İŞGAL ALTINDAKİ İSTANBUL’DA
YARGILAMA/ Fethi
KARADUMAN
Padişah Vahdettin, 8 Ocak 1919’da bu
suçluları yargılamak üzere özel mahkemeler kurdurur ve İngiltere Yüksek
Komiseri Calthorpe’un 10 Ocak günlü raporuna göre; “İngilizlerin istediği her
kişiyi, cezalandırmaya hazır olduğunu” bildirir.”
Yalnız Tahtının geleceğini düşünen
Sultan Vahdettin, 23 Kasım 1918’de, Dailly Mail muhabirine verdiği
demeçte, Ermeni olayları konusunda soruşturma açılacağını, gerekli cezaların
verileceğini açıklar:
“Türkiye’de bazı siyasal komiteler
tarafından Ermenilere yapılan muameleyi büyük bir üzüntüyle öğrendim. Bu gibi
kötülükler ile aynı vatanın evlatları arasında baş gösteren karşılıklı
kırımlar, kalbimi kırdı. … Bu olaylara yol açanların son derece şiddetli
cezaya çarptırılması için soruşturma açılmasını buyurdum.”
Bir süre sonra Tevfik Paşa Hükümeti,
27 İttihatçı önderi tutuklatır. İngiliz Yüksek Komiseri Calthrope, bunun
iyi bir başlangıç olduğunu Londra’ya duyurur. Tutuklamalar birbirini izler,
İttihatçıların önde gelenleri, memurlar ve hatta Parti’nin illerdeki sekreterleri
tutuklanır. Yurdun her yanına kurulan Sıkıyönetim Mahkemeleri işlemeye başlar.
İlk idam, Yozgat’taki Ermeni göç olayları yüzünden BOĞAZLIYAN KAYMAKAMI
KEMAL BEY’e verilir. Aynı durumdaki eski Diyarbakır Valisi Dr. Reşit intihar
eder. Bayburt Kaymakamı Nusret ise, daha sonra asılır. (D. Avcıoğlu)
TEVFİK PAŞA HÜKÜMETİ, 1919 YILININ
İLK GÜNLERİNDE BAŞKENT İSTANBUL’DA BAZI KİŞİLERİ TUTUKLAMAYA BAŞLAMIŞKEN,
İNGİLİZLER DE SINIR BOYLARINDA CEPHELERDE TÜRK SUBAYLARINI TUTUKLUYORDU.
İSTANBUL HÜKÜMETİ İLE İŞGALCİLER İKİ KOLDAN İŞ YÜRÜTÜYORDU. TUTUKLAMALARLA
YÜREKLERDE BİR KORKU UYANDIRARAK, TOPLUMU YILDIRMA VE SİNDİRME HAREKÂTI
BAŞLADI.
İngiliz Yüksek Komiseri Calthorpe,
1 Şubat 1919
günü, Osmanlı Dışişleri Bakanına bir nota vererek, İngiliz savaş tutsaklarına
kötü davranmaktan sanık 23 Türk yurttaşının İngiliz askeri makamlarına teslim
edilmelerini ilk kez resmen ister. İngiliz Yüksek Komiserliği daha önceden
verdikleri listeleri sözlü olarak iletirken, suçlu saydıkları kişileri, bu kez
kendilerinin yargılamak üzere istemeleri üzerine, Tevfik Paşa Hükümeti, tüm
işbirlikçi tutumuna karşın, devletin egemenlik hakkına ilişkin olduğu
gerekçesiyle bu isteği kabul edilmez.
Direniş askerlerden, Harbiye
Bakanlığı’ndan gelir. Teslim edilmesi istenen kişilerin çoğu asker kökenlidir
ve bir Türk askerinin İngiliz Savaş Mahkemesinde yargılanması egemenlik hakkını
örseleyeceği gibi askeri onur açısından da kabul edilemez görülür. Kaldı ki, o
günkü uluslararası hukuk çerçevesinde bile İngilizlerin bu isteminin haklı hiçbir
dayanağı yoktur.
Askerlerin de karşı çıkmasıyla
Osmanlı Dışişleri Bakanı Reşit Paşa, 16 Şubat 1919 günü, İngiliz Yüksek
Komiserine hukuk temeline de oturtulan onurlu bir yanıt verir:
“… Belirtmem gerekir ki,
Ekselanslarının bu isteğinin yerine getirilmesi, Hükümeti Şahane’nin kendi
egemenlik haklarıyla doğrudan doğruya çatışır. Çünkü devletler hukukunda her
devlet, kendi yurttaşlarını, kendi topraklarında işledikleri suçlardan ötürü
kendi mahkemelerinde yargılatmak hakkına sahiptir.
… Ekselanslarına şunu teklif ederim:
Amaç suçluları cezalandırmak olduğuna, Mütareke sözleşmesi de bu kimselerin
Müttefik mahkemelerine tesliminden söz etmediğine göre, bu kimselerin Osmanlı
adaletine teslimini, bunu yapabilmek için de suç eylemleriyle ilgili olarak
Ekselanslarının elindeki bilgilerin bana gönderilmesini…” ister. (F.O.
371/4172/38724, aktaran, B. Şimşir)
Padişah Vahdettin, bu onurlu yanıttan 15 gün sonra Tevfik
Paşa Hükümetinin yerine, İngilizlerle işbirliğini uşaklık boyutunda
sürdüren, ülkesine ve ulusuna ihanet eden DAMAT FERİT PAŞA HÜKÜMETİNİ
getirecektir.
DAMAT FERİT İŞBAŞINA GELİR GELMEZ
İNGİLİZLERİN İSTEĞİNE BAĞLI OLARAK HUKUK DIŞI TUTUKLAMALARA HIZ VERECEKTİR.
Damat Ferit’te BEKİRAĞA BÖLÜĞÜ’nde tutuklu
bulunan Türk ileri gelenlerini Malta’ya sürmeleri ve isterlerse yargılamaları
için İngilizlere başvuruda bulunmaktan çekinmeyecektir.
Aslında Hürriyet ve İtilaf
Partisi, sırtlarını işgalci güçlere dayayarak iktidara gelmeyi ve
İttihatçılardan hesap sormayı hep istemiştir. Siyasi hırslar, öç alma duyguları
olaylara ortam hazırlayacaktır. İngiliz Yüksek Komiserliğinden General W. H.
Deeds, 27 Şubat 1919 günü raporunda bu durumu ve amaçlarını açıkça
belirtir:
“İktidara gelmemiş olan muhalefet
(Hürriyet ve İtilaf Partisi), İngiltere desteğini sağlamak için birçok
girişimlerde bulundu. Her gelişlerinde hep şu güvenceyi verdiler: İngiltere
Hükümetinin, İttihat ve Terakki Komitesi’ni, Ermeni kırımından ve Rum
sürgününden sorumlu olanları cezalandırmak istediğini bilmektedirler. Şimdiki
Hükümet (Tevfik Paşa hükümeti) bunu yapamayacaktır. Kendi partileri ise
yapabilecek durumdadır. Bunun için İngiltere’nin desteğini sağlamak
istemektedirler.
Bu güvenceye her zaman şu karşılık
verildi: İngiltere Hükümeti Yalnızca cezalandırmayı istiyor değildir;
suçluların cezalandırılmalarını sağlamak niyetindedir. Bu konuda enerjik
davranacak hükümeti, enerjik olmayan hükümete yeğ tutmaktadır.”
Mondros Mütarekesi’nin (Silah Bırakışması’nın)
yürürlüğe girmesinin ertesinde, Ermeni milletvekilleri Meclis Başkanlığına
verdikleri bir önergede göç sırasında “Bir milyon Ermeni’nin öldürüldüğünü”
öne sürerler. Bu savlar karşısında kimi Osmanlı yöneticilerinin suçu ve verilen
abartılı sayıları kabullenmeleri ayrıca dikkat çekicidir. Örneğin, İçişleri
Bakanı Cemil Bey, Moniteur Oriental’e verdiği demeçte, İttihat ve
Terakki’nin savaş yıllarında 800 bin Ermeni’yi öldürttüğünü, 400 bin Rum’u
zorla göç ettirdiğini hatta 4 milyon Türk’ü yok ettirdiğini söyleyecek derecede
aşırılıklara kaçar. (Prof. Dr. Sina Akşin)
Oysa İstanbul’da İngilizlerin isteği
doğrultusunda hukuka uymayan yöntemlerle tutuklamaların başladığı sırada,
yönetimdeki Tevfik Paşa Hükümeti, Ermeni savını, Avrupalı yansız
yargıçlara inceletmeye karar verir. Osmanlı Hükümeti Şubat 1919’da, savaşa
katılmayan, yansız gözüken Danimarka, İsveç, İsviçre, Hollanda ve İspanya
hükümetlerine resmen başvurur. Bu ülkelerin her birinden deneyimli ikişer
yargıcın Türkiye’ye gönderilmesini ister. Ne var ki, bu durum İngilizler
tarafından uygun görülmez. Ne de olsa yansız ciddi bir yargılamada İngiliz
yalanları ortaya dökülecek, gerçekler açığa çıkacaktır.
Gerçekten de İngiltere’nin Lloyd
George Hükümeti, Türkiye’ye yansız yargıçlar gönderilmesini ve tarafsız
soruşturma ve yargılama yapılmasını yoğun diplomatik girişimler ve baskılar
sonucu engeller. Ulusal Savaşımı engellemek üzere işgalcilere özgü düşmanca
tutumla tutuklamaları sürdürür.
TUTUKLAMA VE YARGILAMA OLAYLARIN
PERDE ARKASINDA, İNGİLİZ İŞGAL KUVVETLERİNİN, SULTAN VAHDETTİN VE DAMAT FERİT’E
BASKISI VARDIR. HÜRRİYET VE İTİLAF PARTİSİ’NİN BAZI YETKİLİLERİ DE,
İTTİHATÇILARDAN İNTİKAM ALMA DUYGULARIYLA HAREKET EDERLER. Bu düşkünlük ve
düşmanla yapılan işbirlikçilik, göç olayında, işlenmemiş suçlardan o günkü
yöneticilerin sorumlu tutulması sonucunu doğurur.
Silah Bırakışması döneminde işbaşına
gelen, emperyalistlerle işbirliği içerisindeki Osmanlı Hükümetleri, Anlaşma
Devletleri’nin istediklerini yerine getirmek, ulusal direnişe engel olmak için Divan-ı
Harb-i Örfi’leri kullanmışlardır. İşgalci güçlerin cezalandırılmasını
istediği her kişi Damat Ferit Paşa Hükümeti tarafından tutuklanarak
göstermelik mahkemede yargılanmak üzere BEKİR AĞA BÖLÜĞÜ’ne
gönderilmiştir. İngilizler tutuklanma, yargı ve cezalandırma sürecinde etkili
ve yönlendirici olmuşlardır.
İngilizlerin, Mondros’tan hemen sonra Damat
Ferit Paşa’ya, Osmanlı Devleti’nin başkentinde kurdurduğu Divanı Harp,
göçe emir verenlerden başlayarak önce 67 kişiyi tutuklamıştır. Bu sayı önce
144’e sonra da 1397’ye ulaşmıştır. Olaylarda ihmali görüldüğü ileri sürülen 67
kişi kanıt olmaksızın asılmıştır.
Sultan Vahdettin tarafından, 1918’de, 10 Rum
milletvekilinin yanı sıra Ermeni milletvekillerinin de bulunduğu Meclisin,
Âyan Reisliğine atanan Ahmet Rıza, İttihat ve Terakki Hükümetine
karşı olanca kiniyle ateş püskürürken, 21 Ekim 1919 günü, Ayan Reisliğine verdiği
önergede; “… Özellikle Arap, Ermeni ve Rum vatandaşlarına Osmanlı tarihinde
görülmedik mezalimler (zulümler, can yakmalar, haksızlıklar) yapıldığını” ileri
sürerek, canilerin bir an önce pençe-i adalete (adaletin pençesine) teslim
edilmelerini hükümetten ister. Ahmet Rıza, Mondros Mütarekesinin ertesi günü
bunları söyler. Doğal olarak bu söyleme Türk Milletvekilleri karşı çıkar.
Bu önerge okunduktan sonra Topçu
Ferik (Kolordu Komutanı, Korgeneral) Rıza Paşa: “Ya Türk kardaşlarımız!”
diye bağırır. Ahmet Rıza, Ermeni ve Rum Ayan tarafından alkışlanır,
kutlanır. Ermeni Ayan Azaryan özellikle teşekkür eder, kutlar. Yine
Ayan’dan Damat Ferit, Aristidi Paşa gibiler de İttihat ve Terakki
Partisi ile hükümetlerini Ermeni, Rum ve Arapların katilleri, canileri diye
nitelendirirler.
Milletvekili İlyas Sami; “20
bin 30 bin Ermeni silaha sarılmış, Ruslara yardım ediyorlar. Van’ı basıyorlar.
Çoluk çocuk Türkleri kesiyorlar. Van’ı işgal ediyorlar. Ermeni isyanı bunlara
yardım ediyor. Diğer mahallelerde de hazırlanıyorlar. İnsaf ve vicdanla
düşünelim. Böyle bir durum karşısında herhangi bir hükümet ne yapardı?
Yapmayınız, etmeyiniz efendiler diye bu katillere, bu hainlere vaaz ve nasihat
mi ederdi? Yoksa kadın, erkek, çoluk çocuk bu eli silahlı katilleri yok mu
ederdi?... Ermenilerin Türklerle dolu Anavatanın bir bölümünde Türkleri yok
ederek, bir Ermeni Devleti kurmak istedikleri, öteden beri bilinen bir şeydir.
Böyle olduğu halde o zamanki hükümetin kabahati vatandaş tanıyarak Ermenileri
silahlandırması idi. Ben hükümeti, Ermenileri tenkil (uzaklaştırma) ettiği için
değil, onları silahlandırdığımdan dolayı sorumlu ve suçlu sayarım.” sözleriyle
bu önergeye yanıt verir.
Topçu General Rıza, Ayan
kürsüsünden; “GENEL
HARP İÇİNDE EN ÇOK ZULÜM GÖREN MİLLETİN TÜRK MİLLETİ OLDUĞUNU VE BÜTÜN
YOKSULLUKLAR İÇİNDE ASIRLARCA OSMANLI DEVLETİ’Nİ OMUZLARINDA TAŞIDIĞINI, ONUN
KADINLARINA, KIZLARINA, CANLARINA KIYANLARIN; ERMENİLERİN, RUMLARIN, ARAPLARIN
NEDEN CEZASIZ KALACAKLARINI” bağıra bağıra anlatıyor, hesap soruyordu.
General Rıza, önergeye Türk
kelimesinin konulmasında ısrar ediyordu. En sonunda bir formül bulundu. Buna
göre önergedeki millet isimleri kalkacak yerine Osmanlı adı konacaktı. Öyle de
yapıldı. Ahmet Rıza bunu kabul etti. General Rıza’ya reislik sordu: “Siz de
kabul ediyor musunuz?” General karşılık verdi: “Hayır efendim, Türk
kelimesinden neden bu kadar korkuluyor?”
Önerge yeni biçimiyle oy’a sunuldu.
Reislik General Rıza’ya “Kabul edildi ve siz yalnız kaldınız!” dedi. General,
“Zararı yok, ben Türk Milletiyle beraber kaldım” karşılığını verdi.
İşte devletin en büyük organları,
milletin bahtında (yazgısında) söz söylemek yetkisinde olan en büyük
kurumlarımız bu durumda bulunuyorlardı. Sallanan Osmanlı İmparatorluğu artık
yıkılıyordu. Son nefeslerinde idi[i].
İşgal sırasında Osmanlı
Mahkemesindeki yargılamaya tanık olan Yüzbaşı Selahattin gördüklerini
anılarında çarpıcı biçimde dile getirir:
İşte bu
İstanbul’da, büyük savaş yıllarında Osmanlı Devleti’nin Sadrazamı (Başbakan)
olan Sait Halim Paşa ve arkadaşları, savaş suçlusu ve Ermeni
katliamından sorumlu olarak yargılanıyorlardı. Duruşmalarından birinde ben de
bulundum. Sultanahmet’teki adliye binasında yapılan yargılama dehşet ve heyecan
vericiydi. Eski sadrazam ve nazırlar sanık sandalyesine oturmuşlardı. Yargıçlar
Kurulu askeri hâkimlerden meydana geliyordu. Sanıkların avukatları
Celalettin Arif ve Sadettin Ferit’ti. Bu avukatların birbirini izleyen ve
dörder saat süren savunmalarını dinledim. Celalettin Arif diyordu ki:
— BUGÜN
HUZURUNUZDA BULUNAN İNSANLAR, VATANLARINI KORUMA GEREĞİNCE, ADINA ERMENİ
KATLİAMI DENEN, AMA GERÇEKTE TÜRKLERİ KORUMA NİTELİĞİNDE BULUNAN TEDBİRLERİ
ALMAMIŞ OLSALARDI, BUGÜN NE SİZ YARGIÇ NE DE BİZ SANIK SIFATIYLA OTURACAK BİR
ÜLKE BULAYACAKTIK VE ŞU MAHKEME KURULMAYACAKTI.
Sadettin
Ferit ise
hükümetlere isyan eden unsurların başına gelenleri dünyadan örnekler vererek birer
birer saydıktan sonra devam ediyordu:
— Hint’te,
Mısır’da, İrlanda’da aynı amaçlı nice uygulamalar yapan İngilizler, bu işleri
yapanlara kahraman demişlerdi. Biz ise suçlu diyoruz. Şunu belirtelim ki, Türk
yasalarında huzurunuza sanık diye getirilenlere verilecek bir ceza yazılı
değildir. Türk ulusal vicdanında bu kişiler için verilecek vicdani bir ceza
yoktur. Buna rağmen Yargıçlar Kurulu bir ceza verirse, milli vicdan bunu
saygıyla karşılamayacaktır. Ve tarih, müvekkillerimi büyük adamlar, vatan
görevini yapmış adamlar diye nitelemekte direnecektir. Yargıçlar
Kurulu’nu, düşman süngüsü altında, vicdanlarına aykırı ve ülke çıkarlarına ters
karar veren bir kurul diye düşünecektir.
Doğan
heyecan, halkın yakın ilgisi ve tepkisi karşısında hükümet bu yargılamaları
sürdüremedi. Mahkeme bir karara varamadan İngilizler ilgilileri cezaevinden
toplayıp bir vapura doldurarak Malta Adası’na götürdüler[ii].
Olaylara bakan mahkemelerin suç
unsuru bulamamaları nedeniyle yargılamalar aylarca sürmüş, İttihat ve
Terakki’nin ileri gelenlerinin topluca ve işgalci güçlerin istediği biçimde
cezalandırılmaları halkın da tepkisi üzerine mümkün olamamıştır. Bu durumdan
rahatsızlık duyan Damat Ferit, 5 Nisan 1920’de dördüncü kez geldiği
Sadrazamlık görevi sırasında NEMRUT MUSTAFA PAŞA DİVANI HARBİ OLARAK BİLİNEN
OLAĞANÜSTÜ YETKİLERE SAHİP YENİ BİR DÜZMECE MAHKEME KURDURMUŞTUR.
Bu Mahkeme, 26 Nisan 1920’de
yayımladığı Divanı Harplerin Teşkilat ve Vazifeleri Hakkındaki bir
kararname ile sanıkların savunma ve avukat tutma haklarını ellerinden almıştır.
Ayrıca Mahkeme halka açık olmayacak ve kararları temyiz edilemeyecektir.
Anılan Mahkemede, sanıklar hakkında
Ermeni ve Rum tanıkların suçlayıcı ifadelerinin gerçek olup olmadığı
incelenmeden kanıt olarak değerlendirilmiş, yalancı tanıklar ve önyargılarla,
hukuksuz biçimde yapılan yargılamalar sonucunda, sanıklar için -adalete aykırı
ve haksız olarak- idam da içinde olmak üzere değişik cezalar verilmiştir.
Sevr anlaşmasının 7. maddesine
dayandırılarak göç (tehcir) olayının sorumluları yargılanmıştır. Ne var ki,
işgalci emperyalist güçlerin kontrolü altında bulunan Osmanlı Devleti’nin
başkenti İstanbul’da tüm belgeliklerin araştırılmasına karşın, suça konu olacak
kanıt olmadığından açılan davalar aklanmayla sonuçlanacaktır. Bu arada birçok
Osmanlı devlet adamı ve yöneticisi suçsuz yere ya asılacak, ya da hain
pusularda saldırıya uğrayarak öldürülecektir.
ERMENİ
SORUNU (ENTRİKACININ
KOMPLOSU) – Fethi
KARADUMAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder