Aydınlanma ile başlıyoruz...
17. Yüzyılda açıldı, 18. Yüzyılda Büyük Fransız Devrimi ile
taçlandı. Aydınlanmanın yaptığı açıktı; doğa ile insan arasındaki ilişkiden
dini ve tanrıyı çıkarıyordu. İnsan böylece doğa ile doğrudan ilişki kuran
aydınlanmış bir tür olarak yeniden tanımlanıyordu. Yeni insan dini bir varlık
olmaktan çok felsefi bir varlık olacak, dinin buyruklarıyla değil aklıyla
hareket edecekti. Aydınlanma çağının öncü düşünürleri aklın otoritesine
dayanarak tanrının kellesini uçurdular ve böylece kralın kellesinin uçurulması
için gereken akli ortamı hazırlamış oldular. Son adımı atmak Kant’ın izinden
giden "Incorruptible” Maximilien Robespierre’e kaldı. Boyun eğmez bir
devrimciydi, pek diktatördü ve çok acımasız olduğunu biliyoruz. Diktatoryaya
inandığı ve zalim olduğu için değildi bu. Aydınlık bir düzene ulaşmak için
diktatorya ve terör geçici ancak zorunlu devrimci yöntemlerdi. Cumhuriyet’ten
geri dönülmesini engellemek için kralı idam ettirmek icraatları arasındadır.
Kurmak için kırmak gerekiyordu, çok kırıcı olduğunu biliyoruz.
Demek ki Aydınlanma ile başlayacaksak Kant’ın ve onun pratik hali
Robespierre’in izinden yürümeliyiz. Bu iz ise, “Jakoben” bir yola işaret
etmektedir. “Jakoben”, AKP döneminin yandaşlarının en ağır küfrüdür. İttihat’ı
ve Kemalizm’i Jakoben saydılar ve mahkemelerde hep Jakoben aradılar. Aydınlık
korkusudur ve artık buradayız.
Aydınlanma, insan ve doğa arasındaki ilişkiden tanrıyı çıkarmakla
başlar, bunun yerine tanrıya ve dine ihtiyaç duymayan yeni bir düşünme biçimi
koyarak mantıki sonuçlarına ulaşır. Kralsız ve tanrısız bir yoldur aydınlanma.
Kralsızlık cumhuriyete, tanrısızlık ise laikliğe yolu açar. Bunlar, laiklik ve
cumhuriyet, aydınlanmanın olmazsa olmazlarıdır.
Fransa’da başlayan bu devrimci rüzgâr ağır ama düzenli adımlarla
Osmanlı coğrafyasına doğru ilerledi, III. Selim işte böylesi boyun eğmez
devrimcilerin Avrupa’yı salladığı yıllarda iktidara gelmişti. Saray erkânı uzun
zamandır Yeniçeri ocağının oyuncağıydı. Ama Selim, “Hacı Bektaş köçekleri”
dediği Yeniçerilerin sorun yaratmasının nedeninin Bektaşi tarikatı olduğuna
inanıyordu. O yüzden Yeniçerilere karşı kurduğu Nizam-ı Cedid askerinin manevi
eğitimini Mevlevi Tarikatına bıraktı. Böylece devletinin, bağnazlığın ve
yobazlığın cenderesinden kurtulabileceğine inanıyordu. Jean-Jacques Rousseau sultana
pek uzaktı, Robespierre’in gelişi için ise tarihin henüz işini tamamlaması
gerekiyordu.
Yeniçeri ocağını bütünüyle ortadan kaldırma planları yapan II.
Mahmut da bunun aynı zamanda tarikata karşı bir savaş olduğunun bilincindeydi.
Ocağın kaldırılmasının ardından Bektaşilikle mücadele yıllarca sürdü.
Bektaşileri bulabildikleri her yerde tepelediler veya kovaladılar. Tarikat
hakkında inanılması güç söylentilerin yayılmasına ön ayak oldular. Bugün
“Bektaşi fıkrası” diye anlatılan şeylerin çoğu o dönemde Bektaşiliği karşı
yürütülen bu karşı propagandanın yadigârıdır. O da Selim gibi Bektaşilerin
bıraktığı boşluğu Mevleviye ile doldurdu. Mevleviye’nin gücü yetmeyince
Nakşibendiyeyi yardıma çağırdı. Ordu, bir tarikattan ötekine geçerek
modernleşmeye çalışıyordu.
III. Selim-II. Mahmut döneminden bu yana yenileştirilmeye çalışılan
ve manevi eğitimi bir tarikattan ötekine geçen ordunun savaşma kabiliyetinde
bir sıçrama sağlanamadı. Devlet hemen her yerde toprak kaybederek Anadolu’ya
doğru çekiliyordu. Onunla birlikte kaybedilen topraklardaki Müslüman nüfus da
göçüp Anadolu içlerine yerleşmekteydi. Bir yandan bitimsiz savaşlarda ordunun
tek asker kaynağı olan Anadolu Müslüman ahalisi büyük sayılarla kırılıyor, öbür
yandan yerleri Balkanlardan kaçıp gelen yeni Müslüman nüfusla dolduruluyordu.
Bu büyük nüfus hareketleriyle Anadolu bir yüzyıl içinde ve tuhaf bir şekilde
yeniden İslamlaştı.
Fransız Devrimi ile icat edilen “halk ordusu” veya “ordu millet”
kavramı Osmanlıya hala pek uzaklardaydı. İttihatçıların bu yöndeki denemeleri
sadece küçük başlangıçlar olarak kaldı. Ordunun temel insan malzemesinin “din
adına” savaşmaktan öte bir pratiği yoktu. İçinde bir gerici ayaklanmayı da
barındıran 1908 Devrimi ile 1920 arasındaki sert iklim din ile ulus arasında bu
gelgit ile şekillendi. Örneğin Anadolu hareketinin zaferi kesinleştikten sonra
yapılan mübadelede esas alınan şey hala dindi. Müslüman ile Türk arasındaki
sınır pek bulanıktı, bu iki kavram arasındaki ayrım yapmaya genellikle ihtiyaç
duyulmuyordu.
Kemalist Cumhuriyetin devraldığı miras işte budur. Tekke ve
tarikatların kapatılması, alfabenin ve takvimin değiştirilmesi, hilafetin
kaldırılması gibi “devrim”lerle, dinin gündelik hayat üzerindeki etkisinin
kırılmaya çalışılması bu miras üzerinden düşünülmelidir. Geç Kemalist
Aydınlanmanın kısa süren ürkek devrimiydi bu. Evet, Jakoben yöntemler
kullanmışlardı ama hiçbir zaman yeterince kararlı olamamışlardı. Kemalizm
“Jakobenizm yetmezliği” ile maluldür. Bir yandan dinin gündelik yaşam
üzerindeki etkisini kırmaya çalışırken, diğer yandan Diyanet’i kurarak dini
devletin kontrolünde tutmaya çalıştılar. Geç Kemalist aydınlanma ışığını çabuk
kaybetti ve uzun bir karşıdevrime ilham vererek silinip gitti.
Elbette bu başarısızlığın pek çok maddi temeli vardı. Ama 19.
Yüzyılın tarikattan beslenme kültürü de hala canlı ve etkiliydi. Nazım
Hikmet’in ilk şiirlerindeki Mevlevi etki veya Mustafa Kemal’in Tahsin
Mayatepek’e hazırlattığı “Mayatepek Raporu” bunun kanıtlarıdır.
Aslında Sufi bir tarikata benzemeyen “modern gerici” Nurculuk da bu
yıllarda şekillendi. 2. Dünya savaşının ardından bir veba gibi yayılan
“Komünizm korkusu” devlet ile Nurcuları birleştirdi. Komünizmle Mücadele
Dernekleri içinde kurulan örtük ilişkiler, 12 Mart’ta 12 Eylül’de aleni ve
yasal bir biçime büründü.
12 Eylül, Kemalizm’in Cumhuriyetçi yorumunu gömmüştür ve yerine
anti Kemalist yeni bir “Atatürkçülük” geliştirmiştir. Kemalizm’in bu yeni
versiyonu dinin kamu yaşamındaki varlığını ve meşruiyetini kabul etmiş
görünmekteydi. Buna sistemin verdiği ad “Türk-İslam Sentezi”dir. Bu sentezde
din, bir ahlak sistemi veya bir toplumsal kurum olmaktan çok, devletin elindeki
toplumsal denetim araçlarından biri olarak görülmektedir. Bugünkü TRT ve
Diyanet’in kökleri işte “Kemalist Devlet”in 12 Eylül Cuntası elindeki bu dönüşümünde
yatmaktadır.
Fakat yine de Türk İslam Sentezi’nde belirleyici olan “Türk”lüktür
ve bu dinci bir milliyetçiliği haber vermektedir. Bunlar 27 Mayıs’ın siyasi
programının antitezleridir. 12 Eylül ile birlikte, 27 Mayıs’ın Kemalizm’i
yeniden ayakları üzerine dikme girişimi engellenmiştir.
Devletin büsbütün gericiliğe teslimi ise 28 Şubat’ta başlayan ve
Ergenekon-Balyoz gibi davalarla taçlandırılan bir süreçle tamamlanmıştır.
Böylece devlet, “Nur talabeleri” denilen imam çetesi tarafından ölü ele
geçirilmiş, Cumhuriyet’in ilk yılları ile kesintiye uğrayan gericileşme
programında tekrar başa dönülmüştür.
Demek ki, hala Büyük Fransız Devriminin ve Kemalist Aydınlanmanın
ön günlerindeyiz. Demek ki tartışmamıza, Marks’ı ayrı tutarak, onunla birlikte
yeniden Kant’ı ve Robespierre’i çağıracağız. Ve demek ki Aydınlanmadan başlamak
için Kemalizmle yeniden hesaplaşacağız.
Kemalizm’den muhafazakâr Atatürkçülüğe evirilen bir ideolojik
restorasyonun elbette tartışılacak pek çok yönü var. Ancak ve bununla birlikte
“Cumhuriyetin eskisi” ile ilgili eleştiriler utanç verici bir sığlık içinde.
Yüzyıllık tarih neredeyse bir tek kavramın içine “askeri vesayet’e sıkıştırıldı
ve olağanüstü mahkemeler eliyle yeni bir tarih yazımına girişildi.
Evet, Kemalizm ve onun kurduğu Cumhuriyet pek çok noktada eksikli,
pek çok noktada cüretkâr, pek çok noktada ürkektir. Ama bir iddiası vardır.
Elbette iddiası olan eleştirilmeyi de hak eder ama önce bilmek gerekir.
Şurası açık; bildiğimiz Cumhuriyet bitti ve yerine neyin geleceğini
henüz bilmiyoruz. Eskinin son aktörleri diz çöküp utanç verici bir biçimde
teslim olarak tarih sahnesinden çekildi. Sistem, yeniden tarikatlar arasında
seçim yaparak devletin manevi değerlerini ayakta tutmaya ve yönetilebilir
kılmaya çalışıyor.
Ama bütün bu karanlık tabloda islamizasyonun tamamlandığı ve bunun
sorunların arttırmaktan başka bir şeye yol açmadığı ortaya çıkıyor. Ülkeyi
büyük bir felaketin eşiğine getiren, insanı kirleten, ezen, yok eden,
kullaştıran uzun gericilik dönemi yolun sonunda.
Büyük Fransız Devriminin ve Kemalist Aydınlanmanın ön günlerindeyiz
ve gericiliğe karşı Aydınlanma ile yeniden başlıyoruz.
Siyasal anlamda devrimci sınıf da, biat kültürünün ve kulluğun
ilgasıyla mümkün olmuştur. Biat kültürünü ve kulluğu kaldırma görevi hala omuzlarımızdadır.
Gericiliğe Karşı Aydınlanma Hareketi eninde sonunda soldur.
Sol’dayız ve başlıyoruz…
Orhan Gökdemir
29/02/2016
Pazartesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder