"Büyük finansal çöküntüye rağmen IMF’nin kapısına gitmezse iktidarda kalmasını önleyecek bir mekanizma yok. Türkiye faşizme geçmiştir. Faşizm kalıcıdır. Halk sürünecek, dine, imana daha fazla sarılacak. Cemaatler eliyle, dayanmaya çalışacak. Halkın direnme gücü yoktur. IMF seçeneği makuldür, şirketler batar. Bankalar kalır. Şirketlerin batması Cumhurbaşkanı’nın özel problemidir. IMF seçeneği altında Kanal İstanbul gibi büyük yatırım projeleri kalkar. Başlamış olanların şartları gözden geçirilir."
Bu yazı kaleme
alınırken (10 Ağustos’ta) Türkiye, çalkantı içinde ekonomik krize
sürüklenmektedir. Günceli yazıya dökmenin anlamı yok; ortaya çıkan politika
seçeneklerine yazı sonunda değineceğim.
Kriz ortamına
gidişin ana etkenlerini, verilerini tartışmanın daha yararlı olacağını
düşünüyorum. Bunlara “serinkanlılıkla” bakalım; ipuçlarını izleyelim; belki de
bugünün (10 Ağustos’un) çöküntüsüne ulaşırız.
Tipik Bir Kriz
Senaryosu
“Dış kaynak
girişlerinde ani duruş veya tersine dönüş…”
Bu ifade,
neoliberal dönemde sermaye hareketlerini serbestleştiren; ekonomilerini finans
kapitale sınırsızca açan ülkelerde ortaya çıkan bir kriz türünün nedeni olarak
kullanılıyor.
Bu tür kriz
örnekleri “Güney” coğrafyasında, çevre ekonomilerinde yoğunlaştı: 1980’li
yıllarda Latin Amerika’nın borç bunalımı; 1997-2001’de Doğu Asya’da patlak
verip hızla yaygınlaşan kriz dalgası; 2008’de Batı’daki büyük finansal
bunalımın kırılgan çevre ekonomilerine yansıması; bazı özellikleriyle 2011
sonrasında Avro Bölgesi’nin çeperini, zayıf halkalarını sarsan borç krizi…
Türkiye,
“serbest sermaye hareketleri” dalgasına 1989’da katıldı. 1994, 1998/99, 2001 ve
2008/9’da bu tür dört krizden geçti.
Nasıl
tetikleniyor; gelişiyor?
Uluslararası
finans kapital, sistemin çevresine taşarken, hem ekonomik canlılık getirir; hem
de yapısal çarpıklıklar, kırılganlıklar yaratır. Böylece, ileri tarihlerdeki
bunalımın tohumlarını da taşımış olur.
Örneği bizzat
yaşadık: 2003-2007 Türkiyesi’nde yüksek tempolu yabancı sermaye girişleri, hem
büyüme hızını yukarı çekti; hem de üretimin ithalata bağımlılığını tırmandırdı;
durgunlukta bile ortadan kalkmayan dış açıkları ekonominin yapısal bir özelliği
haline getirdi.
“Dış
kaynaklarda sert durma ve çıkışın” bunalıma yol açıp açmayacağı, “giriş”
aşamasında oluşan dış kırılganlıkların, yapısal çarpıklıkların yoğunluğuna
bağlıdır. Örneğin 1997-98’deki krizden ders alan Doğu Asya ülkelerinin çoğu,
cari açıklarını adım adım ortadan kaldırmayı başardı; 2008’de ABD’de patlak
veren finansal krizden pek etkilenmedi.
Türkiye bu
“dersi” öğrenmedi. Aynı koşullarla yoğun dış kırılganlıklar içinde karşılaştı.
2008-2009’da küçülen az sayıda çevre ekonomisinden biri olarak dikkat çekti.
2018
Konjonktürüne Geliş
2009 sonrasında
Batı merkez bankalarının ölçüsüz likidite genişlemesi ile beslenen finans
kapital, emperyalizmin çevresine de taştı; buralarda ekonomik canlanmayı
besledi. FED 2013’te bu konjonktüre son verme işareti verdi; 2016’da parasal
daralmayı başlattı. Şubat 2018’de Batı borsalarında sert düşüşler, finansal
balonlaşmanın son bulma işareti olarak algılandı. 10 yıllık ABD tahvili kritik
bir eşik olarak görülen yüzde 3 sınırına ulaştı.
Uluslararası
finans kapitalin ilk tepkisi, çevre ekonomilerinden adım adım çekilmek olur. En
zayıf, “kırılgan” halkalardan başlayarak… Hangileri? 2013’te Morgan Stanley,
“yükselen ekonomilerin beş kırılganı” başlığı altında bir liste yaptı: Türkiye,
Brezilya, Hindistan, Güney Afrika, Endonezya… Sonraki yıllarda bu liste güncelleştirdi;
Türkiye daima yerini korudu.
2018’inin ilk
yarısında bu listenin durumunu Morgan Stanley’den değil, döviz piyasalarından
izleyelim. Bank of International Settlements (BIS), ülke döviz piyasalarının
verilerini derler; yayımlar. BIS’in Ocak-Haziran 2018 istatistiklerinde doların
fiyatına veya ülkeler-arası enflasyon farklarını da dikkate alan döviz
sepetinin reel efektif kuruna göz atalım. Türkiye, Arjantin’in arkasından
“ikinci en kötü” durumdadır. Meksika, Endonezya, Hindistan ve Brezilya bu iki
ülkeyi bir hayli geriden izlemektedir. Morgan Stanley’in ilk listesindeki
kırılganlara Meksika ve Arjantin eklenmiş; Güney Afrika çıkmıştır.
Tam da o
tarihte (Haziran 2018’de) Arjantin, krize girdiğini resmen ilan etti; 50 milyar
dolarlık bir kredi anlaşması imzalayarak IMF’ye teslim oldu. Haziran sonrasında
tamamen “çılgınlaşan” döviz piyasaları ile Türkiye sıraya girdi.
Arka planda
elbette sermaye hareketleri yatıyor. Son ödemeler dengesi istatistiklerine
odaklanalım.
Ocak-Şubat
2018’de “Balonlaşma”…
Birkaç ay önce
bu köşede, Ocak-Şubat 2018 ödemeler dengesi istatistiklerini, “ekonomide
balonlaşma” başlığı altında incelemiştim. Gerçekten de bu iki ayda, Türkiye
ekonomisi sermaye hareketleri bakımından coşkulu bir konjonktürde görünüyordu.
Bir önceki
yılın (2017’nin) aynı aylarıyla karşılaştırarak özetleyelim:
Dış
borçlanmanın pompaladığı yabancı sermaye girişleri yüzde 78 oranında artıyordu.
Kayıt dışı sermaye çıkışları son buluyor; TCMB rezervleri yükseliyordu.
Yabancı, yerli ve kayıt dışı öğelerinden oluşan toplam sermaye hareketleri de
2017’deki “net çıkış” olgusuna son veriyordu.
AKP seçim
konjonktürü uygulamaktaydı. 2018 başında Batı piyasalarındaki canlılık hâlâ
sürmekteydi ve yüksek tempolu büyümenin dış kaynak gereksinimi şimdilik
karşılanabiliyordu.
Ne var ki, iç
talep genişlemesi üretim sınırlarına tosladı. Enflasyon, ithalat tırmandı.
Ocak-Şubat cari açığı yüzde 100’ü aşan bir tempoda genişledi. Sermaye
girişleri, “balonlaşma”yı besledi.
IMF,
canlanmanın sürdürülemeyeceği teşhisini ve ekonomideki “sıcaklaşma” olgusunu
Mart’ta bir Türkiye Raporu’nda ortaya koydu. Ana öğelerini ve politika
önerilerini burada aktarmış; tartışmıştım.
Mart-Haziran
2018 Gerilimi
Ödemeler
dengesinin Mart-Haziran 2018 verilerini tabloda bir önceki yılla
karşılaştırıyorum. Son dört aylık veriler ekonominin küçülmesini tetikleyecek
bir krizin ön işaretlerini taşıyor mu?
Yazının başında
ifade ettiğim “yükselen piyasa krizlerini tetikleyen ana etken”, yani dış
kaynak girişlerinde, bir önceki yıla göre ani duruş veya tersine dönüş,
Mart-Haziran 2018’de gözlenmekte midir?
Yanıt, tablonun
ilk satırında yer alıyor: Yabancı sermaye girişleri Mart-Haziran 2018’de on iki
ay öncesine göre yüzde 85 oranında daralmıştır (Satır 1). Bu sert yavaşlamayı
“duruş” olarak, bir krizin başlangıç dürtüsü olarak nitelendirebiliriz. İki yılın dört ayında dış kaynak
girişlerindeki azalma 19 milyar dolardır; 2017 dolarlı milli gelir toplamının
yüzde 2,2’sine ulaşan olumsuz bir şok...
Toplamda “net
çıkış” göstermeyen yabancı sermaye, Haziran’da “eksi” değer vermiştir. Bu
durumun Temmuz-Ağustos’ta da süregeldiği anlaşılıyor. Yani, “tam gaz kriz”
süreci içindeyiz.
Dış kaynak
girişlerindeki daralma, hangi tür akımlara yansımıştır? Bunları, “sıcak, dış
borçlanma ve doğrudan yatırım” türlerine ayıralım.
Sıcak para ve
dış borçlanmada, daralma ötesine geçilmiş; net çıkış başlamıştır. Dış
kredilerin döndürülmesinde krizi derinleştirici güçlükler gündemdedir. Yabancı
sermayenin en istikrarlı türü olan doğrudan yatırımlarda ise, ılımlı bir artış
gerçekleşmiştir.
Yabancı, yerli
ve kayıt dışı öğelerin tümünü oluşturan toplam sermaye hareketleri de kriz
işareti vermektedir: On iki ay öncesine göre %52’lik gerileme (Satır 6)…
Türkiye
ödemeler dengesi istatistiklerinin “esrarengiz” bir öğesiyle tekrar
karşılaşıyoruz: Kayıt dışı sermaye girişlerinde 6,9 milyar dolarlık net giriş
(Satır 2)... AKP’li yıllarda dış kaynak hareketlerinde gözlenen her olumsuz
dönemde, kayıt dışı para girişleri “can kurtaran simidi” olmuştur. Bu karanlık
öğenin kaynaklarını uzun yıllar tartışacağımız anlaşılıyor.
Ekonominin
küçülmeye başlaması, Haziran ithalatını ve cari işlem açığını aşağı çekmiştir.
Ne var ki, önceki ivme sayesinde dört aylık dış açık yüzde 20 civarında
artırmıştır (Satır 5). Rezervlerdeki aşırı (11,9 milyar dolarlık) erime, cari
açığın yüzde 62’sini karşılamıştır (Satır 4). Elbette sürdürülemeyecek bir
durum…
Finans kapitale
teslimiyet biçimleri
İktidar, finans
kapitale teslim olacaktır. Tek hamlede mi? Aşamalı olarak mı? IMF’li mi?
IMF’siz mi? Birkaç seçenek gündemdedir.
IMF’li
programın önceliği, bir dış borç krizini önlemektir. Hazine, TC bankalarının
dış kredilerini devralır; bu borçlar IMF kredi taksitleriyle ödenir. Kemer
sıkma politikaları milli geliri küçültür, cari açık bu sayede “sürdürülebilir”
düzeye indirilir. Böylece, bir borç krizi önlenir; ama “kemer sıkma” ve
“yapısal reform”, öncelikle emekçilere yüklenir. Finans kapital, emekçilerin
sırtından kurtarılmış olur.
Bu program,
emeğin gelirleri ve kazanımları dışında kamu yatırımlarını kısacak; iktidarın
kader ve çıkar birliği yaptığı ayrıcalıklı sermaye çevrelerini de bunalıma
sürükleyecektir. İktidar bu nedenle IMF’siz ve aşamalı seçenekler arayacaktır.
IMF’siz ve
“aşamalı” seçenekler, topu TCMB’ye atan “kozmetik” bir programla başlayabilir.
Rahip Brunson operasyonuyla birleşirse sıcak para girişinin hızlanması umulur.
Ne var ki, spekülatif sermaye girişleriyle dış kredilerin döndürülmesi,
finansmanı sağlanamaz. Uluslararası bankaların güvence arayışları, talepleri
farklı aşamaları gündeme getirebilir.
Köşeye
sıkıştığında iktidar, döviz kısıtlarına zorlanabilir. Cumhurbaşkanı Bayburt’ta
bu seçeneğe değinmiştir. Döviz kısıtları, sistematik, yaygın bir model olan
sermaye hareketlerinin denetlenmesi değildir. Yozlaşmış faşizme uyan, kapkaççı,
keyfî, kayırmacı, cezalandırmacı uygulamalara dönüşür. AKP geleneği ile
uyumludur. “Yarenler” takımı kriz ortamında kurtarılır; mümkünse daha da ihya
edilir. Döviz tahsisleri, transferleri, şirket kurtarma operasyonları,
yukarıya, emir-komuta zincirine bağlanır.
Krizin tüm ön
koşullarını yaratan; alkışlayan; bunlardan nemalanan iktidar ve sermaye
çevreleri köşeye sıkışmıştır. Bugünün yozlaşmış ortamında iktidarın,
burjuvazinin siyasî ve iktisadî seçeneklerini sadece teşhir etmekle yükümlüyüz.
Karşılaştıkları seçeneklerden “halkçı, doğru” öğeler türetilemez.
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/korkut-boratav/ekonomik-krize-girilirken-245110
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder