10 Ocak 2019 Perşembe

Erzurum Kongresi Hiçbir Türlü Güdüm Kabulüne Karar Vermiş Değildi


.....
Bu sözlere bakılırsa Rauf Bey'in görüşüyle, gerek Sivas Kongresi ve gerek Erzurum Kongresi genel kurullarının görüşleri arasında bir yanlış anlama olduğu kuşku götürmez. Rauf Bey'in konuşmasında yorumlanan bu anlayışın, gerek Erzurum ve gerek Sivas kongreleri bildirilerinin yedinci maddesindeki yazılış özelliğinden doğduğu kanısına varılabilir. Gerçekten, bu maddenin yazılışında, belki güdüm isteme pek ileri giden ve sonu gelmez propagandalarıyla kamuoyunu bulandıranları susturmak ve belki bundan daha çok, onların savlarına bir karşılık olmak üzere bir çeşit özellik vardır. Maddede yazılanlar, mantık ışığında incelenince ve düşünülünce ne güdüm ve ne de Amerika'nın güdümcülüğünü isteme düşüncesini kapsamadığı anlaşılır. Bu noktayı açıkça göstermek için söz konusu maddeyi olduğu gibi hatırlatmak isterim:

"Madde 7- Ulusumuz, bu çağın ülkülerini yüce bilir; teknik, sanayi ve iktisat durumumuzu ve bize gerekli olanları iyice anlar. Bundan ötürü, devletimizin ve ulusumuzun içte ve dışta bağımsızlığı ve yurdumuzun bütünlüğü korunmak koşuluyla, altıncı maddede belirtilen sınır içinde, ulusçuluk ilkelerine saygılı ve yurdumuzu ele geçirme amacı gütmeyen herhangi devletin teknik, sanayi, iktisat yardımını sevinçle karşılarız ve bu adaletlice, insanca koşulları kapsayan bir barışın da ivedilikle gerçekleşmesi, insanlığın esenliği ve dünyanın rahatlığı adına ulusal isteklerimizin en önemlisidir."

Baylar, bu maddenin hangi noktasında güdüm düşüncesi ve güdümcünün Amerika olacağı düşüncesi vardır? Olsa olsa: "Herhangi devletin teknik, sanayi, iktisat yardımını sevinçle karşılarız." sözlerinden güdüm düşüncesine kapılanlar bulunabilir. Ama, güdümün anlamı ve özü elbette bu değildir. Her zaman ve bugün de bu açık anlama göre yapılacak yardımları sevinçle karşılamaktayız ve karşılarız. Nitekim, Ankara-Ereğli ve Keller (Bugünkü adı: Fevzipaşa) -Diyarbakır demiryollarının yapılması için bir İsveç grubunun ve Kayseri-Sivas-Turhal yollarının yapılması için de bir Belçika grubunun teknik, sanayi, iktisat yardımlarını seve seve kabul ettik ve sözgelişi Ankara kentinin ve öbür Anadolu kentlerimizin bir an önce bayındırlaştırılmasına ve bütün öteki demiryollarımızla karayollarımızın ve limanlarımızın yapımına yardım etmek isteyecek yabancı sermaye sahiplerinin yardımlarını seve seve kabul ederiz. Yeter ki yurdumuza sermaye getireceklerin, devletimizin ve ulusumuzun iç ve dış bağımsızlığını ve yurdumuzun bütünlüğünü zedeleme ereğini güden gizli düşünceleri olmasın. Bu maddede yer alan "ulusçuluk ilkelerine saygılı ve yurdumuzu ele geçirme amacı gütmeyen herhangi devlet" sözünden Amerika Devleti anlamı çıkarılmasına yer yoktur. Çünkü bu ilkelere saygılı dünya devleti yalnız Amerika da değildir. Örneğin İsveç Devleti, Belçika Devleti de bu nitelikte devletler değil midir? Bu devletlerden herhangi birinin güdümcülüğü de söz konusu olabilir mi? Bir de, eğer Amerika Devletine kapalı olarak işaret edilmek istenseydi "herhangi devletin" yerine "bir devletin" ya da hiç olmazsa sadece "devletin" sözleriyle yetinmek gerekirdi. Demek ki, maddenin açıkladığı koşullar içinde teknik, sanayi, iktisat yardımın iyiye yorulduğu bütün devletleri kapsar görüldüğü açıktır.

Baylar, bu güdüm konusundaki görüşümü -ki bundan önce yapılan ve bu dakikada yüce kurulunuzun da bilgi edinmiş bulunduğu bunca yazışma ve tartışmalarımızla tanıtlanmıştır- aylardan beri gece gündüz yanımda bulunan bir arkadaşın daha anlamamış olduğu düşünülebilir mi? Öyle ise, ya Rauf Bey'in öteden beri benimle görüş birliği yoktu; ya da görüş birliği vardı da Sivas'ta İstanbul'dan gelenlerle konuştuktan sonra düşüncesini değiştirmişti. Burasını kestirmek bence güçtür. Şimdi biraz daha Rauf Bey'i dinleyelim. Rauf Bey, sözlerine şöylece devam ediyor:

"Ateşkes Anlaşmasının yapıldığı sıralarda Almanlar barış antlaşmasını imza etmeyecek sanılırken İngiliz basını bazı gizli şeyleri açığa vurdular. Bunlardan birincisi, Almanya'nın barış antlaşmasını imza edeceği konusuydu. Bu gerçekleşti. İkincisi de Türkiye'nin paylaşılması konusuydu. Bu çok şükür, gerçekleşmedi. Buna göre: Konferansın kararı gereğince Kızılırmak'ın doğu yanı Ermenistan sayılarak Amerika koruyuculuğuna veriliyor. Belki Gürcistan'la Azerbaycan da Amerika'ya bırakılır, deniliyordu. Kızılırmak'ın batısındaki toprakların İzmir ve İstanbul dışındaki kısımları da, denize çıkış kapısı Antalya limanı olmak üzere, Türkiye oluyordu. Bu bölgenin kuzeyi, İtalyan ve Fransız; güneyi de İngiliz koruyuculuğuna ve yönetimine veriliyordu. İzmir'in işgali, İngiliz basınının açığa vurduğu şeylerin doğruluğunu ortaya koymaya başladı. Demek ki, bu tehlike karşısında ülkemiz için en tarafsız durumda bulunan Amerika'nın yardımını kabul etmek zorundayız. Ben bu kanıdayım."

Rauf Bey'in düşüncesini anlamak için bundan sonra daha uzun süren sözlerini dinlemeye bilmem gereklik kaldı mı?

Baylar, pek uzun ve tartışmalı geçen bu güdüm görüşmeleri, güdüm isteyenleri susturacak ortalama bir çözüm yolu bulunarak bitirildi. Hem de bunu öneren yine Rauf Bey oldu: "Amerika'da yıllardan beri bize karşı yapılmakta olan kötüleyici propagandaların doğurduğu düşünce akımını düzeltmek için her şeyden önce Amerika Kongresinden ülkemizi inceleyecek ve gerçeği görecek bir kurulu çağırmak." Bu öneri oybirliğiyle kabul olundu. Kongre Başkanlık Kurulunun imzalarıyla bu yolda bir mektup müsveddesi hazırlandığını hatırlıyorsam da bu mektubun gönderilip gönderilmediğini pek iyi hatırlamıyorum. Doğrusu da, bu mektuba özel bir önem vermiş değildim.

Baylar, bu arada şunu da söyleyeyim; Belge olarak başvurduğum Kongre tutanakları, Başkanlık Kurulu yazmanlığında bulunan Afyonkarahisar delegesi Şükrü ve güdümü savunan söylevlerini dinlediğimiz Hâmi Bey'ler eliyle tutulmuş ve Hâmi Bey'in yazısıyla düzgün bir deftere temize çekilmiştir.
....
Kaynak: Tarih Nutuk   2.Bölüm   Milli Kongreler ve Gelişen Olaylar 



BASIN AÇIKLAMASI “Çalışan Gazeteciler Günü”


BASIN AÇIKLAMASI
Bu gün (10 Ocak) “Çalışan Gazeteciler Günü”. Basın çalışanlarının haklarını korumak ve çalışma koşullarını iyileştirmek için düzenlenen 212 sayılı yasa, 10 Ocak 1961'de yürürlüğe girdi. Bu nedenle 10 Ocak, ülkemizde 58 yıldır Çalışan Gazeteciler Günü olarak anılıp kutlanıyor. Basın çalışanlarına bu gün; birileri tarafından armağan edilmiş değil, tam tersine direnerek elde ettikleri bir hakkın kutlandığı gündür.
Ne yazık ki Türkiye cumhuriyet tarihinde basın; özgürlüğü, bağımsızlığı konusunda hiçbir dönemde bu kadar iktidarın baskısı altında olmadı, çalışanların ekonomik ve sosyal hakları hiçbir dönemde bu günkü kadar kullanılamaz duruma düşürülmedi.
Bu gün yani 2019 Ocak ayında Türkiye cezaevlerinde 145 gazeteci, meslekleri olan gazetecilik görevlerini yerine getirmeleri nedeniyle özgürlüklerinden yoksun bırakılmış durumdadır. Binlerce basın çalışanı ise 160'tan fazla basın kuruluşunun kapatılması, iktidar ve güç odaklarının yandaşlığını kabullenmemesi nedeniyle işsiz bırakıldı. Yazılı ve görsel basın çalışanlarının tutuklanmasında ülkeler arası birinciliği elden bırakmamakta ısrarcı olan siyasal iktidar, tutuklamalarla gazetecileri susturma, dışarıda kalanları ise korku yaratarak bastırmak ve haber yapamaz hale getirmek istiyor.
Yazılı ya da görsel basın çalışanı gerçeği yazmaz, susar ve duymaz ise gerçekte sorumlu olduğu ve içinde yaşadığı topluma değil mevcut iktidara ve bir avuç güç odağına hizmet etmiş olur. Özgür, tarafsız ve bağımsız gazetecilik, gerçekleri ve doğruları açığa çıkardığı zaman anlam bulur
 Basın çalışanlarını özgürlüğü, işi, ekmeği ile tehdit eden iktidar ve güç odakları onları susturarak iktidar ve egemenliklerini kalıcı kılmak istemektedirler.
Bu gerçekte tüm toplumun susturulma çabasıdır. Çünkü yazılı ve görsel basın susarsa /susturulursa toplum susar/susturulur. .
Türkiye, Kişisel ve Siyasi Hakları Sözleşmesi'nin 19. maddesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 10. maddesi uyarınca ifade özgürlüğü hakkını güvence altına almakla yükümlüdür ve bu hak her türlü bilgi ve düşünceyi araştırma, edinme ve açıklama özgürlüğünü de içerir. TC. Anayasasının 90. maddesinin son fıkrasında ''Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz.”
Bu nedenle siyasal iktidar birçok konuda olduğu gibi Basın çalışanlarının özgürlüğü konusunda da “ANAYASAYI İHLAL” suçu işlemektedir. Ve “gün gelecek, keser dönecek, sap dönecek hesap mutlaka sorulacaktır”.
Dileğimiz; bu 10 Ocak’ın çalışan gazetecilerin sorunlarının yalnız onların değil tüm toplumun ortak sorunu olduğu bilinciyle özgür, bağımsız gazeteciliğin koşullarının oluşturulması için toplumsal mücadele günü olmasıdır.
Çalışan Gazeteciler Bayramından, Çalışan Gazeteciler Gününe ve bu gün “Çalıştırılmayan Gazeteciler Günüanlayışına gelen süreç ancak örgütlü bir mücadele ile aşılabilecektir..
Bu duygularla ‘Basın Çalışanlarının Mücadele Günü’nü kutluyoruz.

YÖNETİM KURULU ADINA:                                                Mahmut ÖZYÜREK
                                                                                        Ulusal Eğitim Derneği
                                                                                 Isparta Şube Başkanı


9 Ocak 2019 Çarşamba

İSLAMCI NEDEN "İNTÎKAMCI”DIR?


Başbakan Erdoğan 2012 Şubatında AKP Gençlik Kolları Kongresi’nde şöyle diyordu; “Altını çiziyorum; modern, dindar bir gençlikten bahsediyorum. Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlikten bahsediyorum.”
Bu söz çok tartışıldı. Ama Erdoğan bu cümleyi boşuna değil referans aldığı kaynağa dayanarak söylemişti. Kimse bunun üzerinde durmadı ya da durmaya cesaret edemedi. Peki, nedir bu anlayışın kaynağı. Yazıyı okuyalım.

İSLAMCI NEDEN "İNTÎKAMCI”DIR?


10 Şubat 1990 günü kimi gazetelerde (örneğin Cumhuriyet'te) Hamaney'in Salman Rüşdi'ye ilişkin bir açıklaması yer aldı. Tahran Radyosu'nun yayınladığı bir habere göre Hamaney eski dini lider Humeyni'nin Rüşdi hakkında verdiği “ÖLÜM FETVASI”nın geçerli olduğunu açıklayıp yerine getirilmesini istemiştir.


Bu "İslamcı intikamı"nın nice örneklerinden biridir.


İslamcı her zaman "intikamcı" olur. Bu İslam'ın özünden Kur'an’ından "hadis"inden tarih boyunca süregelen geleneğinden kaynaklanır. Yahudilik'te olduğu gibi...


 "İntikam" bilindiği gibi "öç" anlamındadır. Öfke kin hınç ürünüdür.


"Öfke (gazap)" dolu "kin" dolu bir "Tanrı" düşünebilir misiniz? Etnoloji bize kesin olarak bildirir ki ilkellerde bu vardır. Yine araştırmalar gösterir ki bu tür "Tanrı" anlayışı ilkellerden Yahudilik kaynaklarına başta Tevrat'a yorumlarına oradan da Kur'an'a ve İslam'ın bütününe geçmiştir. Kur'an'da tam 4 kez Tanrı için "zü'ntikam" yani "intikam sahibi intikamcı" deniyor. Diyanet'in resmi çevrisinde de "öcünü alır" "öcalıcı" "öcalan" "öcalabilen" anlamları verilmiştir. (Bkz. Al-i İmran 4; Maide 95; İbrahim 47; Zümer 37)


Bir ayetin Diyanet'in resmi çevirisindeki anlamı şöyledir:

 - Sakın Allah'ın peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma! Doğrusu Allah Güçlü'dür Öc alan'dır. " (İbrahim 47)

Bu ayet "peygamber"lerin de "intikam" istediklerini "Tanrı"nın buyruklara karşı gelenlerden "intikam" alacağına "söz verdiğini" ve bu "sözünden de caymayacağı"nı Tanrı'nın hem "Güçlü" hem de "Öcalıcı" olduğunu açık seçik anlatıyor.


Secde suresinin 22. ayetinde de şöyle denir:


 - Rabbinin ayetleri kendisine hatırlatılıp da onlardan yüz çeviren kimseden daha zalim var mıdır? Şüphesiz suçlulardan öç alacağız.

"Rabb"in yani "Efendi Tanrı"nın "suçlu"lardan "günahkârlardan öç alacağını bildirdiği anlatılırken "Biz kesinlikle onlardan öç alacağız ya da öcalıcılarız)" dediği iki ayette daha anlatılmakta: Zuhruf ayet 41; Duhan ayet 16.

"Tanrı"sının "öcalıcı" "peygamber"inin "öcalıcı" diye sunulduğunu görüyoruz. "Tanrı"sı "peygamber"i öyle olur da "mü'min"leri yani "inanır"ları öyle olmaz mı?

İslamcı bunun için "intikamcı"dır işte.


"Tanrı için sevmek Tanrı için kin beslemek" İslam'ın temel ilkelerinden biridir. Muhammed'in bunu dile getiren sözlerine dayanır bu.
  
Muhammed şöyle der:
 - "işlerin en üstünü Tanrı için sevmek ve Tanrı için öfkelenip kinlenmektir. " (Bkz. Ebu Davud Sünen Kitabu's-Sünnet 3 hadis no: 4599)

Bir başka kez de Muhammed'in şöyle dediği görülür:

 - "içinizden kim bir MÜNKER görürse eliyle onu değiştirsin; gücü yetmiyorsa diliyle onu değiştirsin. Buna da gücü yetmiyorsa kalbiyle kinlensin..." (Bkz. Müslim e’s-Sahih Kitabu'l-İman/78 hadis no: 49; Ebu Davud Sünen Kitabu's-Salat/248 hadis no: 1140; Tirmizi Sünen Kitabu'l-Fiten/11 hadis no: 2172. )

Buradaki "münker"in anlamı "tanınmayan benimsenmeyen şey"dir. Demek ki Muhammed her Müslümana şu görevi veriyor:

Müslüman kişi İslam Şeriatı'nca "tanınmayan benimsenmeyen bir şey" mi gördü; hemen "elini" yani "yumruğunu" kullanacak. Diyelim ki yumruğu yeterli olamadı bununla karşı çıkamadı; "diliyle" karşısına çıkacak. Kötüleyecek kınayacak aleyhte propaganda yapacak. Diyelim ki ortam buna de elverişli değil. O zaman da "kalbiyle" yönelip "kin besleyecek".
 İslamcı ortamı elverişli bulana dek "kin besler" karşısında olduğu kimseye duruma düşünceye davranışa. Ve "intikam" için zamanını kollar. Bu kendisine verilmiş bir görevdir.

İslam'ın "Tanrı"sı "intikam"ı kimi zaman "bu dünya"da kimi zaman da "öbür dünya"da yani "ahiret"te alacağını bildirir. Her ikisinde de durum korkunç olarak bildirilir. Hele "ahirette "işkence" olacağı da anlatılır "Ölüm yok sürekli işkence var.

" En sadist insanın bile kabul edemeyeceği türden bir "azap (işkence)". Bunu anlatan ayetlerle doludur Kur'an.


Demek ki İslam'ın "Tanrı"sı "intikam" alırken "işkence"siz olmuyor "intikam"ı.


İslamcı böyle bir eğitimle eğitilmekte. Yani İslamcı da "işkence"yi doğal bulur ve "intikam"ın doğal gereği sayar. Bu durumda İslamcıdan beklenebilecek tutum bu doğrultudadır. Başka bir deyişle İslamcı "Tanrı için intikam" alacağı kimseye "işkence" uyguladığı zaman "kutsal görev"ini yerine getirmekte olduğuna inanır. Karşılığında "Tanrı'dan sevap mükâfat" alacağını düşünür. Çoşkulanır bundan.



Muhammed'in "işkence"yi yasakladığını anlatan hadis de var. (Bkz. Buhari e's-Sahih Kitabu'l-Megazi/30; Ebu Davud Sünen Kita-bu'l-Cihad/120 hadis no: 2667. ) Ama yasaklandığı bildirilen şey işkencenin yalnızca bir biçimidir. "Müsle" denir bu biçime. Vücudun kimi organlarını özellikle de burnu kulakları kesmek gözleri oymak anlamında. "Yüzü dümdüz etmek".



Kaldı ki Muhammed'in kendisi de "müsle (işkence)" yaptırmıştır.



Muhammed'in Ureynelilere yaptırdığı işkence



Ukl Ureyne kabilelerinden bir kaç (7-8) kişi Medine'ye gelmişler; biraz hastalanmışlardır. Kır insanları olduğu için Medine'nin havası kendilerine yaramamıştır. Muhammed'e başvururlar. Muhammed "tedavi" için kendilerine "deve sütü" ile "deve sidiği" içirir. Sonra da "zekât develeri"nin bulunduğu yere (kırlara) gönderir. Burada da "deve sütü" ve "deve sidiği" içeceklerdir. Kırda iyileşir adamlar. Sonra develerin çobanını öldürürler; develeri de önlerine katıp götürürler.



Muhammed bunu (her nasılsa) öğrenir. Onların ardından yakalasın diye adam gönderir. Sonunda katil ve hırsızların tümü yakalanır. Ve Muhammed'in verdiği ceza:



Muhammed yakalananların ellerini ayaklarını kestirir; gözlerini oydurur ve Harre denen (son derece sıcak) yere attırır. Adamlar sızlanırlar su isterler. Su verilmez. Adamlar taşlan kemirirler. Ve sonunda ölürler. (Buhari'nin 7 yerde ve 9 yoldan aktarıp yazdığı bu hadis için bkz. Buhari e's-Sahih Kitabu'z-Zekat/68; Tecrid h. no: 172; Müslim e's-Sahih Kitabu'l-Kesame/9-14 h. no: 1671; Ebu Davud Sünen Ki-tabu'l-Hudud/3 hadis no: 4369. )



Muhammed'in uygulattığı bu korkunç işkence Maide suresinin 33. ayetine dayandırılır. (Bkz. Aynı kaynaklar) Bu ayetin Diyanetin resmi çevirisindeki anlamı şöyledir:



"Allah ve peygamberleriyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezası: Öldürülmek veya asılmak yahut çapraz olarak el ve ayaklarını kesilmesi ya da yerlerinde sürülmektir. Bu onlara dünyada rezilliktir onlara ahirette büyük azap vardır. "



"İşkence"yi Muhammed yaptırmış olunca İslamcı kişi "insanlık dışı" bulmaz kuşkusuz. "Haklı" bulur. Bugünkü İslamcıların üreyip yetişmelerinde en başta rol oynayanlardan Babanzade Ahmed Naim (1872-1934. Bkz. İsmail Kara Türkiye'de İslamcılık Düşüncesi İstanbul 1987 1/273-308) de olayı haklı buluyor savunuyor olay nedeniyle şöyle diyor:



- “Biz Müslümanlarca Peygamberin yaptığı şey ne olursa olsun; doğrudur. Tanrı hoşnutluğuna da uygundur..." (Bkz. Diyanet yayınlarından Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecridi Sarih Tercemesi 173. hadisin açıklaması. )



Kısacası: Birşeyin "insanlık dışı" olması İslamcının umurunda değildir. Elverir ki "İslam dışı" olmasın. “İntikam”la "Tanrı için işkence etme"ye de böyle bakar İslamcı.



Turan Dursun Din Bu Sayfa 245-249





7 Ocak 2019 Pazartesi

BOP’un temeli olan Sykes-Picot anlaşması yeniden gündemde


   


Wall Street Journal gazetesine göre ABD'li heyetin 08.01.2019 günü yapacağı Ankara ziyaretinde masaya Sykes-Picot Anlaşması benzeri bir harita serilecek
Peki nedir bu Sykes-Picot anlaşması
1916 Sykes-Picot Antlaşması I. Dünya Savaşı sırasında, 29 Nisan 1916'da Kut'ül Ammare Kuşatması sonrasında İngiliz kuvvetlerinin Osmanlı 6. Ordusu karşısında bozguna uğramasından 17 gün sonra 16 Mayıs 1916 tarihinde İngiltere ve Fransa arasında yapılan ve Türkiye'nin Orta Doğu topraklarının paylaşılmasını öngören gizli antlaşmadır.

1915'te Arabistan Yarımadası'nı ele geçiren İngiltere, Türkiyeye karşı ayaklanan Mekke'li Şerif Hüseyin'i destekleyerek Irak ve Filistin toprakları üzerinde kendisine bağımlı bir Arap devleti kuracaktı. Mekke Şerifi Hüseyin ile Mısır'daki İngiliz Yüksek Komutanı Mc. Mahon arasında böyle bir antlaşma gizli olarak imzalanmıştır. Fransa böyle bir plana karşı çıkıp İngiltere'ye baskı yaparak yeni bir antlaşma yapılmasını istedi. Rusya'nın onayı ile imzalanan bu antlaşmanın içeriği aşağıda verilmiştir.
Not 1- O dönemde İngiltere’nin yerine bu gün ABD geçmiştir.
Not 2 - Yine bu gün Fransa ve İngiltere’nin görevini ise AB üstlenmiştir
Not 3 – Anlaşmada “Arap devleti”, “Arap devletleri konfederasyonu”nun yerine bu gün “Kürt devleti”, “Kürt devletleri konfederasyonu” kavramları geçmiştir.
 Not 4 - Anlaşmayı; İngiltere’nin Ortadoğu uzmanı Sir Mark Sykes ve Fransız diplomat Francois Georges Picot hazırlamışlar ve müzakereye açmışlardır. Bu nedenle anlaşma Sykes-Picot anlaşması olarak bilinir ve anılır.
Not 5 - Anlaşmada ilk dikkati çeken, Ortadoğu haritasına baktığımızda gördüğümüz mezhep bölgelerine göre“cetvelle çizilen düz çizgiler”dir. 
Sykes-Picot’un düz çizgileri, 20. yüzyılın ilk yarısında İngiltere ve Fransa’ya aralarındaki anlaşmazlığın çözümünde yardımcı oldu. Lakin Arap’ıyla, Kürt’üyle, Türk’üyle bölge halkları yüz yıldan fazla bir süredir çizilen bu sınırların ağır ve kanlı bedelini ödemektedirler.
Not 6 - 1917 Sosyalist devriminden sonra Rusya antlaşmadan çekilmiş ve Lenin gizli olan bu anlaşmayı dünya kamuoyuna açıklamıştır.


Sykes-Picot Antlaşmasının Maddeleri
1. Rusya'ya, Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis ile Güneydoğu Anadolu'nun bir kısmı,
2. Fransa'ya, Doğu Akdeniz bölgesi, Adana, Antep, Urfa, Diyarbakır, Musul ile Suriye kıyıları,

3. İngiltere'ye Hayfa ve Akka limanları, Bağdat ile Basra ve Güney Mezopotamya verilecektir.
4. Fransa ile İngiltere'nin elde ettiği topraklarda Arap devletleri konfederasyonu veya Fransız ve İngiliz denetiminde tek bir Arap devleti kurulacak,
5. İskenderun serbest liman olacak,
6. Filistin'de, kutsal yerleşim yeri olması nedeniyle bir uluslararası yönetim kurulacaktır.
Tarihi iyi bilmeyen geleceğe yön veremez derler ya... Biz ki sadece 100 yıllık Osmanlı arşivlerini okuyup anlayamıyoruz.
Burada yeri gelmişken, arşivlerin büyük bir kısmının içimizdeki gafiller tarafından tahrip edildiğini tarihe bir kez daha not düşelim. Böyle olunca, bugün karşımıza çıkartılan 'Büyük Kürt Devleti projesi'nin nasıl sonuçlanacağını hangi bilgiyle nasıl öngöreceğiz ki?
Zamanında Osmanlı Arapları ikna edememişti, bakalım Türkiye Kürtleri ikna edebilecek mi...




6 Ocak 2019 Pazar

BİR ULUS İÇİN EN TEHLİKELİ YIKICI DURUM: HUKUK TANIMAZ SİYASAL İKTİDAR!


Bir ulus için en yıkıcı durum, “iktidara sahip olanlar”ın hukuk tanımaması, anayasayı yok sayması, keyfine göre yasa yapıp, keyfine göre değiştirme ve ülkeyi keyfine göre yönetme fırsatı bulabilmesi durumudur.
Atatürk, böyle bir durumu, o ulusun “varlığının ve geleceğinin tek temelinin”, yani özgürlük ve bağımsızlığının saldırıya uğraması durumu saymakta, o ulusun tüm bireylerinin birinci ödevi’nin de bağımsızlık ve özgürlüğü kurtarmak, yani böyle bir hukuk-tanımazlık durumuna son vermek olduğunu belirtmektedir.
Çünkü Atatürk, özgürlük ve bağımsızlıktan yoksun bir ulusun bütün bireylerinin şeref, haysiyet, namus ve insanlığının içerden ve dışardan her türlü saldırıya uğrayıp çiğnenebileceğini, bunu önleyebilecek bağımsız bir yargının, dürüst bir kamu yönetimi ve güvenlik gücünün bulunmayacağını; bu durumu ulusa duyuracak özgür basının, özerk üniversitenin kalmayacağını; emek harcayan insanların emeklerinin haklı karşılığını almalarını sağlayacak sendikal haklarının tanınmayacağını uyarmaktadır.
Atatürk, böyle hukuk tanımaz bir iktidarın aymazlık, sapkınlık, hatta hainlik de yapabileceği, hatta kendi özel çıkarları için yabancı devletlerin siyasal amaçlarına da hizmet edebileceği uyarısında bulunmaktadır. Tüm ulusun yokluk ve sıkıntılar içinde yıkılıp, bitkin düşebileceğini belirtmektedir.
İşte Atatürk’ün tüm uygar insanlığa yol gösterici dehâ düzeyindeki değeri, tam da bu noktada parlamaktadır:
Cumhuriyet’i, yani özgürlük ve bağımsızlık düzenini, yani yöneticilerin hukuka bağlı olduğu ve her işlemlerinin hesabını bağımsız yargıya vermekle yükümlü bulunduğu yönetim düzenini, ulusal ve bireysel varlığımızın ve geleceğimizin tek temeli, en değerli hazinemiz olarak göstermesi, bu temeli en güç durum ve koşular altında bile savunmanın en başta gelen ödevimiz olduğunu söylemesi!
Prof. Dr. Özer OZANKAYA

3 Ocak 2019 Perşembe

KARA PROPAGANDA


 Yalana dayalı propagandaya, Kara Propaganda denilir.
Kara propaganda, yıkıcıdır.
Kara propaganda, yalan ve iftirada sınır tanımaz.
Kara propaganda, sürekli kin ve nefret yayar.
Kara propaganda, halkın bir bölümünü diğerine karşı kışkırtır, düşman eder.

Değerli Dostlar,

Kara propagandayı, hangi ülkede olursa olsun, iktidarda bulunanlar, yani gücü elinde tutanlar yapabilir.
Hangi ülkede olursa olsun, kara propagandayı muhalefet güçleri yapamaz. Çünkü öylesi bir durumda iktidarın gücü, muhalefetin tepesine iner.

Kara propagandanın nasıl yapıldığına ve doğurduğu korkunç sonuçlarına dünya halkları İkinci Dünya Savaşı’nda, Hitler’in Nazi Almanya’sında tanık oldu.
İşte, bu nedenle Hitler'in Nazi Almanya’sına biraz yakından bakmamız gerekiyor.

Değerli Dostlar,

Bazı Avrupalı tarihçiler, Nazi Almanya’sının neden olduğu kitlesel katliamlardan, Yahudilerin uğradığı, dünya durdukça unutulmayacak soykırımdan, Hitler’den önce Joseph Goebbels’i sorumlu tutarlar!
Bu nedenle, bizim kısaca Göbels diye andığımız, Dr. Joseph Goebbels’i yakından tanımamız gerekiyor.

• Göbels, 1897 yılında, dindar Katolik bir ailenin çocuğu olarak doğdu.
• Sakat doğmuştu. Topallayarak yürürdü. 1 metre 62 santim boyundaydı.
• Çok zekiydi. Çok iyi bir konuşmacıydı.
• 1933-1945 sürecinde, 12 yıl Hitler’in hükümetinde “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı” olarak görev yaptı. Eylemleri ve uygulamalarıyla “Propaganda Dehası”, “Büyük Yalan Ustası” olarak anıldı. Adolf Hitler’in en yakın arkadaşı ve en sadık yandaşı oldu.
• Büyük Yalan Ustası Göbels, radyoyu, basını sıkı denetimi altına aldı. Basını şöyle tanımlıyordu: “Basını, hükümetin kullanabildiği dev bir klaviye olarak düşünün!”
• Henüz televizyonun olmadığı o dönemde Göbels; sinema salonlarını, tiyatroları da yakın takibe aldı.
• Göbels, yargıyı da hükümetin güdümüne soktu. Yargı hakkındaki görüşü şuydu: “Yargı, devlet hayatının efendisi olamaz! Devlet politikasının uşağı olmalıdır!”
• Göbels, güttüğü propagandanın yalana dayalı olduğunu hiç saklamıyor, açıkça şöyle diyordu: “Yalan söyleyin, mutlaka inananlar çıkacaktır!”
• Göbels, propagandanın temel ilkesini şöyle açıklıyordu: “Bir yalanı ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanır!” Bu görüşünün doğruluğunu kanıtlamak için de şu örneği veriyordu: “Hıristiyanlığın bu kadar etkili olmasının ana neden, iki bin yıldır aynı şeyi söylüyor olmasıdır.”

Değerli Dostlar,

İkinci Dünya Savaşı öncesi Almanya ekonomisi çökmüştü. Hitler’in iktidara gelmesinde bu durumun önemli payı vardı. İşsizlik diz boyu, işsiz Alman gençleri sokaklardaydı. Bu işsiz gençlerin Kara Propagandaya kanması, Nazi Partisi’ne katılması ve Hitler’i yüceltmesi hiçte zor olmadı.
Hitler, politikasını iki temel ilke üzerine kurdu: “Saf Kan Alman Ulusu” yaratmak ve “Yahudi Sorununu Çözmek”.
Hitler’in bu politikasını yığınlara satmak, Alman halkını bu ilkeler etrafında bir araya getirmek görevi, Propaganda Dehası Göbels’e verilmişti!

Değerli Dostlar,

Kara propagandanın ilk adımı “bir düşman yaratmaktır”!
Hitler ve Göbels de bir düşman yarattılar! O düşman, Yahudilerdi!
1933 genel nüfus sayımın göre Almanya’nın nüfusu 67 milyondu. Bunun yaklaşık olarak sadece 500 bini Yahudi’ydi. Yani, Yahudilerin nüfusu toplam Alman nüfusunun yüzde biri bile değildi!
Nasıl olurdu da toplam nüfusun bu kadar az bir kesimi koskoca Almanya’nın düşmanı olabilirdi? Üstelik bu Yahudiler Almanya’da doğmuş Alman vatandaşlarıydı.
Alman düşman olarak gösterilen Yahudiler, bakın ne tür baskılar altındaydı:
• Yahudiler, “Getto” denilen kentin eteklerinde bir araya toplanmıştı. Gettolar, dışarıya kapalıydı. Yahudiler, gettolarda sefil koşullar içinde yaşamak zorundaydılar.
• Yahudilerin, Katolik Almanların dini bayramlarında sokağa çıkmaları yasaktı.
• Gettolarda yaşayan Yahudiler, Almanlardan ayırt edilsin diye, yakalarında kocaman bir “Davut’un Yıldızı” (altı köşeli) rozet takmak zorundaydı.
• Yahudiler; fabrika sahibi olamazlar, toprak satın alamazlar, aktif siyasete giremezlerdi.

Bu koşullarda yaşayan, toplam Alman nüfusunun yüzde biri bile olmayan Yahudileri düşman gösterebilmek için Göbels bakın ne yaptı.
Büyük Yalan Ustası Göbels, Yahudiler hakkında şu iğrenç yalanları uydurdu, iftiralar etti:
• Yahudiler, Alman çocuklarını kaçırıp evlerine götürüyor, kesip kanlarını içiyorlarmış!
• Yahudiler, Alman kızlarına ve kadınlarına cinsel saldırıda bulunuyor, zorla ırzlarına geçiyor, onları gebe bırakıyorlarmış! “Saf Kan Alman Irkını” bu eylemleriyle kirletmek istiyorlarmış!

Bu insanlık dışı iftiraları atarak Kara Propaganda yapan Göbels, hiç kuşkusuz baş sorumluydu.
Peki, “Aydınlanma Çağını” yaşamış, eğitimli, kültürlü Alman halkına ne demeliydi? Nasıl olmuş da bu iğrenç yalanlara inanmıştı?
Çocuklarını kaçırıp kesip kanını içen Yahudilerin kimler olduğunu niçin öğrenmek istememişti? Irzlarına geçilen kadınlar, kızlar kimlerdir, diye neden hiç sorgulamamıştı?

Değerli Dostlar,

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupalı bir araştırmacı yazar, Almanya’da çok kapsamlı bir araştırma yaptı. Savaş sırasında Almanya’da yayınlanmış tüm gazete ve dergileri okuduktan sonra şu yargıya vardı: Alman halkı, Nazilerin tüm yaptıklarından haberdardı! Hitler’’in ve Göbels’in Yahudilere ne tür baskılar yaptığını ve sonunda onları toplu halde Ölüm Kamplarına yolladıklarını biliyorlardı!

Değerli Dostlar,

Toplam nüfus içinde sayıları yüzde bir bile olmayan Yahudilerin varlığını “Sorun” olarak gören Hitler ve Göbels, sonunda bu sorunu kökten çözmeye karar verdiler. Çözümleri şuydu: Gettolarda yaşayan Yahudileri; genç, yaşlı, hasta, kadın, erkek demeden trenlere bindirip toplama kampı dedikleri Ölüm Kamplarına götürdüler, gaz odalarında yakarak öldürdüler!
Kara Propaganda ile başlayan süreç, 6 milyon Yahudi’nin toplu katliamıyla, yani tarihin tanık olduğu en alçakça “soykırımla” son bulmuştu.

Değerli Dostlar,

Size tarihten, kan donduran bir sayfa sundum.
Tarih, yalnız geçmişte olanları öğrenmek için okunmaz.
Tarih, geçmişte olanlardan bugün için dersler çıkarmak için de okunur.
Peki, size burada sunduğum tarih sayfasından nasıl bir ders çıkarmalıyız?
Dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun, “Kara Propagandaya” seyirci kalamayız, kalmamalıyız.
Kara Propagandadan kişisel çıkar umut edenlerin de, kendilerini “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” rahatlığına bırakanların da eninde sonunda aynı Kara Propagandaya kurban gittikleri de tarihin belgeleri arasındadır….

Yılmaz Dikbaş
2 Ocak 2019, Çarşamba
0532 233 31 52

2 Ocak 2019 Çarşamba

Deveye şikâyetini sormuşlar

Yerel seçimler yaklaşıyor. Aday (Başkan, Belediye Meclis ve il genel Meclisi) belirleme sürecindeyiz ya ondan olsa gerek, bu günlerde bizim parti (yanlış anlamayın hiçbir parti üyesi değilim) çok ama çok hareketli.
Yaklaşık 40 yıldır siyasetle haşır-neşir olmama karşın, bu güne değin meydanlarda, mitinglerde, toplantılarda, anmalarda, hatta partililerin cenazelerinde bile görmediğim tipler parti kapısını aşındırıyorlar. Takım elbiseli baylar ya da düğüne gidercesine takıp takıştırmış kadınlar, ellerinde içi kâğıt dolu dosyalar parti merdivenlerinde.
Soruyorum – Hayırdır bir çalışma mı var partide?
-  Yok ya. Belediye Meclis üyeliğine başvuru yapacağım hayırlısıyla!
-  Affedersiniz siz?  Hemen anlıyor cümlenin sonunu.
-  Ya hocam bir kez de muhalefet etmeyin ya! Gülüp geçiyorum.
Parti yöneticisine soruyorum. Belediye Meclis üyeliğine başvuran ………… yı tanıyor muyuz?
-Ha o mu bizdendir? Çok iyi bir partilimizdir!
Allah Allah, hafıza kaybı yaşamadığıma göre bu “çok iyi partili” olmanın ölçütü nedir; diye soruyorum kendime. Yanıtını da buluyorum aslında. Partinin yerel ya da genelinde hiçbir şeyi, eleştirmeyecek, parti yöneticileri ile iyi geçineceksin, kendi doğruların, ilkelerin, görüşün, kısaca omurgan olmayacak. Su gibi olacaksın. Parti sizi hangi kaba koyarsa o kabın şeklini alacaksın. İşte size “çok iyi partili” olmanın ölçütü.
İşte bu günlerde “su gibilerden”  Belediye Meclis Üyesi, İl Genel Meclis Üyesi seçilecek.
İşin özü yaşamımızı her gün, doğrudan etkileyen, yerele ait her şey belediye meclisi kararlarına bağlı. Belediye Meclisi; toplu taşıma, su, yol, trafik, sosyal-kültürel alanlar vb. kentin imar planından su ücretine tüm ayrıntıları belirleme gücüne sahip. Yani Belediye Meclisi, belediyenin en yüksek görüşme ve karar organı
Belediye Kanununda 20 Madde ile belirlenen Belediye Meclisi özetle;
“1.İlçe veya ille ilgili imar plan değişiklikleri Stratejik plan ile yatırım ve çalışma programlarını onaylamak,
2. Belediye uhdesindeki taşınmazların kiralanması, satışı,
3.Şahsa ait taşınmazların kamulaştırılması, dava konusu olan belediye uyuşmazlıklarını sulh ile tasfiyeye, kabul ve feragate karar vermek
4. Vergi, resim, harç ve katılma payı konusu yapılmayan ve ilgililerin isteğine bağlı hizmetler için uygulanacak ücret tarifesini belirlemek.
5. Belediye bütçesi, faaliyet raporunu onaylamak,
6. Borçlanma için başkana yetki verilmesine karar vermek
7. İmar planlarına uygun şekilde hazırlanmış belediye imar programlarını görüşerek kabul etmek” yetkilerine sahiptir.
Belediye Meclisinde,  meclis üyeleri arasından –imar -plan bütçe –hukuk İhtisas komisyonları kurulur. Bu komisyonlar görev alanına giren işleri görüşürler ve B. Meclisine rapor halinde sunarlar.
Eğer Meclis üyeliğini yalnızca meclis toplantılarına katılıp el indirip kaldırarak apar topar geçen kararları oylayıp, ardından her toplantı için “huzur hakkı” ücretini alarak görevlerini yaptıklarını/yapmış olduklarını sanıyorlarsa büyük yanılgı içindeler
Dikkat edilirse bu komisyonların üyeleri öncelikle o alanda ihtisas/uzmanlık, bilgi, birikim, deneyim ve liyakat sahibi olmaları gerekir ki, görev alanlarına giren işlerde söz sahibi olabilsinler.
Peki, Belediye Meclis üyeliğine başvuru yapmak için kuyruğa giren “su gibi” bay ve bayanlar acaba hangi alanda uzman, bilgi, birikim, deneyim ve liyakat sahibidirler?
Biliyorum şimdi bana çok kızacaklar. Deveye şikâyetini sormuşlar. "Sırtımdaki yük umurumda değil ama kervanın önünde giden uyuz eşsek yok mu işte o çok zoruma gidiyor" demiş. İşte benimde bu zoruma gidiyor. 40 yıl içinde gözaltına alındım, tutuklandım, işkencelerden, geçtim. 25 yılda 12 kez sürgün edildim hiç zoruma gitmedi. Tam tersine her birini “onur madalyası” olarak taşıdım.
Neyse sözü Ozan Arif’le tamamlayalım.
İki laf söylemiştim, tepkide bulunmuşlar.
Oysa ben atlara demiştim ama eşekler alınmışlar.
Biliyorum çüş desem, hepsi birden sinecek.
Dur bakalım bu sefer, kaç eşek tepinecek 
Mahmut ÖZYÜREK