Hitler’in bir yöntemi ya da alışkanlığı vardı: Kendisine kulca bağlı
olmadığını hissettiği komutanlarına alçakça tuzaklar kurarak onları
katlettirirdi. Savaşta üstün başarılar gösteren, kitlelerin hayranlığını
kazanan komutanlarına da aynı şeyi yapardı. O komutanların çok öne çıkmaları,
halk tarafından hayranlıkla benimsenmeleri Hitler’i telaşlandırırdı. Kendisinin
geri plana düşeceği endişesine yol açardı. Bu nedenle onları da öldürtürdü. Bu
bazen cephede kim vurduya götürülme şeklinde olur, bazen de Eşref Bitlis
suikastında olduğu gibi, uçağı düşürülerek yapılırdı.
Sonra da başta Hitler gelmek üzere Nazi yönetimi, bu
kurbanlara büyük kahramanlık payeleri verir, bunlara görkemli cenaze törenleri
düzenlerdi. Yani onları hem öldürür, hem de ölülerini namussuzca, şerefsizce,
alçakça sömürürdü.
Öyle ya; ölü bir kahramandan Hitler’e hiçbir zarar
gelmezdi artık. Tersine, o kahramanın Hitler’in komutanlarından biri olması,
Hitler’in emrinde savaşırken hayatını kaybetmiş olması Hitler’e büyük siyasi
rant sağlardı.
Aynı yöntemi bugün Hitler’in yolundan giden AB-D
Emperyalistleri de uygulamaktadır. Bunların da katliamları, yalan ve
demagojileri, alçaklıkları, acımasızlıkları, insanlıktan tümüyle çıkmış
olmaları; işgalci, yağmacı ve katliamcı olmaları, bütün bu yaptıkları
namussuzlukları da “İnsan Hakları, Demokrasi, Özgürlük” gibi saygın
kavramların ardına gizlenerek yapmış olmaları birebir Hitler-Nazi taktiğidir.
“Ergenekon Davası” adlı saldırının bir CIA Operasyonu
olduğunu biz en başında, hemen gördük, teorimizin aydınlatması, olayın üzerine
ışık düşürmesi sayesinde. Ve saldırıya ilişkin ilk bildirimizde bunu kesin bir
anlatımla ortaya koyduk. Bu saldırının projesinin yapımcısı CIA, Pentagon,
Washington’dur. Uygulayıcıları ise CIA ile birlikte artık yurtsever basında “The
Cemaat” ibaresiyle anılan Pensilvanyalı imamın-İblisin yani Fethullah’ın
Cemaatiyle Tayyipgiller İktidarıdır. Yani saldırı üçayak üzerine
oturtulmaktadır: CIA, Cemaat, Tayyipgiller. Tabiî burada, yukarıda da
belirttiğimiz gibi patron-efendi, emredici durumunda olan ABD’dir. Diğerleri
ise yerli işbirlikçi hainlerdir. Bu üç ayaktan birini atladık mı, olayı
gerçekte ne ise öylece yani olduğu gibi görememiş oluruz. Eksik görmüş oluruz,
yetersiz görmüş oluruz. Hele ABD’yi atladık mı, olayın özünü, yani saldırının
hedefini ya da bununla ulaşılmak istenen amacı, hedefi tümüyle gözden kaçırmış
oluruz.
Yeni Sevr’in önündeki engeller adım adım kaldırılıyor
Saldırının özneleri bunlar. Peki hedefi, amacı,
maksadı yani sebebi ne? Bununla nereye varılmak isteniyor? Ne elde edilmek
isteniyor?
Lafı hiç uzatmayalım, dolandırmayalım. Hedef Yeni
Sevr’dir. Hep belirttiğimiz gibi, AB-D Emperyalistleri Sevr’den hiçbir
zaman vazgeçmemişlerdir. Onu Türkiye’nin önüne koymak, uygulamak için hep uygun
zamanın gelmesini yani bir fırsat doğmasını beklemişlerdir. O zaman, işte bu
zamandır. Özlemini çektikleri fırsat doğmuştur artık. Sosyalist Kamp yıkılmış,
ABD’nin 50’li yıllardan beri titizlikle uygulamakta olduğu “Yeşil Kuşak
Projesi” (bilindiği gibi bunun da yapımcısı aynı ABD’dir) Türkiye’de en
ağulu meyvelerini vermiş, onlar da iyice olgunlaşmıştır artık. Yani, CIA,
Muaviye-Yezid İslamı’nı, Amerikan İslamı’nı-CIA İslamı’nı Türkiye’de kara halk
yığınlarına büyük ölçüde benimsetmiş, onları içi-özü boşaltılmış, değiştirilmiş
zıddına dönüştürülmüş bu sahte İslamla doktrine etmişti; onları zehirleyip ya
da narkozlayıp uyutmuştu. Böylece de görebilmekten, düşünebilmekten
alıkoymuştu. Bu duruma düşürülünce de kitleler mezbahaya götürülen zavallı
koyun sürüleri gibi zalimlerinin, sömürücülerinin, daha açığı cellâtlarının
kucağına doğru koşup gidiyordu artık, bunlar bana hem dünyalık hem de ahretlik
verecekler bolca, diye.
1990 sonrasında, Sosyalist Kamp’ın çöküşü sonrasında,
AB-D Emperyalistlerinin Türkiye’ye artık pek ihtiyaçları kalmamıştı. Şimdi,
Türkiye pekâlâ Sevr Haritasına göre parçalanabilirdi.
İşte bu alçakça amacın ilk adımları 90’lı yılların
hemen başında atıldı: 02 Ekim 1992’de Türk Donanması’na ait Muavenet Muhribi,
Ege’de yapılan “NATO Kararlılık Tatbikatı” sürecinde Amerikan uçak
gemisi Saratoga’dan atılan iki füzeyle vuruldu. Geminin komutanının da
içinde olduğu beş denizcimiz bu saldırıda hayatını kaybetti. Saldırı, gece
gemilerin ya da tatbikatçıların dinlenmeye çekildikleri bir anda yapıldı. Yani,
tatbikat sırasında olmadı. ABD bu saldırının sebebini kaza olarak açıkladı.
Oysa, o füzelerin ateşlenmesi için üç
aşamalı bir bariyerin hep olur-uygundur komutu verilerek aşılması ve bu
komutları en az iki subayın onaylaması gerekiyordu. Demek istediğimiz, saldırı
gece, sarhoş bir ABD askerinin füze komuta sistemleriyle oynaması sırasında,
tesadüfen oluşmuş bir durum değildi kesinlikle. Zaten, saldırıdan sağ kurtulan
Türk subayları hep olayın kasıtlı ve bilinçli olduğu konusunda tereddütsüz
hemfikirdirler. Bu ikiyüzlü-şerefsizce yapılan saldırıdan maksat Türk
Donanması’na, dolayısıyla da Türk Ordusu’na bir gözdağı vermekti.
Ardından Irak’ta Türk helikopteri sanılarak bir
Birleşmiş Milletler helikopterinin işgalci ABD Ordusu tarafından açılan ateşle
düşürülmesi ve içinde bir Türk subayının da bulunduğu personelin öldürülmesi
olayı gelir.
Bunun da sonrasında zamanın jandarma
genel komutanı Orgeneral Eşref Bitlis’in uçağının düşürülerek öldürülmesi
gelir. Bitlis, bölgede konuşlanmış durumda bulunan Çekiç Güç Kuvvetlerinin Türkiye’den
ayrılması gerektiğini açıklıyor ve ABD'nin Kuzey Irak’ta
oluşturmaya çalıştığı Kürt Devleti’nin Türkiye’nin zararına olduğunu
söylüyordu.
Wikileaks belgelerinde ABD’ye göre Türk
Ordusu’nun profili
Tüm bu olaylar sonucunda da ABD’nin
Türkiye’ye dost olmadığını öğrenmiş olur Türk subaylarının önemli bir bölümü.
Böylece de en yurtsever, Mustafa Kemalci bazı komutanların kafasında NATO’dan
ayrılınması ve Avrasya’ya yönelinmesi
düşüncesi oluşmaya başlar. Yani Amerika’yı ve AB’yi, dolayısıyla da NATO’yu
bırakalım, Rusya, İran, Çin, Hindistan ve Türk Cumhuriyetleriyle birlikte
oluşturulacak bir yapının içinde yer alalım diye düşünmeye ve bu düşüncelerini
de belli toplantılarda açıkça söylemeye başlarlar. İşte bu durum ABD’yi çileden
çıkarır. Hemen tedbir alınması istenir. Wikileaks belgelerinde bu açık açık
ortaya konur. Bu belgelerden bazı bölümler aktararak gösterelim alçakların
neler dediğini, ne tedbirler düşündüğünü:
“Wikileaks belgelerinde Genelkurmay içindeki üç ana
hizip şöyle sınıflandırılıyor: Birincisi, Türkiye’nin stratejik çıkarının, ABD
ve NATO ile sıkı bağları sürdürmekte olduğunu, istekli olmasa da kabul eden
‘Atlantikçiler’. İkincisi, ABD ile bağları sürdürme ihtiyacına öfkelenen,
Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan, kimseye güvenmemeyi (Irak topraklarında
kurulacak bağımsız bir Kürt Devleti’ni destekleme niyetinden emin oldukları ABD
de buna dâhil) yeğleyen ve Kemalist devletin tavizsiz biçimde korunmasında ısrar
eden katı ‘Milliyetçiler’. Üçüncüsü de, ‘Avrasya’ konseptinin, Rusya’nın
hâkimiyetindeki tabiatını kavramaksızın, uzun zamandır ABD’ye bir alternatif
arayan ve Rusya’yla ya da Rusya ve İran’ı veya Rusya ile Çin’i içine alan iyi
tanımlanmamış bir gruplaşma ile daha yakın ilişkiler kurmayı düşünen
‘Avrasyacılar’. (B.
Pehlivan-B. Terkoğlu, Sızıntı-Wikileaks’te Ünlü Türkler, s. 165-166)
“(…) (Türk Generaller) AKP’den seçilmiş Tayyip
Erdoğan’ın davranışlarından büyük rahatsızlık duymaktadır. Erdoğan güçlü bir
müttefikimizdir. Generallerin bu tutumu Amerikan menfaatlerinin korunması
açısından engelleyicidir. Orgeneral Hilmi Özkök’ün sadakatli duruşu
sahiplenilmelidir.
“Muhalif orgeneraller, Orgeneral Hilmi Özkök’ün
çizgisine itiraz etmektedirler… Erdoğan kendisine desteğin devamı halinde
ABD’nin bir müttefiki olarak Ortadoğu ve Irak dahil olmak üzere Türk hava
sahasını, kara ve demiryolları ile Mersin ve İskenderun limanlarını
kullanımımıza açacağını taahhüt etmektedir… Ancak Türk Ordusu’ndaki üst rütbeli
subaylar tarafından sürekli engellenmek istenmekteyiz.
“Amerikan çıkarlarına karşı çıkan Org. Aytaç Yalman,
Org. Şener Eruygur, Org. Çetin Doğan, Org. Hurşit Tolon, Org. Fevzi Türkeri,
Org. Tuncer Kılıç ve Org. Yaşar Büyükanıt, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün
emir ve talimatlarına uymadıkları gibi her an muhtıra verebilirler. Bu bakımdan
değerlendirildiğinde güçlü bir medya grubunun oluşturulmasına acilen ihtiyaç
duyulmaktadır. Bu konu Recep Tayyip Erdoğan ile paylaşılmış olup, gereğinin
değerlendirileceği hakkında olumlu değerlendirmelerin yapıldığı ve yapılacağı
teyidi alınmıştır.”(age, s.
178)
AB-D yörüngesinden çıkan Ordu mensuplarına karşı ilk
saldırılar
ABD elçisinin gördüğünü muhakkak ki ABD’deki merkezler
de görmekteydiler. Ve onlar da kendi alçakça çıkarlarına uygun düşecek
tedbirler aramaktaydılar.
ABD’ye göre Türk Ordusu ABD’nin yörüngesinden hızla
çıkmaktaydı. Yurtsever, Mustafa Kemalci komutanların bir muhtıra vermeleri,
durumu daha da vahim ve içinden çıkılmaz hale getirebilirdi.
Zaten yine kendi projeleri ve yapımları olan
AKP-Tayyipgiller İktidarı da ABD ile her türlü işbirliğine, dolayısıyla da
Türkiye’ye ihanete tereddütsüz hazırdı. Üstelik de ezici seçim zaferleri
kazanarak üst üste iktidara geliyor ve gittikçe de iktidarını sağlamlaştırıyordu.
Tabiî aynı zamanda da Türkiye’yi Ortaçağ’a doğru bayır aşağı yuvarlayıp
götürüyordu. Bu Ortaçağa gidiş ABD’nin de işine gelirdi. Çünkü malum; din
merkezli dünya görüşünde esas olan millet değil, ümmetti. Bu bakımdan da ulus
ve ulusa ilişkin değerler bunlar için de bir anlam ifade etmezdi. İşte ABD’nin
de zaten istediği buydu. Millet olarak Türkiye’yi eritmek ve Sevr Haritasına
göre parçalamaktı. Bu bakımdan ABD ve yerli hainlerin; Tayyipgiller ve
Cemaat’in amaç birliği sağlanmış oluyordu. Yani ortak payda oluşmuştu.
ABD hazırlıklarına girişti ve ilk saldırı denemesini
Van’da, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektör ve yurtsever yöneticilerine karşı
yaptı. (Namuslu, laik, yurtsever rektör Yücel Aşkın ve ekibine yaptı.)
Aynı zamanda bir saldırı da “Şemdinli İddianamesi” adıyla bilinen bir
iddianame hazırlanarak Türk Ordusu’na karşı yapıldı. Fakat, çoğu şeyde olduğu
gibi burada da ilk girişim başarıya ulaşamadı. Fakat sarsıntı yarattı tabiî.
Zaten bir şeyi yıkıp çökertmek için de art arda darbeler indirmek gerekir genelde…
Ortamın yeterince olgunlaştığını gözlemleyen üçlü
alçak mihrak, 2007’nin 12 Haziranı’nda öldürücü sonucu almak için tam
hazırlıklı bir saldırı daha başlattı. Yine bilindiği gibi bu saldırının adı da
ilkin “Ümraniye Bombaları” diye yazıldı medyada. Fakat kısa süre sonra
saldırıya asıl vermek istedikleri adı açıkladılar. 25 Temmuz 2008’de “Ergenekon
Davası” adını verdikleri ana saldırıyı başlattılar…
Aslında “Ergenekon” adını, saldırının tüm detayları
gibi çok önceden belirlemişti onu planlayan ve uygulayanlar. İşte kanıtı:
“Kameraya yansıyan görüntülerde karakoldaki polisler,
düzenledikleri tutanakların ‘olay yerinde düzenlenmiştir’ gibi gösterilmesi
konusunda nasıl inandırıcı olacaklarıyla ilgili konuşmalar yapıyordu.
“Bir polis, arkadaşına ‘Mahkemede sana ‘çatıya
bilgisayar mı çıkardın?’ diye sorarlarsa ne diyeceksin?’ diye soruyordu.
“Diğeri de şöyle cevaplıyordu: ‘Soruşturma Ergenekon
olduktan sonra s.kerim hâkimini de, savcısını da…’
“Evet, bu küfür soruşturmanın 9 ay sonra ilan edilecek
isminin daha o sırada belli olduğunu ortaya çıkaracaktı.” (age, s. 213)
Bu temel saldırı da ilk denemesinde olduğu gibi
yalnızca Ordu’yu hedef almadı. Namuslu, yurtsever, laik, tam bağımsızlıkçı,
Mustafa Kemal gelenekli bilim insanlarını da kapsamı içine aldı. Bununla da
yetinmedi; aynı nitelikteki aydınlara, yazarlara, çizerlere de yöneldi.
AB-D nasıl bir Türk Ordusu için çabalamaktadır?
Özetlersek; hep söylediğimiz gibi, Sevr’e gidilecek
yolun üzerinde kendilerine karşı direnç noktası oluşturabilecek başta Türk
Ordusu olmak üzere tüm namuslu, yurtsever unsurları hedef aldı. Amaç, yol
açmaktı, yol temizliğiydi. Davanın amacı en öz anlatımıyla budur.
Bu davayı imal eden alçakların, şerefsizlerin varmak
istediği yerse tek kelimeyle Yeni Sevr’dir.
Zaten, Türkiye’nin yaşadığı ekonomik, siyasi olaylara
bakan ve gördüğünü anlayıp değerlendirebilen herkes Türkiye’nin ABD
Emperyalistleri tarafından adım adım Yeni Sevr bataklığına sürüklendiğini
kesince görür. İşte bu “dava” maskesiyle yürütülen saldırı bu gidişe karşı
çıkabilecek güçleri sindirme, yıldırma, ezme ve tasfiyeyi amaçlamaktadır.
Nitekim, yapılan da budur. Artık namuslu burjuva yazarları bile Türk Ordusu’nun
teslim alındığını, diz çöktüğünü açık açık yazıp söylemektedirler.
Tabiî biz bu kanıda değiliz. Diz çöken, teslim olan,
Türk Ordusu’nun sadece komuta kesimidir.
Yoksa, ezici çoğunluğunu oluşturan kitle hâlâ yurtseverdir, tam
bağımsızlıkçıdır, Mustafa Kemalcidir. Biz de zaten hep diyoruz ya; Devrimci
Gelenekli olan kesim Ordu Gençliği’dir. Yoksa Hilmi Özkök, Necdet Özel gibi
ordu fosilleri değildir.
Mustafa Balbay ortalama dört yıldan bu yana Silivri
Toplama Kampında tutsaktır. Neden mi?
Bizce şundan: 23 Mayıs 2003’te Cumhuriyet’te yaptığı “Genç
Subaylar Rahatsız” haberinden.
Bu haber, ayrıntıları okunduğunda Ordu Gençliği’nin
Tayyipgiller İktidarından ve Türkiye’nin Sevr ile birlikte Ortaçağa doğru
sürüklenişinden rahatsızlığını ortaya koymaktaydı. Yani komuta kesiminden
farklı bir tutum içinde olduğunu göstermekteydi. Bizim yarım yüzyıldan bu yana
savunduğumuz bu ayrımı Balbay’ın da “Cumhuriyet”te yazması Tayyipgiller
İktidarını ve onlarla “şiir gibi anlaşıyoruz” diyen ve böylece de aynı ihanet
içinde olduklarını hiç çekinmeden itiraf eden Hilmi Özkök’ü ve benzerlerini
çileden çıkardı. O güne dek sakinliği, ılımlılığı ve yumuşaklığıyla bilinen,
tanınan Hilmi Özkök, tüm bu özelliklerini bir anda terk ederek bakın haber
karşısında nasıl konuşur, nasıl kükrer:
“Komutanlar arasında şahinler, güvercinler, sertlik
yanlıları yoktur. Bu tür iddiaları yalanlamaktan öteye lanetlediğimi, kusura
bakmayın ağır laf söylüyorum, ama açıkça ifade etmek istiyorum.” (age, s. 173)
Aynı tepkiyi, aynı günlerde Tayyip de gösterir:
“Özkök’ün açıklaması ardından konu üzerine ilk kez
konuşan Erdoğan, Balbay’ı suçladı. Erdoğan, ‘Genç Subaylar’ manşetini
kastederek ‘Tuttuğunuz bir köşeyle bu ülkede sıkıntı çığırtkanlığı yapmayın’,
ifadesini kullandı. Erdoğan, askerle benzer hassasiyetlerini dile getiren YÖK
Başkanı’na ise ‘kilon kaç, çık meydana’ sözleriyle cevap verdi. Erdoğan için
askerle yapılacak güreş o günlerde Özkök’ün katkısıyla ötelenmişti.” (age, s. 173)
Görüldüğü gibi, ABD işbirlikçilerinin, hainlerin Ordu
Gençliği’nin Devrimci Geleneğinin sözünün edilmesinden bile ödleri patlıyor.
Onlar Amerikancı, ruhsuzlaşmış, uşaklaşmış, fosilleşmiş tören paşalarının, halk
çocuklarından oluşan Ordu Gençliği’ni kendileri gibi hep sürükleyip
götürmesinden yanadırlar. Tabiî nereye götürmesinden? Amerikan uyduluğuna,
Amerikan uşaklığına… Onlar ister ki Türk Ordusu hep NATO Ordusu olsun. Böylece,
Amerikan generalleri Türk Ordusu’nu istedikleri gibi yönetsin, kullansın.
Kore’ye götürsün, Yugoslavya’ya götürsün, Somali’ye, Afganistan’a, Libya’ya ve
Suriye’ye sözün kısası, Amerika nereye isterse oraya götürsün, ABD’nin aşağılık
emperyalist çıkarları için ölsün, öldürsün. Ne yazık ki bütün bu pis işleri ABD
yaptırabilmektedir bugün Türk Ordusu’na. Buna ilaveten, Türkiye’nin Yeni Sevr’e
sürüklenişine de ses çıkaramaz durumu düşürülmüştür Türk Ordusu.
İşte “Ergenekon Davası” denen CIA Operasyonu yukarıda
da dediğimiz gibi bunu sağlamıştır.
Fakat Ordu Gençliği bu duruma ses çıkaramamakla
birlikte hınç duymaktadır, bundan hoşnutsuzdur. Fakat bir yolunu bulamadığı
için ses çıkaramamaktadır. İşte bu durumun dillendirilmesi ABD uşaklarını
korkutmakta, kızdırmaktadır.
Bu hainane gidişin sürmesi halinde ABD Türkiye’yi Yeni
Sevr’e iyice yaklaştıracak, çözecek, eritecektir. Bunun sonucunda da Türkiye’yi
açıktan parçalamaya girişebilecektir. Hep diyoruz ya; ABD’nin Ortadoğu’daki
hedef sıralaması Irak, Libya, Suriye, İran ve Türkiye biçimindedir. Diğer dört
ülkede amaçladığını gerçekleştirirse muhakkak ki Türkiye’ye fiili saldırı
planını da uygulamaya koyacaktır. Bu gerçeği namuslu burjuva yazarları bile
artık görebilmektedirler:
Amaç, Türkiye Dahil Ortadoğu’nun sınırlarını
değiştirmektir
Bundan bir süre önce, ABD Deniz Kuvvetleri Akademisi
Öğretim Üyesi Nicolas Gvasdev demişti ki:
“Kısa bir süre içinde; Türkiye’de PKK’ya, Kolombiya’da
FARC’a, Filipinler’de komünist ve İslâmcı asilere karşı kullanılan isyan
bastırma yöntemlerinin sorgulanması, bu ülkelere müdahaleyi beraberinde
getirecektir”
“Müdahale!
“Pekâlâ, Bush’un Savunma Bakanı Condolezza Rice, 7
Mart 2003’te Washington Post’a yazdığı yazıda ne demişti:
“Fas’tan, Basra Körfezi’ne kadar, TÜRKİYE DE DÂHİL,
Ortadoğu’da tüm ülkelerin rejim ve sınırları değişecek!”
“Bu açık niyete rağmen, Erdoğan’ın bu planı
uygulayacak olan Büyük Ortadoğu Projesi BOP’un eşbaşkanlığını nasıl olup da
kabul ettiğini anlamakta zorlanıyorum!” (Cevher Kantarcı, Yurt Gazetesi, 20 Mayıs 2012)
C. Kantarcı, ABD Emperyalistlerinin Türkiye’ye hangi
aşamada askeri müdahalede bulunacağını bile bizim de hep tekrarladığımız
biçimde dile getirmekten çekinmiyor:
“Adamlar, Türkiye’ye müdahale gerektiğini açık seçik
“söyletmeye” başladılar!
“BDP’lilerin sık sık dile getirdiği Türkiye’de çıkması
muhtemel iç karışıklıklar, elbette ki güzellikle ve sadece biber gazıyla
bastırılmayacak!
“Ve Batı’ya gün doğacak!
“Bizimki ise BOP Eşbaşkanlığına güvenip, Esad’a
kabarıyor!
“Hele bir Esad meselesini, ABD’nin işine geldiği gibi
çözelim, seyredin gümbürtüyü!” (agy)
Tekrarlarsak anlattıklarımızı; “Ergenekon Davası” adlı
CIA Operasyonu ABD tarafından netçe projelendirilmiş ve yukarıda Condolezza
Rice’in açıklamalarında ve BOP Haritasında açıkça ortaya konmuş olduğu gibi,
Türkiye’nin Yeni Sevr’e sürükleniş sürecinde buna karşı çıkabilecek yurtsever,
antiemperyalist güçlerin tasfiyesini hedeflemiştir.
“Ergenekon, Balyoz Davaları”nın aktörleri-oyuncuları
Bu “dava”nın CIA tarafından projelendirildiğinin pek
çok kanıtının yanında bir yenisi de geçen günlerde ortaya çıkmıştır. Eski AKP
milletvekili İhsan Arslan’ın bir dönem birlikte çalıştığı Orhan Aykut,
geçenlerde şöyle bir açıklama yaptı:
“Adı Orhan Aykut. Daha önce Tekirdağ Cezaevi’nde
yatıyordu, şimdi Metris Cezaevi’nde.
“Kendini eski bir ülkücü olarak tanıtan Orhan Aykut 13
Aralık 2010’da Tekirdağ Cumhuriyet Savcılığı’na başvurarak Ergenekon ve Balyoz
davaları ile ilgili bir suç duyurusunda bulunmuştu.
“Aykut, Balyoz Davası dosyalarının bir bavul içinde,
Amerikalı bir senatör ve ordudan ayrılma bir binbaşı tarafından AKP’li
Milletvekili İhsan Arslan’ın ofisine getirildiğini ileri sürmüştü. Aykut
belgelerin burada sıraya dizildiğini, bazılarına eklemeler yapıldığını,
bazılarının üzerinde oynandığını da suç duyurusunda iddia etmişti.” (www.odatv.com, 20 Kasım 2012)
Açıkça görüldüğü gibi, “Balyoz Davası” belgelerinin
yer aldığı bavulu Amerikalı bir senatörle Ortaçağcılığından dolayı Ordudan
atılan uzun saçlı eski deniz binbaşısı (bunun İskender Pala olduğu Orhan Aykut
tarafından da beyan edilmiştir) AKP eski milletvekili İhsan Arslan’a ve onunla
çalışan Orhan Aykut’a Movenpick Oteli’nde teslim ediyor. Bu arada Beyaz Saray
eski çalışanı, şimdinin AKP milletvekili ve Avrupa Birliği’nden sorumlu bakanı
Egemen Bağış da oradadır. Demek ki ABD’li senatör CIA adına projenin uygulamaya
konmasında da görev yapmıştır. İşin gerisini İhsan Arslan, Ramazan Akyürek ve
Cemaatin savcı-yargıç maskeli görevlileri sürdürmüştür ve halen de
sürdürmektedir.
Bu bavul devir teslimi, sahte belge üretimi ve bunlara
dayanarak operasyon yapma olayında “dava”nın üç ayağı da açıkça ortaya
çıkmaktadır, görülmektedir: ABD-CIA-Pentagon-Washington, Fethullah Cemaati,
Tayyipgiller İktidarı… Aslında davanın tüm parçalarında bu ayaklar görev
yapmıştır. Yani bu CIA Operasyonu, bu ayaklardan oluşan kaynaşık bir ekip
tarafından gerçekleştirilmiştir.
AB-D ve Tayyipgillerin “timsah gözyaşları”nın sebebi
nedir?
Olay bu kadar açık bir şekilde ortada dururken ABD’nin
ve Tayyipgiller’in; “Bizim olayla sayımız suyumuz yok-uzaktan yakından
ilgimiz, bilgimiz yok, tam tersine bu davada tutuklananların uzun tutukluluk
sürelerine maruz bırakılmaları bizi de rahatsız etmektedir. Bu nedenle bizce bu
davalar bir an önce sonuçlandırılmalıdır” şeklinde açıklamalar yapmaları
tamamen bir Nazi-Hitler taktiğidir. Başka türlü söylersek; İblisçe yapılmış bir
düzenbazlıktır, kandırmacadır.
Biz uzun süredir hep tekrarlamaktayız; bu davanın
cezası sonucunda değil, sürecindedir, diye. Cezanın özü sürecinde olunca
tutuklulukların elbette uzun tutulması gerekir. Peki bu uzunluğun ölçütü ne
olacaktır?
Şu:
Bu süreç içinde hedef alınan güçlerin işi bitirilmiş
olacaktır. Yeni Sevr’e gidişe karşı çıkabilecek güçler sindirilmiş, korkutulmuş,
ezilmiş ve tasfiye edilmiş olacaktır.
Bu amaç gerçekleşti mi şimdi?
Ne yazık ki öyle… Yani amaç hâsıl olmuştur. Hedef ele
geçirilmiştir.
O zaman ne yapılması gerekmektedir?
Bu “dava” saldırısıyla-bu aşağılık suçla bizim hiçbir
ilgimiz yok, denilerek oyuna, kandırmacaya başvurmak gerekmektedir. İşte ABD
Emperyalistleri ve Tayyipgiller bunu yapmaktadırlar. Suçu sadece savcı ve
yargıç maskeli Cemaat mensuplarının üzerine yıkmaktadırlar. Hani, ağanın da
toprağını gasp ettiği ya da karısına-kızına göz koyduğu gariban köylüyü önce
emrindeki çakallara katlettirip sonra da suçu onların üzerine yıkması gibi…
Sözü uzatmayalım; insanlıktan çıkmış ABD
Emperyalistlerinin de onların işbirlikçisi hain Tayyipgiller İktidarının da bu
davayla ilgili “timsah gözyaşları” denilen türden sahte ağlayışları, gözyaşı
döküşleri hep yukarıda andığımız aşağılık oyun-Nazi Yöntemi gereğidir.
Bugün, gün yerli-yabancı Parababalarının ve onların
her türden uşaklarının günüdür.
Halkımız ne yazık ki örgütsüz, darmadağınıktır. Böyle
olunca bu hainane gidişi ve oyunları ne görüp doğru dürüst anlayabiliyor, ne de
tepki koyabiliyor. Haydutlar, satılmışlar, insan sefaletleri gönüllerince
oyunlar, hileler düzenliyor, dolaplar çevirebiliyor. Ne diyelim, olsun bakalım…
Fakat sanmasınlar ki bu böyle sürüp gidecek! Elbet bu
iblisçe, bu alçakça oynanan oyunların da hesabının sorulacağı günler gelecek!..
HKP
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder