Türkiye Cumhuriyeti'ne "İhanet Belgesi"nden
rastgele seçilmiş alıntılar
Lozan Barış
Müzakereleri sırasında, İngiltere, Fransa,
İtalya gibi devletler, mütareke dönemindeki işbirlikçilerinin
cezalandırılmasını önlemek için "genel af" isteminde
bulunmuşlardır.
Mustafa Kemal
ATATÜRK, kendi çıkarları için düşmanla işbirliği
yapan dönemin etki ajanlarını ve işbirlikçilerini (Refik Halit Karay,
Refi Cevat Ulunay, Ahmet Anzavur, Çerkez Ethem ve ağabeyleri Tevfik ve Reşit
Beyler, Damat Ferit Paşa vd.) dış baskıyla affetmek yerine, onlara ilk
ulusal andıçta yer vererek, 150'sinin de Türk vatandaşlığından çıkarılmasını
ve sınırdışı edilmelerini -ki önemli bir bölümü önceden yurtdışına
kaçmıştır- sağlamıştır.
Türkiye'de
mevcut sistem, halk deyimi ile devlet
müsamahası altında "itlerin salınıp taşların bağlanması"
özdeyişinde, Cumhuriyeti savunanların cezalandırıldığı bir konuma
getirilmiştir.
"Yargıda
şeriatçı kadrolaşma yok" diyen biri tüm
skandallarına rağmen hala Devlet'te üst düzey görevdeyse, üniversitelerde
bini aşkın akademisyenin atılmasında ve yerlerine şeriatçı kadrolaşmanın
ikamesinde önemli rol oynayan biri hala Devlet protokolünde yer alıyorsa,
faziletli belediyeler sırf tarikatçı olmadığı için binlerce çalışanını işten
atabiliyorsa, 28 Şubat sonrasında Milli Eğitim Bakanlığı'ndaki
fethullahçı kadrolaşma akılalmaz yöntemlerle bir kanser gibi Türkiye'nin
geleceğine musallat olabiliyorsa, aydın kıyımı tüm kamu kurum ve
kuruluşlarında hala sürüyorsa ve Devlet tüm bu gelişmelere karşı seyirci
kalmakta devam ediyorsa, bu sistemin sorgulanması ve yapılandırılması gerekmektedir.
Türk Devletinin
ülkesi ve ulusuyla bölünmezliği konusunda ödün vermeyen Türk Silahlı Kuvvetleri
mensupları, Güneydoğu'da sıcak çatışma bölgelerinde yaşamsal risk altındayken,
Cumhuriyet aydınları da şehirlerde yaşamsal risk altındadır.
Adeta mahkum
edildiğimiz bu kısır döngü ne zaman kırılacak diye
sorarsınız, Atatürk'ün "seçkin ihaneti"ni ve de
vatanseverliğin gereklerini vurgulayan aşağıdaki değerlendirmesini
okuyunuz:
"...
Kurtuluş yolu ararken, İngiltere, Fransa ve İtalya gibi devletleri
gücendirmemek, temel ilke gibi görülmekteydi.
Bu devletlerden
yalnız biriyle bile başa çıkılamayacağı kuruntusu, hemen bütün kafalarda yer
etmişti.
Osmanlı
Devleti'nin yanında, koskoca Almanya, Avusturya-Macaristan varken hepsini
birden yenen, yerlere seren İtilâf kuvvetleri karşısında, yeniden onlarla
düşmanlığa varabilecek durumlara girmekten daha büyük mantıksızlık ve
akılsızlık olamazdı.
Bu anlayışta
olan yalnız halk değildi.
Özellikle
seçkin denilen insanlar bile böyle düşünüyorlardı.
(...)
Birincisi: İngiltere'nin
koruyuculuğunu istemek.
İkincisi: Amerika'nın
güdümünü istemek.
Bu iki türlü
karara varmış olanlar, Osmanlı Devleti'nin bir bütün olarak kalmasını
düşünenlerdir.
Osmanlı ülkesinin
çeşitli devletler arasında paylaşılmasından ise, bu ülkeyi bütün olarak bir
devletin kanadı altında bulundurmayı yeğleyenlerdir.
Üçüncü karar,
bölgesel kurtuluş yolları ile ilgilidir.
Mesela: Bazı
bölgeler, kendilerinin Osmanlı Devleti'nden koparılacağı görüşünde, ondan
ayrılmamak yollarına başvuruluyor.
Bazı bölgeler
de Osmanlı Devleti'nin ortadan kaldırılacağına, Osmanlı ülkesinin
paylaşılacağına olup bitti gözüyle bakarak kendilerini kurtarmaya çalışıyorlar.
(...)
Bu kararların
dayandığı bütün kanıtlar ve mantıklar çürüktü, temelsizdi.
Gerçekte,
içinde bulunduğumuz o günlerde, Osmanlı Devleti'nin temelleri çökmüş, ömrü
tükenmişti.
Osmanlı ülkesi
bütün bütüne parçalanmıştı.
Ortada bir avuç
Türk'ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı.
Son olarak
bunun da paylaşılmasını sağlamak için uğraşılmaktaydı.
Osmanlı
Devleti, onun bağımsızlığı, Padişah, Halife, hükûmet bunların hepsi kavramı
kalmamış birtakım anlamsız sözlerdi.
Neyin ve kimin
dokunulmazlığı için kimden ve ne gibi yardım istemek düşünülüyordu?
O halde sağlam
ve gerçek karar ne olabilirdi?
Efendiler, bu
durum karşısında bir tek karar vardı.
O da ulus
egemenliğine dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak.
İşte, daha
İstanbul'dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak
basar basmaz uygulamaya başladığımız karar, bu karar olmuştur.
Bu kararın
dayandığı en sağlam düşünüş ve mantık şu idi: Temel ilke, Türk Ulusunun onurlu
ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır.
Bu, ancak tam
bağımsız olmakla sağlanabilir.
Ne denli zengin
ve müreffeh olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık
karşısında uşak durumunda kalmaktan kendini kurtaramaz.
Yabancı bir
devletin koruyuculuğunu istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu,
güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir.
Gerçekten bu
aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici
getirmeleri hiç düşünülemez.
Oysa, Türk'ün
onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür.
Böyle bir ulus,
esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir.
Öyleyse, YA
İSTİKLAL YA ÖLÜM!"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder