Cumhuriyet Gzt.
3
Aralık 2014
Petrol
fiyatları Eylül ayından bu yana yüzde 20 ucuzladı . Geçtiğimiz hafta OPEC’in,
İran ve Rusya ekonomilerini sıkıştırmaya yönelik küresel strateji oyunları
altında, günlük üretim kotalarını düşürmeyeceğini açıklamasıyla da 67 dolar
düzeyine değin geriledi. Bu haberler tüm
küresel finans piyasalarında coşkuyla karşılandı; borsa endeksleri haftayı
rekorlarla kapadı. Bu olumlu konjonktürden İstanbul Borsası da
yararlandı.
Dahası,
Türkiye’nin 2014 Ocak – Eylül dönemi cari işlemler açığının 30.1 milyar dolara
gerilemiş olması (2013’ün eş döneminde 40.2 milyar dolar) bu coşkuyu
pekiştirmekteydi. Zira, bu haberler
Türkiye’nin petrol hariç cari
işlemler açığının artık kapanacağını muştulamaktaydı. Dolayısıyla Türkiye için finansal risk artık geride kalmıştı. “Riskli ülke” görünümünden kurtulan Türkiye,
yeniden uluslararası sermayeyi çekebilecek ve hızlı büyüme konjonktürünü (en
azından seçim dönemi boyunca) yakalayabilecekti.
Bu
gözlemlerin sonucu şudur: Türkiye yeniden spekülatif-büyüme
sürecine girmeye hazırlanmaktadır.
Bu
beklentiler bir yandan da “yapısal reform”
söylemleriyle cilalanmaktadır. Bu görüşe
göre, Türkiye 2008’e kadar önemli reformları tamamlamış ve bu sayede hızla
büyüyebilmiştir. Ancak bu tarihten sonra
reform çabaları terk edilmiş ve Türkiye, “orta gelir tuzağı” diye anılan bir
tür zenginler kulübü hastalığına
tutulmuştur. Eğer yeniden bir reform
hamlesine girişilirse, Türkiye hızla 2023 hedeflerine (“temennilerine”)
ulaşabilecektir.
***
Bu
beklentilerin geçersizliğini daha önce 22 Ekim tarihli yazımızda da
tartışmıştık (Türkiye Orta Gelir
Tuzağı’nın Neresinde?). Konuyu bir
kez daha ele alırsak, öncelikle vurgulayalım ki, Türkiye’nin hızlı üretkenlik artışı yaşadığı 1983-87 ve 2001-2007
dönemleri gerçekten de önemli yapısal dönüşümlerin devreye sokulduğu yıllardır. 1980’ler dış ticaretin serbestleştirildiği ve
ihracat teşviklerinin özendirmesi altında ihracata yöneltildiği bir dönemdi. 2001 krizi sonrasında ise kapsamlı bankacılık
reformları uygulamaya konmuş, döviz kuru rejimi esnekleştirilmiş ve Merkez Bankası
da bağımsız bir konum kazanarak enflasyon hedeflemesi politikalarının
uygulanmasına yönelmiş idi.
Ancak
bir başka gözlemde bulunalım: anımsanacak olursa gerek 1980’ler, gerekse 2001-sonrası
reform uygulamalarının ardında çok çok önemli bir unsur vardır: dövizin görece bolluğu ve ucuzluğu. Türkiye, 1980 sonrasında dış ticaretini
serbestleştirirken, “yapısal uyum kredisi” altında IMF ve Dünya Bankası
kaynaklarından çok yoğun bir dış destek elde etmiş ve ihracata yönelik
teşviklerini bu destekler aracılığıyla finanse edebilmişti. Bu dönemde ihracat teşvik desteğinin maliyeti
tüm kurumlar vergisi gelirlerini aşar bir boyuttaydı ve finansmanının dış
destek olmadan sürdürülmesi mümkün değildi.
Nitekim Türkiye 1980-83 arasında Dünya Bankası tarafından tüm
kalkınmakta olan ülkelere sağlanan dış kredi kaynağının neredeyse yüzde 80’ini tek başına kullanmış ve dövizin
bolluğunun sağladığı olanaklar sayesinde 1983 sonrasında bir ivmelenme yakalayabilmişti.
Benzer
bir şekilde Türkiye 2001 sonrasında küresel ekonomideki olağandışı döviz bolluğundan
yararlanmıştır. Özellikle ABD’nin dış
ticaret açığını finanse etmek için kullandığı ve çoğunlukla “eşik altı”
(sub-prime) nitelikte olduğu saptanan mali fonlar sayesinde tüm dünya piyasaları
ucuz likiditeye boğulmuştu. Türkiye de
bu dönemde dış borçlarını 2002 sonunda 129 milyar dolardan, 2008 başında 320 milyar dolara değin
yükselterek büyümesini ve dış ticaret açıklarını finanse edebilmişti. (2014’ün
en son verisi 401.7 milyar dolar). Söz konusu dönemde doların reel fiyatı
neredeyse yarı yarıya gerilemiş ve ithalat faturası ucuzlamıştı. Dolayısıyla, 2001 sonrasında , aynı
1980’lerde olduğu gibi, uygulanan reformlar olağanüstü boyutlardaki dış destek
sayesinde olumlu sonuçlar yaratmıştı.
Özet
olarak, Türkiye, 2008 sonrasında reform programından vazgeçtiği için değil, küresel
finansal kriz altında dış sermaye girişlerinin yavaşlaması nedeniyle durgunluğa
itilmiştir. Her defasında rantlara ve borçlanmaya dayalı ucuz döviz
kaynaklarına dayandırılan genişleme konjonktürü, söz konusu rant kaynaklarının
kurumasıyla birlikte yeniden durgunluğa itilmiştir. Ulusal tasarruflara ve araştırma-geliştirme
(Ar-Ge) kazanımlarına dayalı bir teknoloji hamlesiyle birleştirilemeyen bu tür
sıçramalar her defasında saman alevi gibi ivmelenip sönmeye mahkum olmuştur.
Bu satırlarda sıkça
dile getirdiğimiz bir tespiti bir kere daha vurgulayalım: spekülatif finans
göstergeleriyle reel ekonominin gerçekleri birbirine karıştırılmamalıdır. Türkiye’nin
makro ekonomi düzeyinde döviz ve
finans piyasalarındaki dengesizlikleri gidermeden, petrol piyasasındaki anarşik
ve oynak fiyat hareketlerinin tetiklediği finansal spekülasyon hamleleriyle ya
da salt mikro düzeyde reform uyarlamalarıyla kalkınma sorununu çözebilmesine
olanak yoktur. 3 Aralık 2014
Erinç Yeldan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder