18 Nisan 2013 Perşembe
16 Nisan 2013 Salı
Hesap Soracak Adam
|
||||||
Siyasetçilerden ve kamu görevlilerinden;
Hesap soracak adam da “Mangal gibi yürek” olmalıdır.
Hesap soracak adam öncelikle “Namuslu” olmalıdır.
Hesap soracak adam, önce kendi hesabını verebilmelidir.
Hesap soracak adamın arkası çöplü ve açık olmamalıdır.
Hesap soracak adamın boynunda “Kalpazanlık” gibi bir dosya olmamalıdır.
Hesap soracak adamın boynunda “Bilet Sahtekârlığı” gibi bir dosya olmamalıdır.
Hesap soracak adamın boynunda “Resmi Evrakta Sahtecilik” dosyası olmamalıdır.
Hesap soracak adam “Dokunulmazlık Zırhına” sığınmamalıdır.
Hesap soracak adam “Dokunulmazlıkları Kaldıracağım” diye yalan söylememelidir.
Hesap soracak adam “Haram” yememelidir.
Hesap soracak adam “Kul Hakkı” yememelidir.
Hesap soracak adam da “Mangal gibi yürek” olmalıdır.
Hesap soracak adam öncelikle “Namuslu” olmalıdır.
Hesap soracak adam, önce kendi hesabını verebilmelidir.
Hesap soracak adamın arkası çöplü ve açık olmamalıdır.
Hesap soracak adamın boynunda “Kalpazanlık” gibi bir dosya olmamalıdır.
Hesap soracak adamın boynunda “Bilet Sahtekârlığı” gibi bir dosya olmamalıdır.
Hesap soracak adamın boynunda “Resmi Evrakta Sahtecilik” dosyası olmamalıdır.
Hesap soracak adam “Dokunulmazlık Zırhına” sığınmamalıdır.
Hesap soracak adam “Dokunulmazlıkları Kaldıracağım” diye yalan söylememelidir.
Hesap soracak adam “Haram” yememelidir.
Hesap soracak adam “Kul Hakkı” yememelidir.
Hesap soracak adamın yurtdışındaki bankalarda, yabancı istihbarat örgütleri tarafından bilinen ve belgelenmiş kaçak hesapları olmamalıdır.
Hesap soracak adam Kamu Bankalarından emirle yakınlarını
Medya Grubu sahibi yapmamalıdır.
Hesap soracak adam servetinin kaynağı olarak çocuklarının “Düğün Takılarını” göstermemelidir.
Hesap soracak adam “İmar Planı Oyunları” ile yandaşlarını zengin etmemelidir.
Hesap soracak adam milletinin “Türk” olan adından utanmamalıdır.
Hesap soracak adam çalınan “Sadaka Paraları” ile siyaset yapmamalıdır.
Hesap soracak adam Kamu Bankalarından emirle yakınlarını
Medya Grubu sahibi yapmamalıdır.
Hesap soracak adam servetinin kaynağı olarak çocuklarının “Düğün Takılarını” göstermemelidir.
Hesap soracak adam “İmar Planı Oyunları” ile yandaşlarını zengin etmemelidir.
Hesap soracak adam milletinin “Türk” olan adından utanmamalıdır.
Hesap soracak adam çalınan “Sadaka Paraları” ile siyaset yapmamalıdır.
Hesap soracak adam emperyalist devletlerin emriyle Devlet-Millet düşmanı canilerle kucaklaşmaz.
Hesap soracak adam Uyuşturucu kaçakçısı örgütle görüşmez.
Hesap soracak adam PKK’yı besleyen, barındıran adamı kırmızı halı ile karşılamaz.
Hesap soracak adam Uyuşturucu kaçakçısı örgütle görüşmez.
Hesap soracak adam PKK’yı besleyen, barındıran adamı kırmızı halı ile karşılamaz.
Hesap soracak adam inanç istismarı yapmaz.
Hesap soracak adam hukuksuzluklara- haksızlıklara geçit vermez.
Hesap soracak adam insanlarını, ilaçlarını alamaz hale getirmez.
Hesap soracak adam, adam gibi adam olmalıdır.
Hesap soracak adam hukuksuzluklara- haksızlıklara geçit vermez.
Hesap soracak adam insanlarını, ilaçlarını alamaz hale getirmez.
Hesap soracak adam, adam gibi adam olmalıdır.
Nasıl hesap sorulurmuş, çok yakında Türk Milleti sana gösterecektir.
İSTANBUL’UN İŞGAL GÜNLERİ * YÜZBAŞININ SELAMI ve BELEDİYEDE CUMHURİYET DÜŞMANI BİR YOBAZ/ Naci Kaptan
“Fransız işgal kumandanı d’Esprey kendisini karşılamak üzere
selam duran Osmanlı bandosunu hiç yoktan kırbaçladı !!! “
***
Atatürk yerine İngilizlerin olmasını isteyenler,
“Bu sözü televizyonda türbanlı iki kız söylemişti …
Bu sözü edenler, Irak’ta sokak ortasında ,
kadınlara nasıl tecavüz edildiğini bilmezler mi ?
İşte düşman çizmesi altında yaşamak böyle birşeydir.
Elin oğlu askerini kırbaçlar,
Hele hele kadınları ve kızları ortalarda görmesinler !!!
***
SENE 1919 İSTANBUL’UN İŞGAL GÜNLERİ
Naci Kaptan
15 Nisan 2013
1918 – 1922 yılları arasında düşmanlar sarmıştı İstanbul’unı her bir yanını .O dönemler Osmanlı yorgun ve güçsüzdü.Büyük savaşların içinden çıkmıştı.Birinci Dünya Savaşı’nın ardından 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi ile İstanbul için işgal başlamıştı.
İstanbul’un işgalini yazar Mümin Yıldıztaş, “Yaralı Payitaht İstanbul’un İşgali” adlı çalışmasında “İşgal Başlıyor” başlığı altında şöyle anlatıyor ;
“Galata Rıhtımına yanaşan Adrian Gemisi’nden çıkan iki Fransız subayı İstanbul’a ilk ayak bastığında takvimler 8 Kasım 1918’i gösteriyordu. Bunu 13 Kasım’daki 22’si İngilizler’e, 12’si Fransızlar’a, 17’si İtalyanlar’a ve 4’ü de Yunanlılar’a ait toplam 60 parçalardan oluşan Müttefik donanmasında bulunan askerlerin İstanbul’a çıkışları izledi.”
“İşgal devletleri sadece İstanbul’u işgal etmekle kalmayıp tüm küstahlıklarını da göstermekten geri kalmadılar. Fransız işgal kumandanının kendisini karşılamak üzere selam duran Osmanlı bandosunu hiç yoktan kırbaçlamasının yanı sıra Dolmabahçe Sarayı’nda da kendisinin oturacağını söyleyerek Osmanlı padişahının derhal boşaltmasını istemesi, Fransız küstahlığının hangi boyutlara ulaştığını göstermesi açısından oldukça ilginçtir.”
“İşgal altındaki İstanbul, kontrol, denetim ve sorumluluk olarak üç bölgeye ayrılmıştı. Galata ve Beyoğlu bölgesinde İngilizler, İstanbul yakasında (Suriçi) Fransızlar, Kadıköy bölgesinde ise İtalyanlar ayrı ayrı denetim mekanizması oluşturmuşlardı. Her işgal komutanlığı kendi karargâhı bünyesinde bir de askeri mahkeme ve hapishane kurmuştu.”
***
İŞGAL GÜNLERİNDEN BİR ANI
İstanbul Hükümetinin Harbiye Nazırı Ziya Paşa her zamanki yumuşaklığı ile;
- “Beyler..” dedi
- “.. İngilizlere kafa tutamayız. Adamların hiç şakası yok.
Daha geçen gün, bir bahane icat ederek İzmit’i tekrar işgal ediverdiler.” Sarı Atlas döşeli büyük oda, nezaretin ileri gelen subayları ile doluydu. Hürriyet ve İtilaf Partisi yanlısı olan birkaç gerici subay dışında hepsi, Anadolu’ya geçmeye çoktan hazır, Ankara’nın İstanbul’da kalmalarını gerekli gördüğü namuslu askerlerdi. Kapı açıldı, kapının boşluğu içinde yaver göründü:
- ‘Emrettiğiniz yüzbaşı geldi efendim.’
- ‘İçeri al.’ Nazır subaylara bilgi verdi:
- ‘Az önce sözünü ettiğim talihsiz olayın faili.’
Yüzbaşı bekletmeden içeri girdi, kaygılı bakışlarla kendisini izleyen subayların arasında hızla ilerleyerek nazırın masası önünde durdu, selam verdi:
- ‘Yüzbaşı Faruk, İstanbul. Beni emretmişsiniz.’
Uzun boylu, kumral, yakışıklı, biraz bıçkın havalı bir subaydı.
Nazır önündeki yazıya bakarak yumuşak sesle, ‘Oğlum..‘ dedi, ‘.. dün akşam Beyoğlu’nda, İngiliz İnzibat Subayı Teğmen Miller’i, emre rağmen selamlamamışsın. Doğru mu?’
- ‘Evet efendim, doğru.’
Nazır, dürüst subaya babacanca yol gösterdi:
- ‘Herhalde görmediğin için selamlamadın, değil mi çocuğum?’
- ‘Hayır efendim, gördüm.’
Nazırın canı sıkıldı:
- ‘Niye selamlamadın öyleyse? Selamlamanız için emir verilmişti.’
- ‘Rütbesi benden küçük olduğu için selamlamadım Paşam.Askerlik töresince, önce onun beni selamlaması gerekmez miydi?’
Ziya Paşa derin bir kederle ellerini açtı:
- ‘Askerlik töresi mi kaldı a yavrum? Adamlar galibiyet haklarını kullanıyorlar.İngiliz Komutanlığı bu sabah olayı protesto etti.Mesele çıkarılacak zaman değil. Hemen şu müzevir teğmeni bul da özür dile.Olayı kapatalım.’
Başıyla çıkması için izin verdi.
Ama yüzbaşı yerinden kıpırdamadı:
- ‘Paşam, bir de beni dinlemenizi rica ediyorum.’
Nazır bıkkınlıkla, ‘söyle bakalım’ dedi.
‘Balkan savaşında teğmendim. Çanakkale’de üsteğmen, Suriye cephesinde yüzbaşı oldum.Ben bu rütbeleri tek başıma savaşarak almadım.Her rütbemde binlerce şehidin ve gazinin hakkı var.Onların hakkını korumak namus borcumdur.Beni affedin, özür dileyemem.‘
Harbiye Nazırı bozuldu:
- ‘Anlamadın galiba.Harbiye Nazırı olarak emrediyorum.‘
Yüzbaşı sükûnetle, ‘Anladım efendim’ dedi, apoletlerini bir hamlede söküp nazırın masasına bıraktı:
- ‘Artık emrinizi dinlemek zorunda değilim!’
Selam vermeden dönüp kapıya yürüdü.Oturan subayların, İstanbul’u tutan birkaçı dışında, hepsi saygıyla ayağa fırladı.Hepsinin rütbesi yüzbaşıdan daha büyüktü.Gözleri dolarak, yüzbaşıya selam durdular…
(Turgut Özakman Şu Çılgın Türkler, s. 57-58 )
Bu Cumhuriyeti böyle subaylar kurdular.
***
Cumhuriyetin nasıl kurulduğunu hiç unutmayın..
Bu Cumhuriyet acıyla ,üzüntüyle ,kanla ve şerefle kuruldu.
Yoksa onun bunun g.tünü yalayan şerefsizlere kalsaydı nah kurulurdu.Bugünlerde T.C.’nin kaldırılmasını protesto edenleri aşağılamaya çalışan AKP’nin İzmit Belediye Meclisi üyesi ticani kılıklı yobaz Ali Yılmaz T.C. yerine W.C. yazsınlar diye buyurmuş !!!
Cahil yobazlık işte böyle birşeydir.cephelerde savaşlarla kazanılmış olan bağımsız Türk Cumhuriyetine bile düşmanlardır.Ki bunlara bağımsızlık yakışmaz.Mandacı uşaklık yakışır…
Yobazın adı Ali Yılmaz …T.C. nin ona verdiği olanaklarla bir belediyenin meclis üyesi olduğunun bilincinde dahi olamayacak kadar cahil.Bu nedenle Laik Cumhuriyete de düşman .T.C.yi oluşturan güç olmasa idi,Yobaz Ali ,nesebi belli olmayan ,ya George ya Michel olurdu.
İşbirlikçi Said Mollaların,İskilipli Atıf’ların,Saidi Kürdi’lerin,Türk’lükten çıkan Şeyhüislam Mustafa sabri’nin,”İngiliz milletine karşı beslediğim sevgi ve hayranlık duygularımı babam Sultan Abdülmecit’ten miras aldım. Ümidimi Allah’tan sonra İngiltere’ye bağladım” diyen sultan vahdettin’in torunları işte bunlardır.
selam duran Osmanlı bandosunu hiç yoktan kırbaçladı !!! “
***
Atatürk yerine İngilizlerin olmasını isteyenler,
“Bu sözü televizyonda türbanlı iki kız söylemişti …
Bu sözü edenler, Irak’ta sokak ortasında ,
kadınlara nasıl tecavüz edildiğini bilmezler mi ?
İşte düşman çizmesi altında yaşamak böyle birşeydir.
Elin oğlu askerini kırbaçlar,
Hele hele kadınları ve kızları ortalarda görmesinler !!!
***
SENE 1919 İSTANBUL’UN İŞGAL GÜNLERİ
Naci Kaptan
15 Nisan 2013
1918 – 1922 yılları arasında düşmanlar sarmıştı İstanbul’unı her bir yanını .O dönemler Osmanlı yorgun ve güçsüzdü.Büyük savaşların içinden çıkmıştı.Birinci Dünya Savaşı’nın ardından 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi ile İstanbul için işgal başlamıştı.
İstanbul’un işgalini yazar Mümin Yıldıztaş, “Yaralı Payitaht İstanbul’un İşgali” adlı çalışmasında “İşgal Başlıyor” başlığı altında şöyle anlatıyor ;
“Galata Rıhtımına yanaşan Adrian Gemisi’nden çıkan iki Fransız subayı İstanbul’a ilk ayak bastığında takvimler 8 Kasım 1918’i gösteriyordu. Bunu 13 Kasım’daki 22’si İngilizler’e, 12’si Fransızlar’a, 17’si İtalyanlar’a ve 4’ü de Yunanlılar’a ait toplam 60 parçalardan oluşan Müttefik donanmasında bulunan askerlerin İstanbul’a çıkışları izledi.”
“İşgal devletleri sadece İstanbul’u işgal etmekle kalmayıp tüm küstahlıklarını da göstermekten geri kalmadılar. Fransız işgal kumandanının kendisini karşılamak üzere selam duran Osmanlı bandosunu hiç yoktan kırbaçlamasının yanı sıra Dolmabahçe Sarayı’nda da kendisinin oturacağını söyleyerek Osmanlı padişahının derhal boşaltmasını istemesi, Fransız küstahlığının hangi boyutlara ulaştığını göstermesi açısından oldukça ilginçtir.”
“İşgal altındaki İstanbul, kontrol, denetim ve sorumluluk olarak üç bölgeye ayrılmıştı. Galata ve Beyoğlu bölgesinde İngilizler, İstanbul yakasında (Suriçi) Fransızlar, Kadıköy bölgesinde ise İtalyanlar ayrı ayrı denetim mekanizması oluşturmuşlardı. Her işgal komutanlığı kendi karargâhı bünyesinde bir de askeri mahkeme ve hapishane kurmuştu.”
***
İŞGAL GÜNLERİNDEN BİR ANI
İstanbul Hükümetinin Harbiye Nazırı Ziya Paşa her zamanki yumuşaklığı ile;
- “Beyler..” dedi
- “.. İngilizlere kafa tutamayız. Adamların hiç şakası yok.
Daha geçen gün, bir bahane icat ederek İzmit’i tekrar işgal ediverdiler.” Sarı Atlas döşeli büyük oda, nezaretin ileri gelen subayları ile doluydu. Hürriyet ve İtilaf Partisi yanlısı olan birkaç gerici subay dışında hepsi, Anadolu’ya geçmeye çoktan hazır, Ankara’nın İstanbul’da kalmalarını gerekli gördüğü namuslu askerlerdi. Kapı açıldı, kapının boşluğu içinde yaver göründü:
- ‘Emrettiğiniz yüzbaşı geldi efendim.’
- ‘İçeri al.’ Nazır subaylara bilgi verdi:
- ‘Az önce sözünü ettiğim talihsiz olayın faili.’
Yüzbaşı bekletmeden içeri girdi, kaygılı bakışlarla kendisini izleyen subayların arasında hızla ilerleyerek nazırın masası önünde durdu, selam verdi:
- ‘Yüzbaşı Faruk, İstanbul. Beni emretmişsiniz.’
Uzun boylu, kumral, yakışıklı, biraz bıçkın havalı bir subaydı.
Nazır önündeki yazıya bakarak yumuşak sesle, ‘Oğlum..‘ dedi, ‘.. dün akşam Beyoğlu’nda, İngiliz İnzibat Subayı Teğmen Miller’i, emre rağmen selamlamamışsın. Doğru mu?’
- ‘Evet efendim, doğru.’
Nazır, dürüst subaya babacanca yol gösterdi:
- ‘Herhalde görmediğin için selamlamadın, değil mi çocuğum?’
- ‘Hayır efendim, gördüm.’
Nazırın canı sıkıldı:
- ‘Niye selamlamadın öyleyse? Selamlamanız için emir verilmişti.’
- ‘Rütbesi benden küçük olduğu için selamlamadım Paşam.Askerlik töresince, önce onun beni selamlaması gerekmez miydi?’
Ziya Paşa derin bir kederle ellerini açtı:
- ‘Askerlik töresi mi kaldı a yavrum? Adamlar galibiyet haklarını kullanıyorlar.İngiliz Komutanlığı bu sabah olayı protesto etti.Mesele çıkarılacak zaman değil. Hemen şu müzevir teğmeni bul da özür dile.Olayı kapatalım.’
Başıyla çıkması için izin verdi.
Ama yüzbaşı yerinden kıpırdamadı:
- ‘Paşam, bir de beni dinlemenizi rica ediyorum.’
Nazır bıkkınlıkla, ‘söyle bakalım’ dedi.
‘Balkan savaşında teğmendim. Çanakkale’de üsteğmen, Suriye cephesinde yüzbaşı oldum.Ben bu rütbeleri tek başıma savaşarak almadım.Her rütbemde binlerce şehidin ve gazinin hakkı var.Onların hakkını korumak namus borcumdur.Beni affedin, özür dileyemem.‘
Harbiye Nazırı bozuldu:
- ‘Anlamadın galiba.Harbiye Nazırı olarak emrediyorum.‘
Yüzbaşı sükûnetle, ‘Anladım efendim’ dedi, apoletlerini bir hamlede söküp nazırın masasına bıraktı:
- ‘Artık emrinizi dinlemek zorunda değilim!’
Selam vermeden dönüp kapıya yürüdü.Oturan subayların, İstanbul’u tutan birkaçı dışında, hepsi saygıyla ayağa fırladı.Hepsinin rütbesi yüzbaşıdan daha büyüktü.Gözleri dolarak, yüzbaşıya selam durdular…
(Turgut Özakman Şu Çılgın Türkler, s. 57-58 )
Bu Cumhuriyeti böyle subaylar kurdular.
***
Cumhuriyetin nasıl kurulduğunu hiç unutmayın..
Bu Cumhuriyet acıyla ,üzüntüyle ,kanla ve şerefle kuruldu.
Yoksa onun bunun g.tünü yalayan şerefsizlere kalsaydı nah kurulurdu.Bugünlerde T.C.’nin kaldırılmasını protesto edenleri aşağılamaya çalışan AKP’nin İzmit Belediye Meclisi üyesi ticani kılıklı yobaz Ali Yılmaz T.C. yerine W.C. yazsınlar diye buyurmuş !!!
Cahil yobazlık işte böyle birşeydir.cephelerde savaşlarla kazanılmış olan bağımsız Türk Cumhuriyetine bile düşmanlardır.Ki bunlara bağımsızlık yakışmaz.Mandacı uşaklık yakışır…
Yobazın adı Ali Yılmaz …T.C. nin ona verdiği olanaklarla bir belediyenin meclis üyesi olduğunun bilincinde dahi olamayacak kadar cahil.Bu nedenle Laik Cumhuriyete de düşman .T.C.yi oluşturan güç olmasa idi,Yobaz Ali ,nesebi belli olmayan ,ya George ya Michel olurdu.
İşbirlikçi Said Mollaların,İskilipli Atıf’ların,Saidi Kürdi’lerin,Türk’lükten çıkan Şeyhüislam Mustafa sabri’nin,”İngiliz milletine karşı beslediğim sevgi ve hayranlık duygularımı babam Sultan Abdülmecit’ten miras aldım. Ümidimi Allah’tan sonra İngiltere’ye bağladım” diyen sultan vahdettin’in torunları işte bunlardır.
15 Nisan 2013 Pazartesi
YABANCIYA TOPRAK SATIŞININ AĞIR MALİYETLERİ Cihan Dura
Komşunu sev ama, aradaki bahçe duvarını asla kaldırma.
Benjamin Franklin
Yabancıya
toprak satışı basit bir mülk satışı değildir; ekonomik ve politik, çok
önemli sakınca ve tehlikeleri vardır. AKP hükümeti ve Meclis’in, yasayı
çıkarırken, uygularken işin maliyet yönünü hiç hesaba katmadığı
anlaşılıyor.
I) EKONOMİK SAKINCALAR
A) Toprak
temel ekonomik kaynaktır, yerine yenisi konamayan kıt bir üretim
faktörüdür. Millî servetin bir unsurudur. Demek ki biz yabancıya toprak
satınca, ülkenin temel ekonomik kaynağını, üretim faktörünü, millî
servetini satmış oluyoruz. Öyleyse yabancıya toprak satışı bir millî servet kaybıdır.
Şöyle ki nasıl yabancıya satılan işletmelerimiz başka ülkelerin millî
servetine ekleniyorsa, toprak satışı yoluyla da bir üretim faktörü olan
topraklarımız yabancı devletlerin millî servetine eklenmiş oluyor. Buna
karşılık Türk devleti üretim faktörü açısından, millî servet açısından
aynı derecede fakirleşmiş oluyor.
B) Bir ülkeye topraklarını sattırma, sömürgeci Batı’nın, Emperyalizm’in tarihî bir aracıdır. Silahla teslim alınamayan Türkiye'nin tapusu parayla, Dolar’la, Avro’yla alınıyor. “Efendim, toprağı alıp götürmüyorlar ya”
savunmasının hiçbir geçerliliği yoktur. Tapuyu almak, toprağı alıp
götürmek demektir. Aslında emperyalistin toprağı götürmeye de ihtiyacı
yoktur, o ekonomik ve siyasal egemenliğini kurar. “Biz de oralarda
toprak alıyoruz” gerekçesi de, göründüğü kadar sağlam değildir. Bir Türk
Amerika’da ya da başka bir Batı ülkesinde yalnızca mülk sahibi olmak
için gayrimenkul alır. Oysa bir Amerikalı, bir İngiliz,.. öyle
olmayabilir. Çünkü bunlar emperyalist, sömürgeci, dünyanın çeşitli
bölgeleri hakkında politik hedefleri, gizli planları olan, tarihen
sabıkalı devletlerdir. Almanya’daki işçilerin bu ülkede mülk sahibi
olması da gerekçe olarak ileri sürülemez. Çünkü onların Alman toprakları
üzerinde hiçbir ideolojik emelleri yoktur. Almanya öyle değildir. Bu
devletin Ortadoğu’ya yönelik planları vardır. Üstelik oradaki Türkler
üzerinde sıkı bir Almanlaştırma politikası uygulamaktadır.
Yabancılara toprak satışı ile “ikiz ihanet yasaları”
da denilen İkiz Yasalar arasındaki çok yakın ilişki bu bakımdan
anlamlıdır. Günümüzdeki uygulama BOP’un da araçlarından biri olabilir.
Yahudiler
Türkiye’nin doğu bölgelerini vaat edilmiş toprak (Arzı Mev’ud) olarak
görüyorlar. İsrail'in, bir devlet olarak toprak satın alma yoluyla
kurulduğu gerçeği hatırdan çıkarılmamalıdır. GAP bölgesinde faaliyet
gösteren İsrail firmaları vardır. İsrailli firmalar, yerli ortaklar
edinme yoluna gitmektedir. Son zamanda bu çalışmalara Güneydoğumuzdaki
mayınlı bölgenin, bir İsrail firmasına kiralanması planı da eklenmiş
bulunuyor.
C)
Her hal ve şartta, toprak satışı yoksul ülkelerin, Türkiye’nin
aleyhinedir. Çünkü ülkelerin “yapısal farklılığı”, örneğin büyük gelir farklılıkları
hesaba katılmıyor. Bir Türk Batı ülkelerinde 1000 metrekare arazi satın
alana kadar, onlar benim ülkemde 100 000 metrekare arazi satın alır.
Kaldı ki bu da Türkiye’deki 20-30 bin kişinin bir ayrıcalığıdır.
Yabancılar ticarî amaçla da toprak satın almaktadır, gayrimenkul ticareti yapanlar vardır. Bu yoldan yurt dışına gelir transferi, döviz çıkışı da gerçekleşmiş oluyor.
D) Yabancılara tarım topraklarının
satılması son derecede yanlıştır. Elden çıkan alanlar Türkiye'nin en
nitelikli, en değerli topraklarıdır, yerleşim alanlarıdır. Uydu
aracılığıyla çekilen ayrıntılı haritalar sayesinde Türkiye'nin hangi
bölgesinde, hangi değerli madenin, hangi miktar ve kalitede mevcut
olduğuna dair bilgiler şüphesiz ki topraklarımızı satın alanlarda
mevcuttur. AKP hükümetinin iki uygulaması dikkat çekicidir: Bir yandan
Türk tarımı -IMF programları ve AB uyum yasaları ile- çökertiliyor,
Türk köylüsü çiftliğini çubuğunu satarak şehirlere göç etmeye
zorlanıyor; öbür yandan da yabancıların toprak satın almalarını
alabildiğine kolaylaştıran yasalar çıkartılıyor.
E)Yabancılar GAP
bölgemizden de toprak alıyor. Türkiye’nin su havzalarının yüzde 30’dan
fazlası bu bölgede... Önümüzdeki yıllarda su, petrolden daha önemli bir
konuma gelecektir. Büyük olasılıkla bir emperyal plan söz konusudur: Bir
takım odaklar tapu ellerine geçince, istediklerini yapacaklar. GAP
arazilerini kontrol altına alacak, kullanma hakkını elde etmiş
olacaklar. Bu da Türkiye’nin enerji boğazının sıkılması anlamına
geliyor.
F)Yabancılar
ticarî amaçla da toprak satın almaktadır, aralarında gayrimenkul
ticareti yapanlar vardır. Taşınmaz satıldıktan bir süre sonra, bu yoldan
yurt dışına gelir transferi, döviz çıkışı da başlamış oluyor.
II) POLİTİK SAKINCALAR
Toprağın ekonomik yönü kadar, siyasî yönü de önemlidir. Yabancıya satılması durumunda son derecede önemli maliyetler ortaya çıkar.
A) Ülke toprağının siyasî yönünün önemine Anayasa Mahkememiz şöyle parmak basmıştır: “Yabancının
Türkiye’de arazi ve emlak edinmesi salt bir mülkiyet sorunu olarak
değerlendirilemez. Toprak devletin vazgeçilmesi olanaksız temel unsuru,
egemenlik ve bağımsızlık simgesidir.” Yüce mahkeme bu hükmüyle, şunu demek istiyor: Toprak
bir millet için devlet olmanın temel şartıdır. Toprağı satmak devleti
satmaktır. Toprağından vazgeçmek, devletinden, egemenlik ve
bağımsızlığından vazgeçmek demektir.
Toprak satılarak Lozan deliniyor, ülkemizin güvenliği ve geleceği tehlikeye atılıyor.
B)Yabancı ülke şirketlerinin ve vatandaşlarının Türkiye’de toprak satın almalarının arkasında Rum ve Ermeni lobileri
de bulunmaktadır. Türkiye’den Batı ülkelerine göçmüş, o ülkelerin
vatandaşlığına girmiş Ermeni ve Rumların torunlarının Türkiye üzerinde
emelleri vardır. Bugün değişik adlarla dedelerinin bildikleri toprakları
ele geçirmeye çalışmaları olmayacak şey değildir. Bu şekilde
oluşturulacak yeni yerleşim birimlerinin, ilerde Türkiye’nin başına ne
sıkıntılar açabileceğini tahmin etmek zor değildir.
C) İki devlet, İsrail
ve Ermenistan, Türkiye’de, gizliden gizliye kendilerine en yakın
topraklara el koyma gayreti içinde görünüyor. Ermenistan Anayasası’nda
Türkiye toprakları üzerinde hak iddiaları yer almakta, Ermeni
Cumhurbaşkanlığı bayrağında Ağrı Dağı’nın resmi bulunmaktadır.
Yunanistan’ın
ise ünlü, Megalo İdea’sı var. Hepsi de Türkiye’ye yönelik olan 10
hedefinden 5’ini gerçekleştirmiştir. Geri kalan hedefler şunlardır: Batı
Anadolu’nun Yunanistan’a bağlanması, Karadeniz bölgesinde Pontus
devletinin yeniden kurulması, Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması,
Gökçeada ve Bozcaada’nın Yunanistan’a bağlanması, İstanbul’un geri
alınması ve Bizans’ın yeniden kurulması.
Şimdi
dikkat! Şu örneğe bakın: Çiftçilerimiz, özel bankalardan kredi
çekebilmek için tarla ve diğer gayrimenkullerini teminat olarak
gösteriyor. Cazip ödeme kolaylığı sunan bu bankalar, çiftçilerin
borçlarını ödeyememesi durumunda teminat gösterilen arazilere acımasızca
el koyuyorlar. Bundan daha da ilginci; Yunan sermayeli bir bankanın,
elemanlarını, Karadeniz'de özellikle köy ve yaylaları dolaştırarak çok
cazip tekliflerle kredi imkânı sunmasıdır. Yunan sermayeli bu bankalar
neden özellikle Karadeniz'i seçiyor? Pontus hedefleri ile ilgili
olabilir mi acaba?
D)Toprak satışının bir maliyeti de yeni azınlıklar yaratmasıdır. İş mülkiyet devriyle bitmiyor, etnik yığınlar zamanla ülkede yeni azınlık nüfuslar
oluşturur; belirli büyüklüklere ulaştıkça, her biri ekonomik ve siyasal
taleplerde bulunmaya başlar. Belli bir bölgede nüfus çoğunluğunu elde
eden yabancılar, yerel yönetimlerde ve ülke yönetiminde temsil edilme,
seçme ve seçilme hakkı taleplerinde bulunabilir.
AKP hükümeti bir ara “yurdun birçok yerinde yabancı kolonileri oluşturma”yı
planlamıştı. Bugün, yabancıya satılan toprakların bazı düzenlemelerle
koloniye dönüştürülmesine izin verilince, yarın o toprağın Türkiye
Cumhuriyeti topraklarıyla çevrilmiş “bir başka devlete ait toprak” yani “anklav”
halini alabileceğini unutmamak gerekir. Öte yandan, Akdeniz sahilleri
bugün kendiliğinden kolonileşme yolundadır. Kolonileşme olgusu misyonerlik faaliyetlerini de kolaylaştıracak ve artıracaktır.
E)Türkiye’nin kendine özgü kimi koşulları da yabancıya toprak satışını sakıncalı kılıyor. Ülkemizin jeopolitik konumu
ve potansiyeli dikkate alınmadan, Türkiye ile, örneğin Belçika'nın,
İspanya'nın veya İskandinav ülkelerinin jeopolitiği aynı tutularak
toprak satılması doğru değildir. Yabancıya ölçüsüzce toprak satışı
ülkemizin bölgesel veya uluslararası güç olma potansiyelini zayıflatır.
F) Yabancıya toprak satışı uluslararası sorunlara ve dış müdahaleye yol açabilir.
-Batılılar
için özel mülkiyetin “özel bir anlamı” vardır. “Özel mülkiyet” Batı’da,
bütün haklardan önde gelen, bütün haklardan önce tanınmış bir haktır.
Kutsaldır, dokunulmazdır. Yarın devletimizin herhangi bir kurumu; kamu
yararı, millî güvenlik veya iç hukuka (yani milli hukuka ki o da bu
gidişle kalırsa eğer) uygun başka bir sebeple, bir yabancının satın
aldığı taşınmazı kamulaştırmaya kalkarsa, sorun çok
büyük bir ihtimalle derhal uluslararası bir boyut kazanacak, doğrudan
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşınacaktır.
-Yurttaşları Türkiye'de toprak edinmiş devletler; bir süre sonra, yurttaşlarının mülkiyet haklarına sahip çıkma adına, Ankara'ya müdahale edip, bazı şeylerin yapılmasını veya yapılmamasını isteyebilir. Bu haklar, Türkiye’ye karşı birer iç işlerimize müdahale ve diplomasi aracına dönüştürülebilir. Söz konusu devletler, vatandaşlarını kendilerinin bölgesel politikalarında bir araç olarak kullanma yoluna gidebilir.
SONUÇ
Yabancıya
toprak satışının, ekonomik ve politik, 12 sakıncasını yukarda sıraladım
ve kısa kısa açıkladım. Daha başkaları da olabilir.
AKP
iktidarı on yıldır ülke topraklarını satarak kendine bir payanda
sağlıyor ama, bu yaptığı; ekonomiye, devletimize uzun dönemde çok büyük
zararlar verecek sonuçlar da içermektedir. Yerine başka finansman
kaynakları bularak, en kısa zamanda bu onur kırıcı uygulamadan
vazgeçmelidir. Basın, üniversiteler ve muhalefet partileri soruna
sürekli ilgi göstermeli, bilimsel araştırmaya dayalı katkılarda
bulunmalıdır.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ Suay Karaman
Suay Karaman
Toplum olarak yaşadığımız akıl
tutulması en sonunda büyük önderimiz Atatürk’ümüze, devletimizin adına ve
bayrağımıza kadar uzandı. Emperyalist güçler son vuruşu yapmak için, bu konuda sürekli
olarak bizleri denemektedirler.
Yıllardır Atatürk’ün resimlerinin
kaldırılması ve Kemalizm’den vazgeçilmesinin istenmesine gerekli tepki
verilmemesi üzerine, emperyalist güçlere şimdi devletimizin adı ve bayrağımız
da batmaktadır.
Son günlerde devlet kurumlarından
Türkiye Cumhuriyeti’nin kısaltması olan T.C. harflerinin kaldırılması
uygulamaları başlatılmıştır. Gelen tepkiler üzerine yine eskiye dönülmüştür ama
bir kez yol açılmıştır. Bunun yanında Türk kimliği düşmanlığı da açık açık
yapılmaktadır. Bütün bunlar yaşanırken ve tartışmalar sürerken, TBMM’deki
muhalefet kulisi girişindeki amblemin üzerinden Türk bayrağı kaldırılmıştır. Halen
Türk sözcüğünü bir ırkın adı olarak gören sığ beyinler gaflet, dalalet ve hatta
hıyanet içinde bulunan emperyalizmin maşalarıdır.
Emperyalist ABD’nin dış politikasının
etkin isimlerinden David Phillips, 2007 Eylül ayında Türkiye’de hükümet
tarafından ağırlanmış ve yaptığı görüşmeler sonucunda “PKK’nin
Silahsızlandırılması, Dağıtılması ve Yeniden Entegre Edilmesi” başlıklı bir
rapor hazırlamıştı. ABD’de kurulu Atlantik Konseyi isimli kuruluş 2009 Haziran
ayında “Türkler ve Irak Kürtleri Arasında Güven Tesisi” adında bir rapor
hazırladı. Bu rapor da yine David Phillips tarafından hazırlanmıştı. Proje
grubunda eski ABD Ankara Büyükelçisi Ross Wilson, ABD’li General Charles Wald
ve Soros’un kurduğu Açık Toplum Enstitüsü’nün politika analizcisi Mike Amitay
de bulunuyordu.
Hazırlanan bu raporlardaki görüşler ve
öneriler, Türklerle Irak Kürtlerinin 13-15 Nisan 2009 tarihinde Washington’da
yaptıkları toplantıdaki görüşmelere ve David Phillips’in Türkiye ve Irak’taki
görüşmelerine dayanmaktadır. Bu raporlar dikkatli okunursa görüş ve öneriler Büyük
Ortadoğu Projesi’nin nasıl uygulanacağını anlatmaktadır. Bu raporlarda terörün
çözümü için Türkiye’nin sürdürülebilir demokratikleşmesi ve aynı zamanda PKK terör
örgütü liderleri ile birlikleri için af organizasyonu yapılması
savunulmaktadır. Türkiye’nin sürdürülebilir demokratikleşmesi için Kürt
kimliğinin anayasada tanınması ve Türklüğün kaldırılması gerektiği
açıklanmaktadır. Bugün yeni anayasayı hazırlamakla görevlendirilen komisyonun,
bu önerilerin dışına çıkabileceğini düşünmek saflıktır. Siyasi iktidarın bugün
uygulamaya koyduğu her şeyi bu raporlarda sırasıyla görmek mümkündür.
Hükümet üyeleri Türk milleti sözcüğünü
kullanmamaktadırlar. Yapılmak istenen
yeni anayasada, emperyalizmin taşeronu PKK terör örgütü Türk milleti, Atatürk,
Türkiye Cumhuriyeti gibi tanımlamaları istememektedir. Aynı niyet siyasi
iktidarda da vardır.
Yeni anayasa
adı altında bir rejim değişikliği yapılmak istenmektedir. Yakın bir gelecekte
bütün eksikliklerine karşın bugünkü rejimi ve devlet yapısını arayacak duruma
düşebiliriz. 12
Haziran 2011 tarihinde seçilen bu TBMM’nin mevcut anayasayı, değişmez maddeleri
de dahil olmak üzere, tümüyle ortadan kaldırarak, yepyeni bir anayasa
yapmasının hukukumuzun temel ilkelerine aykırı olduğu kesindir. Çünkü bu meclis
dört yıl için yasama yetkisi almış ve üyeleri mevcut anayasaya bağlılık yemini
etmiştir. İşte bütün bunlardan ötürü, bu
meclisin yeni bir anayasa yapma yetkisi yoktur.
Ülkemizin bugün getirildiği durumda ya
ihanetten yanasınız, ya da yurtseversiniz; bundan sonra başka seçeneğiniz
kalmamıştır. Büyük kurtarıcımız Mustafa Kemal Atatürk’ü özümseyemeyenler ile
Atatürk Milliyetçiliğini anlayamayanlar “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye
halkına, Türk Milleti denir.” ifadesi üzerinde düşünmelidirler ve Türkiye
Cumhuriyeti’nin sonsuza dek yaşayacağını bilmelidirler. Anayasamızda da
yazıldığı gibi “Türk Devleti'ne
vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk'tür.”; Ne Mutlu Türküm
Diyene…
İlk Kurşun Gazetesi, 15 Nisan 2013.
İŞGAL ALTINDAKİ İSTANBUL’DA YARGILAMA / Fethi KARADUMAN
İŞGAL ALTINDAKİ İSTANBUL’DA
YARGILAMA/ Fethi
KARADUMAN
Padişah Vahdettin, 8 Ocak 1919’da bu
suçluları yargılamak üzere özel mahkemeler kurdurur ve İngiltere Yüksek
Komiseri Calthorpe’un 10 Ocak günlü raporuna göre; “İngilizlerin istediği her
kişiyi, cezalandırmaya hazır olduğunu” bildirir.”
Yalnız Tahtının geleceğini düşünen
Sultan Vahdettin, 23 Kasım 1918’de, Dailly Mail muhabirine verdiği
demeçte, Ermeni olayları konusunda soruşturma açılacağını, gerekli cezaların
verileceğini açıklar:
“Türkiye’de bazı siyasal komiteler
tarafından Ermenilere yapılan muameleyi büyük bir üzüntüyle öğrendim. Bu gibi
kötülükler ile aynı vatanın evlatları arasında baş gösteren karşılıklı
kırımlar, kalbimi kırdı. … Bu olaylara yol açanların son derece şiddetli
cezaya çarptırılması için soruşturma açılmasını buyurdum.”
Bir süre sonra Tevfik Paşa Hükümeti,
27 İttihatçı önderi tutuklatır. İngiliz Yüksek Komiseri Calthrope, bunun
iyi bir başlangıç olduğunu Londra’ya duyurur. Tutuklamalar birbirini izler,
İttihatçıların önde gelenleri, memurlar ve hatta Parti’nin illerdeki sekreterleri
tutuklanır. Yurdun her yanına kurulan Sıkıyönetim Mahkemeleri işlemeye başlar.
İlk idam, Yozgat’taki Ermeni göç olayları yüzünden BOĞAZLIYAN KAYMAKAMI
KEMAL BEY’e verilir. Aynı durumdaki eski Diyarbakır Valisi Dr. Reşit intihar
eder. Bayburt Kaymakamı Nusret ise, daha sonra asılır. (D. Avcıoğlu)
TEVFİK PAŞA HÜKÜMETİ, 1919 YILININ
İLK GÜNLERİNDE BAŞKENT İSTANBUL’DA BAZI KİŞİLERİ TUTUKLAMAYA BAŞLAMIŞKEN,
İNGİLİZLER DE SINIR BOYLARINDA CEPHELERDE TÜRK SUBAYLARINI TUTUKLUYORDU.
İSTANBUL HÜKÜMETİ İLE İŞGALCİLER İKİ KOLDAN İŞ YÜRÜTÜYORDU. TUTUKLAMALARLA
YÜREKLERDE BİR KORKU UYANDIRARAK, TOPLUMU YILDIRMA VE SİNDİRME HAREKÂTI
BAŞLADI.
İngiliz Yüksek Komiseri Calthorpe,
1 Şubat 1919
günü, Osmanlı Dışişleri Bakanına bir nota vererek, İngiliz savaş tutsaklarına
kötü davranmaktan sanık 23 Türk yurttaşının İngiliz askeri makamlarına teslim
edilmelerini ilk kez resmen ister. İngiliz Yüksek Komiserliği daha önceden
verdikleri listeleri sözlü olarak iletirken, suçlu saydıkları kişileri, bu kez
kendilerinin yargılamak üzere istemeleri üzerine, Tevfik Paşa Hükümeti, tüm
işbirlikçi tutumuna karşın, devletin egemenlik hakkına ilişkin olduğu
gerekçesiyle bu isteği kabul edilmez.
Direniş askerlerden, Harbiye
Bakanlığı’ndan gelir. Teslim edilmesi istenen kişilerin çoğu asker kökenlidir
ve bir Türk askerinin İngiliz Savaş Mahkemesinde yargılanması egemenlik hakkını
örseleyeceği gibi askeri onur açısından da kabul edilemez görülür. Kaldı ki, o
günkü uluslararası hukuk çerçevesinde bile İngilizlerin bu isteminin haklı hiçbir
dayanağı yoktur.
Askerlerin de karşı çıkmasıyla
Osmanlı Dışişleri Bakanı Reşit Paşa, 16 Şubat 1919 günü, İngiliz Yüksek
Komiserine hukuk temeline de oturtulan onurlu bir yanıt verir:
“… Belirtmem gerekir ki,
Ekselanslarının bu isteğinin yerine getirilmesi, Hükümeti Şahane’nin kendi
egemenlik haklarıyla doğrudan doğruya çatışır. Çünkü devletler hukukunda her
devlet, kendi yurttaşlarını, kendi topraklarında işledikleri suçlardan ötürü
kendi mahkemelerinde yargılatmak hakkına sahiptir.
… Ekselanslarına şunu teklif ederim:
Amaç suçluları cezalandırmak olduğuna, Mütareke sözleşmesi de bu kimselerin
Müttefik mahkemelerine tesliminden söz etmediğine göre, bu kimselerin Osmanlı
adaletine teslimini, bunu yapabilmek için de suç eylemleriyle ilgili olarak
Ekselanslarının elindeki bilgilerin bana gönderilmesini…” ister. (F.O.
371/4172/38724, aktaran, B. Şimşir)
Padişah Vahdettin, bu onurlu yanıttan 15 gün sonra Tevfik
Paşa Hükümetinin yerine, İngilizlerle işbirliğini uşaklık boyutunda
sürdüren, ülkesine ve ulusuna ihanet eden DAMAT FERİT PAŞA HÜKÜMETİNİ
getirecektir.
DAMAT FERİT İŞBAŞINA GELİR GELMEZ
İNGİLİZLERİN İSTEĞİNE BAĞLI OLARAK HUKUK DIŞI TUTUKLAMALARA HIZ VERECEKTİR.
Damat Ferit’te BEKİRAĞA BÖLÜĞÜ’nde tutuklu
bulunan Türk ileri gelenlerini Malta’ya sürmeleri ve isterlerse yargılamaları
için İngilizlere başvuruda bulunmaktan çekinmeyecektir.
Aslında Hürriyet ve İtilaf
Partisi, sırtlarını işgalci güçlere dayayarak iktidara gelmeyi ve
İttihatçılardan hesap sormayı hep istemiştir. Siyasi hırslar, öç alma duyguları
olaylara ortam hazırlayacaktır. İngiliz Yüksek Komiserliğinden General W. H.
Deeds, 27 Şubat 1919 günü raporunda bu durumu ve amaçlarını açıkça
belirtir:
“İktidara gelmemiş olan muhalefet
(Hürriyet ve İtilaf Partisi), İngiltere desteğini sağlamak için birçok
girişimlerde bulundu. Her gelişlerinde hep şu güvenceyi verdiler: İngiltere
Hükümetinin, İttihat ve Terakki Komitesi’ni, Ermeni kırımından ve Rum
sürgününden sorumlu olanları cezalandırmak istediğini bilmektedirler. Şimdiki
Hükümet (Tevfik Paşa hükümeti) bunu yapamayacaktır. Kendi partileri ise
yapabilecek durumdadır. Bunun için İngiltere’nin desteğini sağlamak
istemektedirler.
Bu güvenceye her zaman şu karşılık
verildi: İngiltere Hükümeti Yalnızca cezalandırmayı istiyor değildir;
suçluların cezalandırılmalarını sağlamak niyetindedir. Bu konuda enerjik
davranacak hükümeti, enerjik olmayan hükümete yeğ tutmaktadır.”
Mondros Mütarekesi’nin (Silah Bırakışması’nın)
yürürlüğe girmesinin ertesinde, Ermeni milletvekilleri Meclis Başkanlığına
verdikleri bir önergede göç sırasında “Bir milyon Ermeni’nin öldürüldüğünü”
öne sürerler. Bu savlar karşısında kimi Osmanlı yöneticilerinin suçu ve verilen
abartılı sayıları kabullenmeleri ayrıca dikkat çekicidir. Örneğin, İçişleri
Bakanı Cemil Bey, Moniteur Oriental’e verdiği demeçte, İttihat ve
Terakki’nin savaş yıllarında 800 bin Ermeni’yi öldürttüğünü, 400 bin Rum’u
zorla göç ettirdiğini hatta 4 milyon Türk’ü yok ettirdiğini söyleyecek derecede
aşırılıklara kaçar. (Prof. Dr. Sina Akşin)
Oysa İstanbul’da İngilizlerin isteği
doğrultusunda hukuka uymayan yöntemlerle tutuklamaların başladığı sırada,
yönetimdeki Tevfik Paşa Hükümeti, Ermeni savını, Avrupalı yansız
yargıçlara inceletmeye karar verir. Osmanlı Hükümeti Şubat 1919’da, savaşa
katılmayan, yansız gözüken Danimarka, İsveç, İsviçre, Hollanda ve İspanya
hükümetlerine resmen başvurur. Bu ülkelerin her birinden deneyimli ikişer
yargıcın Türkiye’ye gönderilmesini ister. Ne var ki, bu durum İngilizler
tarafından uygun görülmez. Ne de olsa yansız ciddi bir yargılamada İngiliz
yalanları ortaya dökülecek, gerçekler açığa çıkacaktır.
Gerçekten de İngiltere’nin Lloyd
George Hükümeti, Türkiye’ye yansız yargıçlar gönderilmesini ve tarafsız
soruşturma ve yargılama yapılmasını yoğun diplomatik girişimler ve baskılar
sonucu engeller. Ulusal Savaşımı engellemek üzere işgalcilere özgü düşmanca
tutumla tutuklamaları sürdürür.
TUTUKLAMA VE YARGILAMA OLAYLARIN
PERDE ARKASINDA, İNGİLİZ İŞGAL KUVVETLERİNİN, SULTAN VAHDETTİN VE DAMAT FERİT’E
BASKISI VARDIR. HÜRRİYET VE İTİLAF PARTİSİ’NİN BAZI YETKİLİLERİ DE,
İTTİHATÇILARDAN İNTİKAM ALMA DUYGULARIYLA HAREKET EDERLER. Bu düşkünlük ve
düşmanla yapılan işbirlikçilik, göç olayında, işlenmemiş suçlardan o günkü
yöneticilerin sorumlu tutulması sonucunu doğurur.
Silah Bırakışması döneminde işbaşına
gelen, emperyalistlerle işbirliği içerisindeki Osmanlı Hükümetleri, Anlaşma
Devletleri’nin istediklerini yerine getirmek, ulusal direnişe engel olmak için Divan-ı
Harb-i Örfi’leri kullanmışlardır. İşgalci güçlerin cezalandırılmasını
istediği her kişi Damat Ferit Paşa Hükümeti tarafından tutuklanarak
göstermelik mahkemede yargılanmak üzere BEKİR AĞA BÖLÜĞÜ’ne
gönderilmiştir. İngilizler tutuklanma, yargı ve cezalandırma sürecinde etkili
ve yönlendirici olmuşlardır.
İngilizlerin, Mondros’tan hemen sonra Damat
Ferit Paşa’ya, Osmanlı Devleti’nin başkentinde kurdurduğu Divanı Harp,
göçe emir verenlerden başlayarak önce 67 kişiyi tutuklamıştır. Bu sayı önce
144’e sonra da 1397’ye ulaşmıştır. Olaylarda ihmali görüldüğü ileri sürülen 67
kişi kanıt olmaksızın asılmıştır.
Sultan Vahdettin tarafından, 1918’de, 10 Rum
milletvekilinin yanı sıra Ermeni milletvekillerinin de bulunduğu Meclisin,
Âyan Reisliğine atanan Ahmet Rıza, İttihat ve Terakki Hükümetine
karşı olanca kiniyle ateş püskürürken, 21 Ekim 1919 günü, Ayan Reisliğine verdiği
önergede; “… Özellikle Arap, Ermeni ve Rum vatandaşlarına Osmanlı tarihinde
görülmedik mezalimler (zulümler, can yakmalar, haksızlıklar) yapıldığını” ileri
sürerek, canilerin bir an önce pençe-i adalete (adaletin pençesine) teslim
edilmelerini hükümetten ister. Ahmet Rıza, Mondros Mütarekesinin ertesi günü
bunları söyler. Doğal olarak bu söyleme Türk Milletvekilleri karşı çıkar.
Bu önerge okunduktan sonra Topçu
Ferik (Kolordu Komutanı, Korgeneral) Rıza Paşa: “Ya Türk kardaşlarımız!”
diye bağırır. Ahmet Rıza, Ermeni ve Rum Ayan tarafından alkışlanır,
kutlanır. Ermeni Ayan Azaryan özellikle teşekkür eder, kutlar. Yine
Ayan’dan Damat Ferit, Aristidi Paşa gibiler de İttihat ve Terakki
Partisi ile hükümetlerini Ermeni, Rum ve Arapların katilleri, canileri diye
nitelendirirler.
Milletvekili İlyas Sami; “20
bin 30 bin Ermeni silaha sarılmış, Ruslara yardım ediyorlar. Van’ı basıyorlar.
Çoluk çocuk Türkleri kesiyorlar. Van’ı işgal ediyorlar. Ermeni isyanı bunlara
yardım ediyor. Diğer mahallelerde de hazırlanıyorlar. İnsaf ve vicdanla
düşünelim. Böyle bir durum karşısında herhangi bir hükümet ne yapardı?
Yapmayınız, etmeyiniz efendiler diye bu katillere, bu hainlere vaaz ve nasihat
mi ederdi? Yoksa kadın, erkek, çoluk çocuk bu eli silahlı katilleri yok mu
ederdi?... Ermenilerin Türklerle dolu Anavatanın bir bölümünde Türkleri yok
ederek, bir Ermeni Devleti kurmak istedikleri, öteden beri bilinen bir şeydir.
Böyle olduğu halde o zamanki hükümetin kabahati vatandaş tanıyarak Ermenileri
silahlandırması idi. Ben hükümeti, Ermenileri tenkil (uzaklaştırma) ettiği için
değil, onları silahlandırdığımdan dolayı sorumlu ve suçlu sayarım.” sözleriyle
bu önergeye yanıt verir.
Topçu General Rıza, Ayan
kürsüsünden; “GENEL
HARP İÇİNDE EN ÇOK ZULÜM GÖREN MİLLETİN TÜRK MİLLETİ OLDUĞUNU VE BÜTÜN
YOKSULLUKLAR İÇİNDE ASIRLARCA OSMANLI DEVLETİ’Nİ OMUZLARINDA TAŞIDIĞINI, ONUN
KADINLARINA, KIZLARINA, CANLARINA KIYANLARIN; ERMENİLERİN, RUMLARIN, ARAPLARIN
NEDEN CEZASIZ KALACAKLARINI” bağıra bağıra anlatıyor, hesap soruyordu.
General Rıza, önergeye Türk
kelimesinin konulmasında ısrar ediyordu. En sonunda bir formül bulundu. Buna
göre önergedeki millet isimleri kalkacak yerine Osmanlı adı konacaktı. Öyle de
yapıldı. Ahmet Rıza bunu kabul etti. General Rıza’ya reislik sordu: “Siz de
kabul ediyor musunuz?” General karşılık verdi: “Hayır efendim, Türk
kelimesinden neden bu kadar korkuluyor?”
Önerge yeni biçimiyle oy’a sunuldu.
Reislik General Rıza’ya “Kabul edildi ve siz yalnız kaldınız!” dedi. General,
“Zararı yok, ben Türk Milletiyle beraber kaldım” karşılığını verdi.
İşte devletin en büyük organları,
milletin bahtında (yazgısında) söz söylemek yetkisinde olan en büyük
kurumlarımız bu durumda bulunuyorlardı. Sallanan Osmanlı İmparatorluğu artık
yıkılıyordu. Son nefeslerinde idi[i].
İşgal sırasında Osmanlı
Mahkemesindeki yargılamaya tanık olan Yüzbaşı Selahattin gördüklerini
anılarında çarpıcı biçimde dile getirir:
İşte bu
İstanbul’da, büyük savaş yıllarında Osmanlı Devleti’nin Sadrazamı (Başbakan)
olan Sait Halim Paşa ve arkadaşları, savaş suçlusu ve Ermeni
katliamından sorumlu olarak yargılanıyorlardı. Duruşmalarından birinde ben de
bulundum. Sultanahmet’teki adliye binasında yapılan yargılama dehşet ve heyecan
vericiydi. Eski sadrazam ve nazırlar sanık sandalyesine oturmuşlardı. Yargıçlar
Kurulu askeri hâkimlerden meydana geliyordu. Sanıkların avukatları
Celalettin Arif ve Sadettin Ferit’ti. Bu avukatların birbirini izleyen ve
dörder saat süren savunmalarını dinledim. Celalettin Arif diyordu ki:
— BUGÜN
HUZURUNUZDA BULUNAN İNSANLAR, VATANLARINI KORUMA GEREĞİNCE, ADINA ERMENİ
KATLİAMI DENEN, AMA GERÇEKTE TÜRKLERİ KORUMA NİTELİĞİNDE BULUNAN TEDBİRLERİ
ALMAMIŞ OLSALARDI, BUGÜN NE SİZ YARGIÇ NE DE BİZ SANIK SIFATIYLA OTURACAK BİR
ÜLKE BULAYACAKTIK VE ŞU MAHKEME KURULMAYACAKTI.
Sadettin
Ferit ise
hükümetlere isyan eden unsurların başına gelenleri dünyadan örnekler vererek birer
birer saydıktan sonra devam ediyordu:
— Hint’te,
Mısır’da, İrlanda’da aynı amaçlı nice uygulamalar yapan İngilizler, bu işleri
yapanlara kahraman demişlerdi. Biz ise suçlu diyoruz. Şunu belirtelim ki, Türk
yasalarında huzurunuza sanık diye getirilenlere verilecek bir ceza yazılı
değildir. Türk ulusal vicdanında bu kişiler için verilecek vicdani bir ceza
yoktur. Buna rağmen Yargıçlar Kurulu bir ceza verirse, milli vicdan bunu
saygıyla karşılamayacaktır. Ve tarih, müvekkillerimi büyük adamlar, vatan
görevini yapmış adamlar diye nitelemekte direnecektir. Yargıçlar
Kurulu’nu, düşman süngüsü altında, vicdanlarına aykırı ve ülke çıkarlarına ters
karar veren bir kurul diye düşünecektir.
Doğan
heyecan, halkın yakın ilgisi ve tepkisi karşısında hükümet bu yargılamaları
sürdüremedi. Mahkeme bir karara varamadan İngilizler ilgilileri cezaevinden
toplayıp bir vapura doldurarak Malta Adası’na götürdüler[ii].
Olaylara bakan mahkemelerin suç
unsuru bulamamaları nedeniyle yargılamalar aylarca sürmüş, İttihat ve
Terakki’nin ileri gelenlerinin topluca ve işgalci güçlerin istediği biçimde
cezalandırılmaları halkın da tepkisi üzerine mümkün olamamıştır. Bu durumdan
rahatsızlık duyan Damat Ferit, 5 Nisan 1920’de dördüncü kez geldiği
Sadrazamlık görevi sırasında NEMRUT MUSTAFA PAŞA DİVANI HARBİ OLARAK BİLİNEN
OLAĞANÜSTÜ YETKİLERE SAHİP YENİ BİR DÜZMECE MAHKEME KURDURMUŞTUR.
Bu Mahkeme, 26 Nisan 1920’de
yayımladığı Divanı Harplerin Teşkilat ve Vazifeleri Hakkındaki bir
kararname ile sanıkların savunma ve avukat tutma haklarını ellerinden almıştır.
Ayrıca Mahkeme halka açık olmayacak ve kararları temyiz edilemeyecektir.
Anılan Mahkemede, sanıklar hakkında
Ermeni ve Rum tanıkların suçlayıcı ifadelerinin gerçek olup olmadığı
incelenmeden kanıt olarak değerlendirilmiş, yalancı tanıklar ve önyargılarla,
hukuksuz biçimde yapılan yargılamalar sonucunda, sanıklar için -adalete aykırı
ve haksız olarak- idam da içinde olmak üzere değişik cezalar verilmiştir.
Sevr anlaşmasının 7. maddesine
dayandırılarak göç (tehcir) olayının sorumluları yargılanmıştır. Ne var ki,
işgalci emperyalist güçlerin kontrolü altında bulunan Osmanlı Devleti’nin
başkenti İstanbul’da tüm belgeliklerin araştırılmasına karşın, suça konu olacak
kanıt olmadığından açılan davalar aklanmayla sonuçlanacaktır. Bu arada birçok
Osmanlı devlet adamı ve yöneticisi suçsuz yere ya asılacak, ya da hain
pusularda saldırıya uğrayarak öldürülecektir.
ERMENİ
SORUNU (ENTRİKACININ
KOMPLOSU) – Fethi
KARADUMAN
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)