ABD Derin Merkezinden son “inciler”! / (Çeviri: Erkan GÜÇİZ)
Türkiye’nin yeni Cumhurbaşkanlığı sarayı için söylenmedik bir şey kaldı mı ki? Muazzam bir şey. Şatafatlı. Pahalı. Ankara’nın Çankaya semtinde bir yamaçtaki eskinin neyi eksikti bilemem. Az bir Osmanlı azametini cumhuriyetçilikle zevkli bir şekilde harmanlayan fakat son derece sade bir yapı. Bu eski sarayın havası, Türk Cumhurbaşkanlığı’nın olgun ve siyaset-üstü gücüne yakışıyordu. Herhalde artık zamana uymuyor.Pek çok yönden, yeni binanın büyüklüğü ve gösterişi şimdi bu şatoda oturan, karizması, korkusuzluğu, kini ve politik kurnazlığı onu Türkiye’nin en önemli kişisi yapan Recep Tayyip Erdoğan ile uyuşuyor. Aslında o, cumhurbaşkanı, başbakan, dışişleri bakanı, İstanbul belediye başkanı ve Türkiye’nin ahlaki vicdanı. Bir zamanlar Atatürk’ün şahsi malı olan ormanda yükselen o yeni Osmanlı garabetinin altında bunun sembolik önemi yatıyor. Yeni saray, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 12 yıl önce iktidara geldiğinden beri yapmak istediğinin somut bir simgesi. Bu bir yandan arkasında olanların “Büyük Usta” dedikleri, yeni büyük adam Erdoğan’ı yüceltirken, öte yandan da Atatürkçülüğü tarihten kalma bir fosil haline getirerek gömmek.
AKP’nin Atatürk ilkelerine bağlığı hep sözde kaldı, hiçbir zaman eylemlerinde yoktu. Atatürkçülüğün “altı ok”una cumhuriyetçilik, laiklik, devrimcilik, devletçilik, milliyetçilik ve kendine özel ulusalcılığa karşı bir nefretle iktidara geldiler. Erdoğan ve arkasındakiler, karşı çıkmakla yanlış yapmadılar. Bu prensiplerin sıkı sıkıya uygulanması–en azından 1938’de Atatürk’ün ölümünden sonra Atatürkçülerin anladığı şekilde yalnız laik değil, üstüne dinsiz ve dindarlara açıkça düşman bir politika gerektirdi. Ayrıca bu, Türklerin içinde Kürtler’e yer vermeyen etnik aşırı milliyetçilik üzerine kurulu idi. Dindar Türkler ve büyük Kürt azınlık üzerinde kontrolü devam ettirebilmek için Atatürk’ün kurduğu siyasi sistem otoriter olmak zorunda idi.
…
Subaylarda, siyasetin cumhuriyet düzenine karşı bir tehlike olacak şekle döndüğü algısı oluştuğunda ordu harekete geçti; 1960 ile 1997 arasında dört askeri darbe hareketi ve üstüne komutanların sıradan, defalarca sistemin stratejik etki kanalları yoluyla yaptıkları.
Askeri müdahaleler Atatürkçülüğün güçsüzlüğünü gösteriyor. Hiçbir zaman Türklerin beynine Atatürkçülük bir “sağduyu” olarak yerleşmedi. Dolayısıyla her zaman politik karşıtlarına karşı savunmasız idi yani ordu, güç ve zor kullanarak onu ayakta tutmak için devamlı uyanık bulunma zorundaydı. Değerini kaybeden bir anlayış idi. Atatürkçülük, sonunda başarısız olmaya mahkûmdu. Atatürk devrimlerinin yürürlüğe konmasından bu yana geçen 90 yılda Türk toplumu çok daha karmaşık bir yapı aldı, farklılaştırıldı ve Anadolu dışındaki dünya ile bağlantı kurdu.
Birinci Dünya Savaşı sonunda Türkler kendilerini tarihlerinin en büyük tehlikesi ile karşı karşıya bulduklarında, her ne kadar Kürtler ve dindar Türkler için beğenilmeyen sonuçlar doğursa da, belki de Atatürkçülük gerekli idi.
…
Atatükçülük zaten ölü, onu yeniden gömmenin gereği yok.
Kaynak:http://blogs.cfr.org/cook/2014/11/03/burying-ataturk-in-erdogans-castle/
Burying Ataturk In Erdogan’s Castle
by
Steven A. Cook
November 3, 2014
November 3, 2014
In many ways, the new building’s size and ostentation befits the castle’s current resident—Recep Tayyip Erdogan—whose charisma, fearlessness, malevolence, and political cunning have made him the most important person in Turkey. He is, in effect, president, prime minister, foreign minister, mayor of Istanbul, and moral conscience to the nation. And therein lies the symbolic importance of this neo-Ottoman monstrosity that has risen in a forest that was once Ataturk’s private property. The new palace is a physical representation of what the Justice and Development Party (AKP) has sought to do since it came to power 12 years ago: Bury Ataturkism, rendering it a historical artifact—a fossil—all the while aggrandizing the new great man, Erdogan, who the faithful refer to as the “Great Master.”
The AKP has always paid lip service to Ataturk, but they never had any actual commitment to him. They came to power in antipathy to the “six arrows” of Ataturkism—republicanism, secularism, “revolutionism,” statism, nationalism, and a particular kind of populism. In this opposition, Erdogan and his followers are not wrong. Strict adherence to these principles—or at least the way Ataturkism’s true believers interpreted them after Ataturk’s death in 1938—demanded a political conformity that was not just secular, but irreligious and openly hostile to piety. It was also built on an ethnic chauvinism that could not accommodate Kurds in the Turkish midst. In order to maintain control over pious Turks and the country’s sizeable Kurdish minority, the political system that Ataturk built had to be authoritarian. Ataturkism’s supporters and apologists would vehemently protest this claim, citing the advent of multi-party elections in the 1950s, the dizzying array of coalition governments in the 1970s, and the energetic opposition press, but Turkish politics during those years was played within a narrow band acceptable only to the General Staff.
Whenever politics strayed beyond what the officers perceived to be a threat to the republican order the military responded, most famously in the four coups d’états between 1960 and 1997 but also in countless other routine interventions through channels of influence the commanders placed strategically throughout the system. The military’s interventions reveal in and of themselves the weakness of Ataturkism. It never became embedded in the minds of Turks in a way that made Ataturkism “common sense.” Consequently, it was always vulnerable to political challenge, meaning the military always needed to be vigilant in shoring it up through force and coercion. It was a losing proposition, though. Ataturkism was bound to fail. In the nine decades since the implementation of Ataturk’s reforms, Turkish society has become more complex, differentiated, and linked to the world beyond Anatolia.
Despite its negative consequences for Kurds and religious Turks, perhaps Ataturkism was necessary at that moment after WWI when Turks found themselves at their greatest peril. Now it just seems irrelevant, which is why Erdogan’s new palace—more a mix of the worst of Dubai and Turkmenistan than Mimar Sinan—is so gratuitous. Ataturkism was already dead; there is no need to bury it again.
http://blogs.cfr.org/cook/2014/11/03/burying-ataturk-in-erdogans-castle/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder