17 Haziran 2014 Salı

CUMHURBAŞKANI SEÇİMİ DEĞİL "İslam âleminin başına bir HALİFE dikelim."

Benim bir CUMHURBAŞKANI adayım yok!
Küresel çetelerin Türkiye'yi içine soktuğu bu tuzağa HAYIR diyorum! SEÇSİS sisteminde yaşadığımız gibi, fıtratı belli genetiği değiştirilmiş bir Meclis'te 20 milletvekilinin oyu ile aday çıkması HİLENİN TA KENDİSİ DEĞİL Mİ?!
Birçok kişi küresel çetenin muhalefet partileri aracılığıyla 2. Kemal Derviş kumpasına tüm milleti sürüklemesine onay veriyor! Ölüm ile sıtma arasına sıkıştırılmış lığımızı görmüyor. George Friedman'dan taa 1950'lerde ABD dışişleri bakanı Dulles'e kadar, Türkiye'yi yeniden Cumhuriyet öncesine götürmek için yapılan planlardan haberi yok.
 "İslam âleminin başına bir HALİFE dikelim. Tüm İslam âlemini istediğimiz yere sürükler!" dediklerini bilmiyorlar.. Öğrenmek de istemiyorlar.. 
Birileri önümüze seçenekler sunuyor.. A;B;C ? Hangisi diye soruyor.. O seçenekler arasında mekik dokuyoruz.
Cumhurbaşkanlığı seçimi... Millet seçecek dendi! Öyle mi?! Hayır. Çoğumuzun benimsemediği ve hatta seçmediği vekiller belirliyor, adayı.. Nerede Milletin İradesi ?.
Falan gitsin de ne olursa olsun düşüncesi ile ölümle sıtma arasında bir millet, etrafı ateş çemberi bir vatan ve gözleri kapalı aydınlar.. ALLAH BİZİ KORUSUN!
ÇÖZÜM: Kendi gücüne güvenen, bir araya gelirse başaracağını bilen, dünya çakallarının önüne koyduğu oyunları bozabilen bir Millettir.
Bir kişi vatanı kurtaramaz. En iyi Cumhurbaşkanı gelse, altındaki çamur deryasına batmaktan kurtulamaz.. Ancak TÜM MİLLET bir araya gelir ve bataklığı kurutursa, üzerinde dikilecek bir toprak bulunur. Düşünmenizi öneririm. Saygılar..
Banu AVAR
Formun Üstü


15 Haziran 2014 Pazar

İFTİRA ATMAK, PADİŞAHLARIN FITRATINDA VARDIR!



 













İFTİRA ATMAK, PADİŞAHLARIN FITRATINDA VARDIR!

(Fıtrat, Arapça bir sözcük olup anlamı şudur: Yaradılış, tabiat, karakter, huy.)
Size, Osmanlı tarihinden iki belge sunuyorum.
Padişah II. Selim, Anadolu’daki kadılara gönderdiği fetvalarda, Alevilere adi bir suç atılmasını, iftirada bulunulmasını ve bu yolla öldürülmelerini buyurmuştur!
‘İftira atın, öldürün’ diyen padişahın adaletli olduğundan söz edebilir misiz?
Amasya’nın Budaközü ilçesinde, liderliğini Süleyman Fakih’in yaptığı bir Alevi topluluğundan haberdar edilen II. Selim, hemen Amasya valisine bir ferman gönderir.
16 Eylül 1568 tarihli bu fermanda Padişah II. Selim şu emri verir:
“Adı geçenleri toprak kadısının yardımı ile uygun bir biçimde yakalayıp ve de hiç kimseye duyurmadan Kızılırmak’a götürüp boğdurasın!
Ya da uygun görülecek başka bir biçimde ‘hırsızlık ve eşkıyalık yaptılar’ diye iftira eyleyerek haklarından gelesin…”
Padişah II. Selim’in buyruğu çok açık: Alevilerin kim olduğunu belirle ve hiç kimseye duyurmadan götür, Kızılırmak’da boğdur! Eğer bu sessiz katliam uygun değilse, Alevilere iftira at, bunların hırsız, eşkıya olduğu yalanını uydur ve sonradan götürüp infaz et!
Karşımızda, Alevileri öldürtmek için yalanlar uydurulmasını, iftira atılmasını öneren bir Osmanlı padişahı var!
Padişah II. Selim’in, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yaşayan Alevilerin öldürülmesi için gönderdiği çok sayıda ferman bulunmaktadır.
II. Selim’in ölümünden sonra 25 Aralık 1574 tarihinde, III. Murat 28 yaşında tahta geçer.
III. Murat’ın verdiği ilk buyruk, 5 kardeşinin hemen öldürülmesidir. Babası II. Selim’in cenazesinin kaldırıldığı gün 5 kardeşinin de cenazesi kaldırılır.
III. Murat, 5 kardeşi için tüm ülkede 40 gün yas tutulmasını emreder.
Şu ikiyüzlülüğe bakar mısınız, önce 5 kardeşini öldürtüyor sonra da 40 gün yas ilan ediyor!
III. Murat da tıpkı babası ve ataları gibi, Alevi düşmanıdır.
O da tıpkı ataları gibi, gerekirse bir başka suç iftirası atarak Alevilerin hakkından gelinmesini emreder.
İşte, III. Murat’ın 9 Ekim 1577 tarihli fermanı:
“Zülkadiriye Beylerbeyi’ne,
Elbistan Kadısı’na hükmüm ki;
Sen ki kadısın, mektup gönderip Elbistan kazasının İnaç köyünden Yitilmiş Abdal adlı kimse için ‘Kızılbaş olup şeriat uyarınca hakkından gelmek lazımdır’ diye bildirmişsin.
Şimdi adı geçeni ele geçirmeni emredip buyurdum ki:
Emrim ulaştığında adı geçen Kızılbaşı bir başka suç atarak ele geçirip ve de davranışlarını kutsal şeriatın gerektirdiği biçimde, bu konuda daha önce gönderilen ulu fermanım gereğince soruşturup gereğini yapasın.
Gerçekten arz olunduğu gibi Kızılbaşlığı ve dinsizliği sabit olursa, geçmişte Kızılbaşlar ve dinsiz olanlar hakkında gönderilen hükmü hümayunum gereğince davranıp, şeriat uyarınca bunun da hakkından gelinsin.”
Bu iki Osmanlı belgesini size neden sundum?
Açıklayayım.
29 Mayıs 2013 günü Taksim Gezi Parkı protestoları sırasında polisin çok ağır saldırısına uğrayan gençler, Dolmabahçe’deki Valide Sultan Camii’ne sığındılar. Yerlere serilen yaralı gençlerin ilk bakımı burada yapılmaya çalışıldı.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, işte bu camide bu koşullarda, içki içildiği iddiasını ortaya attı. İddianın doğruluğunu kanıtlamak için de caminin müezzini tanık gösterildi. Tanık beklenen ifadeyi vermiş olsaydı, Taksim Parkı’nda ayağa kalkan gençler, halkın gözünde küçük düşürülmüş olacaktı.
Ancak beklenen olmadı, müezzin, camide içki içildiğini görmediğini söyledi. Tüm baskılara karşı bu ifadesini değiştirmedi.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, doğru söylememişti.
Recep Tayyip Erdoğan, “ecdadım” dediği Osmanlı padişahlarının kullandığı yöntemi uygulamış, kalkışan gençlere iftira atmıştı.
11 Haziran 2013 günü, partisinin grup toplantısında Taksim Gezi Parkı olaylarını bir kez daha gündeme getiren Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ayaklanan gençleri hedef göstererek, “ başörtülü kızlarımızı başörtülerinden tutmak suretiyle yerlerde sürüdüler, başörtülü bacılarıma saldırdılar. Bir yakınımın gelinini, yerlerde sürüdüler, kendisini ve çocuğunu taciz ettiler” iddiasında bulundu.
Olayların geçtiği iddia edilen yerlerdeki Mobese kameralarının görüntüleri, iddiaların doğru olmadığını ortaya koydu.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, yine yalan söylemişti.
Recep Tayyip Erdoğan, “ecdadım” dediği Osmanlı padişahlarıyla aynı yaradılışta, aynı karakterde olduğunu bir kez daha kanıtlıyor ve karşıtlarına iftira atıyordu!
Siz, siz olun, Osmanlıya “ecdadım” diyenlerden, Osmanlı hayranlarından aman geri durun!
Çünkü size nerede, ne zaman, ne tür bir iftira atacakları, hiç, ama hiç belli olmaz!
Yılmaz Dikbaş
14 Haziran 204
0532 233 31 52

İlluminati, Erdoğan’a gönderilen mektup ve kurtuluş reçetesi...



İlluminati, Erdoğan’a gönderilen mektup ve kurtuluş reçetesi...


VE BİR TARİH: 1/MAYIS/1776…
Almanya’nın Münih kentinde Kilise Hukuku Profesörü Adam Weishaupt ve Baron Von Knigge’nin önderliğinde on kişi tarafından Yahudi felsefe kitabı Kabbala’yı dayanak kabul eden ve MASONluğu örnek alan bir örgüt kurulmuştur. Amaçları “YENİ DÜNYA DÜZENİ”ni kurmak ve dünyaya hükmetmektir.
HEDEF: TEK DİL, TEK DEVLET ve TEK DİN…
Bir araya gelen kötülükler prenslerinin diğer bir söylemle küresel çetelerin sembolü  Mısır piramitlerinin benzeridir. Ve piramidin tepesinde Mısır Güneş Tanrı’sı RA’nın tek gözü bulunmaktadır. Aynı simgenin Amerikan dolarında da bulunması son derece dikkat çekicidir.
İlluminati adı verilen bu çetenin hedef başkenti, Kudüs olan tek bir dünya devleti kurmaktır.“… Ankara yerel yönetimlere otonomi vermek ve milli hükümetin fonksiyonlarını yerel düzeyde merkezi olarak çıkarmak zorundadır. Dünya(!) bütün hükümetlerde bunu istemektedir. Bu memoranduma göstereceğiniz ilgiden dolayı takdirlerimizi sunarız.” Erdoğan’a gönderilen CFRmemorandumundan alınmıştır.
İlluminati’nin güç şebekesi, küresel çetelerden,  dünyanın en güçlü kişilerinden, yatırımcılarından, şirket başkanlarından ve siyasilerden oluşmaktadır.. “İç çember” denilen en tepedeki 10 kişiye bağlı 300 kişi ise onların alt kadrosunda yer almakta ve talimatlarını yerine getirmektedirler..
Dünyayı her konuda büyük bir gizlilik içersinde yönetmeye kalkışan, kan, barut ve terör mihraklı bir koalisyondur ILLÜMİNATİ..
“Ve Allah’ın, Rabbin sana teslim edeceği bütün kavimleri bitireceksin, gözün onlara acımayacak.” (Tevrat, Tesniye Bölümü 7/ 16)
“ İşte benden ve miras olarak sana milletleri, mülkün olarak yeryüzünün uçlarını da vereceğim. Onları demir çomakla kıracaksın; bir çömlekçi kabı gibi onları parçalayacaksın.” (Tevrat, mezmurlar bölümü 2 / 8-9)
Tevrat’tan alındığı iddia edilen bu iki ayet onların en basit bir söylemle karanlıklar prenslerinin, silah, uyuşturucu ve para baronlarının gerçek amaçlarının ne olduğunun da açık ispatıdır..
Illuminati nasıl çalışıyor?
* Çeşitli ülkelerde ekonomik krizler çıkararak, ülkeleri sömürmek, savaşlar çıkarmak,
*”Daha Fazla Savaş” “Daha” fazla silah satışı ve para ilkeleri gereği savaşların sürekliliğini sağlamak,
* Çeşitli hastalıklar icat etmek,, ( AIDS ve HIV’in, Kuş Gribi gibi ölümcül hastalıkların ABD’deki askeri araştırma laboratuvarlarından dünyaya yayıldığı iddia edilmektedir.)  
*11 Eylül örneğinde olduğu gibi terör yaratarak, “anti-terör yasaları” çıkarmak veya çıkarttırmak. Çünkü İlluminatı’nın ilkelerinden en önemlisi “Kaostan beslenen düzen”i canlı tutmaktır. 
*Etnik milliyetçiliği, mezhepleri körükleyerek ülkeleri iç savaşa sürüklemek…
*PKK ve benzeri terörist örgütleri desteklemek…
*Ilımlı İslam veya Siyasal İslam’ı öne çıkararak Müslümanları çatıştırmak…
*Sahte devrimlerle gündem değiştirip, halkın enerjisini saptırmak.. İllüminati’nin en çok kullandığı çalışma yöntemleri arasındadır.
Hedef tek dünya devleti kurmak !
“İç çember” üyelerinin ortak özelliği Dış İlişkiler Konseyi (CFR)  Bilderberg, Trilateral Komisyon, Mason Tarikatı, Kafatası ve Kemir Tarikatı, Aspen Enstitüsü, Malta Şövalyeleri, Opus Dei, Roma Kulübü, Bohemian Grove, Dünya Ekonomik Forumu, Dünya Federalleri üyesi olmalarıdır. İlluminati’nin ana hedefi silahsız, ordusuz Haçlı seferleri düzenleyip, önce baş düşman ilan ettiği Türkleri ve Müslümanları yok edip, başkenti Kudüs olan bir dünya devleti kurmaktır.
 Ve tarih 10/Kasım/1938'dir. Emperyalizmin “ANA ve BAŞ DÜŞMAN” ilan ettiği büyük önder, ezilen ulusların kadim dostu Gazi Mustafa Kemal Atatürk HAKK’a yürümüş ve Türkiye’nin kaderi değişmiş daha doğrusu 1939'da yapılan ticari anlaşmalarla değiştirilmiştir. Kültürel soykırım, görsel ve yazılı basın, sahte kahramanlar, Batı kopyacılığı, sistemin içinde var olan ve Yeni dünya Düzeni’nin yamaklığına soyunan birbirinin kopyası siyasi partiler, etnik ve mezhepsel ayrımcılık Türk’ün şah damarından enjekte edilmiştir.
Türk’ün “ŞAH DAMARI”na sokulan tıkalı enjektör derhal değiştirilerek, yenisi takılmış ve oldukça engebeli bir süreçten geçilerek bugünlere, CFR’ni isim babası olduğu partinin küresel efendilerin talimatıyla yarattığı kaos dolu günlere gelinmiştir.
12 Eylül 2012'de Erdoğan’a yazdığı mektupla “Çözüm sürecini başlatın.” diyen Öcalan’ın siyasi aktör yapılması, son derece manidardır. Ne yazık ki Türkiye; acemi davranışlarıyla ve verdiği tavizlerle başına büyük bir belayı sarmış Güneydoğu’da PKK’yı güçlendirmiş, özerklik çığlıkları atılmasına neden olmuştur. Suriye sınırında PYD neredeyse özerklilik ilan etmektedir.
Kürtler ve Ermeniler..Aynı dalın sanal çiçekleri.. Sonları çoktan belirlenmiştir. Sınırları olmayan bir dünyada  köleleştirilmiş ve efendilerine hizmet edecek köle iki kavim(!)…
Türk’ün bu kaostan kurtuluşunun reçetesi Mustafa Kemal Paşa tarafından yazılmış ve tarihe not düşürülmüştür.
“Temel ilke, Türk Ulusu’nun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönençli olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan kendini kurtaramaz.
“Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç düşünülemez.
“Oysa Türkün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok ölsun, daha iyidir.“
“Temel ilke, Türk Ulusu’nun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönençli olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan kendini kurtaramaz.
“Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç düşünülemez.
“Oysa Türkün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun, daha iyidir.
“Öyleyse, ya bağımsızlık, ya ölüm…”
“YA İSTİKLÂL-YA ÖLÜM!” İşte ülkenin kurtuluş reçetesi…
Figen Özen’in Yeni dünya düzeni” ile ilgili yazdığı bu yazıda benim de her zaman üzerinde durduğum çözüme değiniyor. Çözüm milli beraberlik, milli şuurdur. Lazıyla, Kürdüyle, Sunni’siyle, Çerkeziyle, Alevi’siyle bu memlekete, Türk topraklarına sahip çıkmaktır. Türkiye şer odaklarına Tük İslam Birliği’ni kurarak cevap vermelidir. Böylece Türk topraklarında büyük bir Kürdistan ve Ermenistan kurma hayalinde olanların hevesleri kursaklarında kalacaktır.

27 Mayıs 2014 Salı

ADD 25.YIL ŞÖLENİ VE İKİZ İHANET

“Atatürkçü Düşünce Derneği 25 Yaşında”  başlıklı yazımız 13 Mayıs 2014’te yani “ADD 25.YI ŞÖLENİ”NİNDEN 12 gün önce kaleme alınmıştı.  Yazıda;
 (….)“Bugün hangi eylem ve etkinliğin doğru ve yanlış olduğu ayırımını belirleyen emperyalizm olgusunu kavrayıp kavrayamama noktasında düğümlenir. Siyasal duruş ve tavır alışı, emperyalizm kavramına gerekli önemi verip vermeme belirlemektedir. “(….) demiş ve eklemiştik. (…)”İşte bu koşullar altında Atatürkçü Düşünce Derneğinden beklenen, Tüzüğünde yazanları gerçekleştirerek, yaşamsal önem ve değerde olan “emperyalizmin ülkemiz ve ulusumuz üzerindeki stratejik hedeflerini, bu doğrultudaki çalışma yöntemlerini ve taktiklerini günü gününe izleyip kamuoyuna bildirmektir” Bu bilgilendirme doğru bir mücadele yöntemi geliştirmenin de ön koşuludur.” (…)
Yanılmamışız. ADD Genel Merkezi ,”Emperyalizm olgusunu” kavrayamayan, ya da bilinçli olarak kavrayıp/kavratmama duruşu sergileyen bir zihniyetin kontrol ve denetimi altındadır. Bu gerçek “25.Yıl Şöleni”nin de bir kez daha sergilenmiştir.
Nedenini açıklayalım..
Önce; TBMM’DE 04.06.2003 tarihinde AKP-CHP-MHP'nin oylarıyla kabul edilen 4867 no'lu  “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi”nin ilk iki maddesini bir kez daha anımsatalım.
“Madde:1– Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.
Madde: 2– Bütün halklar uluslararası hukuka ve karşılıklı menfaat ilkesine dayanan uluslararası ekonomik işbirliği yükümlülüklerine zarar vermemek koşuluyla, doğal kaynakları ve zenginlikleri üzerinde kendi yararına serbestçe tasarrufta bulunabilir. Bir halk sahip olduğu maddi kaynaklardan hiç bir koşulda yoksun bırakılamaz.(…)”
HDP/BDP/PKK “kendi siyasal statülerini” yani “Özerk Kürdistan” taleplerini serbestçe tayin ediyorlar mı? 
Ediyorlar.
Uluslararası sözleşmeler, Anayasanın üzerinde olduğuna göre, önlerinde yasal bir engel var mı?
Yok..
Diyarbakır Belediye Başkanı Gülten KIŞANAK, Güney Doğudaki doğal kaynakları ve zenginlikler üzerinde “HAK” talebinde bulundu mu?
Bulundu..
Bu istem “ikiz ihanet sözleşmelerinin”2. Maddesine uygun mu? 
Uygun..
İkiz İhanet Sözleşmeleriyle, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş belgesi olan Lozan Antlaşması’nın ve Misak-ı Milli’nin çöpe atılarak, ulusal birlik ve bütünlüğün tehlikeye sokulup, Türkiye’nin bölünmesinin önü açılmış mıdır?
Açılmıştır..
Peki, bu “ikiz ihanet yasalarını” ATATÜRKÇÜ veya yurtsever birinin onaylaması düşünülebilir mi?
Elbette ki hayır…
Başka bir deyişle, Misak-ı Milliyi, Lozan Antlaşmasını tanımayan, Sevr Antlaşmasının yürürlüğe girmesini onaylayanlara “ATATÜRKÇÜ”  denilmesi olanaklımıdır?
Kesinlikle olanaksızdır.
 Bu durumda bir soru daha soralım. Misak-ı Milliyi ret, Lozan Antlaşmasını inkâr eden birisinin “Atatürkçü Düşünce Derneği 25 yıl Şöleni” ne  “ONUR KONUĞU” olarak davet edilmesi ve onur konuğu olarak ağırlanmasına karar verip uygulayanlar ne kadar ATATÜRKÇÜDÜRLER?
Türk kamuoyunun “İkiz İhanet Yasaları” olarak adlandırdığı, yeni Sevr olarak bilinen “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi”nin altında, dönemin Cumhurbaşkanı A.Necdet SEZER’İN  “onay”ı vardır. Kemalist-yurtsever yüz binlerin tüm karşı çıkışlarını görmezden, duymazdan gelen Cumhurbaşkanı A.Necdet SEZER bu “ihanet” yasalarını ONAYLAMAKTA bir sakınca görmemiştir.
Emperyalizmin kurnaz mimarlarınca “güncelleştirilmiş Sevr” olarak tasarlanan, Devrimci Cumhuriyetin bütün değerlerini yok edecek olan  “ikiz ihanet Yasaları”nı onaylayanlarla, Sevr antlaşmasını onaylayanların, emperyalizmi algılamaları arasında hiç bir fark yoktur.
Kemalist, halkçı devrimci bir örgütlenme olarak tasarlanıp kurulan, kazanımlarının bedelini kurucularının canlarıyla ödedikleri Atatürkçü Düşünce Derneği’ni bu duruma düşürenlerden mutlak hesap sorulacaktır.. 27.05.2014 Isparta

Mahmut ÖZYÜREK

Soma Katliamı /Ölüm, Kadınları İki Kez Vuruyor!

Yıl 1991…12 Eylül koşullarında kapatılmak zorunda kalınan Çağdaş Hukukçular Derneği’ni yeniden kuruşumuzun ilk yılındayız. Bir yandan tüm ilerici ve aydınları cezaevlerine doldururken, diğer yandan tüm demokratik kuruluşları ya kapatan ya da kapanmak zorunda bırakan darbe ortamının suskunluğu yeni yeni atılıyor. Biz de bu küçük ışıktan yararlanarak derneğimizi yeniden kuruyoruz.Tam bu sırada Zonguldak’ta toprağın altın kalbinden madencilerin güçlü sesi duyuluyor… Karanlığı parçalayan bir ses… 100.000  maden işçisi, sayıları onbini bulan eşleri, çocukları ile Ankara’ya yürüyor… 4 Ocak’ta kar, buz, soğuk demeden yollara düşecekler…Yollarda ölümle, madende ölüm arasında bir fark yok çünkü. Daha çok ölmemek için ya seslerini duyuracaklar ya da susacaklar sonsuza dek… İlk tepki DGM Savcısı’ndan geliyor…, işçilerin Ankara’ya gelmeleri yasak. Gelmeleri halinde gözaltına alınacaklar. Heyecan içindeyiz. Yasal bir hak kullanıyor madenciler. Yasal bir hak kullandıkları içinse bir kanun adamı, onları, gözaltına almakla tehdit ediyor. Hemen yönetim kurulunu toplayıp, savcının bu tutumuna karşı basın açıklaması yapma kararı alıyoruz. Günlerden Cuma…Cumaya gitmiş olan Başsavcı’nın yokluğunda DGM önünde engelle karşılaşmadan basın açıklaması yapıyoruz. Dağılıyoruz. Yarın büyük gün. Gerçekten gözaltılar olursa hepimiz görev başında olmalıyız… Ama yanılıyoruz. Akşama doğru aramızdan üç kişiyi seçip,  gözaltına alıyorlar. Hüsnü Öndül, Ali Yıldırım, Aydın Erdoğan… İlk engel bize. Madencilerden önce avukatlar… Eylemin sonuna dek uzayacak bir gözaltı bu…. Hak arayanlara destek olma cezası….
Madenciler, 4 Ocak günü yolculuğa başlıyorlar… Ankara’ya gelecekler… Meclisin sağır duvarlarını aşacak sesleri.. Bütün Türkiye ayakta… Yıllarca bastırılmışlığın ilk baş kaldırısının yanında herkes… Yollarda olağanüstü bir destek… 10 yıllık bastırılmışlığın ortak direnci madenciler… Alkışlar, yemekler, sular, şerbetler… Sadece yol üstündekilerin değil bütün Türkiye’nin kalbi onlar için çarpıyor… Yüzbin insan… Onbini kadın… Kastamonu Mitingi’ne gider gibi… Erkekleriyle yan yana ve çocuklar… Sadece kağnı arabaları eksik… Ne var ki  Zonguldak’tan 250 kilometre sonra Mengen’in Deller Köprüsü’nde  yol kesiyor polisler…. Binlerce polis… Yürümeye izin yok... Zorunlu dönüş… Ne var ki 250 kilometrelik bir  yürüyüş  yetiyor hakların alınmasına… Sonradan geri alınmak üzere !!!...
Bir yıl sonra… Kozlu’da büyük felaket… 263 madenciyi yok eden grizu patlaması… 263 aile… Eş,anne , baba,  çocuk, yakınlar… Parça parça edilmiş yaşamlar… Suçlu kim. Kader!...
Yıl 2014…Bir Milletvekili Kürsü’den bareti ile milletin vekillerine sesleniyor…Soma yanıyor… Madencilerin sesini duymak, önlem almak zamanı diyor… Madencinin sesi, meclis duvarını aşmış, gelmiş meclis kürsüsünden yankılanıyor… Ama salt duvarlar değil sağır olan, sağır olan vicdanlar…
  Sonra bütün vicdanları kanatan Soma Faciası… Resmi söylemlere göre 301 insan… 301 Madenci… Toprağın altın kalbinden kan akıyor… Kömür karası bir kan… Eve sığamıyorum… Hemen atlayıp gitmeliyim… Kadınlar koşmalı Soma’ya… Erkekler… Herkes… Televizyon önünden kopamıyorum… Çağdaş Hukukçular ilk gidenler arasında ve ilk gözaltına alınanlar… Biliyorum ki herkes benim gibi… Elinden ne gelir bilmiyor ama koşmak istiyor… Birinin elinden tutmak… Kucaklamak. Acınız acımızdır demek…
 Meral Özaygen’le gitmeye hazırlanıyoruz…Derneğimizin pek çok şubesinden başkanlarımız arıyor… Birlikte yola çıkmalıyız. “Soma’ya girmek yasaklanıyor… Bekliyoruz. Ve nihayet “Kadın aktivistler haydi Soma’ya “ diyen bir çağrıya yanıt verip, “Birlikten kuvvet doğar.” diyerek 24 Mayıs’ta  yollara düşüyoruz. Birbirimizi görmekten mutlu ama yaşananlardan mutsuz… Soma’nın girişindeyiz. Hemen girişte… nüfusu gösteren tabelanın üzerine 301 yazılmış. Hemen ardında yası paylaşan kara bez levhalar… Yas kentindeyiz.
Soma Belediyesi’nin önünde Kadın Dayanışma Derneği‘nden arkadaşlar karşılıyorlar bizi. Yaşananlar ve durum hakkında bilgi aktaracaklar… Sonra birlikte şehit ailelerini ziyaret edeceğiz. Dernek kurucusu iki kadın arkadaşımızın yaşam öyküleri ilginç… İkisi de genç yaşta eşlerini yitirmişler… Eğitimli iki kadın. Hem iş yaşamına atılmışlar hem de dernek kurmuşlar. 1996’dan bu yana örgütlüler. Örgütlü olmanın yararını en çok bu felakette fark etmişler…” Ölüm geldi. Erkekleri aldı. Geride kalanlar en çok kadınlar…Eğitimsiz, çaresizler…” diye anlatıyorlar. Tek tek tüm şehit ailelerini ziyaret etmişler. Hane de kaç kişi var… Kaç çocuk  geride kaldı. Yaşları kaç? Bunların dökümünü çıkarmışlar. Hasta ve bakıma gereksinimi olanları da saptamışlar. Halk onları tanıyor. Bu onlar için bir şans olmuş… Somalı olmaları da güven duygusunu güçlendiriyor… Onlardan, şehit olanların kredi  borçlarının ödendiğini ancak, yaralı olup sağ çıkanların banka mevzuatı gereği bu olanaktan yararlandırılmadıklarını öğrendik. Ayrıca kadınların istihdam edilebilecekleri bir fabrika ya da bir iş yerinin olmayışının kadınları eve hapsettiğini ya da küçük tarım işlerinde yok değerinde bir ücretle çalıştıklarını, bu ücretlerin içinde “araba parası” adı altında günlük en az beş liranın dayı başlarına ödendiğini, gündelik iş yapan kadınların çocuklarının evdeki yaşlıya ya da sokağa bırakılmak zorunda olduğunu, kadınların, çocuklarının  kendi denetimlerinden uzak kalışından yakındıklarını bir yuva ya da kreşin açılmasının bu sorunu belli ölçüde azaltacağını öğreniyoruz. 36 üyeleri var. Kendleri “Kavala” ya da “Un kurabiyesi” ne benzeyen bir kurabiye üretmişler. “Beyaz Elmas” adıyla tescil ettirmeye çalışıyorlarmış. Henüz başaramamışlar. Şimdi bir kooperatif kurmaya çalışıyorlarmış. İki yalnız kadından 36 kadına… Şimdi yüzlerce kadın için çalışmaya hazırlanıyorlar…
Bizi “arka mahalleye” götürüyorlar. Yoksul madenci mahallesine …Soma Merkezi ile burası çok farklı. Tek katlı, gecekondu benzeri evler. Küçük bahçeleri var. Her evde yolcu edilmiş bir eş , yaşlı bir kadın, konuklar, küçücük çocuklar…Şehit Hüseyin Kılıç’ın evindeyiz. İki çocuk kalmış geriye…Biri kırk günlük.  Kent evlerinde artık kapıya bırakılmış olanları andıran kanepeler…Çoğumuz yere oturuyoruz…Oturduğum kanepe sallanıyor. Mutfak kapısının tam önünde oturmuş iki kadın ve şaşkın bir küçük çocuk….Gözyaşları bitmiş…
Bu fotoğraf, Soma’da, kınık’ta ve Elmadere’de sanki birbirinin kopyası…. Ev ve insan manzaraları… Örneğin Şehit Hayri Kılıç’ın evi… 7 Torunu yetim kalmış bir büyükanne… 2 Damadı, bir oğlu ölmüş… 40 günlük bir bebek kalmış geriye…
Erol Uysal’ın evi. Erol 1985 doğumlu… 2 ve 4 yaşında iki çocuk… Şeker hastası bir baba geride kalanlar… Eşi Gülsen, sadece çocuklarını okutmak istiyor. Şehidi ile ortak arzuları idi bu… Çocuklarını okutacak… Nasıl?
Bilal Ay’ın evi. 4 ve 2.5 yaşındaki iki çocuk ve diğer evlerden farklı olarak bir de bakıma muhtaç hasta bir ağabey… Bu evde ağıt henüz bitmemiş… İki kadın birbiriyle yarışırcasına ağlıyor. Birinin ana yüreği diğerinin doyulamamış sevdası kanıyor…Arkadaşların çoğunun gözünde yaş…
Her yeni konuklukta benzer bir fotoğraf karesi… İsimleri ve yüzleri unutup, bu filmi görmüştüm diyorsunuz… Elmadere’de durum Soma ve Konak taziye evlerinden daha farklı… Daha vahim.  Vahamet ölüm sayısından değil, koşullardan kaynaklanıyor. 11 kayıpları var. Geride kalanlar da  madenci. İki saat mesafedeki madene servisle gidip, yine iki saatlik bir yolculuktan sonra köye dönüyorlar. Böylece mesai 12 saate çıkıyor. Diğer köylerde örneğin 14 kaybı olan Köseler’de de  aynı ulaşım sorununun  olduğunu söylüyorlar. Köyün hemen yakınına maden açmak için tarım alanı olarak kullandıkları tarlaları satmışlar. Maden açılamamış. Tarlalarından olmakla kalmışlar. Köy’de yaşayanların Alevi oluşu da sorun olmuş… Kınık Belediye Başkanı, ancak 7. Günde taziye için gelmiş. Bu köyün ihmal edildiği basında yer alınca bir ilgi başlamış. Bugün Roboski’den, İnsan Hakları Derneği’nden, Ordu Üniversitesi’nden, CHP Kadın Kolları’ndan gelmişler. CHP’nin ilgisinden özenle söz ediliyor. Manisa CHP Kadın Kolları 111 ev dolaşmış…Özellikle CHP Manisa milletvekili Özgür Özer en ilgili olanlardan…Her ziyaretçi, yiyecek bir şeyler getiriyor… Erzak yığılmış… Bisiklet, oyuncak… Para…
Çocuklar, her gelen arabanın etrafını sarıyor ve kendileri için ne getirildiğini soruyorlar. Benim de elimde Dost Kitabevinden bağışlanmış Behrengi’den, Aziz Nesin’den çocuk ve boyama kitapları var. Ve daha çok kızların hoşuna gidebilecek süslü kalemler. Onları uğradığımız evlere bırakıyoruz. Ancak arabadan iner inmez çocuklar elimdeki poşete sarılıyorlar. Hakim olamıyorum. Amaçları kitap ökumak değil… Armağan bekliyorlar. Can sıkıcı bir durum. Aileler de bundan yakınıyor. İyi niyetle yaptığımız bu küçük katkıların dahi bir yönteme bağlanması şart… 
Ölüm hükmünü tamamlıyor… Geride yürüyen bir hayat var… Büyük bir iyi niyetle. arabadan yapılan yardımlar bir derde deva olamıyor. Belki bireysel olarak bir tatmin doğuyor. Ama asıl sorun, Madencilerin iş güvenliğinin sağlanacağı yasal düzenlemelerin tezelden yapılması ve bunların izlenmesinde kararlı olmakta… Yaşamlarını yitirenlerin maaşlarının bağlanması, tazminatlarının ödenmesi, konut edindirilmeleri, çocuklarına öğrenci kredilerinin sağlanması, bakıma muhtaç olan anne- baba- kardeş için  sosyal güvence sağlanması için örgütlü bir çalışma gerekiyor. Manisa Barosu’nun 3 avukata görev verdiğini öğreniyoruz. Üç avukatla sorun asla çözülemez. Çağdaş Hukukçuların çalışmalarını izleme olanağımız olamadı. Örgütlü çalışma deneylerine güveniyorum. Ancak uzun yargılama süreci dikkate alındığında idarenin  ve şirketin hukuka uygun bir çözüm konusunda anlaşarak sonuç almaları, yitirilenlerin ailelerinin zor durumda kalmalarının engellenmesini  sağlayacaktır…
Psikolojik destek de çok önemli…Ancak gezici ekiplerle bu sorun çözülemez. Sürekli  psikolojik destek alacakları merkezlerin acilen yapılması gerekiyor. Asıl sorumluluk halkta değil… Madende ölüme yol açanlarda… Sürdürülebilir bir destek… Salt maaş ve tazminat ödemek değil. Hep tutulacak bir eli onlara uzatmak…
Kreş ya da çocukların oyuncaklarını ortak bölüşebilecekleri bir mekan yaratmak…
Çözüm, tek tek bireylerin ve sivil toplum örgütlerinin boyunu aşıyor.. Çözüm, meclisten geçiyor. İktidarı ve Muhalefeti ile yaşam hakkının güvenceye alınması gerekiyor.
2014 son olmalı. Meclis kulaklarını açmalı ve Madencinin sesini duymalı. Onlar, bir kez daha ölerek feryat ettiler… Bu feryada kulak verilmezse isyan haktır… 26.05.2014
                                                                                                                               Şenal Sarıhan