Siyasal ve ekonomik kriz dur durak bilmiyor.
Dağ gibi yığılan enkazla yönetmeyi sürdürmek suskunluğa ihtiyaç duyuyor. Suskunluktan
teslimiyete giden yol sürekli kısalıyor, teslim alınmalar da artıyor. Düzen içi
muhalefetin teslimiyetinden bir parça geçen haftaki yazımın konusuydu. Bu
haftaki konumuz ise dinsel teslimiyetten bir parça.
Tıpkı siyasal ve ekonomik bağımlılığın çok
başlıklı yöntemi olduğu gibi dinsel bağımlılığın da çok yöntemi var. Tarikat ve
cemaatler, dinsel vakıf ve dernekler, dinsel medya, Diyanet İşleri Başkanlığı
ile yönettiği mescit ve camiler, kadrosu şişkin imam ve müftüler… Devletin
kendi içine ve hukukun içine soktuğu, eş zamanlı olarak siyaset yapmanın
olmazsa olmazı haline gelen dinsellik; belediyeler aracılığıyla da kontrol
altında tutulan dinsel yaşam tarzı…
Bu uzayan listeye eklenecek büyük
başlıklardan biri ise eğitim ve öğretim. Başlığın büyüklüğü yalnızca dinselle
el atılan eğitim alanlarından kaynaklanmıyor, daha büyük oranla çocukların
uyuşturulmasından kaynaklanıyor. Çocuklar susturuldukça toplum da susturuluyor,
gelecek de…
Müfredattan başlayarak değerler eğitimi adı
altında verilen kuran ve peygamber hayatı kursları, imam hatipleştirmeler akıl
ve bilimden uzak bir eğitimi hedefliyor. Hukuka aykırılığı mahkeme kararlarıyla
kanıtlanan zorunlu din dersleri ise hepsinin içinde en belirgin olanı.
Müfredat için açılan dava yargının usulden
retleriyle geçiştiriliyor. Müfredatın tamamına dava açılamazmış, tek tek
dersler ayrılacak, o derslerde de davalık bölümler ayrılacak her birine ayrı
ayrı dava açılacakmış. Oysa müfredatın bir bütün olduğu tek tek derslerle
parçalanıp bakılamayacağı, içine dağıtılan akıl ve bilim dışı bölümlerin
ayıklanmasıyla kurtulamayacağı dava dilekçesinde anlatılmıştı.
Ensar Vakfı ile MEB arasındaki protokolde
ise kaçış yolu bulunamadı. “Devletin devredemeyeceği görevler” tanımlamasıyla
laik hukuk devletinin bilimsel ve laik eğitimi bir müdahaleden temizlenmiş
oldu. Şimdi bu tür tüm protokollerin iptali gerekiyor.
Bir kez daha vurgulamakta yarar var; bağımlı
ve taraflı kaotik ortamıyla, hukuku ve savunmayı dışlayan tutumuyla yargının
içinde bulunduğu çürümüşlük davaların mücadele alanı içine alınmasına engel
değil.
Bir kere yargı çürümüş diye hak arama
yoluyla mücadeleden vazgeçmek piyasacı gerici düzenin ekmeğine yağ sürmek,
düzen keyfiliğini ve dayatmasını meşrulaştırmak demektir.
İkincisi haklı olunan konularda mücadeleye
ısrarla ve yaygınlaştırarak sarılmamak, suskunlar arasında kalmak ve kazanılan
davalarda dava açanları yalnızlığa itmek mücadele kırıcılığı sonucunu doğurur.
Üçüncüsü, aynı konuda açılan siyasi
mücadelenin uzantısı olan binlerce, onbinlerce dava bireyin, hukukun ve
yargının sorunu olmaktan çıkıp toplumsallaşmanın yolunu açar.
Zorunlu din dersi davaları toplu eylem için
en etkili olanlardan biri.
AKP döneminde kurumsal ve kamusal
hizmetlerle birlikte siyasal ve toplumsal yaşam dinsel kural ve referanslarla
dönüştürülürken açık ve en büyük darbeyi eğitim ve öğrenim yedi. Çocuklarımızın
bilimsel ve özgür yaşamına atılan el aynı zamanda geleceği de ipotek altına
almayı hedefledi.
Gericiliğe Karşı Aydınlanma Hareketi eğitim
konusunu sürekli gündemine aldı ve mücadele cephesini genişletmek için zorunlu
din dersinden müfredata, mescit uygulamasından sınavlara, tarikat ve cemaat
vakıflarıyla yapılan protokollerden kimlikte din hanesine kadar farklı
konularda davalar açtı, “dava
açalım" çağrısı yaptı.
1982 Anayasası’nın zorunlu kıldığı “din
eğitimi” değil, ilk ve ortaöğretim kurumlarında “din kültürü ve ahlak
öğretimi”. Din kültürü ve ahlak öğretimi, belli bir dini değil tarih içindeki
tüm dinsel ve ahlaksal paylaşımları kapsıyor. Belli bir dinin ya da bir
mezhebin eğitim ve öğretimi Anayasaya göre zorunlu olmadığı gibi devletin “ben
yapıyorum” demesiyle de olmaz. Bu eğitim ve öğretim için kişilerin ya da
küçüklerin yasal temsilcilerinin talebi şart: önce istek sonra ders.
AKP uygulamasında ise istek yok sayılıp
zorunluluk esas kılınıyor. Devlet belli bir dinin kitabının ayet ve
surelerinin, peygamberinin hayatının, bir mezhebin ibadet şeklinin ve duasının
eğitim ve öğretimi zorunlu kılıyor. Hatta Milli Eğitim Bakanlığı, il
müdürlükleri veya il müftülükleriyle imzalanan protokollerle belli cemaat ve
tarikatların akıl dışı hallerinin öğretilmesi zorunlu kılınıyor. Yurttaşlık
değil ümmetçilik, akıl ve bilim değil tapınma duygularıyla bezenmiş kulluk,
kölelik müfredata öylesine yerleştiriliyor ki artık o müfredattan bilimsel
eğitim dışında her şey çıkıyor.
Dayatma karşısında “biz çocuğumuza bu dersin
verilmesini istemiyoruz” diyenlere de karşı çıkılıyor. Anne baba ya da veli de
ancak mahkemeye başvurarak, mahkeme kararıyla zorunlu din dersinden
kurtulabiliyor. Mahkeme kararlarına uymayanlarla mücadele de bu çabanın bir
parçası.
“Hukuk devleti” nutku atan yöneticiler ise
hâlâ bu mahkeme kararlarını münferit görmekte ve itiraz etmekte ısrar
ediyorlar, Anayasa’yı tanımıyorlar. “Kuran, peygamberin hayatı” gibi seçmeli
dersleri bile zorunlu hale getiriyorlar. Siyaset önderleri öyle istiyor.
Mahkeme kararlarını okuyamıyorlar, okuma
yazmaları yok desek, direten bakanlık Milli Eğitim Bakanlığı, yani okuma yazma
öğreten bakanlık.
Diretiyorlar… Çünkü laiklik ve aydınlanma
karşıtlığında gericilik mücadelesi içindeler; çünkü hukuku yalnızca kendi
piyasacı ve gerici siyasetleri için, hukuksuzluklarını örtmek için kabul
ediyorlar.
Diretiyorlar… Çünkü İslami faşizm, düzenlerinin koruma
yolu olarak görülüyor ve zorunlu din dersi için açılan davalar da bu diretme
sonucu onları zorlayacak sayıya ulaşmıyor.
Diretiyorlar… Diretmekle de kalmayıp gerici
politikalarını uygulamak için devlet okullarını imam hatipleştirip laik eğitimi
de parası olan için satışa çıkarıyorlar.
Din özgürlüğü adı altında gericiliği
dayatıyorlar.
Mahkemeler, zorunlu din dersi davalarında bu
konuları tek tek vurguluyor. Son kararlar Konya Bölge İdare Mahkemesinden ve
İzmir İdare Mahkemesinden geldi. Özetle, Zorunlu Din Dersine dayanak olarak
gösterilen “Eğitim ve Öğretim Yüksek Kurulu
Başkanlığının 9.7.1990 günlü ve 1 sayılı kararı”nın da geçerliliği kalmadı. Bu
kararlarda devletin Anayasaya ve uluslararası sözleşmelere aykırı olarak
velilerin dinini açıklamak zorunda bırakılması da hukuk aykırı bulunuyor.
Zorunlu olan “din kültürü ve ahlak
öğretimi”nde, Anayasa'nın öngördüğü amaca uygun bir müfredat, nesnel ve çoğulcu
içerik, kişinin dininin bir ayrım ve eşitsizlik unsuru olarak kullanılmaması ve
devletin dinler karşısında tarafsız kalarak bütün dinsel inançları eşdeğer
görmesi gerekiyor. Öğretimde uygulanan müfredatın belirli bir din anlayışını
esas alması durumunda, bunun din kültürü ve ahlak bilgisi dersi olarak kabul
edilemeyeceği ve din eğitimi halini alacağı, bu eğitimin de zorunlu olmayıp
isteğe bağlı olacağı açık.
Zorunlu Din Dersine karşı mücadele uzun
zamandır devam ediyor. Yargı içtihatlarında da yerleşik hale geldi. Bu konuda tek tek dava açılmasına bile gerek
kalmadı. AKP’nin diretmesini kırmanın yolu toplu, yaygın, örgütlü mücadeleden
geçiyor. Bu konu 2018-2019 eğitim dönemi başlamadan yaygınlaştırılmalı ve
kökten çözümlenmeli.
Gericiliğe Karşı Aydınlanma Hareketi’nin,
"yürürlükteki Anayasa’yı ihlal eden hatta askıya alan bu anti laik
dayatmaya karşı mücadeleden, dava açmaktan korkmayalım, çocuklarımızı zorunlu
din dersinden, gericilikten ve karanlık gelecekten koruyalım" çağrısı,
aynı zamanda örgütlü mücadelenin de çağrısı.
AKP döneminde başta eğitim sistemi olmak
üzere, tüm kurum ve kamusal hizmetler dinsel kural ve referanslarla
dönüştürülmeye çalışılmakta, toplumsal yaşam bu kurallarla tabi kılınmakta.
Özgür bir yaşamı hak eden çocuklarımız için üşenmeden, sakınmadan dava açalım,
mücadele edelim.
Emperyalizmin ılımlı adlı uyumlu İslam
projesi hala geçerli, çünkü ihtiyaçları var. Sömürü gerçeğinin dinsel
uyumlaştırma projesi sınıfsal okunmadıkça geçerli olmaya da devam edecek. 09
Ağustos 2018
Ali
Rıza Aydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder