16 Ocak 2015 Cuma

Paris Saldırısının Düşündürdükleri




El Kaide üyesi olduğu, IŞİD cephesinde savaşa katıldığı söylenen cihatçılar Paris’te Charlie Hebdo adlı mizah dergisini basarak derginin karikatüristlerinin de aralarında olduğu 12 kişiyi katlettiler.
Saldırı başta Batı dünyası olmak üzere tüm ülkelerde büyük tepkiye yol açtı.
Olay sonrasında Fransa, İngiltere, Almanya, ABD Başkan ya da başbakanları saldırıyı demokrasiye, fikir özgürlüğüne, Batı değerlerine yönelik bir saldırı olarak ele aldılar.
Fransız televizyonlarında yapılan programlarda hemen hemen tüm katılımcılar Charlie Hebdo katliamını demokrasiye, fikir özgürlüğüne, Batı değerlerine saldırı şeklinde ifade ettiler.
İkinci olarak vurguladıkları şey, bu saldırının İslam’a mal edilemeyeceği, Müslümanlığın hedef haline getirilmesinin sakıncaları ve yükselen ırkçı-faşist hareketlerin bu tür saldırılarla toplumda İslam ve yabancı düşmanlığı kışkırtmaları yaptığı üzerineydi. Bu programlara Müslüman tolumun temsilcisi sıfatıyla davet edilen kişiler de bu saldırının İslam’a mal edilemeyeceği, Müslümanlığın barış ve hoş görü dini olduğunu ve saldırıyı şiddetle lanetlediklerini söyledi…
Kısacası Batı dünyası ve orada yaşayan Müslüman toplum temsilcileri daha önce Avrupa’da yapılan Cihatçı terör saldırılarından sonra söylenenleri bir kez daha tekrarlamış oldular.
Charlie Hebdo saldırısından sonra yapılan bu değerlendirmeler, daha öncekilerde olduğu gibi olayların gerçek nedenlerine inilmeden yapılmaktadır. Yaşananlar tamamen Batı bakışı ile ele alınıyor ve Müslümanların temsilcisinin de Batı merkezli değerlendirmesiyle resim tamamlanıyor.
Batı değerlerine saldırı yaklaşımının ötesinde, Radikal İslam, El-Kaide, IŞİD, Cihatçılığın ideolojisi gibi kavramlar üzerinden değerlendirmeler yapılırken; emperyalizmin Ortadoğu politikaları, bu politikaların hedeflerinden, bölgede çıkarılan savaşlar ve bu savaşların toplumlar üzerinde bıraktığı etkilerden söz edilmiyor. Emperyalizmim bölgede hâkimiyet kurmak için yarattığı dinci terör örgütlerinden ve bunların zaman içinde ters tepen silahlara dönüşmüş olmasından da genellikle bahsedilmiyor.
Değerler üzerinden yapılan açıklamaları ise meşhur ‘Medeniyetler Çatışması’ tezini hatırlatıyor. Pentagonda özel bir vazifeyle jeopolitika terapisti olarak çalışan Samuel Huntington, soğuk savaş sonrası Sovyetlerin çöküşüyle ortaya çıkan boşluğu dolduracak bir düşman arayışında İslam dünyasını hedef gösterir. Medeniyetler Çatışması tezi ilk olarak 1993 yılında Foreign Affairs’de yayınlanır. Samuel Huntington’un bu tezini, CİA’nin isteği üzerine ABD’nin soğuk savaş sonrası stratejileri için yazdığı söylenir.
Neoconların önde gelenlerinden Robert Kagan ise; “Soğuk Savaş’ın sonunda, Amerikan yasallığının bu temelleri Berlin Duvarı ve Lenin heykelleriyle birlikte yerle bir oldu. Soğuk Savaş sonrası dönemde bunların yerini alabilecek çok fazla şey yoktu. Radikal, askeri İslam, terörizm olarak ne tür bir tehlike oluşturursa oluştursun, Batı liberal demokrasisi için ideolojik bir tehdit olarak komünizmin yerini asla alamazdı” diyerek radikal İslamcılığa bakışını ortaya koymaktadır. (Robert Kagan, Cennet ve Güç, Yeni Dünya Düzeninde Amerika ve Avrupa, S.138, Koridor yayıncılık, 2005)
1990’lı yıllarda oluşturulan yeni düşman arayışında İslam’ın bulunması aynı zamanda ABD’nin dış politikasında kilit taşı bölge olan Ortadoğu’ya, Müslüman ülkelere yönelik askeri ve politik müdahaleler için de uygun bir çerçeve olarak görülür. İslam’a bu bakış yeni sömürü ve talancı politikaların gerekçesi olacaktır ve bölgenin GBOP’nin hedefi olmasına zemin yaratacaktır.
Dünya üzerinde Batı’nın bu denli yoğun ve sürekli müdahalesine Ortadoğu kadar muhtemelen başka hiçbir bölge maruz kalmamıştır. Bunun birkaç nedeni vardır: Batı’ya yakınlığı ki aynı Batı daha sonra güçlü yayılmacı dürtüler geliştirecekti; Ortadoğu’nun zengin enerji kaynakları ve buna bağlı olarak sahip olduğu olağanüstü mali nüfuz; uluslararası jeopolitikada bin yıl boyunca Doğu-Batı kavşakları şeklinde sahip olduğu stratejik konum.” (Graham E. Fuller, İslamsız Dünya, s. 287, Profil Yayıncılık, 2012, 4. Baskı)
Ortadoğu’ya yönelik emperyalist Batı saldırısı (Libya-Irak-Suriye’de yaşanan dinci terör eylemleri, her gün patlayan bombalar, yıkılan şehirler, sönen ocaklar) acımasız bir ortamda yaşayan bu insanların şiddete yatkınlıklarının rahat bir hayat sürdüren toplumlara göre daha yüksek olacağı açıktır. Orta Doğu’ya şiddeti getiren ABD – AB emperyalizmi ve hatta bu güçle işbirliği yapan AKP gibi bazı bölge yönetimleri bu şiddetin kendi ülkelerine doğru yayıldığını görüyor olmaları karşısında şaşırmamaları gerekir. Çünkü emperyalizmin beslediği radikal İslamcılar bu yayılmada hem köprü görevi görüyorlar hem de bizzat yapıyorlar. Radikal İslamcılara göre, şiddet İslamcı ideolojiyi yaygınlaştırıyor, ezilenlerin sempatisini çoğaltıyor ve yapısı gereği İslamcı ideoloji de şiddeti büyütüyor. Bu gelişmelerle birlikte “İslam barış dinidir” gibi lafların artık hiçbir karşılığının olmadığını da herkes görüyor.
Günümüzde Radikal İslam şiddete bir başka boyut kazandırmıştır. El Kaide gibi klasik örgütlenme ağı içinde olmayan kişi (Avustralya’da olduğu gibi) ya da aile bireyleri (iki kardeş yakın iki akraba) birlikte Batılı saldırgana karşı cihata girebilmektedir. Binlerce genç radikal İslamcının Batı’nın yardımları ve askeri eğitimleri sayesinde Suriye-Irak-Libya’da öğrendikleri savaş ve insan kesme teknikleri sayesinde cihatlarını Avrupa’da, ABD’de, Türkiye’de vb sürdürebilecek bilgi ve donanıma kavuşmuşlardır. (Bütün bu yaşananlar, katliamlar, ölümler yetmemiş olmalı ki ABD ve Türkiye, Kırşehir’de yeni bir eğitim kapı açıp dincileri eğitip donatacaklar ve Ortadoğu’ya salacaklar. Bunlar sonuçta Avrupa’ya ve Türkiye’ye -son olarak İstanbul’da olduğu gibi-dönecekler ve ortalığı kana bulayacaklar…)
Bu cihatçıların İslam anlayışlarına göre, Cihat iznini Allah vermiştir. Onlara göre, Batı’ya direnmek yaptıklarını ödetmek bir hak olmanın yanı sıra dini bir görevdir. Bizim gibi “laik” ülkeleri de kâfir gören bu Selefi zihniyetin İstanbul’da veya başka kentlerde bomba patlatması da inançlarına uygun düşmektedir!
Günümüzde ABD’nin GBOP çerçevesi içinde yürütülen Ortadoğu’da mezhep savaşı zemininde süren cihatın Ortadoğu’nun sınırlarının dışına taşarak Avrupa’yı daha fazla içerecek şekilde sürme olasılığı eskiye göre daha fazladır. Bu dinci savaş giderek daha fazla emperyalizmin kontrolü dışında ve beklenenin ötesinde şiddete yönelebilir. Son Paris saldırısı da bu gelişmenin yeni bir göstergesidir.
Cihatın Avrupa’ya taşınması, Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslüman toplumlara yönelik ötekileştirmeye, düşman yaratmaya yol açıyor. Avrupalıların yabancı-İslam düşmanlığını körüklüyor, ülke içinde ırkçı-faşist hareketlere kan taşıyor. Bu saldırılar, ABD-AB’nin Ortadoğu politikalarına meşruiyet sağlarken emperyalist-sömürgeci yüzünü de gizliyor ve hatta Ortadoğu’ya yönelik askeri müdahaleleri meşru kılan görüntüler de yaratıyor. Bu arada söz konusu karmaşık ortamdan yararlanarak, Batı’nın emperyalist politikalarına destek vererek ve alarak bölgede güç olmaya çalışan kesimlerin varlığı ve tırmanış içinde oldukları da gözlerden kaçmamaktadır.
ABD ve AB’nin bölgeye yönelik askeri müdahaleleri de Batı ülkelerindeki Müslüman topluluklarda anti-Batıcı duyguyu arttırıyor. Genç müslüman kesimleri radikalleştiriyor ve ‘düşman ilanını kabul’ ederek Batı’ya karşı cihat duygusunu pekiştiriyor. Yapılan her saldırı ve şiddet, Avrupa’daki ekonomik krizin mağduriyetini yaşayan genç ve yoksul Arap kökenli Müslüman göçmenlerin radikal karşı çıkışlara sempati duymasına yol açıyor. Son saldırıyı bu kesimlerin hoşnutlukla karşılamadığı, bu saldırıyla sisteme meydan okumanın hazzını yaşamadıkları ve düzen karşısında kendilerini güçlü hissetmedikleri söylenebilir mi? Bu saldırılarını doğrudan sisteme veya onun unsurlarına yapmadıkları, üstelik sisteme muhalefet eden bir yayın organına yaptıkları halde katı dini gerekçelerle bu katliamları savunabilmektedirler. Ya da Türkiye’de olduğu gibi iktidarda olanlar saldırıya mazeret üretmenin yollarını arayabilmektedirler.
Diğer yandan Paris’te gözü dönmüş bir şekilde bu katliamı yapan iki-üç kişinin benzerlerinden on binlercesinin Libya’da, Irak’ta ve Suriye’de cihat adına saldırılarına maruz kalan acılı insanlar bu katliamı nasıl karşılamış olabilirler? Üstelik bu dincilere Fransa’nın silah yardımı yaptığını, rejimi bunlar üzerinden değiştirmeye çalıştığını bilen Suriyeliler ne düşünmüştür? Libya’da cihatçı çetelerin iktidar savaşının arasında kalan, ülkeleri parçalanan, enerji zenginlikleri yağmalanan Libyalılar Kaddafiye karşı yürütülen komplonun merkezinde yer alan Fransa’ya iki cihatçının yaptığı bu saldırıya karşı neler hissetmiştir?
Geçtiğimiz yıllarda emperyalizmin saldırısına uğrayan bölge ülkelerinin tamamının laik veya laikliğe yakın duran ülkeler olması tesadüf olmasa gerek. Dincileri örgütleyerek bu ülkelerin üzerine salan emperyalist güçler Fransa’da peş peşe meydana gelen saldırılardan sonra kimi suçlayacaklar? Günah keçisi kim olacak dersiniz? Koca koca sarayların işbirlikçiliği aklamaya yetmeyeceğini hep birlikte göreceğiz.
“Muhalif ve sol” bir mizah dergisi olan Charlie Hebdo’ya yapılan bu saldırının ve benzerlerinin yarın bir başka Avrupa ülkesinde ortaya çıkmayacağını kim söyleyebilir? Avrupa’nın her tarafından Suriye ve Irak’a cihat için giden binlerce müslüman göçmen çocuğu geri döndüğünde bu mücadelesine Avrupa ülkelerinde devam etmeyeceğinin garantisi ne?
Radikal İslamcı cihat savaşını medeniyetler çatışması ya da İslam’ın saldırganlığı üzerinden açıklayarak bir yere varılamayacağı bilinmelidir. Bu cihat saldırıları ABD ve AB’nin yani Batı’nın açtığı yeni sömürge savaşının Avrupa’ya yansıyan sonuçlarıdır. Son 25 yıldır Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Kafkasya’da adım adım yürütülen emperyalist politikaların sonuçları yaşanmaktadır. Bu emperyal politikalar sonlandırılmadan, daha gerçekçi olanı ise bu bölgelerin halkları tarafından emperyalist güçler kovulmadan bu cihatçı savaş ne sona erer ne de kontrol altına alınabilir.
Editör

Devrimcilik Bu Kadar Ucuz Mu?



Ayn-el Arap (güncel adıyla Kobané) eylemleri, son günlerdeki moda tabiriyle “cepheleri” birleştirdi!  Nerede mi? Nerede olacak, Kobané’de, ABD emperyalizminin saflarında! Keşke gerçek bu kadar açık ve yalın olmasaydı, o zaman belki de katlanılması biraz daha kolay olurdu. Ama gerçekler her zaman bu kadar basit ve açıktır, mizahın ve dramanın gücü de buradan gelmiyor mu zaten?
Bu yazıyı kaleme alırken aklıma Harun Karadeniz’in “Olaylı Yıllar ve Gençlik” kitabında derledikleri bilgiler geldi. Yıllar olmuş okuyalı, 6. Filo eylemleri dönemini anlatıyordu. Bir yerinde ülkemizdeki NATO askerinin (Sam amca’nın adamları denirdi onlara) karıştığı kriminal olaylar anlatılıyordu. Aklımda kaldığı kadarıyla, motosikletiyle oynayan bir çocuğu öldürenden, genç kadınlara tecavüz edene, çocukları çiğneyenlerden Türk askerine ateş edene kadar geniş bir skalaya yayılmıştı. Üstelik bu eylemlerinden dolayı ülkemizde yargılanmıyorlar, ABD’de göstermelik duruşmalara çıkarılıyorlar ve serbest bırakılıyorlardı. Tam bir yarı-sömürge durumu anlayacağınız. Eskiden emperyalizmin ülkemizde karıştırdığı haltları kısmen de olsa yerli yerine koyabiliyorduk. Hiç yoksa, solcuların, devrimcilerin, ezilenlerin kendilerini emperyalizmin uçaklarından atılan bombalara alkış tutacak kadar kaybedeceklerine inanmazdık. Hatta, rüyamızda görsek inanmazdık, öyle diyelim.
Rezalet, hem de nasıl bir rezalet! Ülkemizdeki ABD üslerinin pazarlık konusu yapıldığı böyle bir süreçte, utanmadan sıkılmadan Kobané’yi İspanya İç Savaşı’na benzetenler var. Bu arkadaşların kafayı peynir ekmekle yemediklerine beni hiçbir kuvvet inandırmaz artık. Faşist Alman uçaklarının cehenneme çevirdiği Guernica’daki çaresizlik ve ıstırap, nasıl ki o dönemde emperyalist bir hegemonyanın dayatılabilmesi için ülkeleri parçalamaya, halkların özgür iradesini yok etmeye yöneliyorsa, bugünkü “hegemon” ABD’nin uçakları da aynı amacı taşıyor.  En büyük fark, sanırım bugün kendilerine devrimci diyenlerin emperyalizmin uçaklarına, bombalarına alkış tutmaları. Ülkemizi işgal eden, vukuatlarından yalnızca bir kısmını yukarıya aldığım 6. Filo’nun askerlerine destek vermeleri. 6. Filo’nun gemilerine secde edenleri gördük de, uçaklarına secde edenleri ilk kez görüyoruz. Bir “vur ABD vur Kürdistan’ı kur” demedikleri kaldı, o da olur yakında…
Bu kafayla mı kurulacak sizin cepheniz? Siz bu cephe’yi, birliği kime karşı, kimin yanında kuruyorsunuz? Bir arada yaşadığınız halklara “serhıldan” ilan edip ABD uçaklarına alkış tutarak mı devrimci mücadeleye katkıda bulunuyorsunuz? Bu da yetmiyor, ağzınıza Gezi’yi alıp, Gezi’nin mirasını örgütlemekten bahsediyorsunuz öyle mi? Bu kafayla Gezi ancak tasfiye edilebilirdi, o da oluyor dert etmeyin.
Bu memleket elbette bir gün kurtulur, emperyalist baskı ve sömürü ağı elbette parçalanır. Ama bunu bu halkın özgür, bilinçli, “Bağımsız Türkiye” şiarını kendilerine bayrak edinmiş çocukları yapacak. Bu “kalifiye” arkadaşların Kürt milliyetçiliğini devrimcilik olarak algılamaları ve çok geniş bir halk kesimine sırtlarını dönüp çokbilmişlik taslamaları sonucu değiştirmez. Size Sam amcanızla mutlu mesut “devrimcilikler” dilerim…

Mehmet Kemal Aladağ

PKK: Emperyalizmin Müstakbel Taşeronu


Son zamanlarda, ABD’nin dış politikasını yönlendiren önemli şahsiyetlerin ağzından Kürt örgütleri ve liderlerine yönelik Ortadoğu’da ABD lehine oynadıkları “olumlu” role vurgu yapan övücü açıklamaları sıkça duymaya başladık. Barzani’ye yönelik zaten belli bir geçmişi bulunan bu takdir edici tutumun şimdi yavaş yavaş Suriye’de PYD’ye ve onun üzerinden PKK’ye yöneldiği gözlerden kaçmıyor.

ABD’nin bu yaklaşımının PKK saflarında karşılık bulduğu, PKK merkezli siyasanın kimi önemli isimlerinin (Murat Karayılan, Cemil Bayık, Aysel Tuğluk, Gülten Kışanak vb.) kamuoyuna yansıyan açıklamalarından anlaşılıyor.

En son söyleyeceğimizi baştan söyleyelim, PKK’nin bu yönelimi onu sonuçta emperyalizmin bölgesel taşeronu, hatta paramiliter örgütü haline getirecektir. Bu aslında emperyalist devletlerle faydacı ilişkiye giren, onların gölgesinde mesafe almaya çalışan bütün ikincil güçlerin; devletlerin, toplumsal hareketlerin, etnik, mezhepsel, ulusçu akımların hatta bireylerin kaçınılmaz kaderidir.

Geçmişte Türk-İslam sentezciliğinin de aynı yoldan giderek işi emperyalizm adına tetikçiliğe vardırdığı herkesin malumu olsa gerek. PKK özelinde Kürt milliyetçiliğinin sol, sosyalist bir geçmişe sahip olması onu bu akıbetten koruyamaz.

Bu geçmiş, PKK’yi ABD’yle işbirliği söz konusu olduğunda başlangıçta epey zorlamış, kimi önemli kadroları nezdinde güçlü itirazlarla karşılaşmasına yol açmıştır, ancak gelinen noktada iç tartışmaların aşıldığını (bastırıldığını) ve PKK’nin ABD’yle aleni işbirliğine yöneldiğini daha doğrusu var olan ilişkisini daha da geliştirerek alenileştirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Kaldı ki; PKK’nin hatta genel olarak Kürt milliyetçiliğinin Türkiye’de sol, sosyalist bir zeminde gelişmesi Soğuk Savaş konjonktürünün bir ürünüdür; solculuk Kürt ayrılıkçılığının tarihsel geçmişine ve hatta doğasına ait bir özellik değildir. Kürt milliyetçiliğinin daha eski geçmişi sosyalistlik bir yana burjuva anlamında dahi modern bir ideolojik formdan yoksundu. Feodal, sağcı, İslamcı karakteri ağır basıyordu. Kürt hareketinin sol bir eksene oturması ve bu eksen üzerinden güç toplaması 60’lı, 70’li yıllarda geçekleşti.

Söz konusu dönemde uluslararası ilişkiler sistemi ABD’nin başını çektiği Kapitalist Blok ile SSCB’nin başını çektiği Sosyalist Blok arasında keskin bir yarılmaya uğramıştı. İki kutup arasındaki gerilim ve rekabet her bir bloğun bünyesi içinde patlak veren toplumsal, politik mücadeleleri ve ayrılıkçı, ulusçu hareketleri derinden etkiliyor, bu büyük güçlerin ihtiyaçlarına göre eğip büküyordu.

Kabaca bir ayırıma gidersek, Batı Bloğunda meydana gelen ve emperyalist-kapitalist sistemi zorlayan bütün ayrılıkçı, bağımsızlıkçı hareketler karşı bloğun yani Sosyalist Bloğun desteğini arkasına alıyor ve ideolojik-politik olarak sola yöneliyorlardı. Bunun tersi de doğruydu, Sosyalist Bloktaki benzer kalkışmalar bu kez Kapitalist Blok tarafından desteklenmiş, yönlendirilmiş ve ideolojik olarak burjuva formlarına bürünmüşlerdir.

Türkiye’de Kürt milliyetçiliği ve Türk milliyetçiliği zıt istikametlerde olmak üzere bu genel tablodan paylarını almışlardır. Türkiye iki blok arasındaki rekabetin en keskin olduğu ve neticeye etki edeceği sınır hattında Batı Bloğunun cephe ülkesi görevini üstlenmişti. Dolayısıyla ayrılıkçı bir kalkışmanın en kestirme sonucu Türkiye’nin istikrarsızlaşması, kalkışma başarıya ulaştığı takdirde ise, çözülüp dağılması olacaktı. Böylesi bir sonucun sınır hattının bu tarafında emperyalizmin lehine oluşmuş statükoyu ortadan kaldıracağı her iki taraf için apaçıktı. Tam da bu nedenle, Kürt ayrılıkçılığı Türkiye’de Doğu Bloğu ve bağlı ülkeleri tarafından desteklenmiş, ABD tarafından ise frenlenmeye çalışılmıştır.

Bu şartlarda Kürt ayrılıkçılığının 60’lı yıllardan itibaren emperyalist-kapitalist sistemi de karşısına alacak biçimde hızla sol, sosyalist bir çizgiye yönelmesi olağan sayılmalıdır. Bu aşamadan sonra Kürt mücadelesi aynı çizgi üzerinden gelişerek güç toplayacak ve en olgun aşamasına ulaşacaktır.

PKK’nin içinde doğduğu ve geliştiği ideolojik- politik ortam kısaca budur. PKK ayrılıkçı bir öz, sosyalist bir söylemle işe başlamış, 80’li yıllarda Kürt mücadelesinin ana gövde hareketi haline gelmiş, 90’lı yılları bu yükselen çizgiyle karşılamış; Sosyalist Bloğun çöktüğü, sosyalist sıfatının gözden düştüğü dönemde ise üzerindeki sosyalist kabuğu çıkarıp Kürt milliyetçisi özünü koruyarak yola devam etmiştir.

Soğuk Savaş sonrasında ABD tarafından uygulamaya sokulan Büyük Ortadoğu Projesi’nin işleyişinden bugüne dek elde ettiği ve gelecekte elde edeceğini umduğu fayda (bakınız ünlü BOP haritası!), PKK’yi ABD ile işbirliğine teşvik ediyor. Kuşkusuz PKK’nin ABD’nin çıkarlarından ayırt edilebilir çıkarları ve hesapları vardır. Ancak kendi adımlarını ABD’nin bölgeye dönük adımlarıyla örtüştürerek ilerleme düşüncesi hali hazırda ağır basmış durumda.

PKK eğer ABD’nin talepleri kendi dar ulusçu, hatta dar örgütsel çıkarlarına dokunuyorsa buna direnebilir. Bunun dışında ABD’yle mutabık oldukları konularda gerekli adımları çekinmeden atacak, kendi çıkarlarına doğrudan hizmet etmeyen ama aleyhinde de olmayan konularda ise ABD hatırına iş görmekten de geri durmayacaktır. Elbette bunun bütün bölge çapında, Türkiye’de ve özellikle Türkiye Solu üzerinde son derece olumsuz sonuçları olacaktır.

TÜRKİYE SOLUNU BEKLEYEN TEHLİKE

PKK, ABD politikalarına yaklaştıkça ve ittifak ilişkisi derinleştikçe bugüne dek PKK’ye endeksli siyaset güden, onun ideolojik hegemonyasına tabi kimi sol akımların bu ilişki üzerinden bölgeye dönük emperyalist politikalara daha bağlı hale geleceğini söyleyebiliriz.

Nitekim geçmişte, “Saddam’a da karşıyız ABD’ye de” diye başlayıp sonraki süreçte “Kaddafi’ye de, Esat’a da…” diye devam eden ve sonuçta Ortadoğu’ya dönük emperyalist saldırganlık karşısında sol, sosyalist direnci felçleştiren tekerlemelerin azımsanmayacak yaygınlıkta kabul görmesi bu ideolojik hegemonyanın bir neticesiydi. Bugün aynı şekilde Kobani’de olup bitenler emperyalizmin kendi politikalarını meşrulaştıran söylemler geliştirmede, PKK’nın ise bu söylemleri Türkiye soluna empoze etmede ne denli başarılı olabildiklerini tartışmasız biçimde önümüze koyuyor.

Türkiye solunun bütünüyle bu durumda olduğu elbette söylenemez. Emperyalist dayatmalara direnecek bir sol damar bu ülkede her zaman var oldu. 1960’lı, 70’li yıllardaki hâkimiyetini önemli ölçüde yitirse de bu damar varlığını sürdürmektedir ve Türkiye’ye dönük emperyalist müdahalelerin yıkıcı sonuçları görünür hale geldikçe daha da gelişecektir.

İşte tam bu noktada, Türkiye solunu bekleyen diğer büyük tehlike karşımıza çıkıyor: Emperyalist dayatmalara direnç gösteren kesimlerin PKK tarafından şiddet yoluyla baskı altına alınması…

Hiç kimse bu olasılığı yabana atmasın, PKK’nin doğup büyümesinin tarihi, aynı zamanda Kürt solunun diğer bütün fraksiyonlarının şiddet yoluyla yok edilmesinin tarihidir. Geçmişte bu şiddetin Türkiye soluna aynı düzeyde uygulanmamış olması Türkiye solunun Kürt bölgelerine, PKK’nin ise Türkiye’nin diğer bölgelerine dönük iddiasızlığından kaynaklandı. Karşılıklı iddiaların kesiştiği alanlarda ise çatışmalar eksik olmadı.

Aradan geçen zaman PKK’yi yalnızca Kürt coğrafyasında değil, Türkiye’nin diğer birçok yöresinde de solun geneli üzerinde egemen hale getirdi. Sözünü ettiğimiz, kitle tabanı, militan gücü, silahlı gücü ve bütün bunları seferber etme kapasitesiyle tam bir üstünlüktür. Bu üstünlük nedeniyle olsa gerek geçmişteki alışkınlıklarının zaman zaman Batı illerinde de depreştiğine tanık oluyoruz. TKP’ye, TGB’ye, DHKP-C’ye karşı yakın geçmişte takındığı saldırgan tutum PKK’nin sözünü ettiğimiz DNA’sı kavranmadan anlaşılamaz. Sığındığı bahaneler her ne olursa olsun, elindeki gücü totaliter bir yayılma ve hâkimiyet için sonuna kadar kullanma dürtüsü PKK’nın doğasında vardır.

Şimdi artık PKK’nin bu gücünü emperyalizmin hizmetine sunacağı ve emperyalizm adına da iş gören para-militer bir örgüte dönüşeceği günlere hızla yaklaşıyoruz. Emperyalist dayatmaları kabullenmeyen, buna direnç gösteren bütün güçler daha şimdiden bu olasılığı hesaba katmalıdır.

Levent Yakış

Laiklik mücadelesinin militanı olmak



Geçen hafta bu köşede “siyasal İslâm’ın fıtratına” dair kaleme aldığımız yazının başlığı “Kaypak ve ikiyüzlü” idi.
Aradan geçen yedi günde, kaypaklığın ve ikiyüzlülüğün en kıvrak, en arsız, en yüzsüz örnekleri sergilendi.  
Siyasal İslâm’ın politikacıları tarafından sergilendi. Onların sesi nefesi olan ve adına ne yazık ki “gazete” dedikleri paçavralar tarafından sergilendi. Sosyal medyada atıp tutan AK troller tarafından sergilendi. Televizyon ekranlarının gediklisi liberal-yandaş-yanaşma (aydın demeye dili varmıyor insanın) enteller tarafından sergilendi.
Kaypaklığın, ikiyüzlülüğün, utanmazlığın destanını yazdılar.
Charlie Hebdo’da yaşanan dinci katliamı net ve açık bir dille kınayamayan siyasal İslâmcılar, üç gün sonra Paris’te milyonlarca insanın yürüyüşüne katılmak zorunda kalarak doksan derece dönüş nasıl yapılır, dünya âleme gösterdiler.
Katliamın ertesi günü haberi “kirli oyun”, “tezgâh”, “adrese teslim provokasyon” manşetleriyle veren gazeteler, Davutoğlu Paris’teki yürüyüşte iki omuz arasından kadrajlara girmeye çalışınca, doksan derece dönerek “Teröre karşı tek yürek” haberleriyle çıktılar!
“Teröre karşı tek yürek” manşetiyle çıkan ikiyüzlü gazetelerin okurları, Başbakanları daha Paris’teki müsamereden dönmeden, Tokat’ta Charlie Hebdo için saygı duruşunda bulunan yurttaşlara satırla saldıracak kadar doksan derece döndü.
“Teröre karşı tek yürek” yürüyüşünde arz-ı endâm eden sanki bu Başbakan değilmiş gibi, Charlie Hebdo’nun yeni sayısını Türkçe yayınlayan Cumhuriyet gazetesi, o Başbakan’ın polisleri tarafından ablukaya alındı, gazetenin dağıtımı engellenmeye çalışıldı.
Bu da yetmedi, Charlie Hebdo’nun yeni sayısının kapağını yayınlayan internet sitelerine erişimin engellenmesi için Diyarbakır’dan mahkeme kararı çıkartıldı!
Bu dönüşe, bu kaypaklığa, bu ikiyüzlülüğe can dayanmaz!
Ve biz elbette siyasal İslâmcıların, “aslında”, “gerçekte”, “içtenlikle” ne düşündüklerini, neye inandıklarını biliyoruz.
Davutoğlu’nun Paris’te yürümesi değildir gerçek; gerçek, Charlie Hebdo karikatüristlerini saygıyla ananlara satırla saldıranlardır.
Başbakan’ın “üzülmüş gibi” çekilen fotoğrafları değildir gerçek; gerçek, Diyanet İşleri Şeyhülislâmı’nın “İslâmofobi şiddete dönüştü” diyerek, yaratılan terörü aklama çabasıdır.
Kiziroğlu Ahmet Hoca’nın Twitter hesabından paylaştığı “Fransız halkıyla birlikte terörizme karşı dayanışma için Paris’teyim” cümlesi değildir gerçek; gerçek, AKP’li Salih Kapusuz’un Charlie Hebdo dergisini yayınlayan Cumhuriyet gazetesini “Müslüman mahallesinde salyangoz satmakla” suçlayan twitidir.
Gerçek, “Charlie Hebdo’ya destek verenler” listesi yayınlayıp lumpen ve vandal sürülere açık hedef gösteren Ak-it gazetesinin kışkırtıcılığıdır.
Gerçek, Cumhuriyet gazetesinin önünde toplanıp “Kouachi kardeşler onurumuzdur” sloganı atan saldırganlıktır.
***
Bir haftadır gözlemliyorum. Gündelik yaşamında dinsel ritüelleri pek de yerine getirmeyen, hayatını çok da dinsel referanslarla kurmayan, genellikle seküler bir yaşam tarzını sürdüren çok, çok, çok ama çok sayıda kişinin, Charlie Hebdo karikatüristleri için “Hak ettiler” yargısını dillendirmeleridir asıl korkunç olan.
Tıpkı bundan 22 yıl önce Hürriyet gazetesinin Sivas’taki gerici kalkışma ve katliamı, “Aziz Nesin isyanı” manşetiyle vererek, sanık sandalyesine laiklik ve aydınlanma savunucusu Aziz Nesin’i oturtması gibi.
İşte tam da bu nedenle…
Hiç sakınmadan çekinmeden, ağzımızda eveleyip gevelemeden, açık yüreklilikle ve netlikle ve de son derece yüksek bir sesle “laiklik” savunusu yapmak zorundayız.
Sola, sosyalistlere, aydınlanmacılara, ilericilere düşen görev budur. Bu hem siyasal bir görev, hem insani ve vicdani bir ödevdir.
Zorbalıkla, despotlukla, sömürüyle mücadele etmenin olmazsa olmaz koşuludur laiklik mücadelesi. Laikliği içselleştirememiş bünye, zorbalıkla da mücadele edemez, sömürüyle de… Olsa olsa HDP’li Altan Tan’ın yaptığı gibi “Charlie Hebdo'nun kapağının basın ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilemeyeceğini” söyler ve gericilerin safındaki yerini sağlamlaştırır! Altan Tan’ın safındakilerin ne yapacağını ise biz bilemeyiz!
Bizim bildiğimiz bellidir: Aydınlanma ve laiklik, yaşamsal bir ihtiyaçtır. Kim ki laikliği savunanlara, laiklik duyarlılığı taşıyanlara "laikçi" diyor ve bu sözcüğü aşağılamak için kullanıyorsa, o en büyük yobaz, bağnaz ve gericidir!
Bize düşen, bu mücadelenin sınıfsal mücadeleden ayrılamayacağı bilinciyle laiklik mücadelesi vermektir. Laikliğin, insan aklını ve yaratıcılığını her türlü vesayetten kurtarma hamlesi olduğunu bilerek. Laikliğin, insan aklının ve yaratıcılığının yegâne güvencesi olduğunu görerek.
***
1783’te bir Alman dergisine “Aydınlanma nedir?” sorusuna verdiği yanıtta “Sapere aude” diyordu Immanuel Kant, “Aklını kullanma cesaretini göster” diyordu.
Ve devam ediyordu: “Aydınlanma, insanın düşmüş olduğu küçüklük/güçsüzlük durumundan kurtulup aklını kendisinin kullanmaya başlamasıdır. Küçüklük/güçsüzlük, başkasının yol göstericiliği olmadan kavrayışını kullanamama yetersizliğidir. Bu küçüklüğün/güçsüzlüğün sorumlusu insanın kendisidir, çünkü bunda yatan neden sadece kavrayış eksikliğinden gelmez, başkasının yol göstericiliği olmadan kavrayışını kullanabilme kararlılığının ve yürekliliğinin olmamasından gelir. Kendi kavrayışını, aklını kullanma cesaretini göster. Sapere aude!
İşte aydınlanmanın formülü budur.
Başta dinsel olmak üzere, her türlü vesayetten aklını kurtarabilme yetisi. Ve bunun tek güvencesi laiklik.
Her türlü gerici kaypaklığa ve ikiyüzlülüğe karşı çıkarak, hayır diyerek, isyan ederek…
15/01/2015
 Perşembe