21 Aralık 2018 Cuma

Unutmayacağız, unutturmayacağız, affetmeyeceğiz... Siz bizlerin bedduasını alan adamsınız... E. Albay Murat Tulga yazdı


Adaletin siyasete kurban edildiği tarihsel olaylar vardır. Fransa’da yaşanan Dreyfus davası, hiç kuşkusuz bu tür olayların en ünlülerinden birisidir.
19’uncu Yüzyılın sonlarında, Fransa’da Albert Dreyfus adlı Yahudi kökenli bir subayın haksız yere casuslukla suçlanarak yüzeysel bir yargılama sonucunda zindana gönderilmesi olayı, Dreyfus Davası olarak adlandırılır.
Dreyfus Davası yalnızca bir hukuk ve ayrımcılık olayı değildir.
Başta ordu ve yargı olmak üzere Fransa’nın tüm kurumlarını temellerinden sarsan büyük bir toplum olayıdır. Fransa tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuştur.
Bu dava çerçevesinde; Fransa toplumunda güç dağılımı keskinleşmiş, kilise ve devlet işlerinin ayrılması gibi sarsıcı önlemler alınmış, sağdaki milliyetçiler ile soldaki anti-militaristler arasında uzun sürecek bir kutuplaşma doğmuştur.
Yargılama süreci sonrası Dreyfus suçlu bulunmuş ve ömür boyu hapse mahkûm edilmiştir. Temyiz başvurusu da sonuç vermemiş, Dreyfus cezasını çekmek üzere Şeytan Adası’na, yani Henri Charriere'nin “Kelebek” adlı romanındaki meşhur cehenneme gönderilmiştir.


Yetersiz kanıtlara dayanan yargılama sırasında, Dreyfus suçlamayı reddetmesine rağmen hem kamuoyu hem de koyu Yahudi düşmanı bir kesimin başını çektiği Fransız basını mahkeme kararını olumlu karşılamıştır.
Ancak delil yarım yamalak, suçlamalar afakî olunca zamanla dava konusunda kuşkular belirmiş ve Dreyfus’un suçsuzluğuna inananların sayısı gitgide çoğalmıştır.
Fransız Gazeteci Emile Zola, 13 Ocak 1898’de, L’Aurore gazetesinin baş sayfasında “Suçluyorum başlıklı bir mektup yayımlayarak Dreyfus’un mahkûm olmasına neden olan ırkçı tavrı ve Fransız kurumlarını eleştirmiştir.
Emile Zola, o zamanki Fransa Cumhurbaşkanına hitaben yazdığı yazısını şöyle bitirmiştir:
“ …Gerçek su yüzüne çıkıyor ve hiçbir şey onu durduramayacak. Olay ancak bugün başlıyor, çünkü konular ancak bugün açık olarak ortaya çıktı. Bir yanda ışığın parlamasını istemeyen suçlular, öbür yanda ışığın parlaması için canlarını verecek doğrucular.
Gerçek toprağın altına kapatıldığı zaman, orada öyle bir toplanır, öyle bir patlama gücü kazanır ki, patladığı gün her şeyi kendisiyle birlikte havaya uçurur. İleri de yıkımların en gümbürtülüsünün hazırlanıp hazırlanmadığını göreceğiz…”
FRANSIZ GENELKURMAY'I BAŞARILI BİR SAVAŞ VERMEMİŞTİR
Dreyfus’un suçsuz olduğuna inananlarla Dreyfus üzerinden Yahudi düşmanlığını pekiştirenler arasında yaşanan bu savaşa ordu, meclis, hükümet, basın ve aydınlar da müdahil olmuştur.
Fransız Genelkurmay’ı bu davada hiç de başarılı bir savaş vermemiştir.
Dreyfus’u suçlu kabul ederek basınla işbirliği halinde Dreyfus’un suçsuz olduğunu ispatlayacak girişimlerin önünü kesmeye çalışmıştır.
Mahkûmiyete dayanak teşkil eden kâğıt parçasındaki (çizelge) el yazısının gerçekte başka birisine ait olduğunu ileri sürenler ya sürgüne gönderilmiş ya da cezalandırılmıştır.
Mesela, Dreyfus’un mahkûm olmasından iki yıl sonra askeri istihbaratın başına geçen Binbaşı Georges Picquart, Dreyfus dosyasını ayrıntılı bir şekilde inceledikten sonra gerçek suçlunun, çizelgeyi kaleme alan Walsin Esterhazy adındaki subay olduğuna kanaat getirmiş, Dreyfus davasının yeniden görülmesi gerektiğini savununca kendisini Tunus’a sürgüne gönderilmiş olarak bulmuştur.
Bu arada suçlanan Esterhazy de askeri mahkemede beraat etmiş, aklanmıştır.
Dreyfus savaşı o kadar kızışmıştır ki, dönemin Savaş Bakanı Cavaignac, aralarında Zola’nın da bulunduğu belli başlı Dreyfusçuların, devletin güvenliğini tehlikeye atmaktan ve anayasal düzene karşı komplo düzenlemekten dolayı Yüce Divan’da yargılanmalarını dahi talep etmiştir.        
Diğer yandan, Dreyfus’un suçsuz olduğunu savunan yazarlar da cezalandırılmıştır.
Émile Zola, Esterhazy’yi beraat ettiren yargıçların ordudan bu yönde emir aldıklarını yazınca 1 yıl hapis ve 3.000 frank para cezasına çarptırılmıştır.
Zola, bunun üzerine İngiltere’ye kaçmış ve hakkında af çıkıncaya kadar da Fransa’ya dönmemiştir.
Bir süre sonra olaylar Dreyfus’un lehine gelişmeye başlamıştır. Artık gerçek saklanamamıştır.
Dreyfus’un mahkûmiyetinde kullanılan belgelerin askeri istihbaratta görevli bir albay tarafından düzmece bir şekilde hazırlandığı ortaya çıkmış, adı geçen albay intihar etmiştir.
Askeri mahkemenin beraat ettirdiği Esterhazy de, Dreyfus’un mahkûm olmasına neden olan çizelgeyi kendisinin yazdığını itiraf etmiş ve İngiltere’ye kaçmıştır.
Bu olaylar üzerine Dreyfus davası yeniden başlamıştır.
"YAŞASIN HAKİKAT"
9 Eylül 1899 günü askeri mahkeme, adli hatayı kabul etmek yerine, Dreyfus’u bu kez hafifletici nedenleri dikkate alarak on yıl hapse mahkûm etmiş, adalet yine yerini bulmamıştır.
Dreyfus yeniden Şeytan Adası’na gönderilmiş, ancak, çok geçmeden Fransa Cumhurbaşkanı, Dreyfus’u affettiğini açıklamıştır.
Dreyfus’un tam olarak aklanması ise; 1906’da yeniden yargılanması ile mümkün olmuştur. Tam on bir yıl önce askeri okulun bahçesinde apoletleri sökülen Dreyfus için, aynı yerde yeni bir tören düzenlenmiş ve bölük komutanı olarak binbaşı rütbesiyle yeniden orduya alınmıştır.
Dreyfus’a ayrıca askeri onur (Legione d’honneur) nişanı verilmiştir.
Dreyfus kendisine “Yaşasın Dreyfus!” diye bağıranlara tarihi bir cevap vermiştir:
“Hayır, yaşasın hakikat!”
Zaman Dreyfus’un suçsuzluğunu pekiştirmiştir.
1930 yılında, askeri bilgileri kendisine sızdırdığı iddia edilen Alman Schwartzkoppen’in günlüğü yayınlandığında gerçek bir kez daha ortaya çıkmıştır. 
Ancak, Fransız ordusunun bu gerçeği tam anlamıyla kabul etmesi neredeyse yüzyıl almıştır. Anlaşılan Fransız Ordusu gerçeklerle biraz zor yüzleşmiştir.
25 Eylül 1995 tarihli, Time dergisinde, Fransız ordusunun aradan yüz yıl geçtikten sonra ilk kez kamuoyu önünde Dreyfus’un suçsuzluğunu resmen ilan ettiğine dair bir yazı yayınlanmıştır.
Fransız ordusunda üst düzey bir komutan olan General Jean-Louis Mourrut, ilk kez kamuoyuna Dreyfus’un suçsuz olduğunu ve ordunun yanlış yaptığını açıklamıştır.
1935 yılında Paris’te ölen Alfred Dreyfus’un aklanmanın ve gerçeğin ortaya çıkmasının huzuruyla ruhunun şad olduğunu düşünüyorum. [1]
Dreyfus’un hikâyesi böyle. Sonu güzel bitiyor.
Dreyfus Davası bir hukuk garabetidir.
Günümüz terminolojisiyle Yahudi karşıtlarının bir Yahudi subaya kumpas kurmasından başka bir şey değildir. Kumpas olunca işin içinde hukuk aramak ne yazık ki, biraz tuhaf kaçmaktadır.
Ama gerçek peşinde koşarak birine karşı yapılmış bir haksızlığın tüm topluma yapıldığını savunan korkusuz bir aydın grubunun varlığını ve bu çabaların sonucunda Dreyfus’un yeniden yargılanarak aklanmasını ve iade- i itibarının kendisine teslim edilmesini de yadsıyamayız.
Vicdan sahibi ve hakikati gören insanlar varmış Fransa’da.
Asıl sonuç bu. Hakikatler saklanamaz, bir gün zapt edilemeyecek şekilde ortaya çıkar. Aydınların görevi de hiç bir şeyden korkmadan ısrarla doğruların yanında olmaktır.
Dreyfus Davası kısaca bu şekilde.
İlk cümlemiz nasıl başlıyordu? “Adaletin siyasete kurban edilmesi.”
Bu kurban edilişler sadece Dreyfus Fransa’sı ile kaim değil, ne yazık ki insanlık tarihi ile birlikte paralel gidiyor. Ama olduğu yer ve zaman o kesit için tam bir utanç abidesi oluyor ve Dreyfus Davasında olduğu gibi tarihe kazınıyor.
Hiç bir Fransız’ın Dreyfus olayını göğsü kabararak anabileceğini düşünmüyorum.
Ya Türkiye…
YÜZLERCE TÜRK DREYFUS VAR
Kumpas davalar süreci. Bu sürecin Dreyfus davasından bir farkı var mı? Azı yok, çoğu var, bu davalarda tek Dreyfus yok, yüzlerce Türk Dreyfus var.
Adaletin siyasete kurban edilmesi demiştik.
Türkiye’de bunun birçok örneği var ve kumpas davalarda da ne yazık ki durum budur.
Dreyfus Davasından tam bir asır sonra yine askerlerin başrolde olduğu, Yahudi karşıtlığı yerine, bu sefer asker düşmanlığının ortaya çıkartıldığı, tamamıyla yetersiz kanıtlara dayandırılan ve adil yargılamanın hak götürdüğü, siyasi iktidar-yandaş basın-yargı üçgeni ile sahneye konulan, Fransız Dreyfus Davasının, Türkiye sürümü: Post-modern Dreyfus davaları, “ Kumpas Davalar”…
Davalar sonuçlandı, bütün sanıklar beraat etti.
Davalar süresince ve sonrasında birçok komutanımız, arkadaşımızı kaybettik, şehit verdik…
Kumpas davalara masumların kanı da bulaşmıştır.
Tüm beraat eden sanıklara bu devletin,  bu iktidarın, bu TSK’nin bir özür borcu yok mudur? Vardır tabii ki ama Fransa’da, Türkiye’de değil.
BIRAKIN AHKAM KESMEYİ...
CHP, Balyoz davası kararının ardından Türk Silahlı Kuvvetlerinin komuta kademesinde tasfiye edilmiş subaylara iade-i itibar bulunmak için hazırladıkları yasa teklifini, 20 Haziran 2014’te, TBMM Başkanlığı'na sunmuştur. İktidar Partisi bu yasayı gündeme almamıştır bile…
Dreyfus’a gösterilen vefanın Türkiye’de bir karşılığı var mıdır? Yoktur.
Bir özür dilemek, çekilen ezaya bir vefa var mıdır? Yoktur.
En son Alb. Murat Özenalp davasında Yargıtay’ın verdiği karar bu adaletsiz devletin ve yargının resmi görüntüsüdür.
MSB Hulusi Akar, son Meclis Bütçe görüşmelerde;
“Cezaevlerindeki arkadaşlarımın hayatını kolaylaştırmak için için her şeyi yaptım diyor…
'İçinizde yatağa yattığınız zaman düşünün, kafanızda tabanca varken hayır…' diyebilecek kaç kişi var? Denemeden söylemeyin” diyor…
Biz denedik Sayın Akar.
Silah arkadaşlarımız kafalarında adaletsizlik silahı varken direnirken öldüler…
Bırakın bize ahkam kesmeyi. 
Sizi ve vefasız komutanları bizler, Hasdal’da, Hadımköy’de, Mamak’da, Maltepe’de Şirinyer’de, Silivri’de, Sincan’da çok iyi tanıdık.
Gerçekleri, arkadaşlarımız için cenaze törenlerini, hapishanelerde çocuklarımıza yaptığımız düğünleri, bu gözler gördü. Her gün bin kere öldük.
Kumpas Davalarda sırasında yaşananlar; Türkiye’yi, Fransa’nın yaşadığı Dreyfus Davasından yüz yıl sonra bir Post-modern Dreyfus Davalar karanlığı ve ayıbı ile yüz yüze bırakmıştır. Bu ayıp sizin üyesi olduğunuz siyasi partinindir, o dönemin komutanlarınındır, sizindir Sayın Akar…
İşte bu yüzden size hakkımızı helal etmiyoruz…
Siz bizlerin bedduasını alan adamsınız…
Unutmayacağız, unutturmayacağız, affetmeyeceğiz…
V. Murat Tulga
[1] “Suçluyorum” Emile ZOLA, Can Yayınları


16 Aralık 2018 Pazar

Said-i Nursi ve Fethullah Gülen'in hezeyanları


Şimdiye kadar nurculuk ekolündeki birçok hurafeyi, takip ettikleri batıl inançları ve umut bağladıkları fetişleri işledim. Zaman zaman hiç ele alınmamış konuları gündeme taşıdım. Boşlukta bir meselenin kalmamasını ve yalan yanlış itikatların din diye pazarlanmamasını istedim.
Kendine Bediüzzaman (Zamanının harikası) lakabı takan Said Nursi, aslında dine sokuşturduğu bâtıl inanç ve hurafelerden ötürü aslında tam karşılığıyla bir Bid’atüzzaman’dır, yani zamanımızın din dışı metodlarının yılmaz neferidir. Dine sokulan hurafeler ve batıl inançlar noktasında üstadını takip eden en önemli nurcu aktör ve tüm dünyaya fitne salan kişi olan Fethullah Gülen de, hakkında uydurulan Mehdi veya Mesih tarzındaki mistik iltifatlardan dolayı bulunduğumuz dönemin fitne sebebidir, yani Fitnetüzzaman’dır.
Bu yazıda Bid’atüzzaman Said Nursi ile Fitnetüzzaman Fethullah Gülen’e ait belli başlı hezeyanlara yer vereceğim.
BİD’ATÜZZAMAN SAİD NURSİ’YE AİT HEZEYANLAR: Hz. MUHAMMED ÇOCUKLARA BEDDUA EDİYORMUŞ
Bid’atüzzaman Said Nursi’nin hezeyanlarından biri, Hz. Muhammed gibi merhamet sahibi şahsiyetin çocuklara lanet ettiği iddiasıdır.
Örnek olarak şu –sözde- dinî kaynağı verebilirim: "Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü vesselam namaz kılarken hırçın bir çocuk namazını kat'edip geçtiğinden Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselam, 'Allah'ım onun izini (ayağını) kes.' demiş. Ondan sonra çocuk daha yürüyememiş, öyle kalmış, hırçınlığının cezasını bulmuş." (Mektubat, On Dokuzuncu Mektup, s. 130.)

Bu sahte dinî kaynağı veren ve aslında üstatlarını savunmaya çabalayan nurcu siteler şu soruyu sormaktadır: “Peygamberimiz bedduayı sevmezdi. Çocuğa neden beddua etmiştir; sebebi nedir?”
Sonra, anlatılan öykünün uyduruk olduğunu düşünmeksizin, hadis diye nakledilen ve Said Nursinin “Mucize” diye gösterdiği örneği, “Aman üstadımız Said’in hezeyanını inkâr etmeyelim kaygısıyla kendilerine göre aşağıdaki açıklamaları getirmektedir: “Mektubat'ta zikredilen bu mucize aynı zamanda Sünen-i Ebu Dâvud'da ve Kadı İyaz'ın Şifâ-i Şerif'inde de rivayet edilmektedir. Ebû Dâvud'da geçen rivayet şu şekildedir: Said bin Gazvan hac dönüşü Tebük'e gelmişti. Bir de ne görsün. Yere oturtulmuş sakat bir adam duruyor. Yanına yaklaştı, niçin bu hâle düştüğünü sordu. Sakat adam şöyle dedi:"Sana bir hadis haber vereceğim, fakat ben sağ oldukça benden duyduğunu kimseye söylemeyeceksin. Hadise şöyledir: "Resulullah Tebük'e geldiğinde bir hurma ağacının önüne inmişti. 'Şu ağaç bizim kıblemizdir.' buyurdu. Ve hurma ağacına dönerek namaza durdu. Ben daha o zaman çocuktum. Koşarak geldim. Sütre olarak duran hurma ağacı ile onun arasından geçtim. Bunun üzerine Resulullah: 'O bizim namazımızı kesti, Allah da onun ayağını kessin.'dedi. O günden bugüne kadar ayağa kalkamaz oldum.” (Ebû Dâvud, Salât: 110) İbni Hibban'ın rivayetinde bu çocuğun Büsr bin Râî el-Amr adında birisi olduğu belirtilmektedir. Mektubat'ta geçen hadisin Arapça metni İbni Hibban'ın rivayetinden alınmıştır. (Sahihu İbni Hibban, 8:152)
Hadis âlimlerinin bu husustaki açıklamaları şu şekildedir: "Önce şöyle bir sual akla gelmektedir: Namaz kılanın önünden bir insanın geçmesiyle namaz bozulmaz, öyleyse Peygamberimiz (asm) neden beddua etmiştir? Diğer taraftan, çocuğun henüz mükellef sayılacak bir yaşta olmadığı anlaşılmaktadır. Bu durumda çocuk, niçin böyle bir cezayı hak etmiştir?" Bu sualleri sıralayan âlimler şu ihtimalleri zikrederek izahlarda bulunmaktadırlar; her şeyden önce, bu çocuğun bir müşrik çocuğu olduğu kuvvetle muhtemeldir. Peygamberimiz (asm)'in namaza durduğunu gören müşrikler, Resul-i Ekrem Efendimiz (asm)'in namazını ifsat etmek maksadıyla çocuklarından birisini tahrik edip Peygamberimiz (asm)'in önünden geçmesini tembih etmişlerdir. Onların bu haince planlarını fark edip gören Peygamberimiz (asm), İslâmın izzetini göstermek ve onların kötü niyetlerini defetmek için, çocuğun o hale gelmesini bir mucize olarak göstermiştir. Diğer bir ihtimal, bu çocuk her ne kadar çocuk görünüşlü ise de, buluğ çağına gelmiş olduğundan, Peygamberimiz (asm), çocuğun önünden kasdî olarak geçtiğini anlamış ve böyle bir bedduada bulunmuştur. (eş-Şifâ, 1/632)  (http://www.sorularlarisale.com/makale/13796/peygamber_efendimizin_bir_cocuga_beddua_etmesini_nasil_degerlendirmeliyiz.html)
Şimdi soruyorum “Yukarıdaki hadis metninin bir peygamber sözü olduğuna inanıyor musunuz ya da Risale-i Nur’da yer alan bu sözün savunularak yorumlanması sizi ikna edebildi mi?”
HzZ MUHAMMED’İN DOĞAÜSTÜ GÖSTERİLER SERGİLEMİŞ
En büyük mucizesi (Aklı kendine hayran bırakan eser) Kur’an olan bir dinin, “Peygamberin doğaüstü sergilediği harikalar ve kehanetler” dizisine ihtiyacı bulunmadığı kesin iken, Said Nursi hemen hepsi uydurma kaynakları kullanarak özellikle Mektubat adlı kitabının Mucizât-ı Ahmediye bölümünde İslam’ı, hurafeler ve batıl inançlar manzumelerine sahip bir din şeklinde savunmaya çalışmaktadır.
Mesela Hz. Muhammed’in Parmağıyla Ayı ikiye ayırması (Şakkı Kamer) meselesi oldukça ilginç bir anlatımdır. Akla, mantığa, bilime, dinin insanı sınava çeken anlayışına aykırı bir inanç olan “Ay’ın Peygamberin parmağıyla ikiye yarılması” iddiası, Said Nursi için ciddi ciddi savunulan bir konudur.
Said Nursi konuyla ilgili: “Kamer gibi parlak bir mu’cize-i Ahmediye (a.s.m.) olan inşikak-ı kameri, evhâm-ı fâside ile inhisâfa uğratmak isteyen feylesoflar ve onların muhakemesiz mukallitleri diyorlar ki: “Eğer inşikak-ı kamer vuku bulsaydı, umum âleme malûm olurdu; bütün tarih-i beşerin nakletmesi lâzım gelirdi. Elcevap… İnşikak-ı kamer, dâvâ-yı nübüvvete delil olmak için, o dâvâyı işiten ve inkâr eden hazır bir cemaate, gecede, vakt-i gaflette, âni olarak gösterildiğinden, hem ihtilâf-ı metâli ve sis ve bulut gibi rüyete mâni esbabın vücudu ile beraber, o zamanda medeniyet taammüm etmediğinden ve hususîkaldığından ve tarassudât-ı semâviye pek az olduğundan, bütün etraf-ı âlemde görülmek, umumtarihlere geçmek elbette lâzım değildir. Şakk-ı Kamer yüzünden bu evham bulutlarını dağıtacak çok noktalardan şimdilik [beş noktayı] dinle.” (Mektubat, On Dokuzuncu ve Otuz Birinci Sözlerin Zeyli) diyerek, aslında hiçbir şekilde izahı yapılamayacak bu meselenin güya ispatına girişiyor.
EVREN HZ. MUHAMMED İÇİN YARATILMIŞ
İlahiyat çevresinde kısaca “Levlâke” hadisi diye bilinen ve Hz. Muhammed’e hitaben “Sen olmasaydın hiçbir varlık yaratılmazdı” anlamındaki din kaynağının uydurma olduğunu bugün nurcular bile kabul etmektedir.
YAZDIĞI KİTAPLAR ELEŞTİRİLEMEZ ÖZELLİKTEYMİŞ
İslam akaidine göre, yanlışsın kabul edilen tek kaynak Kur’an’daki nass adı verilen hükümlerdir. Üstelik bunlar bile tartışılabilir vasıftadır, çünkü Allah bazen Kur’an’da monolog düzeyinde kendi varlığı dahil çok ilahi bilgiyi tartışır, yani dogmatiklikten çıkarıp felsefi alana taşır.
Oysa Said Nursi “Kendine yazdırıldığı, indirildiği, ilham edildiği, sünuhat olarak sunulduğu” savıyla yazdığı Risale-i Nurların hiçbir kayıtla eleştirilemeyeceğini deklare etmekte ve “Kimin haddidir ki, bu Nurlarda yanlışlık bulsun” (Barla Lahikası, İkinci Zeyl) ve “Kimin haddi var ki, risalelerin birisine el uzatsın veyahut dil uzatsın veyahut bir cümlesini tenkid etsin veyahut bir kelimesine, hatta bir harfine ve belki bir noktasına itirazda bulunsun.” (Barla Lahikası, s. 194) diyebilmektedir.
HZ. ALİ’YE ALLAH’TAN SAYFALAR İNMİŞ
İslam ilahiyatında Allah tarafından Cebrail aracılığıyla peygamberlere indirilen ilahi mesajlara vahiy adı verilmektedir. Bu tanrısal seremoniyi başka insanlara uygulamak ise dinî terminoloji açısından yasaktır ama “Gulat” tabir ettiğimiz aşırı ve batıl din yorumları ekollerine göre normaldir.
Hz. Ali’ye Allah’tan sayfa inme konusunu Said Nursi şöyle anlatmaktadır “Bir gün Ali bin Ebi Talib Peygamberimizle beraber otururken, Cebrail İsm-i Azamın yazılı olduğu bir sayfayı Hz Ali’nin kucağına bırakıyor. Ali bin Ebi Talib; Cebrail’i gök kuşağı şeklinde gördüm. Sesini işittim, bu sayfayı Ondan aldım, bu isimleri de içinde buldum diyerek; bir takım olaylardan bahsettikten sonra tahdis-i nimet suretinde diyor ki: Dünyanın yaratılmasından kıyamete kadar olan bütün ilimlerin sırlarını bu sayfa sayesinde keşfettim. Kim ne istiyorsa sorsun, sözümden şüphe edenler de zelil olsun… “ (Metnin orijinali için bakınız: Sikke-i tasdik-i gaybi, On sekizinci Lem’a, Kaynaklı-indeksli Risale-i Nur külliyatı, Said Nursi, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1995, c. 2 s. 2078- 2079)
Bu meseleyi, yani Ercüze adlı şiirimsi dua veya münacaatın inmesi meselesini hiçbir hadis kaynağına dayandıramayan nurcular, aslında peygamberlere vahiy inmesini çağrıştıran ifadeleri, birçok meselede olduğu gibi saçma argümanlarla tevil etmeye çabalamaktadır.
FİTNETÜZZAMAN FETHULLAH GÜLEN’E AİT HEZEYANLAR
Bu bölümde hem kendisinin ve bağlılarının onun hakkında uydurdukları ilahi vasıflar, hem de onun için başkalarının uydurduğu mistik yalanlara yer ayıracağım.
KUTBU’L AKTAB VE KUTBU’L İRŞAD MAKAMINDAYMIŞ
Kutub sözlükte, medâr yani değirmenin alt taşına yerleştirilen ve üst taşın dönmesini sağlayan demir anlamındadır. Kutub’la alakalı olarak tasavvufî kaynaklarda şu bilgilere rastlamaktayız: “Kutub; en büyük veli (Allah dostu), her zaman âlemde Allah’ın nazar (özel koruduğu) kıldığı tek kişidir. Kutub, bir tarikatın en büyüğü, âlemde Allah’ın iradesini temsil eden evliyanın, rütbe ve derece bakımından en yüksek olanıdır. Kısacası kutub, Hz. Muhammed’in varisidir; ‘Varis-i Resul’dür. Kutub, âlemin ruhu, âlem de onun bedeni gibidir. Her şey kutbun çevresinde ve onun sayesinde hareket eder, her şeyi o idare eder.”
Fethullah Gülen kendisinin makamını anlatırken bir Kutbu’l Aktab ve Kutbu’l İrşad olduğundan, yani Allah’ın otoritesinden sonra ama adeta peygamberlerden üstün ve kalpleri idare eden kişi olduğundan söz eder. Fethullah Gülen, Kutbu’l Aktab ve Kutbu’l İrşad terimlerini şöyle tanımlamaktadır: “Hz. Muhammed ahirete göçünce, onu bu dünyada temsil edenler, Allah ile irtibatları kavi olan insanlardır. Onlar, mazhariyetleri ve misyonlarıyla bir bakıma yeryüzünde âdeta Kâbe konumundadırlar. Bazen onlar Kâbe’nin etrafında, bazen de Kâbe onların etrafında döner. İşte böyle kişilere ‘Kutub’ adı verilir. Bu kişiler, hep tazarru (Allah’a boyun eğen), naz ve niyaz makamında bulunmaktadırlar. Allah böylelerinin bakışları ile kâinata bakar, merhamet veya gazap eder. Kutub makamının bir adım ötesinde ‘Gavsiyet’ makamı yer alır. Bu makamı kazananların tasarrufları öldükten sonra da devam eder. Kutbu’l-irşad hem kutup hem de gavsdır. O, bütün insanlığı sahil-i selamete çıkaracak bir rahmet ve ışıktır. Özetle, kutbu’l-irşad, kâinatın manâ, mahiyet ve muhtevasını anlatan, yeryüzünde Cenâb-ı Hakk’ın matmah-ı nazarı, (hırsla baktığı, herkesten gözü gibi esirgediği) bir hakikat eridir.”
Gülen, kör gözüne parmak sokar gibi, kimi tarif etmiş dersiniz?
HZ. MUHAMMED İLE GÖRÜŞÜYORMUŞ
Fethullah Gülen Cemaat Örgütü soruşturmasının itirafçısı olan bir karı-koca hâkim çift, HSYK seçimlerinde oy istenirken Fethullah Gülen'den etkilendiklerini söylemişlerdi. Güya Fethullah Gülen rüyasında, Kâbe'de Hz. Peygamber ile görüşmüş, Peygamber de Gülen'e, "Seni üzüyorlar değil mi, merak etme az kaldı" demiş ve cemaat içinde yayılan bu söylence zayıf iradeli şahıslar üzerinde manevi bir baskı oluşturmuş.
Çiftin ifadelerine göre Fethullahçı Örgüt; mensuplarını maneviyatlarının gücüne göre 5'lik, 4'lük, 3'lük, 2'lik ve 1'lik diye ayırıyordu. Fethullah Gülen Örgütü soruşturması sırasında açığa alınıp tutuklanan, isimleri savcılıkça gizli tutulan karı koca hâkimler: "2014’ün Ekim ayında gerçekleşen HSYK seçimleri öncesinde Ankara'dan gelen zayıf yapılı, Adanalı, orta boylu, esmer tenli, ismini bilmediğim bir şahıs evime geldi. Fethullah Gülen'in rüyasında Kâbe'ye gittiğini, Kâbe'de Peygamberimiz ile görüştüğünü, Peygamberimizin “Seni üzüyorlar değil mi?” diye sorduğunu, Gülen'in 'evet' manasında başını sallayıp ağladığını, bunun üzerine peygamberimizin “Merak etme, az kaldı” şeklinde cevap verdiğini anlatarak HSYK seçimlerini kesinlikle bağımsız adayların kazanacağını, onlar için oy vermemizi ve oy istememiz gerektiğini belirten konuşmalar yaptı.” ifadesini kullanmıştır. Ayrıca aynı çift, Gülen'in Hz. Muhammed ile uyku ve uyanıklık arasındaki yakazada görüştüğünü, Peygamber ile farklı boyutlarda diyalogda bulunduğunu, onu sürekli rüyasında görüp istişare ettiğini, ondan nasihat ve kararlar aldığını ifadelerine eklemiştir.
HZ. MUHAMMED TÜRKÇE OLİMPİYATLARINA KATILMIŞ
Fethullah Gülen, Pensilvanya'da yaptığı sohbetinde Türkçe Olimpiyatlarıyla ilgili çok sayıda mektup aldığını, bu mektuplarda Peygamberin de Türkçe Olimpiyatlarına katıldığının yazıldığını ifade ederek kendisi de bu fikre onay vermekteydi. İşte Gülen'in o açıklamaları: "Yaklaşırsan, yaklaşırlar; şirin görürsen, şirin görürler; kabul edersen, kabul görürsün. Senin âlemden beklediğini âlemin de senden beklediğini asla aklından çıkarmamalısın! Arkadaşlarımız ona yakın mektup okudu. Hepsi Peygamber Efendimizin (S.A.V) Olimpiyat Stadlarına teşrif buyurduğunu söylediler. Şimdi ben kendi içimden hep diyordum ki; 'yav acaba meseleyi tahrif mi ediyoruz, aşağıya mı çekiyoruz, folklordür, şarkılardır, şiirlerdir... bunlarla'. Fakat demek ki bazı hakikatlerin ifade edilmesi adına, ittifakın sağlanması adına, kalplerin birbirlerine karşı yumuşaması adına, bunlar çok önemli faktörler ki; İnsanlığın iftihar tablosu (Peygamberimiz), bazılarımızın, bir kısım mutasavvıf ve sufi görünümlü kimselerin yadırgamalarına rağmen, teşrif etti...”
Ayrıca Fethullah Gülen, bir müridinin "Peygamberimizle birlikte rüyalara gelmişsiniz. Efendimiz: “Twitter'daki paylaşımları ikiye katlayın buyurmuş" sözüne cevaben "Aynen uygulayın! Ne diyorsa onu yapın" şeklinde talimat vermiştir.
FETHULLAH GÜLEN’İN EMRİNDE CİNLER VARMIŞ
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, Fethullah Gülen Cemaat Örgütünün cinleri de kullandığına dair bir iddia ortaya atmıştı. Buna benzer ipe sapa gelmez iddialar İslamcı camiada çok kullanılmaktadır. Hapisten çıkan İbda-C lideri Salih Mirzabeyoğlu da buna benzer şeyler mırıldanmıştı.
Konuya dönecek olursak, Fethullah Gülen’in darbe girişimi başta olmak üzere birçok olayı cinlerle yaptığını savunan Gökçek: “Size çok komik gelecek ama bunu enteresan bir metotla yapıyorlar. Üç harflilerle yapıyorlar. Herkes bundan sonra biraz da bunu tartışsın. İnsanları cinlerle esir alıyorlar. Bakın etrafımızda birçok insanın belli konularda esir alındığı aşikârdır. Böyle bir kabiliyetleri var. Haşhaşiler denmesinin nedeni de bu. İnsanlar büyüleniyor ve esir alınıyor. Onun (Fethullah Gülen) ufak ama değerli bir metali var, ondan dağıtırlar. Bana da getirdiler verdiler bir dönemde. Derler ki ‘Bu üzerinde olduğu takdirde sen her şeyden korunursun.’ Bir de Cevşen’leri var. İçinde de belli bir takım formüller vardı. Bunlarla insanları etkileyip esir alıyorlar. Canlı olarak buna benzer olaylarla karşılaştım. Çok yakınımdaki bir ismin üç harflilerle ne hale getirildiğini, ölecek hale getirildiğini biliyorum. Arkasından bunu bozanlar da vardı. Bir kuyunun içinden bıçak çıktı, o alınıp denize atıldı ve kadıncağız düzeldi. Bunu yaşadık.” dedi.
Ancak Melih Gökçek, “Madem öyle neden başarıya ulaşamadılar” sorusuna şöyle yanıt vermişti: “Yapıyorlar da nereye kadar yapıyorlar. Allah’ın kudretine kadar yapıyorlar. ” yorumunda bulundu. (Sözcü Gazetesi, 24.7.2016)
İSA’NIN BABASI HZ. MUHAMMED İMİŞ
“Kur'an’dan İdrake Yansıyanlar” adlı kitabında Fethullah Gülen, Meryem Suresi 17. ayetinin mealini kendi ifadesiyle şöyle veriyor: ”Sonra, insanlardan gizlenmek için bir perde germişti. Ruhumuzu göndermiştik de, ona (Hz. Meryem’e) tam bir insan olarak görünmüştü.” Fethullah Gülen sonra şu yorumunu ilave etmektedir: “Acaba ne idi bu ruh? Hemen büyük çoğunluğu itibariyle bütün tefsirler, ayeti kerime de “Ruhumuzu gönderdik” diye belirtilen ruhun Cebrail meleği olduğunu ifade etmektedirler. Ne var ki, burada Kur’an ‘Ruh’ tabirini kullanıyor; ruhun ne olduğunda ise görüş ayrılığı vardır. Görüş ayrılıkları içinde ilginç yorumlar vardır; hatta Hz. Muhammed’in ruhunu içine alacak kadar ilginç yorumlar vardır. Evet, bu da muhtemeldir; zira Hz. Meryem çok afife ve nezihe bir kadındı. Bu itibarla da gözlerinin içine başka bir hayal girmemişti ve girmemeliydi. Ona sadece kendisine helal olan biri bakmalıydı. O da olsa olsa Hz. Muhammed olabilirdi; zira o bir münasebetle Hz. Meryem’in kendisiyle nikâhlandığına işaret buyuruyordu. Bu açıdan da ’Ruh’un Efendimizin ruhu olabileceği ihtimal dahilindedir.”
Fethullah Gülen, cümlesinin sonunda bu konuda kesin ifade kullanmadığını belirtiyorsa da, konuya şüphe çeken bir zorlamayla yaklaşarak ve adeta ayete işkence ederek bir tuhaf yorumda bulunmaktadır. Gülen'in sözünü ettiği işaret, Kenzul Ummal‘daki uydurma hadistir. Güya Hz. Muhammed demiş ki: “Cennette Allah beni İsa’nın annesi Meryem ile evlendirecek.” (F. Gülen, Kur’an’dan İdrake Yansıyanlar,  2000, s.247-248.)
Ne diyelim…
Hezeyan bir psikolojik hastalıktır ve şayet dinin yanlış yorumlanmasından kaynaklanıyorsa pek devası da bulunmaz.
Mistik hezeyanlar, cemaat ve tarikat liderleri için oluştuğunda, ahiretteki kayıplarının dışında bu sapkın yapılara fazla zarar vermez, aksine saf dimağların kendilerine yönelmelerine hizmet eder. Dinci gruplara uzak kişilerin elinde böylesine manevi yöne hitap edip sömüren oyuncaklar olmadığından cemaat ve tarikat üyelerine karşı tartışmalarda başarılı olma şansları maalesef azdır. Fakat dine ait gerekli güncellemeyi yapmada geç kalan İslam dininin, yakın zamanda bünyesindeki sağlam dinamikleri hatırlatarak kendisi üzerinden nemalanan İslamcı yapıları zir ü zeber edeceğine kanaatim tamdır.
Bid’atüzzaman Said Nursi ile onun has talebesi Fitnetüzzaman Fethullah Gülen’e ait hezeyanlar bunlarla bitmiyor elbette.
Sizlerle diğer mistik dinî mevzuları değişik zamanlarda paylaşacağım.
Nazif Ay