma belgelerini Genel Sekreterliğe vermesini öngörmekteydi. Bu şart, 1976 Ocak ayında yerine getirildi ve Sözleşmeler ( İkiz Sözleşmeler diye bilinir ) bu tarihte yürürlüğe girmiş oldu. Türkiye Birleşmiş Milletler Antlaşmasını 15 Ağustos 1945’de onaylayarak kabul etmiştir. Ancak ikiz sözleşmeleri imzalamamıştı. Türkiye ile sözleşmeyi imzalamayan ülkeler Antigua ve Barbuda, Bahamalar, Bahreyn, Bhutan, Birlesik Arap Emirlikleri, Brunei Sultanligi, Endonezya, Fiji, Katar, Kazakistan, Kiribati, Komor Adalari, Küba, Marshall Adalari, Moritanya, Mikronezya, Myanmar, Niue, Oman, Pakistan, Papua Yeni Gine, Saint Kitts ve Nevis, Saint Lucia, Samoa, Suudi Arabistan, Singapur, Svaziland, Tonga, Tuvalu, Vanuatu gibi çoğunluğunu pek de bilinmeyen devletlerin oluşturduğu ülkelerdir. Buna karşılık Bulgaristan, Irak, İran, Libya, Moğolistan, Peru, Senegal, Şili, Uruguay, Ürdün ve Venezüela gibi devletler de ikiz sözleşmeleri imzalamışlardır. 191 Birleşmiş Milletler Üyesi Devletten 148’i sözleşmeleri imzalamıştır. Birleşmiş Milletler bünyesinde oluşturulan 6 temel insan hakları belgesi vardır. Bunlar “İşkence veya diğer Zalimane Gayriinsani veya Küçültücü Muamele veya Cezaya Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi”, “Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme, “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi, “Çocuk Haklarına Dair Sözleşme” ile birlikte sözünü ettiğimiz İkiz Sözleşmelerdir.
Türkiye İkiz Sözleşmeleri 15 Ağustos 2000 tarihinde imzalamıştır. Ancak TBMM onayına sunulmamıştır. 2001 yılı Ulusal Programı ‘Siyasi Kriterler’ başlığı altında, İkiz Sözleşmelere taraf olunması ‘orta vadeli’ hedefler arasında yer almaktadır. Ayrıca ‘Katılım Ortaklığı Belgesi’ de sözleşmelere taraf olunması beklentisini ifade etmekteydi.
Türkiye bu sözleşmeleri 15 Ağustos 2000 tarihinde imzalamıştır. Fakat TBMM’de kabul edilerek yürürlüğe konulmamıştır. İmzalandıktan sonra 3 yıla yakın bir süre geçtikten sonra AB uyum paketleri çerçevesinde 6. Uyum Paketi içinde gündeme geldi. “Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesi” Abdullah Gül başbakanlığında kurulan hükümet döneminde Aralık 2002 yılında meclise sevk edildi. “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi” Nisan 2003 yılında Başbakan R.Tayyip Erdoğan döneminde meclise sevk edildi. Sözleşmeler 4 Haziran 2003 günü 4867 ve 4868 sayılı kanunlar ile TBMM’de kabul edildi. Kabul edilen sözleşmeler 17 Haziran 2003 günü Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından onaylandı. Onaylanan sözleşmeler 18.06.2003 gün ve 25142 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girdi. Türkiye sözleşmeleri ‘3 beyan” ve “1 çekince” ile onaylamayı uygun bulmuştur.
İkiz Sözleşmelerin her ikisinde de birinci maddede yer alan “Self-Determination İlkesi” yani “Halkların Kendi geleceklerini belirleme hakkı” en çok tartışılan madde oldu. Bu tartışmalara geçmeden önce şunu belirtmek gerekir ki bu sözleşmelerde sadece ‘kendi kaderini tayin hakkı’ düzenlenmiyor. Sözleşme, temel hak ve özgürlüklerin serbest bir biçimde kullanılması ve devletlerin hukuka uygun davranması amacıyla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ve ek protokollerine benzer hükümler getirmiştir. Bu haklar: Yaşama Hakkı (md.6), İşkence Yasağı (md.7), Kölelik Yasağı (Md.8), Özgürlük ve Güvenlik Hakkı (md.9), Tutulanların Hakkı (Md.10), Borç Nedeniyle Hapis Yasağı (md.11), Seyahat Özgürlüğü (Md.12), Yabancıların Sınırdışı Edilmesine Karşı Usuli Güvenceler (md.13) , Adil Yargılanma Hakkı (md.14), Kanunsuz ceza Olmaz İlkesi (Md.15), Kişi Olarak Tanınma ve Özel Hayatın Gizliliği Hakkı (Md.16,17), Düşünce,Vicdan ve Din Özgürlüğü (Md.18), İfade Özgürlüğü (Md.19), Savaş Propagandası ve Düşmanlığı Savunma Yasağı (Md.20), Toplanma ve Örgütlenme özgürlükleri (Md.21,22), Ailenin Korunması / Çocukların Hakları (Md.23,24), Siyasal Haklar/Hukuk Önünde Eşitlik (Md.. 25.26) Azınlıkların Korunması (Md.27.)Yine Kişisel ve Siyasal Haklara İlişkin Sözleşmenin 20.maddesine göre her türlü savaş propagandası hukuk tarafından yasaklanır. Ayrımcılığa, kin ve nefrete veya şiddete tahrik eden her hangi bir ulusal, ırksal veya dinsel düşmanlığın savunulması hukuk tarafından yasaklanır. Diğer sözleşme olan Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme de Sosyal Devlet İlkesinin ve başta sağlık, eğitim ve kültür olmak üzere hizmetlerden yararlanmada eşitlik ilkelerinin getirilmesini somut bir biçimde ele alan önemli bir sözleşmedir. Özellikle 1980’ler sonrasında tüm dünyada uygulanagelen neo-liberal politikalar altında zedelenen sosyal devlet, bu sözleşme ile net şekilde ortaya konuyor. Örneğin İlköğretimin ücretsiz olması yükümlülüğü getiriliyor ve bu kapsama, ‘okula ulaşım’, ‘yemek’, ‘ders, araç ve gereçleri’ ve ‘defter ve kitaplar’ giriyor.


III. TÜRKİYE’NİN KOYDUĞU BEYAN VE ÇEKİNCELER

“Kişisel ve Siyasal Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme”nin ilk maddesi ile ikiz sözleşmelerin ikincisi olan “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme”nin ilk maddesi ortaktır ve ‘Halkların kendi kaderlerini tayin hakkı’ başlığı ile şöyle düzenlenmiştir.
“1. Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.
2. Bütün halklar uluslararası hukuka ve karşılıklı menfaat ilkesine dayanan uluslararası ekonomik işbirliği yükümlülüklerine zarar vermemek koşuluyla, doğal kaynakları ve zenginlikleri üzerinde kendi yararına serbestçe tasarrufta bulunabilir. Bir halk sahip olduğu maddi kaynaklardan hiç bir koşulda yoksun bırakılamaz.
3. Kendini Yönetemeyen ve Vesayet altındaki Ülkelerden sorumlu olan Devletler de dahil bu Sözleşmeye Taraf bütün Devletler, kendi kaderini tayin hakkının gerçekleştirilmesi için çaba gösterir ve Birleşmiş Milletler şartının hükümlerine uygun olarak bu hakka saygı gösterir. “
Birinci beyan: Türkiye bu ilk maddeyi beyanda bulanarak kabul etmeyi uygun bulmuştur. Beyan:
“ Türkiye Cumhuriyeti bu sözleşmeden doğan yükümlülüklerini BM yasası (Charter) (özellikle 1 ve 2. maddeler) çerçevesindeki yükümlülüklerine uygun olarak yerine getireceğini beyan eder. “ Sözleşmenin bu maddesi ile ilgili beyanda bulunan ülke sayısı ‘6’dır. Ülkemiz bu konuda yani “halkların kendi kaderini tayin hakkı” ile ilgili beyanda bulunan yedinci ülke olmaktadır. Diğer ülkeler bu konuda bir beyanda bulunmaya gerek duymamışlardır.
Türkiye’nin atıf yaptığı Birleşmiş Milletler Antlaşmasının 1. maddesi “Birleşmiş Milletlerin Amaçları’ başlığı ile düzenlenmiştir. Maddenin birinci bendi “Uluslararası barış ve güvenliği korumak ve bu amaçla, barışı bozmaya yönelik tehditleri önlemek, kaldırmak, saldırganlık ve öteki barış bozucu eylemleri bastırmak üzere etkin toplu önlemler almak, barışçı yollarla adalet ve uluslararası hukuk ilkelerine uygun olarak barışın bozulmasına neden olabilecek uluslararası anlaşmazlık ya da durumların düzeltilmesi ve çözümünü sağlamak” amacını belirtmektedir. Türkiye beyanda bulunurken toprak bütünlüğü ve ulusal güvenlik esasını korumak için hareket etmiştir. Ancak birinci madde ifade tarzı ile Türkiye’nin bu endişesini gidermekten uzaktır.
Türkiye’nin atıf yaptığı BM anlaşmasının ikinci maddesi ise bu konuda Türkiye’ye birinci maddeden daha fazla güvence verir gözükmektedir. Sözkonusu ikinci maddenin dördüncü bendine göre “ Tüm üyeler, uluslararası ilişkilerinde herhangi bir devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlıklarına karşı ya da Birleşmiş Milletler’in amaçlarıyla bağdaşmaz bir başka biçimde güç tehdidinde bulunmaktan ya da güç kullanmaktan kaçınır.” Yine aynı maddenin yedinci bendine göre “Bu antlaşmanın hiçbir hükmü ne özü yönünden bir devletin ulusal yetkisi içinde bulunan işlere, Birleşmiş Milletler’in karışmasına yetki verir, ne de üyeleri, bu gibi işleri, bu antlaşma gereğince bir çözme yöntemine bağlamaya zorlar; bununla birlikte, yedinci bölümde yer alan zorlayıcı önlemlerin uygulanmasına bu ilke hiçbir biçimde engel olmaz.” Türkiye bu beyanlarla, “halkların kendi kaderini tayin hakkı” bahanesiyle diğer devletlerin kendi içişlerine karışmasını engellemek istemiştir. Ancak bunu bir ‘çekince” ile yapmak yerine ‘beyan’ ile yapmıştır.
İkinci Beyan:
“Türkiye Cumhuriyeti, bu sözleşmenin hükümlerinin yalnızca diplomatik ilişkisi bulunan Taraf Devletlere karşı uygulanacağını beyan eder.” Bu beyan ile Türkiye, diplomatik ilişkisinin olmadığı ülkelere karşı bir yükümlülüğünün doğmamasını esas almıştır.
Üçüncü Beyan:
“Türkiye Cumhuriyet, bu Sözleşme’nin ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasasının ve yasal ve idari düzeninin yürürlükte olduğu ülkesel sınırlar itibarıyla onaylanmış bulunduğunu beyan eder.” Bu beyan ile Türkiye, antlaşma ile ülkesel sınırları dışındaki uygulamalardan sorumlu tutulmasını önlemek istemiştir.
Türkiye her iki antlaşmaya birer tane de çekince koşmuştur.
Kişisel ve Siyasal Haklara İlişkin Sözleşme’ye konulan çekince:
“Türkiye Cumhuriyeti, Sözleşme’nin 27.maddesini, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ve 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Andlaşması ve Ek’lerinin ilgili hükümlerine ve usullerine göre uygulama hakkını saklı tutar.”
Sözleşmenin 27.maddesi azınlıkların korunması başlığı ile şu şekilde düzenlenmiştir. “ Etnik, dinsel veya dil azınlıklarının bulunduğu Devletlerde, bu azınlıklara mensup olan kişiler, kendi gruplarının diğer üyeleri ile birlikte, kendi kültürlerinden yararlanma, kendi dinlerine inanma ve bu dine göre ibadet etme, ya da kendi dillerini kullanma hakkından yoksun bırakılmayacaklardır”
Türkiye bu çekince ile ‘azınlıklar’ kavramının genişletilerek uygulanmasını önlemek istemiş; azınlık tanımı ve hakları konusunda Anayasamız ve Lozan Andlaşması’nın özellikle azınlıklar ile ilgili maddelerini saklı tutmuştur.
Türkiye Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Sözleşmeyi de bir çekince ile uygun bulmuştur.
Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Sözleşme’ye konulan çekince:
“Türkiye Cumhuriyeti, Sözleşme’nin 13. maddesinin (3) ve (4). Paragrafları hükümlerini, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 3, 14 ve 42. Maddelerindeki hükümler çerçevesinde uygulama hakkını saklı tutar.”
Sözleşmenin sözkonusu 13. maddesi ‘Eğitim Hakkı’ başlığı ile düzenlenmiştir. İlgili maddenin Türkiye’nin çekince koyduğu 3 ve 4. maddeleri şu şekilde düzenlenmiştir.
“3. Bu sözleşmeye taraf devletler, ana babaların veya –bazı durumlarda- yasal yoldan tayin edilmiş velilerin çocukları için, kamu makamlarınca kurulmuş okulların dışında, Devletin koyduğu ya da onayladığı asgari eğitim standartlarına uygun diğer okulları seçme özgürlüğüne ve çocuklarına kendi inançlarına uygun dinsel ve ahlaki eğitim verme serbestliklerine saygı göstermekle yükümlüdürler.
4. Bu maddenin hiç bir hükmü, bireylerin ve kuruluşların eğitim kurumları kurma ve yönetme özgürlüklerini kısıtlayacak şekilde yorumlanamaz; bu özgürlüğün kullanılması, daima, bu maddenin 1.fıkrasında ortaya konmuş olan ilkelere uyulmasına ve böyle kurumlarda verilen eğitimin Devlet tarafından belirlenebilecek asgari standartlara uygun olması gereğine bağlıdır.”
Türkiye bu maddeyi Anayasamızın 3.maddesi yani devletin bütünlüğü ve dilini düzenleyen maddeyi; 14.maddesi temel hak ve hürriyetlerin kötüye kullanılmaması ve 42.maddesinde düzenlenen Eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi hükümleri çerçevesinde uygulamayı esas almış ve çıkabilecek olası uyuşmazlıklara karşı tedbirli olmayı planlamıştır.
Kişisel ve Siyasal Haklara İlişkin Sözleşmenin 47. maddesine ve yine Ekonomik ve Kültürel Haklara ilişkin sözleşmenin 25. maddesine göre “Bu Sözleşme’nin hiçbir hükmü, tüm halkların doğal zenginlik ve kaynaklarından tam olarak ve özgürce yararlanma ve bunları kullanma konusunda kendiliklerinden sahip bulundukları hakları haleldar edecek şekilde yorumlanamaz.” Türkiye, bu madde ile ilgili herhangi bir çekince veya beyanda bulunmamıştır. Tüm halkların “kendiliklerinden sahip bulundukları haklar” hiçbir şekilde engellenemeyecektir. Ama “kendiliklerinden sahip bulunacakları haklar”ın kapsamı nasıl belirlenecek? “Halklar” kavramı da yine burada bir sorun olarak ortaya çıkıyor.
Son olarak Anayasamızın 90. maddesinde usulüne göre yürürlüğe konulmuş ‘Uluslararası Antlaşmaların’ geçerliliği ve bağlayıcılığını ortaya koyan 5. fıkrasına bakmakta fayda var: “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa mahkemesine başvurulamaz.” Kanunlar hakkında belirli şartlar ile Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine gidilebilirken, usulüne göre yürürlüğe konulmuş uluslararası antlaşmalar hakkında Anayasa Mahkemesine gidilemez. Dolayısıyla uluslararası antlaşmalara hukukumuz bir nevi kanunun üstünde bir yer tanımıştır.

IV. “HALKLARIN KENDİ KADERLERİNİ TAYİN HAKKI” VE “ AZINLIK” KAVRAMLARI

Sözleşmeler Türkiye tarafından Ağustos 2000’de imzalanmış fakat yürürlüğe girmesi aradan 3 yıl geçtikten sonra gerçekleşmiştir. Sözleşmelerin Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmesi ile kamuoyunda sözleşmelerin Türkiye’nin ulusal güvenliğine ve içişlerine karşı tehlikeler içerdiği eleştirileri yapılmıştır. Özellikle her iki sözleşmenin ilk maddesinde yer alan halkların kendi kaderini tayin hakkı eleştirilmiş ve Türkiye’nin bu madde vasıtasıyla bölünmeye doğru sürükleneceği ifade edilmiştir.
Birinci Dünya Savaşının bitmesinden sonra yoğun açlık ve sefalet döneminde yeniden kurulacak Dünya’da söz sahibi olmanın planlarını yapan ABD’de Başkan Thomas Wilson 8 Ocak 1918’de Kongre’ye gönderdiği mesaj ile ’14 Nokta’ diye bilinen ondört maddelik Wilson prensiplerini açıkladı. Wilson bu ondört madde ile Birinci Dünya Savaşından yenik ayrılan milletlerin de hakları olduğunu, Dünya Barışının tesisi için bir cemiyet oluşturulmasını ve küçük milletlerin ve sömürge altındaki Doğu Halklarının da kendi kaderlerini tayin hakkı olduğunu ifade etmiştir. Aslında burada ABD, yeni oluşacak Dünya konjontüründe, büyük sömürge devletleri olan İngiltere, Fransa ve Almanya gibi devletlerin Doğu üzerindeki egemenliklerine son vererek kendisine yeni pazarlar bulma çabasındaydı. Bu amaçla da “Doğu’nun sömürge milletlerinin bağımsızlığı” fikrini işliyordu. Wilson’un katkıları ile Cemiyet-i Akvam ya da Milletler Cemiyeti oluşturulmuşsa da diğer devletlerin bu cemiyete üye olmasına rağmen ABD kongresi cemiyete üye olmayı reddetmiştir. Daha sonraki gelişmeler de ABD’nin bu fikirlerinde samimi olmadığını teyit etmiş ve İkinci Dünya Savaşı patlak vermiştir.
Wilson’dan sonra ABD Başkanı Franklin Roosevelt ünlü “dört özgürlük” demecinde bulunmuştur. Başkan Roosevelt Kongreye sunmuş olduğu 6 Ocak 1941 tarihli mesajında, insanlığın dört temel özgürlüğünün – Söz ve anlatım özgürlüğü, vicdan özgürlüğü, yoksulluktan kurtulma özgürlüğü, korkudan ve endişeden kurtulma özgürlüğü- bütün dünyada gerçekleşmesi gerektiği temennisinde bulunmuştur.
Wilson ve Roosevelt’in çabalarıyla gündeme gelen ulusların kendi kaderlerini belirleme ve yoksulluktan kurtulma özgürlükleri daha sonra Uluslararası metinlere girmeye başlamıştır. BM Genel Kurulu tarafından 1960 yılında kabul edilen 1514 sayılı “Sömürge Halklarına ve Ülkelerine Bağımsızlık Verilmesi Bildirgesi” halkların kendi kaderini belirleme hakkı olan “self-determination” hakkına yer vermiştir. İkiz sözleşmelerdeki birinci maddelerde yer alan “self-determination” hakları da sömürgeciliğin tasfiyesi amacıyla kabul edilen bildirgeden aktarılmıştır. Ancak bu hakkın bu amaçla aktarılması bu maddenin, bugün bazı kişilerce iddia edildiği gibi sadece sömürgecilikten kurtulma durumunda uygulanabileceği anlamına gelmiyor. Nitekim 1970 yılında BM Genel Kurulunda kabul edilen 2625 sayılı “Uluslararası Hukuk İlkeleri Bildirgesi” self-determination hakkının ulus devletlerde kullanılmasına ilişkin esasları düzenlemiştir. Yani madde sadece sömürgeciliğin tasfiyesi ile ilgili değildir. Bu bildirgeye göre rejimin demokrasi olmadığı ülkelerde bu hak kullanabilecek. Rejimin demokrasi olduğu ülkelerde temsili demokrasinin bütün halkı temsil edebilecek mahiyette olması gerekiyor. Aksi halde yani bütün halkların temsil edilemediği temsili modellerde self-determination hakkının kullanılması sözkonusu olabilecek. ‘Self-determination’ ilkesi 1993 tarihli Viyana Dünya İnsan Hakları Konferansında da aynen teyit edildi. Bu konferansta “Hiçbir ayrım yapmadan, tüm toplumu temsil eden demokratik devletlerde, self-determinasyon ilkesinden yararlanılamaz.” denilmiştir. Bu ifadeden ayrım yapan, tüm toplumu temsil etmeyen devletlerde bu hakkın uygulanabileceği fikri ortaya çıkıyor. Yani sadece sömürgecilikten kurtulmak için uygulanabileceği savı yanlışlanmış oluyor.
Türkiye’nin ikiz sözleşmelerden önce onayladığı Birleşmiş Milletler Antlaşmasının birinci maddesinin ikinci bendi “ halkların, hak eşitliği ve kendi yazgılarını belirlemeleri ilkesine saygı temeli üzerinde uluslararası dostça ilişkiler geliştirmek ve evrensel barışı güçlendirecek öteki uygun önlemleri almak” şeklinde düzenlenmiştir. Bu maddede “halkların kendi kaderlerini belirlemeleri ilkesine yani self-determination ilkesine saygı temeli” belirtilmiştir. Ancak bazılarının ifade ettiği gibi bu madde İkiz Sözleşmelerdeki ‘Self-Determination’ ilkesini tam anlamıyla karşılamamaktadır. Birleşmiş Milletler Antlaşması bir haklar ve ilkeler dizisidir. Katılan devletlere açıkça hukuki yükümlülükler yüklememiş, yükümlülükler açıkça tanımlanmamış ve bir denetim mekanizması öngörmemiştir. Daha önemlisi bağlayıcı nitelikte bir sözleşme değildir. Oysa İkiz Sözleşmeler denetim mekanizmalarını ve hakları açık bir dille anlatmıştır. Zaten sözleşmelerin amacı da Birleşmiş Milletler Antlaşmasının kağıt üzerinde kalmadan uygulanması ve taraflara yükümlülük yükleyerek bağlayıcılık vasfını kazandırmaktır.
İkiz sözleşmelerin ilk maddelerinde düzenlenen ‘halkların kendi kaderini tayin hakkı” ifadesi anlamlandırılırken burada geçen halk ifadesi ne anlama gelmektedir. Kimlerin kendi kaderini tayin hakkı olacaktır. ‘Halk’ tanımı hukuki belgelerde tanımlanmamıştır. Taha Akyol’a göre burada ki halk tanımı etnik grupları kapsamaz. Tamamen sömürgeciliğin tasfiyesi ile ilgili bir kavramdır. Ana ülkeyle hiçbir eşit hakka sahip olmayan, istila edilerek egemenlik kurulmuş bir “sömürge”nin halkı bu hakkı ileri sürebilir. Dolayısıyla bu hak çok uzun süre birlikte ve aynı hukuki statüde yaşamış olan ulus devletlerin vatandaşlarını etnik gruplara bölmek için kullanılamaz. Konunun uzmanlarından olan Prof. Ali Karaosmanoğlu’na göre “Kendi kaderini tayin meselesi tamamen sömürgecilikle ilgilidir. BM kurumlarının bunu doğrulayan çok sayıda kararı vardır. Türkiye’nin bu sözleşmeleri imzalamasında bir sakınca yoktur çünkü Türkiye’ye karşı kullanılamaz.” Yine Dış Politika konusunda uzman Prof.Baskın Oran’a göre bu maddede kastedilen halklar ancak bir ülkenin bitişiğinde bulunmayan sömürgeleri veya içindeki kabileleri ifade eder. Örneğin Türkiye’nin dahilindeki bir etnik grup kendisini ‘halk’ ilan ederek bu haktan yararlanamaz. Arada bir deniz veya başka bir ülke bulunmalıdır. Zaten bu madde böyle yorumlanmamış olsa 145 ülke bu sözleşmeleri onaylamazdı.
Oysa yukarıda da açıkladığımız gibi ‘2625’ sayılı BM kararı ‘halk’ ifadesini daha geniş yorumluyor. Ayrıca sözleşmelerin birinci maddesinde maddeyi sadece sömürge halkları için algılamamıza izin verici bir ifade yok. Tersine maddede “bütün halklar” ifadesi ile geniş yorumlanacağı anlamı çıkıyor.
Peki ‘halk’ kavramı ile ‘azınlık’ kavramı arasında ne fark var? Uluslararası hukuka göre azınlıkların kendi kaderini tayin hakkı yok. Oysa halkların kendi kaderini tayin hakkı var. Ayrım bu açıdan önemli. ‘Azınlık’ ülkelerin bünyelerinde barındırdıkları, kurucu ve egemen ulustan olmayan, farklı dinsel ve etnik grupları ifade eder. Lozan andlaşmasına göre azınlık kavramı sadece dini azınlıkları “Rumlar, Museviler ve Ermeniler”i kapsar. Birleşmiş Milletler’in komisyon çalışmalarında ise azınlık olarak güçlü bir bağlılık ve aidiyet duygusu, sayısal olarak çoğunluğu oluşturan halktan az olmak, etnik, dini ya da dilsel özellikler göstermek gibi özellikler ağır basmaktadır. Şubat 1995’de Avrupa Konseyince kabul edilen ve 1 Şubat 1997’de yürürlüğe giren “Ulusal Azınlıkların Korunması Sözleşmesi”ne göre azınlıkların asimilasyona karşı koruma, ayrıcalığın yasaklanması, eşit muamele ve devlet yaşamına katılımın desteklenmesi hakları var. Dikkat edileceği üzere burada “kendi kaderini tayin hakkı” yok. Uluslararası hukuk azınlıklara grup olarak kollektif haklar tanımamakta azınlıkların tek tek üyelerinin bireysel hakkı olarak biçimlendirilmesi esas olmaktadır. Oysa “halk” kavramında böyle bir sınırlandırma yoktur. “Halkların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı” kollektif bir hakkı ifade etmektedir. “Kendi kaderini Tayin Hakkı” iki şekilde somutlaşmaktadır. Birincisi bağımsızlığı esas alan dışsal kaderini tayin hakkı; ikincisi ise içinde yaşadığı devlet sınırları içinde kendi kaderlerini belirleme hakkıdır. Bu ise kollektif haklar çerçevesinde politik diyalog yöntemiyle kendisine statü belirlemektedir.

V. SONUÇ

Bazı siyasetçilere göre ‘halk’ karşılığı ‘kavim’ karşılığıdır. Henüz millet haline gelmemiş etnik grupları da kapsamaktadır. Slovenya, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Makedonya ve Kosova “Self-Determination” ilkesiyle Yugoslavya’dan koparıldılar. Bu siyasetçilere göre Türkiye büyük bir komplo ile karşı karşıyadır. İkiz sözleşmelerdeki ‘halk’ kavramı belirsiz bir kavramdır. Ancak bazı hukukçuların ifade ettiği gibi yalnızca sömürge altında bulunan halklar için uygulanabileceği fikrine katılmıyorum. Dünya’daki sömürge devletlerin yoğun olduğu dönemlerde bu fikrin zikredilmesi ve bu dönemlerde uygulanması, hep bu amaçla uygulanacağı anlamına gelmez. “Bütün halkların” ifadesi bunu ortaya koymaktadır. Önemli olan hangi hal ve şartlarda ‘halk’ kavramına nasıl anlam verileceği ve bu kavrama dayanarak Türkiye’den neleri yapmasının isteneceğidir. Bu yüzden “Sözleşmenin diğer maddeleri esasen olumlu hükümler içeriyor. Ayrıca Türkiye ‘Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin’ yargılama yetkisini kabul ettikten sonra ve bunu da iç hukukta bir ‘yargılamanın iadesi’ sebebi yaptıktan sonra bu sözleşmelerin de onaylanması Türkiye için tehlike doğurmaz.” şeklindeki bir yaklaşım gerçeği yansıtmayabilir. Türkiye konuyu dikkatle takip etmeli ve bölgede her zaman güçlü konumunu sürdürme gayreti içinde olmalıdır. 19 Haziran 2003 tarihinde TBMM’de kabul edilen 4903 sayılı yasa ile 3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanunun 4.maddesinin birinci fıkrasının dördüncü cümlesi “ Ayrıca, kamu ve özel radyo ve televizyon kuruluşlarınca Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerde de yayın yapılabilir.” olarak değiştirilmiştir. Ayrıca yerel yönetimleri güçlendirmeye yönelik olan ve merkezden yerele geniş yetki devirleri öngören “Yerel Yönetimler Yasası” çalışmaları son aşamaya gelmiştir. Bütün bunlar esasen doğru düzenlemelerdir. Ancak Türkiye’nin içinde bulunduğu stratejik öneme haiz topraklar ve hassas güç dengeleri gözetildiği zaman çok daha dikkatli olunması gerektiği aşikardır. Bütün bunlara bir de artık “halkların kendi kaderini belirleme hakkı” ilave edilmiştir.
. 1978 yılında Lice ilçesi Fis köyünde 25 kişinin katılımıyla kurulan yasadışı örgüt pkk, 1984 yılında devletle silahlı mücadeleye başladı. Bu tarihten itibaren 15 yıl boyunca sürekli eylemler yapmış ve pek çok kişinin hayatını kaybetmesine sebep olmuştur. 15 Şubat 1999’da örgütün başı terörist Abdullah Öcalan’ın yakalanmasından sonra örgüt strateji değişikliğine gitti. 11 Eylül Saldırılarının ardından Dünya Kamuoyunun yönü ‘terör’e döndü. Oysa Türkiye yıllardır terörden en çok zarar gören devlet konumundaydı. Ama Dünya Kamuoyu bunlarla ilgilenmedi. İlgilenmek bir yana sürekli Türkiye aleyhine faaliyette bulundular. 11 Eylül saldırılarının ardından ABD’nin ısrarlı çabalarıyla Brüksel’de 27 Aralık 2001’de Avrupa Konseyi terörle mücadele için özel tedbirlerin uygulanmasına dair kararını açıkladı. Bu kararla bir de ‘Ortak Terör Örgütleri Listesi’ açıklandı. Türkiye’nin uzun süredir ‘Ortak Terör Örgütleri Listesi’ne girmesi için uğraş verdiği pkk ve dhkp-c örgütleri; bu dönemde yapılan yoğun temaslara rağmen bu listede yer almadı. Türkiye girişimlerini devam ettirdiyse de 16 Nisan 2002’de terör örgütü pkk aldığı bir kararla örgütün ismini ‘Kadek’ ( kürdistan özgürlük ve demokrasi kongresi ) olarak değiştirdi. Tam da Türkiye’nin AB nezdinde terör örgütleri listesine girmesi için girişimlerini hızlandırdığı bir zamanda yasadışı örgüt ismini değiştirdi. Ne gariptir ki; terör örgütünün ismini değiştirmesinden sonra Brüksel’de ‘pkk’nın da terör örgütleri listesine alınması kararı çıktı. Türkiye Kadek’in de sözkonusu listeye alınması için temaslarını devam ettirmektedir.
Yasadışı örgüt isim değişikliğini yaptıkları 16 Nisan 2002 tarihinden itibaren mücadelelerini demokratik zeminde sürdüreceklerini ve silahlı mücadelenin durdurulduğunu iddia etti. Belki de artık mücadelesini siyasi platformda sürdürmek istiyor. Bu yüzden böylesi bir dönemde Türkiye’nin imzaladığı ‘İkiz Sözleşmeler’ daha bir önem arzetmeye başlıyor.
Aralık 1999’da yapılan Helsinki Zirvesi ve ardından açıklanan ‘Helsinki Deklarasyonu’ Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin bünyesinde barındırdığı kültürel farklılaşmaları da birer azınlık olarak kabul etmek istediklerini ortaya koyuyor. Yani Avrupa Birliği, Lozan Andlaşmasında ki azınlık kavramını genişletmek istiyor.
Yunanistan’ın eski Kültür Bakanı Melina Mercury, ölmeden önce, bir harita yayınladı ve bunu 200 bin adet bastırarak her yere dağıttı. Bu haritaya göre Türkiye 5 bölgeye bölünmüş. Kuzeyde Pontus imparatorluğu, güneyde Araplar, Doğu Anadolu içlerine kadar uzanan İstanbul’da dahil olmak üzere Megali-İdea veya Enosis’in bir uzantısı olan bir bölge tesbit edilmiştir. Bir başka haritada ise Karadeniz Bölgesinde Karadeniz Sosyalist Halk Cumhuriyeti, Doğu Anadolu’da Ermeni Sosyalist Halk Cumhuriyeti, Diyarbakır’dan başlayıp Çukurova’ay kadar uzanan bölgede Kürdistan Sosyalist Cumhuriyeti; yine Çukurovadan başlayıp Konya’nın güneyine kadar olan bölgede bir Arap Halk Cumhuriyeti, Ege ile Marmara bölgelerinde ise bir Yunan Sosyalist Halk Cumhuriyeti var. Orta Anadolu bize kalmış diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz çünkü burda da bir Karaman Sosyalist Cumhuriyeti var.
Bundan 85 yıl önce yapılan Mondros Ateşkes Andlaşması şartlarına karşı direnmeyi başaran ve ardından yapılan Sevr Andlaşmasını da geçersiz kılarak Milli Mücadeleyi kazanıp Lozan Andlaşmasını imza ettiren Türkiye Cumhuriyeti Devleti için düşman uğraşmayı ve topraklarımız üzerindeki emellerini sona erdirmemiştir. İçlerindeki “Türk Düşmanlığını” devam ettirmektedirler.
Türkiye Güneydoğu Anadolu’da gerçekleştirdiği GAP projesiyle bölgeye hayat vermenin ötesinde daha büyük gelişmelerin planlarını yapıyor. Orta Doğu için su, petrol kadar önemlidir. Ve bölge için hayati bir önem arzetmektedir. Bölge için suyun önemi Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Bölgelerinin önemini daha da artırıyor. Ayrıca İsrail’in güvenliği ve bölgedeki hakimiyetini pekiştirmesi de Türkiye’nin güçlenmemesine bağlı. ABD’nin uluslararası hukuka aykırı olarak bölgeye ”pragmatizm temelli demokrasi ihracı” görüntüsünde ki haksız ve hukuksuz işgali ortadadır. Türkiye Devleti bölgedeki gelişmelerden bağımsız kalmak istememekte ancak Türk askeri o bölgeye gitse bile Kuzey Irak’ta bir konuşlanmaya ABD dahil hiçbir grup sıcak bakmamaktadır. Oysa bizim için önemli olan Kuzey Irak’ta cereyan edecek hareketleri kontrol edebilmek ve burada konuşlanmaktır. ABD’nin Çekiç Güç’ten beri bu bölge ile yakın teması ve alakası devam etmektedir. Bu yakın temastan Türkiye’nin ne kadar kazançlı çıktığı ise geçmişe bakıldığı zaman anlaşılacaktır. ABD’nin bölgedeki ‘Türk nüfusunu’ görmezden gelmesi ve Irak Geçici Hükümetinde yalnızca bir Türk ün yer alması anlamlıdır. Bütün bunlar geleceğin önemli gelişmelere gebe olduğunu gösteriyor. Türkiye, uzun dönemli stratejiler yapmalı ve bu kritik bölgede her zaman güçlü olmanın planlarını yapmalıdır. Ve meselelere her zamankinden çok daha fazla ehemmiyet göstermelidir.
Yazan : Tamer Soysal
Bu makaleden kısa alıntı yapmak için alıntı yapılan yazıya aşağıdaki ibare eklenmelidir :
“Birleşmiş Milletler İkiz Sözleşmeleri ve Self Determination İlkesi”; Türk Hukuk Dergisi, Aralık 2003, s.8-13.
"Birleşmiş Milletler İkiz Sözleşmeleri Ve Self-Determination İlkesi" başlıklı makalenin tüm hakları yazarı Tamer Soysal'e aittir ve makale, yazarı tarafından Türk Hukuk Sitesi (http://www.turkhukuksitesi.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır.