3 Mart Devrim
Yasalarıyla ilgili dikkatleri çeken ilk şey, birbirini besleyen 3 ana sorunu,
birlikte çözen önemli bir girişim olduğudur. 3 Marta, yalnızca
"yasal" bir düzenleme olarak bakarsak, bugün ona sahip çıkanlarla
karşı çıkanlar için neden bu kadar önemli olduğunu anlamak mümkün değildir.
Oysa bu yasal düzenlemenin altında bir tür toplumsal tabakalaşmanın yattığını
ya da daha açık söylersek bir sınıf mücadelesinin olduğunu ifade edersek
yaşanan tartışmaları daha anlamlı bir çerçeveye oturtmuş oluruz.
Hilafet ile
Şeriye ve Evkaf Vekaletinin kaldırılması ve Tevhid-i Tedrisat yasası, aşağıda
irdeleyeceğimiz tarihsel sancımalarımıza bir çözüm arayışı olarak karşımıza
çıkmaktadır. Devleti oluşturan egemenlik ilişkilerini yeniden düzenleyen bu
devrim yasaları geçmişle hesaplaşma olduğu kadar gelecekle yüzleşme olarak da
değerlendirilmelidir.
Ama bunlardan
çok daha önemli olan bir başka gerçeklik, bugünkü çatışmanın gerçek nedenini
ortaya koymaktadır. Eğitim sistemi üzerinden kastlaşan ve sınıf temelli bir
statüye sahip olanlar yine eğitim sistemi üzerinden Devrimle hesaplaşmaktadır.
3 Mart bir
laikleşme çabasıdır ve önemli bir eşiğin geçilmesidir. Hilafetin Osmanlıya
getirilmesiyle başlayan dinselleşme süreci 1839 Tanzimat Fermanıyla kesintiye
uğramıştır. 1839'dan 3 Mart sürecine kadar geçen süre ise laik nüvelerin
yeşermesine neden olan oluşumlarla doludur. Bugün ise, AKP iktidarında, bu
dönemlere bir yenisinin eklenmesinden bahsedilebilecek gelişmeler yaşamaktayız.
Eğitimde
Karşıtların Çatışması
Tanzimat ve
Islahat Fermanları, her ne kadar yabancı devletlerin dayatması olarak algılansa
da 'Devlet-i Ali Osmani'nin parçalanmasını durdurmak amacını da taşımaktaydı.
Bir tür 'hakların tanzimi' ya da kanunlaşma süreci, ister istemez halkın
yönetime katılımı ve dış ilişkilerin gelişmesi sonuçlarını doğurmuştu.
Devlet, bir
taraftan da kurumsallaşmaya çalışıyordu. Medreselerin dışında yeni eğitim
kurumlarının kurulması ile yabancı ve azınlık okullarının da yaygınlaşması
sonucu, tarihte ilk olarak "eğitim-öğretimin birleştirilmesi"
girişimi 1857 yılında Maarif Nezaretinin[1] kurulmasıyla gerçekleştirildi.
Bahsi geçin girişim, dönemin en önemli eğitim gelişmelerinden biriydi.
Bir diğer
gelişim de Islahat Fermanıyla birlikte belirdi: Ferman, Gayrimüslimlerin de
devlet okullarında okuması ve kamu görevlisi olmalarının önünü açtı[2] ve
ortaya mecburi bir sekülarizm çıkmış oldu. Bu mecburiyet ilişkisi, diyalektik
biçimde kendi karşıtını doğurdu ve ardından Abdülhamit istibdadı geldi.
Abdülhamit süreci, kuşkusuz kopuşun yaşandığı ara dönemdir. Çünkü Abdülhamit'in
devleti İslamcılaştıkça Gayrimüslimler kopmuş, Gayrimüslimler koptukça devlet
İslamcılaşmıştır.
Devlet bu
süreçte yeni okullar açıyor ya da açılan okulları kontrol etmeyi amaçlıyordu.
Atılan her adım, daha önce eğitim sistemini parsellemiş ve devletin en üst
kademelerinde önemli yerlerde bulunmuş olan "Ulema" sınıfının
yetkilerini daraltır olmuştu. Çünkü yeni hukuk, yeni tedrisat ve yetişen yeni
kuşak, sistemin önceki aktörlerinin yetkilerini daraltan bir gelişme
gösteriyordu.
Enderun yerine
kurulan Mektebi Mülkiyenin mezunları, Tanzimat'ın taksim ettiği yeni durumun
idarecileri de olacaktı. Taşrada da görev başı yapan mülkiyeliler, öncesinde
tüm yargı sürecini elinde bulunduran "kadı"ların yetkilerini
sınırlandıran yetkilerle donatılıyorlardı. Bir tür laikleşme nüveleri
yeşeriyordu: Kadılar evlenme, boşanma, miras, vesayet gibi Şeri konulara bakar
olmuşlardı. Kaldı ki, hem Tanzimat ve hem de Islahat Fermanları, kamu
görevlerini Gayrimüslimlere de açıyordu. Bu başlı başına yeni görev tasnifleri
demekti. Ancak ne olursa olsun, düzenlemeler, Ulemanın yetkilerini daraltsa da
ekonomik konumlarına bir zarar vermiş değildi...
Osmanlı'dan
Devreden Eğitim Mirası
Osmanlı'da
eğitim, bilinenin aksine Mektep ve Medrese ayrımından daha derin parçalanmalara
sahiptir. Yabancı ve azınlık okulları bu parçalanmada ilk ikisi kadar önemli
bir yer tutmaktadır.
Azınlık
okulları Fatih, yabancı okullar da Kanuni dönemine kadar uzanan hukuksal
statülere sahiptir. 1535 yılında Fransa ile imzalanan "Barış ve Dostluk
Antlaşması" her ne kadar, eğitimi değil ticari ve adli konuları kapsıyor
gibi görünse de, kapitülasyonların, yabancı okulların açılmasında dayanak
olduğu bilinmektedir.[3]
Osmanlı; Rum,
Ermeni ve Musevilerin millet kavramı içerisinde ve inanış çeşitliliklerine
uygun biçimde ayrı ayrı örgütlenmelerine olanak sağlamıştı. Böylelikle
Gayrimüslimlerin bir araya gelerek karşıt bir direnç oluşturmasına da engel
olunuyordu. İmparatorluk dahilindeki milletler, inanç merkezleri İstanbul'da
olacak biçimde örgütlenmiş ve eğitimlerini de gerçekleştirecek olanaklara sahip
olmuşlardı. Özellikle Avrupa'yla ilişkilerin güçlenmesine bağlı olarak yüzlerle
ifade edilecek düzeyde okullar açmaya başlamışlardır. Bu, Osmanlı'nın içindeki
Türk ve Müslüman olmayan okullaşmanın ilk boyutuydu. Diğeri ise yabancı
devletlerin anlaşmalardan aldıkları yetkilerle Osmanlı coğrafyasında açmış
olduğu okullardı.
Örneğin, 1914'e
gelindiğinde imparatorlukta 17 Amerikan dini misyonu, 200 misyon şubesi ve 600
Amerikan okuluyla 27 konsolosluk bulunuyordu.[4] Yabancı okulların iki temel
görevi vardı: Birincisi, Osmanlı topraklarında bulunan Gayrimüslimler üzerinde
nüfuz oluşturmak, ikincisi ise Müslümanlar üzerinde misyonerlik faaliyeti
yürütmekti. Parçalanmakta olan Osmanlı için durum iç açıcı değildi.
Azınlık
okulları da özellikle Anadolu'da yaygınlaşmış bulunuyordu; Rum okullarının
sayısı 1878'de 665 Ermeni okullarının sayısı 1902'de İstanbul'dakiler hariç
797'yi bulmuştu.[5]
Tevhid-i
Tedrisat'ın birinci kazanımı, pek de görülmeyen bu alan üzerinde yarattığı
kontrol ile gerçekleşmiştir. Öğretimin Birleştirilmesi, yalnızca mektep-medrese
ayrımını ortadan kaldırmakla ilgili değil, eğitimdeki emperyalist sızmalara
karşı geliştirilen bir tedbir olarak da değerlendirilmelidir.
Vakıf ve Eğitim
İlişkisi
Yalnızca
Osmanlı'da değil, tüm İslam coğrafyasında eğitim olgusu vakıflar üzerine inşa
edilmişti. Belli bir mülkün hayırseverlik amacıyla kamusal hizmete tahsis
edilmesi olarak tanımlanan Vakıf, İslam'dan önce ve diğer uygarlıkların da
kullandığı bir sistemin adı. Ama hiç kuşkusuz, bunu en yaygın kullanan uygarlık
İslam uygarlığıdır.[6]
Osmanlı'da mülk
ve devlet arasında bir koşutluk olduğu ve hatta "mülk" teriminin
devletin egemenlik biçimini tarif etmek için kullanıldığını, devletin,
hanedanın "mülkü" olduğunu biliyoruz. Bir başka deyişle mülk-devlet
hem hanedana aitti ve hem de egemenlik ilişkisini resmediyordu. Vakıf
ilişkilerinin bu anlamda, böylesine bütüncül bir devlet ve egemenlik tanımının
dışında ayrıksı bir yapısının olduğunu unutmamak gerekiyor. Öte tarafta,
vakıfları idare eden Ulema, mülk tanımını esneterek vakıfların ayrıksı ve özel
statüsünü perçinlemektedir. Ulema sınıfı ile hanedan kesiminin çıkarları,
mevcut mülkiyet ilişkilerinin sürdürülmesi açısından ortaklık gösteriyordu.
Vakıf kavramı bu mülkiyet biçiminin temelini oluşturmaktaydı.
Osmanlıda
yaşanan gerilemelere bağlı olarak vakıf sistemi de çözülmeye, amacından sapacak
şekilde kullanılmaya başlanmıştı. Gelirlerinin vergiden muaf tutulması,
vakıfları birer geçim kaynağı haline getirdi.[7] Vakıf gelirleri öylesine
büyümüştü ki 18. yüzyılda devlet bütçesinin yarısına eşit hale gelmişti.[8]
Vakfın yaşaması için gerekli maddi koşulları hazırlayan kişi (dükkan, arsa
geliri bağışlanması) aynı zamanda vakfın çalışma koşullarını da belirliyordu.
Örneğin Fatih Vakfına, 661 dükkanın geliri medrese giderlerinin karşılanması
amacıyla bağışlanmıştır.[9] Ortada inanılmaz büyüklükte bir gelirin yönetimi
söz konusuydu.
Medreseler
Medreselerin
vakıflarla ilişkisi, giderlerinin, bağışlanan vakıf gelirleriyle karşılanıyor
olmasıyla sınırlı değildir. Medreseler yalnızca birer eğitim kurumları olarak
işlev görmüş de değildir: Şiiliğe karşı Sünni İslam inancının propaganda
merkezini oluşturmuşlardır. [10] Daha İslamlaşma sürecinin başında, göçebelik
ve yerleşik hayat arasındaki çelişki, inanış tercihlerindeki farklılıklara da
denk düşmektedir. Yerleşik hayata erken geçen ve devletin sınıfsal yapısını
biçimlendiren egemen kültür Sünni İslam inancını benimsemiş ve bu ilişki,
benimsememiş olanlara dayatmaya dönüşmüştür. Medreseler bu dayatma ediminin
aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. Daha açık söylersek, medreseler, toplumun
inanışına biçim vermek için devlet aygıtının araçsallaştırdığı kurumlar olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Eğitim
açısından ise Medreseler dogmatik inancın her defasında yeniden üretilmesi
işlevini yerine getirmektedir. İşte bu nedenle Medrese ve Mektep arasındaki
ayrım önemlidir: Medrese, 'drs' ünsüzlerinden türemiş ve ders okutulan yer
anlamına gelen bir sözcüktür. Buna karşılık Mektep, 'ktp' ünsüzlerinden türemiş
ve okuma-yazmaya, öğrenmeye dayalı bir kavramın karşılığı olarak
kullanılmıştır. Demek ki fark, daha sözcüklerin kökeninden itibaren
başlamaktadır. Biri ezbere dayalı ve dogmatik tekrarları içerirken, ötekinde
muhakemeye dayalı bir gelişim süreci söz konusudur.
Sistem,
medreseleri, egemen inancın propaganda aracı olarak kullandığı kadar onlara
bazı ayrıcalıklar da tanımıştı. Örneğin, 1914'te yalnız İstanbul'da 178 medrese
vardı. Burada 7000 öğrenci yaşıyordu. Buna karşılık Darülfunun'da 2119 öğrenci
vardı. Medrese öğrencilerinin çoğunluğunun ortalama yaşı 35'ti.[11]
Medreselerdeki öğrenci ve müderrisler askerlikten muaf bir yaşantı
sürüyorlardı. Savaşlarla dolu bir ömrü olan Osmanlı İmparatorluğunda
askerlikten muaf olmanın çok önemli bir ayrıcalık olduğu açıktır. İşin gerçeği,
medreseler asker kaçağı yuvalarına dönüşmüştü.[12] Daha erken bir tarihte ve
Payitaht dışındaki bir ilde-Kayseri'de de benzer bir durum söz konusudur. 1847
yılında, Kayseri şehir merkezindeki 22 medrese üzerinde yapılan bir
araştırmada, medreselere girişteki yaş ortalamasının 18, eğitim-öğretim
süresinin de 8 yıl olduğu görülmektedir. Medresedeki genel yaş ortalaması da
25'tir. Yine 1845 yılında İstanbul'daki medrese öğrencilerin yaş ortalaması da
24,6 olarak görülmektedir.[13] Medrese odalarında 8 yıl boyunca aralıksız kalan
öğrencilerin oranının oldukça yüksek olduğu da görülmektedir.[14]
Ayrıca
Medreselerde bulunan öğrencilerin birbirlerine akrabalık ya da hemşerilik
ilişkisiyle bağlı olduğu anlaşılmaktadır.[15] Tüm bunlar, barınma koşullarının,
burslu yaşamanın ve çalışmadan geçimini sürdürmenin olanaklarını yaratan
medrese ve vakıf imkanlarının kan bağı ve hemşerilik ilişkileriyle
sömürüldüğünü göstermektedir.
Medreseler
yalnızca egemen inancın yeniden üretilmesini değil, egemen inancı
yaygınlaştıran 'entelijansiya'yı da yeniden üretme görevinin üstlenmişti. Bu
entelijansiyanın adı Ulemadan başka bir şey değildi.
Ulema Sınıfının
Ayrıcalıkları
Ulema, alim
sözcüğünün çoğuludur ve Osmanlı'da manevi kimliği en güçlü sınıfı
oluşturmaktadır; bu anlamda adı konmasa da bir ruhban sınıfı olarak kökleştiği
söylenebilir. Yukarıda bahsi geçen Vakıf
ve Medrese sistemini işleten özne de Ulema'dan başkası değildir.
Ulema
sınıfının, Osmanlı'da, başka hiç bir sınıfa tanınmamış son derece özel
ayrıcalıkları vardır. Bunların başında 'idam edilemiyor olmaları'
gelmektedir.[16] Bu ayrıcalık, Şeyhülislam ve kadıların hüküm verirken,
müderrislerin öğretim yaparken, korkusuzca, akla ve gerçeğe uygun,
vicdanlarının sesini dinleyerek davranabilmeleri için düşünülmüştü.[17] Ancak
idam edilemiyor olmalarının mevcut toplumsal sistemde inanılmaz bir getirisi
oluşmuştu, o da müsadereden uzak tutulmalarıydı...
Osmanlı'da
müsadere, devlet ricalini tehdit eden bir silahtı ve tüm servetleri tehdidi
altına almıştı.[18] Vakıflar, kurucularına, mallarını müsadere dışında tutmaya
imkan tanıyordu ve kurucular malları üzerinde tasarruf hakkına sahiplerdi.[19]
Kuşkusuz Osmanlı bunu, ayanın, vezirlerin ve zenginleşerek güçlü hale gelme
ihtimali olan bütün kesimlerin devlete olası diklenmesinin önüne geçmek için
kullanıyordu. En sonunda müsadere kavramı miras yoluyla zenginleşmenin ve bir
güç odağı haline gelmenin önünde bir engeldi. Bu anlamda idam edilmedikleri
için miras yoluyla zenginleşen tek sınıf Ulemaydı. Peki Ulema mirasını kime
bırakıyordu?
Beşik Ulemalığı
vasıtasıyla, yeterlilikleri olmayan oğullarına... Medreselerin yaygın biçimde
bozulmalarından çok önce[20] ulema oğulları ayrıcalık sahibi olmaya başlamış
iyi öğrenim görmemiş olmalarına rağmen bu statüden yararlanmışlardır. Ulema
sınıfının vakıflarla olan ilişkisi de soya bağlılıkla doğrudan ilişkilidir. Bir
başka deyişle ulema sınıfı vakıf kurma etkinliklerinde bulunmuş ya da aileleri
vakıf yöneticiliğinde bulunmuş kişilerin ulema olduğu görülmüştür.[21]
Böylelikle vakıf gelirlerinden hem pay almış ve hem de yönetir olmuşlardır.
Ulema sınıfının, ister beşik ulemalığı şeklinde olsun, ister kayırmacılık
biçiminde ulemalık sıfatı verilmiş olsun ya da ister liyakat gözetilerek bu
sıfatı kazanmış olsun, soy ilişkileri üzerinden süregeldiğine yönelik ciddi
örnekler vardır.[22]
Bu, soy
ilişkisi yoluyla ulemalığın devamlılığını sağlaması, onu kabaca bir kast haline
getiriyordu. Toplumsal olarak da gözönünde olan, yargıyı yerelden merkeze kadar
elinde bulunduran bu kastlaşmış yapının, kendine özgü giyisiler kullanması
imrenilecek bir statüye sahip olduklarının da bir başka göstergesini
oluşturuyordu. Bozulma ise gözlerden kaçmıyordu.
Örneğin, 1851
yılında çıkan Ceza Kanunnamesi, "ulemanın rüşvet halinin cezalandırmasını"
da kapsayan hükümler içermekteydi.[23]
Son olarak
Cevdet Paşa'dan bir alıntıyla bitirelim: Cevdet Paşa ulema sınıfının
yozlaşmasına yönelik olarak "Devlet ricalinin içine düştüğü lüks, israf ve
ihtişamdan İlmiye teşkilatı da etkilenmiş, ilmiye tarikine mensup olanlar,
arpalık ve maişetler ile adamlarına ve yakınlarına tevcih ettirdikleri Kaza
makamlarını, arttırma yoluyla, fazla para verenlere naiplikle
devretmişlerdir." demektedir.[24]
Fetretten
Birliğe, Birlikten Fetrete...
Osmanlı, içinden
Mustafa Kemallerin de çıktığı okulları açmaya başladığında tek amacı vardı:
Çökmekte olan İmparatorluğu kurtarmak... Batılı anlamda eğitim yapan okullar,
yeni insan tipini inşa edecekti; savaşlar kazanacak subaylar, yabancı dil bilen
bürokratlar ve mühendisler, doktorlar... Ancak bu girişim, mevcut eğitim
sistemine paralel ve neredeyse tamamen bağımsız yeni bir eğitim biçimlenmesi
ortaya çıkartmıştı. Müslüman tebaa, ilk defa farklı bir eğitim sistemiyle
tanışıyordu.
Kuşkusuz
bugünkü eğitim sancımaları 100 yıl öncesine sarkan bir hesaplaşmanın yansıması;
Türkiye, Cumhuriyet rejimiyle birlikte büyük bir dönüşüme adım atarken, önceki
toplumsal yapının mirasını da değiştirmeye çalışmıştı. Bu değişimin en büyük
hesaplaşması eğitim sisteminde gerçekleşti. Osmanlı siyasal ve toplumsal
yapısının bir yansıması olan eğitimin bölünmüş yapılaşması, mevcut toplumsal
sınıfları besleyen ve yeniden üreten bir yapının da ürünüydü. Doğal olarak
eğitim sistemiyle etle tırnak gibi bütünleşmiş olan sınıfsallık, bir bakıma, kendisini
her defasında yeniden üretmek için sürdürülebilir ilişkilere ihtiyaç duyuyordu.
İşte Medrese sistemi bu toplumsal yapıyı yeniden üreten sistemin adıydı.
Ulema sınıfının
da üzerinde durduğu toplumsal tabakalaşma Vakıf-Şeri Hukuk-Medreselerden oluşan
üçlü bir sac ayağının üzerine bina edilmişti. Şeriye ve Evkaf Vekaleti bunun
için vardı ve Medreseler bu vekalete bağlıydı.
Yüzyılların
biriktirdiği kurulu bir düzen içinde kökleşmiş olan ulema sınıfı, son derece
geniş ve hiçbir kesime tanınmamış ayrıcalıklarla donatılmıştı. Bir
imparatorluğun bütçesinin yarısı büyüklüğünde vakıf ekonomisini tekellerine
geçirmiş, idamdan ve müsaderen uzak, ulemalığın soya dayalı mekanizması
sayesinde miras yoluyla zenginleşen, askerlikten muaf, yargı kurumunu elinde bulunduran,
kanaat önderi... 3 Mart'ta birikimlerinin tamamının ortadan kalktığına şahit
olmuşlardı. Dini hüviyetlerinin en tepe noktasındaki Halifelik kaldırılmış,
yargı erkleri ve ekonomik güçlerinin bağlı olduğu Şeriye ve Evkaf Vekaleti ilga
edilmiş ve... Kendilerini hep yeniden ürettikleri medreseler kapatılmıştı.
Devrim, açık bir şekilde sınıfsal bir devrimdi ve eski toplumsal düzenin
sürekliliğine neden olacak bir başka sınıfı -Ulemalığı- açıkça tasfiye
ediyordu.
Bugün...
AKP sistemli
biçimde eğitim sistemini değiştirmeye çalışmaktadır. Bu değişikliklerin iki
temel yönelimi olduğunu ifade etmek gerekiyor: Birincisi, egemen eğitim
politikalarının Türkiye'deki sistemi de etkilemesi ve
"piyasalaşmanın" dayatılmasıdır. Eğitim bu süreç içinde bir hak
olmaktan çıkartılmış metalaştırılmıştır. İkincisi de yine birincisi gibi
ideolojiktir; ama evrensel niteliklerden öte, yerel özellikler taşımaktadır.
İktidar, "kendi inanç değerlerini eğitim sisteminin merkezine"
yerleştirmiştir. Böylelikle siyasetin diğer alanlarındakine benzer bir
ötekileştirme süreci eğitim yoluyla da gerçekleşmiştir. Buradan yola çıkarak,
son dönem eğitim politikalarının hedefinin, insan yetiştirmek değil, yetişecek
olan insanlar üzerinde mutlak bir kontrol sağlamak olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Siyasal
iktidarın eğitim sistemini doğrudan biçimlendirmeye çalışan anlayışının
arkasında 3 Mart'la hesaplaşmanın yattığı söylemek hiç de zor değil. Eğitim ve
Öğretimin Birliği, bugün, farklı bir anlayışla eğitim yapan kurumların
varlığıyla delinmekte ve eğitimde fetret yeniden inşa edilmektedir.
Önder Yılmaz
EĞİTİMİŞ GENEL
EĞİTİM SEKRETERİ
[1] Maarif,
aydınlanma anlamına da gelen bir terimdi. Bakınız; Niyazi Berkes, Türkiye'de
Çağdaşlaşma, Yapı Kredi Yayınları, 15. Baskı, 2010, s. 179
[2] Süreç
uygulanamamış kesintiye uğramıştır. Bakınız; Selçuk Akşin Somel, Gayrımüslim
Okulları Nasıl Azınlık Okullarına Dönüştü, Tarih Vakfı Yayınları, 1. Baskı,
2013, s. 13
[3] İlk açılan
yabancı okul Kasım 1583'te Galata'da Saint-Benoit kilisesinin yanında,
Fransa'dan aynı yıl gelen beş cizvit rahibinin İstanbul'a gelmesiyle
açılmıştır. Bakınız; Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, Kültür Koleji Yayınları,
5. Baskı,1994, s.89
[4] Gülten
Kazgan, Tanzimat'tan 21. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları, 1. Baskı, 2002, s. 20. Amerikalı misyonerlerin kurdukları okulların
özellikle Ermeniler üzerinde etkili olduğu bilinmektedir. Bakınız; Somel, s. 9
[5] Somel, s.
70-80
[6] Taner
Timur, Toplumsal Değişme ve Üniversiteler (TDÜ), İmge Yayınevi, 1. Baskı, 2000,
s. 45 Bir başka taraftan, müsadere kavramının, mülkün korunması için
vakıflaşmayı beslediği de söylenebilir.
[7] Bayram
Kodaman, Abdülhamid Devri Eğitim Sistemi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 3.
Baskı, 1999, s. IX-X. Kodaman, vakıfların bozulmasıyla medreselerin bozulmasını
bir tutuyor: "Vakıflar sosyal niteliğini kaybetti. Vakıflardaki bozulma,
medreselere de yansıdı; ilim yuvası olmaktan çıkıp menfaat yuvalarına
dönüştüler. Medreseler beşik ulemasının eline düştü ve her türlü yeni ve müsbet
düşünceye kapılarını kapadı. Medreseler özerkliklerini kaybedip siyasetle
meşgul olmaya başladı, siyaset de medreseye girdi."
[8] Akyüz,
s.95. Vakıf harcamalarının %30'u ibadet hizmetlerine %28'i eğitim öğretim
hizmetlerine ayrılmıştır.
[9] Timur, TDÜ,
s. 216
[10] Akyüz, s.
20
[11] Berkes, s.
439
[12]
Medreselerin askerlikten muafiyeti tarihsel süreci olan bir konudur. II. Mahmut
döneminde de konunun tartışıldığı bilinir. Ancak bir kanunla, Medreseler, II.
Abdülhamit döneminde 1892'de askerlikten muafiyetleri yasal hale gelmiştir.
Bakınız; Timur, TDÜ, s. 210
[13] Ahmet
Cihan, "Klasik Dönemde Osmanlı Medreselerinde Sosyal Hayat, Personel
Çeşitliliği ve Sosyal Mobilizasyon", Osmanlı Devletinde Eğitim Hukuk ve
Modernleşme, Ark Yayınları, 1. Baskı, 2006, s. 23-4
[14] Cihan, s.
54
[15] Cihan, s.
19
[16] Çok nadir
de olsa idam edilenleri vardır. En önemlileri Molla Lütfi'dir. Ayrıntılı bilgi
için bakınız: http://egitimhaberci.com/yazar-191-...
[17] Akyüz, s.
63-4
[18] Taner
Timur, Osmanlı Toplumsal Düzeni (OTD), İmge Yayınevi, 4. Baskı, 2001, s. 245
[19] Suraiya
Faroqhi, "16. Yüzyıl Sonlarında Osmanlı Uleması Arasında Sosyal
Hareketlilik", Osmanlı Eğitim Mirası, Doğubatı Yayınları, 2013, s. 186
[20] Ulema
oğullarına, babalarının yüksek mevkileri dolayısıyla böyle bir ayrıcalık ve
imtiyaz tanınması, 16. yüzyıldaki yaygın bozulmalardan çok öncedir ve onların
ilk kaynaklarını teşkil eder. Bu yolda ilk imtiyaz, Molla Fenari diye meşhur
olan zatın (ölümü 1431) oğullarına ve torunlarına verilmişti. Bakınız; Akyüz s.
68
[21] Faroqhi,
s.169
[22] İlgili
kaynakta, incelenen 100 ilmiye mensubuyla ilişkili olarak soya bağlı ulemalık
ilişkilerine yönelik ayrıntılı bilgiler verilmektedir. Bakınız; Faroqhi
s.167-9. Aynı kaynakta bakınız: Örneğin Sultan Selimin saltanatı dönemi
içerisinde incelenmiş ve hakkında bilgi verilen 24 alimden sadece üçaünün bir
ulema ailesinden gelmediği tespit edilmiştir. s. 185. Yine, Ulemalığın babadan
oğula geçen bir ünvan olmasıyla ilgili bakınız,Timur, TDÜ s. 53
[23] Ejder
Okumuş, "Osmanlı Devletinde Modernleşme Süreci", Osmanlı Devletinde
Eğitim Hukuk ve Modernleşme, 1. Baskı, 2006, s. 279
[24] Okumuş, s.
189
Önder Yılmaz
Eğitim-İş
Sendikası Genel Merkez'de Genel Eğitim Sekreteri
https://www.facebook.com/notes/%C3%B6nder-y%C4%B1lmaz/e%C4%9Fitimde-s%C4%B1n%C4%B1f-fetret-ve-devrim-%C3%B6%C4%9Fretmen-d%C3%BCnyas%C4%B1-say%C4%B1435/10156680444860093
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder