24 Ocak 2020 Cuma

BASIN AÇIKLAMASI 24 Ocak gerici diktatörlüğe, işbirlikçiliğe, sömürüye karşı direniş ve başkaldırı günüdür!


Uğur Mumcu’nun katledilerek aramızdan alınışının 27. Yılındayız. 27.Adalet ve Demokrasi Haftası içinde aynı zamanda “hain tuzaklarla” aramızdan alınan Muammer AKSOY, Bahriye ÜÇOK, A. Taner KIŞLALI, Necip HABEMİTOĞLU, Gaffar OKKAN ve daha onlarca devrim şehidini bir kez daha anıyoruz.
Onlar, emperyalizme karşı bağımsızlık, sömürüye karşı eşitlik,  faşizme karşı özgürlük ve demokrasi,  gericiliğe karşı laiklik, savaşa karşı barış ve kardeşlik, ayrımcılığa karşı eşitlik mücadelesi verdikleri için katledildiler. Bu katliamların arkasındaki güçler ülkemizi emperyalizme, sömürüye ve gericiliğe teslim edenlerdir.  Ülkemiz tam da böylesi bir zihniyetin kahredici sultası altındadır. Bugün iktidarda bulunan gelenek ile ülkemizin yüz akı aydınların, Kemalist devrimcilerin, yurtseverlerin katliamını gerçekleştiren zihniyet aynı damardan beslenmektedir ve ortaktır. Aydınlanma düşmanı, emperyalizm uşağı, gerici ve işbirlikçidir.
 Bu nedenle;  Siyasal dinci faşizme ve gericiliğe karşı mücadele, siyasal dinciliği besleyen, palazlandıran ana damar olan emperyalizmle karşı mücadele ile özdeştir. Başka bir söylemle emperyalizmi alt etmeden siyasal-dinci faşizmi ve gericiliği alt etmek olanaksızdır. Hesaplaşmayı dinci-gerici siyasal sistemin temel dayanağı olan emperyalizmle yapmayı göze alamayan her hareket tali sorunları öne çıkarıp dinci faşist sistemin aklanmasına meşrulaştırılmasına hizmet eder.
Toplumsal gericiliği ve bağnazlığı devlet eliyle örgütleyen,  1923 Cumhuriyeti’ni boğazlayan,  tüm kurum ve değerlerini yıkan iktidar ve ortakları, kendi varlıklarını katliamlar, darbeler, baskıcı yöntemler ile sürdürme çabası içindedir. Tam da bu nedenle bugün yaşanan “başkanlık” değil din ambalajı ile örtülmüş faşist diktatörlüktür. Faşist diktatörlükler ise doğası gereği “insanlık suçu” işlemekten sabıkalıdırlar.
Ancak ne yaparlarsa yapsınlar Kubilay’dan bu yana katledilen, yakılan, idam sehpalarına çekilen aydınların, Kemalist devrimcilerin, yurtseverlerin aydınlığını bu ülkenin üzerinden silemediler/silemeyecekler. Emperyalist politikalara, siyasal islamcı rejime, palazlandırılan gericiliğe rağmen bu ülkenin onurlu insanlarının mücadelelerini bitiremediler/bitiremeyecekler.
Bu gün tükenmeye doğru ilerleyen, yaşamın her alanını işgal etmeye çalışan siyasal islamcı baskı rejimine, gericiliğe, diktatörlüğe karşı laiklik ve özgürlük mücadelesini yükseltme, haramilerin saltanatına son verme zamanıdır.
Emperyalizmin dümen suyuna girmiş, iktidarı ele geçirmiş egemenlerin belirlediği meşruluk anlayışı, “tek kişi yasalarını” temel alırken, çoğu zamanda bu yasaları bile tanımazken, Kemalist devrimciler için meşruluk; doğru ve haklı olanın, Kemalist devrimin ve halkın çıkarına olanın savunulmasıdır. Bunun için savaşım verilmesidir.
Bu ülkenin bütün yurttaşlarını bu haklı ve onurlu mücadeleye omuz vermeye çağırıyoruz. Artık “unutmadık” demek yetmiyor. Hain tuzaklarda katledilenlerin özlemini duyduğu bir düzeni kurmak boynumuzun borcudur. Bu nedenle; 24 Ocak yalnızca bir anma günü değil, gerici diktatörlüğe, işbirlikçiliğe, sömürüye karşı direniş ve başkaldırı günüdür!
Dinmeyen acımız, bitmeyen öfkemiz, özlemimiz ve sevgimizle tüm devrim şehitlerimizi bir kez daha anıyoruz. Işıkları yolumuzu aydınlatmaya devam edecek.
Yönetim Kurulu Adına:                                                                                                                   Mahmut ÖZYÜREK
Ulusal Eğitim Derneği
Isparta Şube Başkanı





20 Ocak 2020 Pazartesi

İslamcıdan antiemperyalist olur mu? (Okunulası bir yazı)


Muhammed bin Abdülvahab bir 18. yüzyıl şahsiyeti. Emperyalizmin Ortadoğu ve Afrika’ya el attığı tarihte bir dini hareket oluşturmaya girişti. Ona göre din yozlaşmıştı, arınmak için Müslümanlar dini bilgileri doğrudan doğruya Kuran’dan ve hadislerden öğrenmeli, peygamberin ölümünden sonra benimsenen örf ve adetlerin hepsi terk edilmeliydi. Özetle Abdülvahap, dinin 1000 yılı aşan evrimini reddediyordu. Yorumu “tevhide” dayanıyordu. Allah zat, sıfat ve fiilleri bakımından birleştirilmeliydi. Allah’ın emirleri ve Peygamberin sünneti dışında her şey "bidat"tı. Süslü mezarlar, türbeler, adaklar, muskalar, zikir, nafile namazı, mehdi, hızır, tarikat, üçler, yediler, kırklar bidattı. Tasavvuf, İslami olmayan bir yoldu, tarikat dolandırıcılıktı. Hele hele Şiiliğin kabul edilebilir bir yanı yoktu. Abdülvahap hareketi dinin aslına döndürülmesini isteyen bir ihya hareketiydi. Haliyle takipçileri İslam’ın ilk neslinin “Selefi”ydiler.

Abdülvahap, 1744 yılında Suud aşiretinden Muhammed bin Suud’a kızını verip damat edinerek akrabalık bağı kurdu. Bu evlilik Vahabi-Suudi devletinin başlangıcıdır.

Suudiler, Abdülvahab ruhunu tanrısına teslim edene kadar Riyad çevresini ele geçirip, bedevi kabilelere boyun eğdirmeyi başardı. İlerlediler, 1802’de büyük bir birlikle Kerbela’ya girdiler. Matem ayini yapmak için toplananların iki binden fazlasını boğazladıktan sonra Hüseyin’in türbesindeki altın ve gümüş eşyayı iki yüz deveye yükleyip götürdüler. Bir yıl sonra Taif’i bastılar. Halkını öldürüp mallarını yağmaladılar, dini kitapları yaktılar, etraftaki mezarları ve türbeleri yerle bir ettiler. Sonra Mekke ve Medine’ye yöneldiler. Peygamberin, Ebubekir’in, Ömer’in, Ali ve Fatma’nın doğdukları evleri yıkıp geçtiler. Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa kuvvetleri koşup yetişti, Vahabi-Suudi kuvvetlerini kovalayıp 1813 yılında Mekke ve Medine’yi tekrar Osmanlı yönetimine bağladı.



Türkî bin Abdullah 1824’te Riyad’ı geri aldı, Vahabi uleması Riyad’ı tekrar merkez edindi. Vahabi-Suudi çetesi esnekti, şartlara uymayı başarıyordu. 19. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı’nın sallanmakta olduğunu fark edip İngiliz, Fransız ve İtalyanlarla iş tutmaya başladılar. Osmanlılar “kutsal topraklar”dan çekilmeye başlayınca bölgede batılı emperyalistler ve bir de yedeklerindeki Vahabi-Suudi çete kaldı. Uzatmayalım inişli çıkışlı bir tarihin ardından 1932’de Suudi Arabistan Krallığı’nın ilân edilmesiyle Vahabilik kalıcı devlet desteğine kavuşmuş oldu. Kısa Muhammed bin Abdülvahab tarihidir. İçinde bol katliam ve bol emperyalizm uşaklığı vardır.



Peki sonuçta ne oldu? Suudiler başlangıçta hükmettiği toprakları ataerkil bir biçimde, Vahabilik inancına uygun olarak yönetmeye kalkıştı. Fakat sık sık direnişlerle karşılaşıyor, ayaklarının altındaki toprak kayıyordu. Hacılardan gelen paralarla işin daha fazla yürümeyeceğini anladılar. 1929 krizinin etkisiyle Hacı akını da kesilince, İbni Suud 1933 yılında Standard Oil ile anlaşıp, Basra kıyılarında petrol arama imtiyazını verdi. Kızıldeniz kıyılarını da İngiliz Petroleum Company’ye terk etti. Amerikalılar, İngilizlerin rekabetinden çekiniyordu. Emir ile anlaştılar, Standard Oil ve Texas Oil şirketleri ile birlikte Arabistan-Amerikan Oil (ARAMCO) şirketini kurdular. Böylece Amerikan şirketleri İngiliz şirketlerini oyun dışında bırakmış oldu. Emir düzenli bir gelire kavuştu, iktidarını garantiledi. Ama bu arada Suudi kimliği de bir paravana dönüştü. ARAMCO, yeni Arabistan devletiydi.

***

Thomas Edward Lawrence bir 20. yüzyıl şahsiyeti. İrlanda’da geniş arazileri olan Baron Edward Robert Chapman’ın oğluydu. Avrupa’nın büyük iç savaşın içine sürüklendiği bir çağın çocuğuydu. Asker yazıldı, sonra vazgeçti. 1907’de Oxford’daki İsa Okulu’nun tarih bursunu kazandı. Lawrence’in geleceği için endişelenen babası, onu Canon Christopher aracılığı ile Oxford Üniversitesi’nin iki şarkiyatçısıyla tanıştırdı. Şarkiyatçılardan biri İngiliz istihbarat örgütünde danışmanlık yapan D. G. Hogarth idi. “Arabistanlı Lawrence” için yol böyle açılmıştı.

Haçlı askerî mimarisi konulu bir tez yazma amacıyla Suriye yollarına düştü. Arapça öğrendi, Arap kıyafetleri kuşandı. 1910 yazında Suriye sınırındaki Kargamış’ta British Museum adına sürdürülen Hitit arkeolojik kazılarına katıldı. İngiliz istihbaratı Alman nüfuzunu kırmak üzere Anadolu’daki bu tür faaliyetlerle yakından ilgileniyordu. 1914 yılı başında Filistin Araştırma Vakfı adına başka bir “bilimsel” inceleme gezisine katıldı. Gezi, gerçek Sina çölünde geçitlerin ve su kaynaklarının yerini belirlemek için yapılan bir askerî istihbarat çalışmasıydı. Sonra Kahire’deki Askerî İstihbarat Örgütü’nde görevlendirildi. Görevi Katül‘amâre’de İngiliz kuvvetlerini kuşatan Halil Paşa’yı kuşatmayı kaldırması için ikna etmekti. Halil Paşa’ya kuşatmayı kaldırması için 1 milyon sterlin rüşvet teklif ettiği iddia ediliyordu.



Aynı yıl Şerif Hüseyin ayaklanmasına katılmak üzere Cidde’ye yollandı. Yanında Bedevîlere dağıtılmak üzere çantalar dolusu para götürüyordu. Sonra Şerif Faysal’a danışmanlık yaptı, Siyonistlerle onun arasında arabuluculuk girişimlerinde bulundu. Uzatmayalım, İngiliz ajanı “Arabistanlı Lawrence” Osmanlının Arap Yarımadası’ndan sökülüp atılmasının kahramanlarından biri oldu. Muhammed b. Abdülvahab ile birlikte Vahabi-Suudi ARAMCO devletinin kurucularındandır.

***

Hasan El Benna bir 20. yüzyıl şahsiyeti. Mısır’da İhvan-ı Müslimin’in, namı diğer Müslüman Kardeşler’in kurucusu. 1928 yılında kurulan örgüt, siyasi eylemleriyle dini yardım işlerini bir arada yürüten çalışma modeliyle İslamcı hareketlere ilham verdi. Örgüt demokratik prensipleri desteklediğini söylese de aynı zamanda şeriatla yönetilen bir devlet düzeni hedefliyordu.

Müslüman Kardeşler’in kuruluşu ile Vahabi-Suudi Krallığının kuruluşu aynı döneme rastlar. Ortak özellikleri Kemalist Cumhuriyete düşmanlıklarıdır. Benna’nın hocası Raşit Rida, Mısır’da İngilizlerin desteğiyle yayınladığı “Işık Evi” dergisinde bu nefretlerini şöyle ifade etmişti: “Arabistan’da İbni Suud’un Vahabi hükümdarlığının oluşumuyla yeni bir umut yıldızı doğdu. İbni Suud Hükümeti, Osmanlının yıkılışı ve Türk hükümetinin dinsiz bir hükümete dönüşmesinden bu yana, bugün dünyanın en büyük Müslüman gücü olmuştur.” Raşit Rida’nın öğrencisi Benna da, Mısır’ın Suud Krallığı gibi bir rejimi benimsemesini istiyordu.



Almanya’da Naziler iktidara gelince Müslüman Kardeşler için yeni bir yol daha açılmış oldu. Yahudi düşmanlığı, Nazizm’e sempatilerini kolaylaştırmıştı. Benna, 1943’te bin kişilik bir milis oluşturdu. Hedef sinema ve tiyatroları bombalamak, Yahudilere saldırmak, solcu ve milliyetçilere suikastlar düzenlemekti. Örgütün dergisi “El Dava” kendine dört düşman seçmişti: Batı Hıristiyanlığı, Komünizm, Laiklik ve Siyonizm. Mısır, İhvan eliyle dönüştürülüyordu. Kadınların, erkeklerin kendilerine özgü kıyafetleri vardı. Kız öğrenciler İslam’a dönüşün işareti olarak türban ve uzun kara pardösüler giyiyorlardı. Üniversitelerde güçlendikçe örtünmeyen öğrencilere saldırılar başladı. Halka açık alanlarda toplu namaz gösterileri, Hıristiyanlara, türban takmayan kadınlara, sinemalara, tiyatrolara saldırılar yoğunlaştırıldı. 1940'lı yıllarda Mısır'da 500 bin üyesinin olduğu tahmin ediliyordu. Örgütün kontrolden çıktığını fark eden Mısır hükümeti 1948'de Müslüman Kardeşler'i yasakladı. Benna suikasta kurban gitti. İhvan artık yasadışıydı.

Nasır'ın Süveyş Kanalı’nı devletleştirmesinden sonra, 1954'te İngilizlerle işbirliği içerisinde darbeye kalkıştılar. Darbe başarısız olunca liderlerinin büyük bir bölümü Suudi Arabistan'a kaçtı. Binden fazla kardeş tutuklandı, altısı idam edildi.



Nasır'ın ölümünden sonra eski bir Müslüman Kardeş olan Enver Sedat dönemi başladı. Sedat’ın ilk işi Nasırcı bağımsızlıkçı politikaları terk edip ABD’ye yanaşmak oldu. Nasır döneminde hapsedilen Müslüman Kardeşler örgütü üyelerini serbest bıraktı. 

Gün döndü, devran değişti. Abdülvahab ve Hasan El Benna’nın inançlarının tuhaf bir sentezi üzerinde yükselen “kardeşler” Türkiye’de de iktidar oldu.
Ülkeyi yağmaladılar, yıktılar, sattılar. Suudi kralının arkasından yas tuttular, Mısır İhvanının şefi Mursi’nin arkasından ağıt yaktılar. Bilumum emperyalistlerle birlik olup Suriye’ye saldırdılar. Libya’ya İhvan kalıntılarını kurtarmaya koştular. Öyle utanmazlar ki anti-emperyalizm lakırdıları bile ediyorlar bunca koşuşturma arasında.

***

İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani, ABD saldırısında hayatını kaybetti dün. Dinciydi falan ama aynı zamanda hikâyede adı geçen bütün tiplerin Suriye’de yenilmelerinin de müsebbibiydi. Öldürülmesine en çok İslamcılar sevindi.

1744 yılındaki Vahabi-Suudi evliliğini bir başlangıç sayarsak aşağı yukarı 270 yıllık bir İslamcılık tarihi var önümüzde. Tek bir yerinde antiemperyalizm yoktur.