11 Şubat 2014 Salı

Ve Köylerde Kıyamet Kopmaya Başladı/ Prof.Dr.Mustafa Kaymakçı



Köylere en son ve belki de en büyük darbeyi yeni kabul edilen Büyükşehir Yasası vurdu ve vurmaya devam ediyor. Büyükşehirlerdeki 16 bin köyün tüzel kişiliği tek bir cümleyle yok edildi.
Türkiye’de ne kadar “köylü” varsa, yasa gereği bir kalemde “kentli” yapıldı. 2012’de halkın yüzde 77.3’ü il ve ilçe merkezlerinde oturuyordu. Yasa ile 14 ilin de büyükşehir belediyesi statüsüne geçmesi ile toplam 30 ilde, belde ve köylerin ilçe belediyelerine mahalle olarak katılmasıyla kentli oranı yüzde 91.3’e yükseliverdi. Memlekette köylü kalmadı.
Anılan yasanın ideolojik kökenini yazmakta olduğum yazılarla dile getirmeye çalışıyor ve “Neden köyler bitirilmek isteniyor? Köylülüğü bitirme salt Türkiye’ye özgü değil. Dünyada da, küçük ve orta ölçekli tarım işletmeleriyle yapılan ile aile çiftçiliği, bir başka deyişle köylü çiftçiliği endüstriyel dev ölçekli işletmeler ikame edilerek bitirilmek isteniyor. Bu şekilde köylerin boşaltılmasıyla kentlere gelecek, ancak iş ve aş bulamayacak yoksul köylülerin denetimi daha kolay olacak.” diyordum.
BÜYÜKŞEHİR YASASI İLE NELER OLMAKTA?
Büyükşehir Yasası’nın getirmekte olduğu olumsuzlukları sıralayalım:
• Köylerin, meraların, sulak alanların ve tarlaların iskâna açılması mümkün hale getiriliyor.
• Orman köylerinin kentsel ranta açılması kolaylaşıyor, yabancılara toprak satışının önü açılacak.
• Köyler; personelini, taşınır ve taşınmazlarını ilçe belediyesine 1 ay içinde bildirecek.
• Köylerde, tarım/köylü işletmeleri dahil her türlü esnaf işletmeleri ruhsat alacaklar.
• Köylerde emlak vergisi, Belediye vergileri, harç ve katılım payları 5 yıl sonra alınmaya başlanacak.
• Belediye hizmetlerine ulaşmak daha da zorlaşacak ve hizmetler pahalılaşacak.
• Yasa ile köylü kendi yaşam alanı üzerindeki tüm yönetim haklarını kaybetmiştir.
• Köy alanlarının rantı belediyelere aktarılmaktadır.
• Köylüler ücretsiz eriştiği altyapı hizmetleri için bedel ödemek zorunda bırakılmakta.
• Yasa ile küçük ve orta ölçekli işletmelere sahip köylüler daha da yoksullaşacak ve yok olmaküzere üretim dışına itilecek.
VE KIYAMET KOPMAYA BAŞLADI
Büyükşehir Yasası’nın getirmekte olduğu olumsuzlukların ipuçlarını yukarıda sıralamaya çalıştım. Anılan olumsuzluklar 30 Mart 1014 Yerel Seçimleri’nden sonra hızlanacak.
Ancak kıyamet şimdiden kopmaya başladı bile. İlçelerde Tarım ve Hayvancılık Müdürlükleri tarafından köy muhtarlıklarına iletilmek üzere hazırlanan yazılarla, yerleşim alanlarına yakın bölgelerde hayvancılık yapılmasının “umumi hıfzıssıhha kararı” gereğince yasaklandığı bildirildi. Buna göre ilçe merkezi, belde ve köylerdeki ahır, ağıl ve kümeslerin ivedi olarak ortadan kaldırılacak.
Şimdi soruyu yeniden soralım; Aile çiftçiliği yapan, az sayıda ineği, koyunu, keçisi ve tavuğu olan ve geçimini bunlarla sağlayan köylüler ne yapacak? Yerleşim alanı dışına itilen bütün köylülerin köy dışında arazileri mi var? Bunları perişan etmek ne kadar doğru ve ahlaki?
Yazımı, geçtimiz 2013 yılı Ocak’ında Seferihsar Belediye Başkanı Tunç Soyer’in “Geleceğin Köyleri Hareketi Bildirgesi”ni yineleyerek sonlandırmak istiyorum:
 “Yeryüzünün ilk köyünün kurulduğu bir coğrafyada binlerce köyün üzerini tek bir cümleyle çizmek mümkün mü? Değil elbette.
Köy, köktür ve tohumdur. Köy, hem geçmişimiz hem geleceğimizdir. Tüketen insanın savaşların içine sürüklendiği bir çağda, köyler sakince üreten geçmişle geleceğin harmanlandığı yerler olmalıdır.
Şehirde veya köyde, nerede yaşarsak yaşayalım sağlıklı bir doğal çevre ve kırsal alana ihtiyacımız var. Köy olmazsa şehirde ne yiyebiliriz? Fabrikasyon sebze ve meyveleri mi, yoksa büyük şirketlerin GDO’lu ürünleri mi?”
Prof.Dr.Mustafa Kaymakçı
mustafa.kaymakci68@gmail.com

10 Şubat 2014 Pazartesi

CIA Türkiye “Uzmanı” Henri Barkey, Türkiye’deki Seçim Sonuçlarını İlan Etti Bile…



Amerika’nın ünlü istihbarat memurları bağıra bağıra durumu açıklıyor:
CIA Türkiye ‘uzmanı’ Henri Barkey, Amerika’nın Sesi’ne verdiği röportajda, Türkiye’deki seçim sonuçlarını ilan etti bile: “30 Mart’ta yapılacak yerel seçimlerde AKP’nin oylarının yüzde 42 civarına düşmesinin, Türkiye’de daha aktif bir muhalefet oluşmasına neden olabileceğini” söyledi. Ayrıca böyle bir sonucun “CHP ve MHP’yi cesaretlendireceğini ve muhalefetin güçleneceğini” de ekledi.
CFR’nin Türkiye ‘masasında’ görevli bir başka ‘uzman’, Steven Cook da 29 Ocak’ta yaptığı değerlendirmede şunları söyledi: “Erdoğan son 10 yıl için iyiydi ama acaba artık vakti geçti mi? Çünkü artık aşırı güçlenmesi, kibri, endişeleri nedeniyle kendi yanlışlarını yaratıyor.”
11 yıldır sıcak parayla beslenen iktidar ve ‘şımaran atanmışlar’ bir ay önce duvara tosladılar ve muktedirler arası kavga yüzeye çıktı ve son günlerde CIA’nin Gülen’inin ‘muhalif’ partilere desteği de belirginleşmeye başladı.
Maceranın başından beri AKP’ye yol haritaları çizen, Erdoğan’ı ‘Kemalizmi çökerten adam’ olarak alkışlayan, ‘orduyu hizaya getiren adam’ olarak göklere çıkaran Amerikalı uzmanlar çoktan makas değiştirdi.
Türk milletinin ‘raydan çıkabileceği, sistemi reddebileceği’ korkusu duyduklarını sık dile getiriyorlar. Sıkı sıkı denetledikleri, ‘çok partili demokrasi’ martavalının cilasının dökülmesi en büyük korkuları.
Onlara göre “SİSTEM” tehlikeye girmesin diye ‘Muhalefet’ partilerinin AKP karşısında ÇIKIŞ yapmasına ihtiyaç var. Barkey ve içerdeki farklı guruplara bağlı anket şirketleri bu durumu rakamlara yansıtmaya başladı bile. CHP ve MHP’nin yüzde 30’lar ve 20’lere dayanması gibi tahminleri telaffuz etmekle kalmıyorlar, bazı küçük partilerin de ‘denge sağlayıcı’ olarak ortalığa çıkmalarının ‘faydası’ndan da sözediyorlar.
Medya ‘Amerika’nın sesi’ olarak elinden geleni yapıyor. Piyasa’nın çalıştırdığı ‘Demokrasi’ adlı sokak kadınları yeniden makyaj odasına alındı, kimisine ‘sol’ kimisine ‘sağ’ makyaj yapıldı. Kimisi ‘müslüman isyankar’ makyajlı kimisi ‘Atatürk’e sığındı. Hedef belli. Millet kendi yolunu bulamamalı! Ne olursa olsun BATININ ÇİZDİĞİ SİSTEMİN İÇİNDE kalmalı.
Henri Barkey Türkiye’nin ‘sandık imtihanı’ sürecinde ‘Yeni anayasa’ ve dondurulmuş gibi görünen ‘Kürdistan’ eyaleti meselesinin ön alması için elden gelenin yapılması gereği üzerinde duruyor.
Gülen Cemaati “Hükümetin bir sonraki adımı, uluslararası darbe planlarının parçası olarak gördüğü muhalefeti suç kapsamına sokmak olabilir!” Bundan kaçınmak için tahterevallide ‘muhalefet’in yukarı, Erdoğan’ın aşağı inmesi’ zorunluluğu var!” diyor.
Washington Institute’un ünlü ismi Alan Makovsky, “Başkanlık sistemi ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin çok önemli olduğunu ve ‘Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanlığı seçiminde öne çıkması gereğini’ yazıyor.
Küresel çetenin önemli uzmanları Türkiye’nin ‘artık istikrarlı müttefik’ olarak nitelenemeyeceğini, ‘laik-İslamcı’ çelişkisinin de artık temel çelişki olmadığını yazıp çiziyorlar. “Türkiye’nin kendisi sorun oldu” başlığı ile özetlenebilecek bu yorumlar, Türkiye’nin büyük bir ekonomik krizin eşiğinde durduğu ve bundan nasıl ‘faydalanılabileceği’ (!) konusunda tartışmalarla sürmekte.
Tüm bu iç kargaşa sürerken, küresel sırtlanlar Cenevre 2 Konferansı’ndan elleri boş döndü, Amerika, Rusya’nın bir yıl önceki önerisini kabul etti, ‘beşli çözüm masası’ kuruldu ki içinde Türkiye İran ve Suudiler Rusya ve ABD var.
Türkiye’nin kuzeyinde Ukrayna’da Batı ile Doğu arasındaki savaş Soros şeması çerçevesinde sürerken, Türkiye’nin güneyinde kana boğulan Suriye var. Esad’a yenik düşen batı 2011’de öne sürdüğü ‘tampon bölge’ projesine geri dönüş yapıyor. Denetiminden kaçan terör örgütlerinin dizginlenmesi için yol arıyor. Erdoğan ve Davutoğlu tamamen ‘out’ oluyor.
Türkiye’nin doğusunda İran ile ABD ilişkileri yumuşarken, Irak’da Maliki dizginleri ele alıyor ve bu Erdoğan’ı zora sokuyor..
‘Uluslararası camia’ denen küresel şirket temsilcileri, dört bir yandan kuşatılmış Türkiye’de ve hesapların dikiş tutmadığı bu bölgede, yeni derin stratejiler oluşturma peşinde.
Bu derin stratejiler de derin çukurlarda boğulacak gibi. Çünkü Türkiye ve bölge şartları ve TARİHİN EMRİ artık bir sıçramayı kaçınılmaz hale getirdi.
Bu balon patlayacak. Kim denetimi elde tutar soru bu. Bu coğrafyanın insanları mı, küresel çete robotları mı? Buna karar verecek olan milletin azmi ve kararlılığı!

Banu AVAR
6 Şubat 2014

Hükümetin azınlıklara kıyağı sınır tanımıyor.




Hükümetin azınlıklara kıyağı sınır tanımıyor. Son kıyak Ermenilere geldi. İstanbul Zeytinburnu’nda 42 bin metrekarelik arazi torba yasayla Yedikule Surp Pırgiç Hastanesi Vakfı’na iade edildi. İstanbul’un kalbi sayılacak bir noktada bulunan ve değeri yüzlerce milyon doları bulan arazinin üzerinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait Zeytinburnu Spor Kompleksi, Zeytinburnu Belediyesi’ne ait Zeytinburnu Stadı ve açık otopark bulunuyor. Şimdi bu çok kıymetli arazi Ermenilerin kontrolüne geçti. Hükümetin dini azınlığa jest politikası 2008 yılında Avrupa Birliği talebiyle çıkarılan Vakıflar Yasası ile yasal bir zemin kazandı. 2011 yılında ise Bakanlar Kurulu kararıyla geçmişte el konulan arazilerin iadesine karar verildi. Hükümet bir yandan azınlığa mallarını iade ederken bir yandan da devlet bütçesinden kilise onarma yarışına girdi.
Arınç: Boynumuzun borcu
Hükümetin önde gelen isimleri her fırsatta azınlıklara yapılan jestlerden övgüyle bahsetti. Vakıflardan Sorumlu Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç İzmir’de azınlık temsilcilerine yaptığı bir konuşmasında “Vakıflar, cemaat vakıfları ve dini azınlıkların inanç gruplarının özgürlük alanlarını son yıllarda olabildiğince genişlettik. Haklarınızı size sonuna kadar vermek bizim boynumuzun borcudur. Bu bizim görevimizdir” demişti.
Azınlık vakıflarını zengin ettiler
Azınlığa jestler konusunda son açıklamayı ise Başbakan Erdoğan yaptı. Geçtiğimiz hafta Almanya’ya giden Erdoğan Alman Dış Politika Enstitüsü’nde şu açıklamayı yapmıştı: “Hiçbir iktidarın yapmadığını biz yaptık. Ne kadar gayrimenkulleri varsa bunlar Vakıflar Genel Müdürlüğü’müze devredilmişti bizim. Biz bunları meydana çıkardık ve şu ana kadar 2.5 milyar lira değerindeki gayrimenkullerini kendilerine devrettik. Mor Gabriel Kilisesi biliyorsunuz bir sorundu. Bu sorunu biz çözdük. Aynı şekilde Sümela Manastırı’nı biz açtık ve her yıl şimdi orada gidip Ortodokslar ayinlerini yapabiliyorlar. Aynı şekilde Tarsus’ta biz açtık gidip orada ayinlerini yapabiliyorlar. Azınlığın haklarını korumak budur. Biz bunların adımlarını şu anda attık. Ve kendilerine açık açık da söylüyoruz sizin inançlar noktasında sorununuz neyse bize gelin biz bunları çözeriz ve biz bunların adımlarını attık.” 
Mor Gabriel de iade edildi
Hükümetin hemen her paketinden azınlıklara jest çıkıyor. Eylül ayında açıklanan Demokratikleşme Paketi ile de Mardin’deki Mor Gabriel Manastırı’nın iadesi kararlaştırılmıştı. Paketi açıklayan Başbakan Erdoğan Mor Gabriel, diğer adıyla Deyrulumur Manastırı arazisinin manastır vakfına iade edileceğini söylemişti. Erdoğan “Esasen, Cumhuriyet tarihimiz boyunca, bu konuda en büyük hassasiyeti hükümetimiz gösterdi. Şu ana kadar, bu kapsamda 250’den fazla iade yaptık ve 2.5 milyar liralık mülkü hak sahiplerine teslim ettik. Süreç devam ediyor, incelemeler devam ediyor… Hiç kimseyi mağdur etmeden, hak sahiplerine haklarını teslim edeceğiz” demişti.
Vakıflar Yasası’na dikkat 
Şubat 2008’de TBMM’de kabul edilen Vakıflar Kanunu’nda yer alan düzenlemeler özetle şu şekilde:
1-Başta İstanbul olmak üzere en az 1500 arazi ve mülk azınlık vakıflarına bedelsiz olarak verilecek. Bu vakıflar, izin almadan mal edinebilecek, malları üzerinde her türlü tasarrufta bulunabilecek. 
2-Azınlık vakıfları uluslararası faaliyet ve işbirliğinde bulunabilecek, yurtdışında şube ve temsilcilik açabilecek, üst kuruluş kurabilecek.
3-Vakıflar yurtiçi ve yurtdışındaki kişi, kurum ve kuruluşlardan bağış ve yardım alabilecek, yurtiçi veya yurtdışındaki benzer amaçlı vakıf ve derneklere ayni ve nakdi bağış ve yardımda bulunabilecek. 
4- Azınlık vakıfları amacını geliştirmeye yardımcı olmak veya gelir sağlamak amacıyla iktisadi işletme ve şirket kurabilecek, kurulmuş şirketlere ortak olabilecek.   
BAYRAM COŞKUN / İSTANBUL
 http://www.yenimesaj.com.tr/?haber%2C13004683%2Fazinliklara-yine-kiyak

5 Şubat 2014 Çarşamba

KARANLIĞI AYDINLATAN IŞIK "LAİKLİK"



     Sayı   :2014/7
    Konu: Laiklik ilkesinin Anayasaya girişinin 77. yılı                                                                               05.02.2014                                                                                         
   Kod: 32.011.159
BASIN AÇIKLAMASI

5 Şubat 1937 günü Anayasa'nın başına, devletin temel nitelikleri olarak "Türkiye Devleti, Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve Devrimcidir" ifadesi yazıldı. 'Laiklik' de ilk defa bu tarihte Anayasa'ya resmen girmiş oldu.

Laiklik ilkesinin ilk adımı 10 Nisan 1928 tarihinde 1924 Anayasa'sında yapılan değişiklikle atıldı. 5 Şubat 1937'de Anayasamızın değiştirilemez maddeleri arasında yer aldı

Temelini Kurtuluş Savaşı’mızın anti-emperyalist bilincinden alan  “Kemalist laiklik”; antiemperyalist, halkçı, devrimci bir bilinçle eylemli olarak savunulabilir.

Bugün, dünya gericiliğinin de Türkiye gericiliğinin de beslendiği kaynak emperyalizmdir. Daha açık bir söylemle, bağımsızlık hareketlerini boğmak isteyen küresel çete ülkemizde ve hemen her mazlum ülkede dinci gericiliği palazlandırmış, dinci gericiliği, düzenin vurucu ve kurucu gücü haline getirmiştir.

Laikliğin; antiemperyalist ve eylemli halkçı devrimci savunusunu yapamayan, gericilikten kurtulmak için gericiliğin kaynağını oluşturan ABD-AB’nin kanatları altına sığınan, cemaat ve tarikatların iç çatışmalarından medet uman sözde “laik” siyasal örgütlenmelerin varacağı yer dinci gericiliğin yol arkadaşlığıdır. 

Sosyal adaletsizliğin büyümesi ve sosyal devletin tasfiyesi, ABD-AB tarafından projelendirilen yağma düzeninin geniş halk yığınlarını iliklerine kadar sömürmesi,  sistemin karşısında ve var olan sistemle Her türlü bağını koparmış devasa bir kitleyi yaratmıştır.  Bu alan cemaat ve tarikat örgütlenmelerinin, her tür gerici düşüncenin hayat bulduğu bataklıklara dönüşmüş/dönüştürülmüştür.

 Cemaatler ve tarikatlar eliyle yaygınlaşan boyun eğme kültürüne karşı onların iç çelişkilerden yararlanarak ve teslimiyetçi demokrasi yandaşlarından medet umarak kurtulmak mümkün değildir.

Sömürü düzenini, karşı devrimi yaratan, besleyen kaynak olan emperyalizme, sömürüye, NATO’culuğa, AB’ciliğe karşı mücadele vermeden, emeğin, emekçinin, üreten köylünün haklarını savunmadan laikliğin devrimci savunusunu yaptığını, gericilikle mücadele verdiğini söylemek, karşıdevrime dönüşmüş sistemin varlığını ve sürekliliğini savunmaktan başka bir anlam taşımaz.

AKP ile birlikte Hizmet Hareketi denilen emperyalist tetikçisi illegal karanlık örgütün kaynakları kurutulmadan, gericiliğe, emperyalizme, sömürüye, faşizme karşı halk yığınlarını örgütleyip eylemli mücadele verilmeden, laikliğin savunusu yapılamaz.

Karşı devrimin içini boşalttığı demokrasi sözcüğüne sığınarak,  AKP faşizmini meşru göstererek yapılacak bir “laiklik” savunması karşı devrim cephesini zayıflatmak bir yana daha da güçlendirir. AKP'yi devirmek için, onu taklit etmek, onun geçmişte kurduğu ittifakları kendi çevresinde kurmaya çalışmak isteyenler büyük yanılgı içindedirler.

Laiklik ancak, AKP diktatörlüğünden, gerici yaşam tarzından ve sömürü düzeninden kurtulmayı hedefine koyan, örgütlü, devrimci bir “halk cephesi” ile korunup savunulabilir.

Ülkemizin Seçimler sürecine girdiği bu günde düşünmek ve karar vermek zorundayız. Yerimizde oturup gericiler arasında hangisinin kazanacağını mı hesaplayacağız, yoksa 29 Ekimlerde, 10 Kasımlarda, Haziran direnişinde başladığımız mücadeleye devam edip, insanca yaşama hakkımıza, aydınlık, bağımsız bir ülke istencimize, onurumuza sahip mi çıkacağız?  Unutulmamalı ki bu vereceğimiz karar aynı zamanda ileride vereceğimiz bir hesaptır da.

 Bizce bu seçimlerin kazananı, her türlü sömürüye gerici dayatmaya karşı aklını, yüreğini, onurunu koruyanlar, omuz omuza gericiliğe karşı aydınlanmayı, emperyalizme karşı yurtseverliği, sömürüye karşı eşitliği, AKP faşizmine karşı özgürlüğü savunanlar olacaktır.
YÖNETİM KURULU ADINA:                                                                                                    Mahmut ÖZYÜREK
                                 ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ
ISPARTA ŞUBE BAŞKANI