20 Aralık 2015 Pazar

Büyük Oyun Büyük Kürdistan



Büyük Oyun Büyük Kürdistan (1)
“ Altemur Kılıç'ın Kaleminden İhanetin Öyküsü...

Bugünkü durum son 8 yılın gafletlerinin ürünüdür „

“Büyük Kürdistan” sorunu.
19. yüzyıl sonlarında, yabancıların kışkırttığı bu hayalle başladı ve şimdi zaman ve zemin müsait olduğu için ivme kazanarak devam ediyor.
Kürt Sorunu” , “Güneydoğu sorunu” , “üniter ulus-devlet” , Türkiye Cumhuriyetinin en büyük, en kapsamlı sorunu... Devletimizin var oluşunun şifreleri, çözümü ve çözümsüzlüğü, bu şifrelerle sarmal olmuş.. İç ve dış düşmanlar bu sorunda buluşuyorlar. Cumhuriyetin-Türklüğün var oluşunun bu şifreleri açacak “anahtarda” olduğu söylenebilir.
Bu sorunda sözün başladığı yer de, bitmesi gereken yer de “Büyük Kürdistan” sorunu. 19. yüzyıl sonlarında, yabancıların kışkırttığı bu hayalle başladı ve şimdi zaman ve zemin müsait olduğu için ivme kazanarak devam ediyor.
Aslında o zaman başlayan ve bugüne varan süreç, gaflet ve ihanetlerin öyküsü... Şu sırada da bunlar şahikasına ulaştı. Seçimler öncesinde, bu sorun hususunda, güya “barış” uğruna, gerçekte oy uğruna söylenen sözler ve üniter ulus-devletten, hem iktidar, hem de muhalefet tarafından adeta yarışarak verilen ödünlerle, TC’nin temelleri sarsılıyor; kuyusu kazılıyor...
Sözün bittiği yerdeyiz...
Şu sırada bu diziyi yayımlamaktan maksadımız “Büyük Kürdistan” konusundaki gaflet ve ihanetten ders çıkarılmasını sağlamak içindir. Tabii anlayabilenlere... Kısacası “Büyük Kürdistan” sözün bittiği yer olmalıdır... Bugün PKK’nın tüm temsilcilerinin BDP’nin emelleri; Türkiye’yi parçalamak, halkını bölmektir... Diğer talepler bahane. Demokratik özerklik, ana dilde eğitim, son olarak Apo’ya oda vb.. hep “Büyük Kürdistan”a giden yollardır.
Bölücüler TC. hükümetine şartlarını dikte eder, adeta ültimatom verirken, onlara koşulması gereken tek şart “Büyük Kürdistan hayalinden vazgeçtik” demek, olmalıdır. Bu şart yerine getirilmeden onlarla konuşacak, tartışacak ve müzakere edilecek bir şey yoktur.
Oysa iktidar sözü bitireceği son noktayı koyacağına “açılımlarıyla” bölücülere umut ve cesaret vermiş, hatta gizli gizli pazarlıklara girişmiştir
Şu sıra TSK’nın zaafa uğratılmış olması da PKK ve temsilcilerinin cesaret alacakları bir durumdur. Ve tekrar edelim: Söz konusu Cumhuriyet ve Türklüğün bekası ise, başka şeyler teferruattır...
Kürt kim, Türk kim?..
Önce kavramları netleştirelim: Kürt kim, Türk kim?.. Türk toplumu -halkı, milleti- içinde kendilerince (ve bilhassa başkalarınca) “Kürt” olarak tanımlanan bir grubun mevcudiyeti, bir gerçektir. Ancak kökenleri ve Türklerle tarih boyunca kaynaşmış olmaları, hatta Kürtlerin Türk olduğu da kesinliğe kavuşmamıştır. Öyle ki bazı Kürt aşiretleri aslında Türk oldukları halde bunun farkında değildirler.
Etle tırnak iki toplum...
Aileler boyutunda evliliklerle Kürtler ve Türkler hakikaten et tırnak olmuşlardır... Öyle aileler vardır ki bölünmeleri mümkün değildir. Bazı insanlarımız kendilerinin Türk mü, yoksa Kürt mü sayılacağı hususunda en azından tereddüt ikilemi içindedir.
Ancak gerçek olan, Cumhuriyet Türkiyesi’nin “Türk” kavramıdır. Bu kavram, Cumhuriyet’in bütün temel belgelerinde (ve de uygulamalarında), kesinlikle ırksal değil, Anayasal bir kavram olarak kullanılmıştır. Gerek 1921, 1924, 1961 ve gerekse 1982 Anayasalarımızda bu kural özenle korunmuştur. Mevcut Anayasamızın başlangıç bölümünde bulunan aşağıdaki ifade, bunun açık kanıtıdır:
Topluca Türk vatandaşlarının millî gurur ve iftiharlarda, millî sevinç ve hedeflerde, millî varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu, birbirinin hak ve hürriyetine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla ve ’Yurtta sulh, cihanda sulh’arzu ve inancı içinde, huzurlu bir hayat talebine hakları bulunduğu...”
Atatürk’ün büyüklüğü...
Bu konuda en anlamlı ifade, hiç şüphesiz, büyük Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene!” vecizesidir. Bunun sözün bittiği yer olması gerekir ve yıllarca öyle idi de!.. Son altmış yılda bütün tahriklere rağmen öyle idi de. Kürtlerin büyük çoğunluğu, “Türk” denilmekten şikâyetçi değillerdi; hatta mutlu idiler.
Yaşayanlar bilir...
Kürt sorunu giderek daha fazlalaşan bir sorun. Bugün olanların miladı ise Abdullah Öcalan’ın -namı diğer Apo- kendi deyişiyle bir avuç gerilla ile 1984’te Eruh-Şemdinli karakolunu basarak askerlerimizi şehit ettiği gündür.
Özal’ın büyük yanılgısı...
Eruh-Şemdinli baskını üzerine o zamanın Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın “bir avuç çapulcunun işi” diye önem vermemesi sonraki yıllarda Apo’nun, postacı bazı gazetecilerle gönderdiği mesajlarını kabul etmesi onunla uzlaşma araması ve hatta “Federasyonu” düşünmesi gaflet düşüncesinin başlangıcı, Apo’nun idam edilmemesi de şahikasıdır.
Bu hatalara, Apo’nun AB ve ABD baskılarıyla ve o zamanki hükümetin, anlaşılamaz gafleti yüzünden idam edilmemesini, uyum yasalarıyla terörle mücadelenin gevşetilmesini, MGK’nın kaldırılmasını, Kuzey Irak’ta eşkıyayı ininde vuracak ve bitirecek askeri harekât için ABD’den icazet beklenmesini, barışçı çözüm diye Barzani ve Talabani’den destek aranmasını ekleyin! Ve daha da mühimi, artık “Büyük Kürdistan” ın, hayal olmaktan çıkıp, gerçekleşmekte olduğu da gerçek...
İTHAF
Bu dizi daha önce birkaç baskı yapan ve son olarak “Bölücülüğün uzun tarihi” olarak 2009’da Akasya Yayınevi tarafından yayınlanan kitabımdan yararlanılarak hazırlandı. Önceki baskılarını “Güneydoğu’da katledilen Türk-Kürt, kadın, erkek, memur ve öğretmenlerin, Türkiye’nin milli birliğini korumak uğruna şehit düşen askerlerimizin, emniyet mensuplarının ve köy korucularının ruhlarına ve gazilerimize” ithaf etmiştim.
Bu yazılarımı da, bütün bu fedakarlıklara, verdiğimiz şehitlere rağmen hala bölücülük yolunda devam eden, insanlarımızı katleden teröristlere, onları destekleyenlere ve onlara imkan veren gafıl ve hainlere gönderiyorum!
Yanlış teşhis
Yığınaktaki asıl büyük hata, Kürt-Güney Doğu sorununun kasten veya gafletten yanlış teşhis edilmesidir.
Kürt Sorunu” Cumhuriyetten sonra, Kürt vatandaşlarımızın “haklarının-kimliklerinin” inkâr edilmesi yüzünden başlamadı.
Cumhuriyetten önce ve sonra çıkan Kürt isyanları da hep yabancı tahriklerin sonucuydu. Mesela, 1926’daki Şeyh Sait İsyanı’nı, daha sonraki başkaldırılar “gasp edilmiş haklar” için “milliyetçi” isyanlar mıydı? Hepsinin arkasında İngiliz ve Fransız ajanlar vardı!

Bu yanlış teşhislerle çözüm çareleri kökten şu sırada olduğu gibi yanlış aranıyor. Bu sırada “terörle bir yere varılmaz” derken, bölücüler amaçladıkları hedefe; Türkiye’yi bölmeye ve “Büyük Kürdistan” ı gerçekleştirmek amacına varmak üzereler.
Gaflet ve ihanetler dizisinde son nokta, ne kadar değişirse değişsin aynı kalan son nokta şimdi seçim sath-ı mailinde. Güneydoğu oyları için, sadece AKP iktidarı tarafından değil, maalesef CHP tarafından da verilecek tavizler, PKK eşkıya başı ve temsilcileriyle yapılmakta olan açık-yarı açık ve gizli pazarlıkar. Bunların maliyeti TC üniter ulus devletine çıkacak.
Zaman bölücülerin lehine, TC’nin aleyhine işliyor
İktidar, PKK’nın barış şartlarına- ültimatomuna ve BDP’nin taleplerine karşı, “Şimdi, hemen Büyük Kürdistan hayalinden vazgeçin” şartını koyabiliyor mu? Bu şartı yerine getirmezler, vazgeçmezlerse, gereğini yapabilir mi? Sözün bittiği, bitmesi gerektiği son nokta bu olmak gerekiyor. Bu yapılmaz, yapılamazsa gerisi boş. Bahanelerle teferruatla boşuna uğraşmayalım, vakit kaybetmeyelim. Zaman eşkıyanın, bölücülerin lehine, TC’nin, Türklerin aleyhine işliyor.
İçimizde Kürtçülerin muhibi, “Hasan abisi” gibi gazeteci yazarlar var. Bunlar Kandil-Ankara, İmralı-Ankara arasında posta güvercinliği yaparlar. Ve en acısı devlet, hükümet katında itibar gören “Barış Formülü” önerisi... Bu formüle göre, PKK dağdan inmeyecek, silah bırakmayacak; ama TC. Hükümeti genel af ilan edecek. “Âkil adamlar” (kimler olacaksa) mekanizması işletilecek ve Türkiye eşkıyayla müzakere masasına oturtulacak. AB ve AB himayesinde! Türkiye, bundan ne kazanacak değil, eşkıya ne kazanacak?..
Çözümün değil çözülmenin başlangıcı
Ben naçizane, 1999 yılında Milli Güvenlik Mahkemesi, İmralı’da Apo hakkında idam hükmü verdiği gün hemen başlayan, sözde aydınlarımızın başını çektiği “Apo idam edilmesin” kampanyasına karşı, “Eğer bu adam asılmazsa, Türkiye’nin başına bela olur, Mandela olur” demiş, yazmıştım. Sonra idam hükmü zamanın iktidarı, maalesef Ecevit ve Devlet Bahçeli’nin iştirakiyle rafa kaldırıldı. Rahmetli Ecevit’e yakındığımda “Merak etme, onu çelik konserve kutusuna koyacağız. Artık kımıldayamaz” demişti. Sonra ne oldu?
AB’nin idam cezasını kaldırmasına denk düştü bu “rafa kaldırma” . Ve AB’nin “idam edilmeme şartını” neden koştuğu bir türlü anlatılmadı, anlaşılamadı... Herhalde zamanı geldiğinde -ihtiyaç hasıl olduğunda- istimal(kullanmak) edilmek üzere... Ne var ki şimdi devlet Apo’yu kullanmak istiyor ama bana kalırsa aslında Apo başkaları tarafından Türkiye aleyhinde kullanılıyor ve devleti kullanıyor...
Kürt Bölücülüğünün, 19. Yüzyıldan 21. Yüzyıl 2009’a kadar uzanan, uzun tarihine nokta konulamadı.
“Sendrom” müzminleştikçe tarihi kökleri, ayrıntıları ve sebepleri gittikçe flulaşıyor. Kesin bir çözüme varmak, adeta imkânsız hale geliyor. Kısacası, bu konuda varılan “son nokta” , aslında “son nokta” değil “çözümün” değil “çözülmenin” başlangıcı. Bildiğimiz anlamda Türkiye Cumhuriyeti üniter ulus devletinin sonu olacak. Gafletin, Türkiye üzerinde en az bir asırdır oynanmakta olan “Büyük Oyun” un son perdesi şimdi vizyonda.....

Büyük Oyun Büyük Kürdistan (2)

Apo, gerçi İmralı’da sözde tecritte ama uzaktan kumanda ettiği örgütü, PKK veya yeni adıyla KONGRA-GEL, Kandil dağlarında yuvalanmış, her gün Türkiye’de uzaktan kumandalı mayınlarla askerlerimizi şehit ediyor, kentlerde patlayıcılar ve bombalarla masum insanlarımızı öldürüyor.

PKK’nın başı Abdullah Öcalan yakalandıktan, “daha doğrusu ABD tarafından Türkiye’ye teslim edildikten” sonra İmralı’da DGM tarafından yargılandı.

İhanetinin, cinayetlerinin, tartışılmaz delillerine istinaden, layık olduğu idam cezasına çarptırıldı. Hemen sonra da bu hüküm Yargıtay tarafından tasdik edildi. Zaten 1990’lı yılların sonunda PKK, zamanın Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın ifadeleriyle, TSK tarafından, “en alt düzeye” indirilmişti.
Abdullah Öcalan’ın idama mahkûm edilmesiyle PKK’ya öldürücü darbenin indirildiği ve artık terörün sonunun geldiği düşünülüyordu.

Karadayı Paşa: “TSK olarak görevinizi yaptık, sinekleri öldürdük, sıra iktidarların, bataklığı, terörün mümbit zeminini kurutmakta!” demişti.

Ama buna fırsat kalmadı. O mümbit zeminde, terör gene yeşerdi ve zehirli meyvelerini, bugüne kadar vermeye de devam ediyor!

Vasıl olduğumuz netice, en az son sekiz yılın gaflet ve ihanetlerin ürünü ve hazin bir öyküsüdür.

Gaflet ve ihanet...

Bugün geldiğimiz-getirildiğimiz noktada Apo, gerçi İmralı’da sözde tecritte ama uzaktan kumanda ettiği örgütü, PKK veya yeni adıyla KONGRA-GEL, Kandil dağlarında yuvalanmış, her gün Türkiye’de uzaktan kumandalı mayınlarla askerlerimizi şehit ediyor, kentlerde patlayıcılar ve bombalarla masum insanlarımızı öldürüyor. Daha da vahimi, “mümbit zemin” , hem dışarıdan hem de içeriden “barışçı çözüm” , PKK Partisi “DTP” (Demokratik Toplum Partisini), güya siyasetçe TBMM’ye sokmak gayretleri kendilerince başarıya ulaşmıştır. Ancak DTP asla bir Türk-Türkiye Partisi olmadı. Şimdi DTP olarak yolunda devam ediyor. Son olarak Büyük Kürdistanın yolunun Apo’nun yol haritasıyla eş zamanda gösterilmesi!

Abdullah Öcalan’ın İmralı’ya tıkılmasından önce yazdıkları ve söyledikleri, DTP liderlerinin yaptıkları da ortada.

Öcalan, 1992’de Suriye’nin Bekaa’daki karargâhında huzuruna gelen ve daha önceleri Turgut Özal ile, Başbakanken ve sonra da Cumhurbaşkanı iken, arasında diyalog sağlamayı öneren ve buna çalışan yazarlara, Öcalan’ın bu teklife, “Federasyon” fikrine sıcak baktığını söyleyecek ve onun bu yüzden öldürüldüğünü iddia edecekti. Gene bu sohbetlerde, özellikle 1993’te, Oral Çalışlar’a amacının, bağımsız Kürdistan olduğunu ve Federasyonu da lütfen kabul edebileceklerini söylüyordu. “Ama Türkler budaladırlar” demeyi de ihmal etmiyordu.

Türk ve ordu düşmanı...

Şu sırada -şu bağlamda- İmralı’dan “Türk-Kürt Demokratik Cumhuriyeti” diyor, ama ne Oral Çalışlar’la ne de o sırada PKK organlarında takma adla yazdığı havalarda, bu hava yoktu. TC’ye Türk Ordusuna hakaretler yağdırıyordu.

Çalışlar’a diyordu ki: “Apo olsa da olmasa da, Türkiye’nin bir Kürt sorunu vardır. Bu sorunun çözümü için akılcı, barışçı, radikal politikalar gerekiyor... Sorunun çözümünü askerlere bırakarak işin içinden çıkılabilir mi? Asker savaşır; ama Kürt halkıyla savaşarak sorun çözülebilir mi?”

Hidayeti kısa sürdü...

Yakalanmadan önce, Şam’dan, Bekaa vadisinden TC’ye ağır yazı ve amaçlarla söven Apo, İmralı’da adeta hidayete ermişti, Atatürk’ü, Cumhuriyeti övmeye başlamış ve “üniter” bir “Türk-Kürt Demokratik Cumhuriyeti” kurulması projesini ortaya atmıştı.

Ve Apo, bugün İmralı’da yaptığı gibi, TSK’ya, karşılıklı, “ateşkes” teklif ediyor ve karşılık görmediği için TSK’yı suçluyordu. Bugün, 1990-1999 İmralı’dan önceki yıllardaki duruma döndük...

PKK herhalde Apo’nun, İmralı’dan “uzaktan kumandası” en azından tasvibiyle terör eylemlerine kentte-kırda devam eden PKK’nın insan ve malzeme kaynağı. Kuzey Irak’a operasyon yapılmasına ilişkin, dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt Paşa: “Sınır ötesi operasyon gerekli” diyor. AKP iktidarı ise bu talimatı vermiyor. PKK’ya silah malzeme desteği ve moral veren Amerika’dan icazet bekliyor.

ABD bu “icazeti” , “önce diplomatik yollar denenmeli” diyerek, “Koordinasyon” oyunuyla savsaklıyor. Arada Irak olayları, Amerikan saldırısı, Talabani’nin Irak Devlet Başkanı olması ve Barzani’nin, Kuzey Irak’ta Bağımsız Kürt Devletini Amerika’nın desteğiyle gerçekleştirilmesi oldu.

Küstahca teklifler...

PKK artık burada yerleşik, Barzani’nin ve Talabani’nin, ABD’nin ve Avrupa ülkelerinin moral ve silah yardımlarıyla vuruyor, insanlarımızı şehit ediyor.
Ve Apo bugün, İmralı’daki sözde tecrit hücresinden, yakalanmadan önce 1990’larda Bekaa’dan yaptığı “ateşkes” teklifini, daha küstahça yapıyor. Hatta daha da ilerisi, meydan okuyor;

“Bu önerimiz, TC tarafından yanıt bulmaz da, TSK mücadeleye devam eder, Kuzey Irak’a bir operasyon yaparsa, seçim neticelerini bekleyeceğiz. Eğer Milliyetçiler, bir CHP-MHP kazanır, iktidar olurlarsa ’gerillalarımızı’ ben bile tutamam!”

Seçim öncesi, AKP iktidarı ve sözde aydınlar, Barzani ve Talabani ile diyalog düşünüyorlar. APO’yu da, sözde “kullanacaklar” !
Bebek katili Öcalan, ABD tarafından Türkiye’ye teslim edildikten sonra yargılandı ve neticede idam cezasına mahkum edildi. Ancak zamanın Başbakanı Bülent Ecevit bu kararı uygulayacak cesareti birtürlü gösteremedi.

İmralı’dan önce...

Apo’nun, İmralı’ya tıkılmasından önceki olayları kısaca hatırlatalım:

19. Yüzyılda başlayan bölücülük çabaları, mahalli başkaldırılar, Büyük Savaş’tan sonra, 1919’da Kürt Teali Cemiyeti’nin, Avrupa devletlerinin desteğiyle, Türkiye topraklarından kopartılacak Bağımsız Kürt Devleti kurmak teşebbüsleri, Sevr’le birlikte geçici olarak hüsrana uğradı; aynı Sevr gibi tekrar canlandırılmak üzere! Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Şark isyanlarıyla ortaya çıktı. Ağrı 1930, Dersim-Tunceli 1937 isyanları, hükümetin kararlı duruşuyla silahla bastırıldı.

1940’lardan sonra Doğulu genç aydınların, Musa Anter’in, Ziya Ekinci’nin başını çektiği, gizli hareketleri de bastırıldı, dergileri kapatıldı. Ancak 27 Mayıs’ta 1960 darbesinden sonra, 1961 Anayasasının serbest ortamında, gene açığa vuruldu.

Yetmişli yılların cadı kazanından Apo ve PKK çıktı. Apo’nun PKK ” gerillaları “ -kendi deyimiyle- ” silahlı propaganda birlikleri “, 14 Şubat 1984’te Siirt’in Eruh-Şemdinli ilçesinde subay gazinosunu bastılar. İçerideki herkesi öldürdüler. Zamanın Başbakanı bu olaya önem vermemişti; ama bu kanlı yeni Kürt isyanının başlangıcıydı.

Aydınlarımız, bazı gazeteciler, bu hareketin ekonomik ve sosyal sebeplerden kaynaklandığını ve bunun için de, ” askeri çözüm “ yerine ” siyasi çözüm “ önermeye başladılar, bunun için de Apo ile Özal arasında barış güvercinliğine soyundular.

Nerede yanlışlık yaptık...

1990’da Apo ve PKK neredeyse bitmişken nasıl oldu da bugünlere, tekrar başa geldik?

“Nerede kalmıştık” değil; “Nerede yanlışlık yaptık” da nasıl 1999 öncesine döndük. Bir dizi gafletler yüzünden...

Bu gaflet dizisinin başlangıcı, Apo’nun idam hükmü giymesine rağmen hükmün gerektiği gibi infaz edilmemesinde. Kısacası bu gaflet sonraki gafletlere yol açtı.

Bunların, bugünkü gelişmelerinde ve özellikle ABD’nin, PKK’yı desteklemesinin asıl şifresi, şu sorularda: “ABD, alttan alta hep desteklediği Apo’yu, neden yakaladı ve Türkiye’ye teslim etti. İdam edilmemesini neden şart koştu?”

AB, Apo’nun idamına, idam cezasına, “ilke olarak karşı olduğu için” itiraz ediyordu. Ya Amerika? Her halde insani nedenler, insan hakları, ilkeleri için değil. Amerika, kendi teröristlerini gözünü kırpmadan idam eder. Öyleyse, neden bu şartı koşmuştu?


Zamanın Başbakanı Bülent Ecevit, her konuda çok dikkatli ve hatta evhamlı olduğu halde, Amerikalılardan, bu “himayenin” sebebini neden sormadı ve şartı kabul etti. Neticede Apo neden idam edilmedi?

ABD’nin Apo’yu, neden canlı tutmak istediğine gelince. Ecevit, bunu da hiç sorgulamamış. Acaba o da, CIA ve MİTin (Milli İstihbarat Teşkilatı) “Apo’nun canlısı, ölüsünden daha iyidir” tezine ve Apo’nun kullanılabileceğine inandığı için mi? Teröristleri, canlı tutup kullanmak, istihbarat örgütlerinin klasik yöntemleridir. Bugün de MİT’de görevli veya emekli bazıları, “Apo’yu kullanmaktan” yanadırlar. Rivayet olunur ki, MİT, PKK ortaya çıkmadan önce, 60’lı yıllarda, Apo’yu kullanmıştı!

Sonra ne oldu? Sınıf arkadaşım Ecevit’e, vefatından birkaç ay önce; “Bu adamı neden asmadınız?” diye sordum. Soruma, şöyle cevap vermişti; “Ben ve Rahşan idam cezasına, ilke olarak karşıyız” !

Ecevit o zaman, idam hükmünün rafa kaldırıldığını açıklarken:

“Öcalan’ı çelik konserveye koyduk asla çıkamaz” demişti.

Sekiz yıl sonra, Ecevit vefat etti, ama Apo konserveden, taptaze çıktı ve İmralı’daki tecrit hücresinden ahkâm kesiyor.

Kürt sorunun “mazisi çok eskilere 19.Yüzyıla kadar dayanır. Fakat 1957’de, Amerika’da yayınlanan ” Türkiye ve Dünya “ kitabımda ise şöyle yazmışım:
” Irak olaylarını dikkatle izlemek gerekir. Potansiyel bir tehlike de Komünistlerin-Sovyetlerin desteklediği Kürt Milliyetçiliğidir. Bu ’tehlikenin’ aslı değişmedi, boyutları ve ayrıntıları değişti ve Sovyet Rusya’nın yerini de ABD ve AB aldı! “

Büyük Oyun Büyük Kürdistan (3)

Türkiye’nin AB üyeliği ‘oyun içinde bir oyun’dur

1998’de, gerekirse Suriye’yi vurmakta kararlılık gösteren hükümetin yerinde, bugün, 2011’de, PKK ve Apo’yla pazarlık yapan ve oy uğruna eşkıyaya bölücülere tavizler verecek, AB’ye ve ABD’ye bağımlı, AKP iktidarı var.

Bir zamanlar kırmızı pasaportları, peşmergelerin postallarını verdiğimiz, “aşiret şeyhleri” Barzani ve Talabani’den medet umuluyor
1998 yılına gelindiğinde, zamanın hükümetinin sabrı taşmıştı ve kararlıydı. O sırada PKK’yı açıkça destekleyen Suriye’yi vurmak, MGK’da devletin zirvesinde de kararlaştırıldı.

Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek, “Bunun iyi bir fikir olmayacağını, Arap ülkelerini karşımıza alacağımızı, önce diplomatik yolların denenmesi gerektiğini” söylüyor, arabuluculuk teklif ediyor, adeta yalvarıyordu; “Ne olur bekleyin” diye! Hüsnü Mübarek, nabız yoklamak için, 1998 Eylül ayında Ankara’ya geldiğinde, Cumhurbaşkanı Demirel ona açıkça;

“Biz 14 yıldır diyalog kuruyoruz. Ama her gün şehit cenazesi kaldırıyorum. Türkiye terörden çok çekti. Bundan sonra, ıstırap çekmek istemiyoruz. Daha net ve açık ne söylenebilir. Ya bu bitecek, ya da Suriye, PKK’yı desteklemediğini ispat edecek” diyordu...

Demirel ve Genelkurmay birlikte karar vermişlerdi. Nitekim birkaç gün sonra, 17 Eylül 1998’de, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş, Hatay’da bu kararı ordunun gücüyle açıkça belirtince, ajanslar haber verdi; “Apo, Suriye’yi terk etti.”

Suriye’nin aklı başına geldi

Suriye, pabucun pahalı olduğunu anlamış Apo’yu, terke “ikna” etmişti! Bundan sonra Apo, serseri mayın gibi, Avrupa ülkelerini dolaştı. Bir süre Başbakan D’Alema’nın müsaade ve desteğiyle, İtalya’da kaldıktan sonra, kendisini hala manen destekleyen Avrupa ülkelerinde, hatta yaklaştığı ve gitmeye razı olduğu Amerika’da sığınma hakkı bulamayınca, Yunan gizli servisinin yardımıyla Kenya’ya gitti, oradan da, CIA tarafından 15 Şubat’ta yakalandı.

Türkiye’ye 19 Şubat’ta “idam edilmemek” koşuyla teslim edildi. Apo İmralı’da da DGM tarafından yargılandı, idama mahkûm edildi; ama hüküm infaz edilmedi. Bundan sonra da ABD’nin ve özellikle AB’nin baskıları ve dayatmalarıyla bir taraftan terör yasasının, DGM’lerin kaldırılması, MGK’nın sivilleştirilmesiyle ve TSK’nın gücünün engellenmesiyle ve Kürtçe eğitim ve yayın imkânı sağlanmasıyla, bölücülük ivme kazandı. Ve sonunda da işte bugünlere gelindi; ama gaflet devam ediyor... “AKP İktidarının “Açılım fıyaskosu” ve bölücülerin bu “açılım” dan cesaret alarak Demokratik Özerklik, Ana dilde eğitim ve eyalet sistemi talepleri ve PKK’nın son ültimatomu...

Büyük Kürdistan-bugünün gafleti

Hiç kuşkusuz, yılların “Şark Meselesinin” altında Doğu’nun güç ekonomik ve sosyal şartları ve mümbit bir zemin vardır. Ama Şark isyanlarının ve Osmanlı dönemindeki başkaldırıların sebebi sadece bunlar değildi. Türkiye’nin diğer yörelerinde de bu, hatta daha kötü koşullar vardır. Ama o yörelerde halk bunlar var diye başkaldırmadı, gençler dağa çıkmadı.

1944 yılında, İçişleri Bakanı Hilmi Uran, Doğu konusunda bir rapor hazırlamış, sorunları ortaya koymuş, çözüm önerileri yapmıştı. Bu önerilerin çoğu uygulandı ve gerçek şu ki, Devlet Doğuya oradan aldığından çok fazlasını verdi.

Bölücülüğün gerçek sebebi “aş ve iş” değil, entegrasyonun, Kürtçülere göre “asimilasyonun” tam yapılamamasından ziyade Kürt milliyetçiliğinin ve ayrımcılığının özellikle yabancılar tarafından tahrik edilmesidir. İçimizdekiler, Türk Milliyetçiliğini yıkmaya çalışırlarken, Kürt milliyetçiliğine omuz vermekteler. Ve iş adamlarımız da Kuzey Irak’ta büyük işler ve yatırımlar yaparken, “Kuzey Irak” ı biz inşa ediyoruz! diye övünürken, Kürdistan Devletinin alt yapısını inşa ettiklerinin acaba farkında mıdırlar, yoksa umurlarında değil mi? Mesela TÜSİAD’ın; “Aman yatırımlara, ticarete halel gelmesin” diye radikal çözümlere karşı çıkmasından belli. 1998’de, gerekirse Suriye’yi vurmakta kararlılık gösteren hükümetin yerinde, bugün, 2011’de, PKK ve Apo’yla pazarlık yapan ve oy uğruna eşkıyaya bölücülere tavizler verecek, AB’ye ve ABD’ye bağımlı, AKP iktidarı var.

Bir zamanlar kırmızı pasaportları, peşmergelerin postallarını verdiğimiz, “aşiret şeyhleri” Barzani ve Talabani’den medet umuluyor.
Gerçekler bu. Ve bu gerçekler karşısında AB üyeliğinin de nasıl “Büyük Oyun içinde bir oyun” olduğu anlaşılır. Kısacası; Kürtler ve Kürdistan, Türklüğün gücünü kırmanın araçları. Bu paranoya değil!

Kırmızı çizgilerimiz nerede

PKK bu hayalin vurucu gücüdür. Amerika ve Avrupalılar ve özellikle hem Kürdistan’ın kurulması için PKK’ya silah ve teçhizat yardımı yapıyorlar; Barzani ve Talabani yoluyla. Mayınların İtalyan, patlayıcıların ABD markalı olması tesadüf mü? Saddam’ın silahları nereye gitti?

Aslında Kırklı yıllardan beri ve “Çekiç Güç” , “Kalkık Horoz” döneminde Amerikalıların ve İsrail’in PKK’ya silah ve eğitim verdikleri belgelenmiş hakikatler. Ve son zamanlarda orta çıkan Albay Peters, “Kan bağışlarına göre” çizilecek yeni BOP, (Büyük Orta Doğu) haritası, daha ileriki yıllarda Türkiye NATO’nun “en güvenilir” üyesi ABD’nin “Stratejik Müttefiki” iken, ileride kullanılmak üzere NATO üyelerinin kasalarındaydı.

Bu perspektifte son yıllarda AB Komiserlerinin Türkiye’deki ilk bırakılanların Diyarbakır olmasına, oradaki mahalli politikacılarla içli dışlı olmaları ve “özerklik tavsiye etmeleri” herhalde arızi ve tesadüfî değil. Ancak yabancıları suçlamamak lazım; onların uzun vadeli politikaları ve planları var! Bizim devlet siyasi belgemiz, “kırmızı çizgilerimiz” nerede?

Son zamanlarda orta çıkan Albay Peters, “Kan bağışlarına göre” çizilecek yeni BOP, (Büyük Orta Doğu) haritası, daha ileriki yıllarda
Türkiye NATO’nun “en güvenilir” üyesi ABD’nin “Stratejik Müttefiki” iken, ileride kullanılmak üzere NATO üyelerinin kasalarındaydı.

Halk arasında dolaşan bazı efsaneler

Son zamanların bir efsanesi: ABD’nin Irak’a bizim güneyimizden - Irak’ın Kuzeyinden saldırmasına imkân, ültimatom vermeyi öngören “Birinci Tezkere” Meclis’te kabul edilseydi “Böyle olmazdı. TSK Kuzey Irak’ta olurdu” efsanesi’.

Önce, bu konuda, terimler-koşullar çelişkili! ABD’nin çıkarları ve temel siyaseti varken, Washington uzun vadede Kürt kartını tehlikeye atmak, Kürtleri kızdırma pahasına TSK’ya bu imkânları hiç verir miydi? Belki ağzımıza bir parmak bal çalınır, AKP hükûmetinin, o zaman Bush’un deyişiyle “at pazarlığı” sonunda, biraz dolar ödenir, Kuzey Irak’ta da bir yere kadar gitmemize -o da belki- izin verilir, ama Irak’ın geleceği konusunda söz hakkımız olamazdı.

ABD’nin binlerce askeri Güneydoğuya, üslerimize, limanlarımıza bir daha çıkmamak üzere yerleşseydi, neler olmazdı! Ve Türkiye, Amerikan Ordusunun Irak’ta yaptıklarına suç ortağı olurdu! ABD, ne yaparsak yapalım PKK ile mücadelemizi önlüyor ve önleyecek. Güya ortak mücadele “koordinasyonu”nun da savsaklama olduğu ortaya çıktı.

Başka bir efsane de, Güneydoğuda PKK’nın halk arasındaki taraftarlarının güçlerinin azaldığı ve bölücülüğün de artık halktan fazla destek görmediği iddiası. Güneydoğu halkının tümünün Türkiye’nin bölünmesine taraftar olmadıkları, terörden bezdikleri, TC’ye sadık oldukları da doğru da bunların gücü ne kadar? Bütün bu gerçekler muvacehesinde “Barışçı çözüm” gene kotarır\-ken başka efsanelere dayanan çözüm önerileri varken, komplo biraz daha ileri götürülüyor:

Önce, bazı şartlar yerine getirildiği takdirde AKP ile DTP arasında, koalisyonla çözüm. Ertuğrul Özkök buna örnek olarak, Bulgaristan Türklerinin, Bulgar Hükümetinde koalisyon ortağı olmalarını gösteriyor: Burada tekrar değinmek isterim ki, bu kitabımın ilk basımında, 2007 yılında nelerden bahsetmişiz, hangi konular gerçekleşmiştir onlara göz atalım.

“Şimdi aslında, ” Ayrılıkçı bölücü ve de ırkçı “ BDP, seçimlere parti olarak değil, sözde ” bağımsız adaylarla “ girecek ve bunların yirmisi seçilirse grubunu kuracak.. Ondan sonra hedef, artan ve her tarafa yayılan, yerleşen Kürt nüfus sayesinde, Türkiye’nin kuzeyini, batısını, güneyini kapsayan, Kuzey Irak’la, diğer Kürtlerle birlikte, ” Büyük Kürdistan “... Kürt ideoloğu Musa Anter yıllar önce, ” Niçin Hakkâri’de Şırnak “ta sıkışıp kalalım Antalya da Mersin de bizim” demişti!

Eyalet sistemi, sonu hüsranla bitecek hayal...

Güneydoğu sorunu muhakkak çözülmeli!
Ancak önce, nasıl çözmeli? Raporlara kapılarak, dayatmalara uyarak, Üniter Türkiye Cumhuriyeti’ni feda ederek eyalet sistemini kabul ederek veya “federasyonla” değil! Bu, sonu Türklük için hüsranla bitecek bir hayal!

“Operasyon belki başarılı olur ama Türkiye-Türklük her anlamda ölür.”

Yabancı “uzmanlar” , mesela ABD, “düşünce tankı” uzmanlarından Graham Fuller ve Henry J. BarkeyTürkiye için en iyi yerin federasyon olduğunu, aksi takdirde TC’nin parçalanacağını” yazdılar söylediler. Bu, hem ABD’nin hem de AB’nin yarı resmi önerisi. Bunlar TC’nin Mustafa Kemal tarafından geliştirilmiş temel kuruluş felsefesini; “Ne mutlu Türküm diyene” anlayışını, Anayasa’daki; “Bu ülkede yaşayanlara Türk denir” inceliğini ve önemini içimizdeki bazı aydınlar gibi, ya anlamıyorlar ya da anlamak işlerine, hesaplarına gelmiyor.

Bu bir gönüllü aidiyet-entegrasyon formülü “tılsımı” . Amerika’da aynı anlayış nasıl “Amerikanım” yani “Amerikalıyım” diye değil, bütün yurttaşları aynı bayrakta, aynı vatanda ve hatta dilde birleştiriyorsa, Atatürk’ün “tılsımı” da kendilerini gönüllü olarak “Türk’üm” diyenleri buna birleştirdi. Abdullah Öcalan’ı asıl bu tılsımı bozduğu ve Türklerle, Kürtler arasına nifak soktuğu için idam etmek gerekirdi!

Kürt veya Kürt bölücülüğü sorunu, Güneydoğu sorunu aslında şu veya bu şekilde, ülke içinde kanayan bir yaradır. Bir “candan can koparmak veya koparmamak” sorunudur. Apo’nun deyimiyle “doğal asimilasyonla” daha doğrusu bu kadar iç içe olmuş iki halkın ayrılmaları, bölünmeleri, vatanın bölünmesi söz konusu bile olamaz. Tasavvur bile edilemez. Babası Kürt, anası Türk bir genç kızın dediği gibi; “Beni neremden kesip ayıracaksınız?” Türkiye’yi neresinden kesip ayıracak ve böleceksiniz?

Atatürk’ün ilkesine dönmekten başka, diğer önerilerin hepsi, Türklüğün ve TC’nin aleyhinde olacaktır. Mustafa Kemal’in; “Ne mutlu Türk’üm diyene” ve Anayasadaki “Bu ülkede yaşayanlara Türk denir” hükmünün yerine getirlmesinden başka yol yok. Başka çare de yok. Yeniden Atatürk’e, Atatürk ilkelerine, gönüllü entegrasyona dönmek bütün olaylardan sonra çok zor ama imkânsız olacak; ama bu var oluş için başka alternatif de yok. Başka çare, her plan her rapor, Türklük aleyhine işler!

Büyük Oyun Büyük Kürdistan (4)
1991’de Türkiye’ye sığınan Kürtlere yardım bile çarpıtıldı

Türkiye’deki Kürt sorunu İran ve Irak’taki sorunla aynı değildir. O ülkelerde Kürtler azınlık statüsündedirler. Oysa Türkiye’de Türk milletinin temel unsurlarıdırlar.

Bu dostluk size bir şeyler hatırlatmıyor mu ?Abdullah Öcalan, Celal Talabani ve Kemal Burkay vb.. Hizbullah, sonra biribirlerine girmeleri mukadder olsa bile, şimdi bu davada birleşmektedirler... ‘Türk-Kürt kardeşliği’ gibi yutturmacalara kapılıp ’sevelim (yani verelim de öyle kurtulalım)’dersek, (Kürtlerin) Türkleri biraz fazlaca ’sevmeleri’mümkündür.

1991 Körfez savaşından sonra altmış bin Irak Kürt’ü Saddam Hüseyin’in zulmünden, kimyasal kitle imha silahlarından kaçıp, Türkiye’ye sığınmış ve Türkiye, kendi ekonomik ve mali imkânlarını hazırlayarak, onlara melce (sığınma hakkı), gıda vermişti. Ama ne gariptir ki, yabancı basın, Türkiye’nin, bu yardımını ve hoşgörüsünü Türkiye’ye karşı çevirdiler, Türkiye’nin hudutları kapattığı ve hatta yapılan yardımları dağıtmadığını ve askerlerimizin mültecilere ateş açtığını iddia ettiler ve fırsattan istifade, Kürt davasını Türkiye’nin bölünmesi çabalarını, PKK eylemlerini tahrik ettiler. Kısacası Türkiye’nin âlicenaplığı, Türkiye’yi bölmek PKK’yı güçlendirmek için kullanıldı.

Ben, bölgeye gittim ve gerçeklerin hiç de öyle olmadığını bizzat gördüm, hatta mültecilerin ağızlarından yapılan yardımlardan dolayı minnettar olduklarını bizzat duydum. 24 Mayıs 1991’de, Wall Street Journal gazetesinde; “Türkiye Kürtlerinin güvenliği, ancak entegrasyonla sağlanabilir” başlıklı bir makale yazdım. Makalemde şöyle yazmıştım:

Macera uğruna toprak verilemez...

“Açıktır ki bu son trajedi ve muhtemel neticeleri sadece idari-mali ve ekonomik değildir; Türkiye’nin geleceği ve birliği söz konusudur. Eğer bir milyon Irak’lı Kürt, Türkiye’ye yerleşirse dengeler bozulacak, güvenliğimiz tehlikeye düşecektir! Bunun için de Kürtlere otonomi özerklik verilmesi, ayrılıkçılık, hatta Türkiye hudutlarına, Saddam’a karşı bir tampon bölge oluşturulması, sonunda Bağımsız Kürdistan’a ekleneceği için asla kabul edilemez. Diğer bir tehlike de “Bağımsız Kürdistan”ın sonunda petrol zengini Kerkük’te, çoğunluk olan üç milyon etnik Türk’ü yutması tehlikesidir.

Tarihte hiç bir zaman bağımsız bir Kürt devleti olmamıştı, şimdi sadece ihtimali bile bölgede çözeceğinden fazla komplikasyonlara, tehlikeye yol açar. Bilinmelidir ki hiç bir Türk hükümeti, bu macera uğruna, topraklarından bir tek “inci” bile gözden çıkaramaz.”

Bu yazının tarihi 14 Mayıs 1991 ve bugün tarih 2011 Mart. Ve gene 2006 yılında Wall Street Journal’de İngilizce olarak yazdığım “Güneydoğu Sorunu” başlıklı makalem: “İster adına ’PKK terörü, sorunu’deyin, ister ‘Kürt sorunu’, ister daha kapsamlı olarak ‘Güneydoğu sorunu’; bugün Türkiye’de odak noktası Güneydoğu’da, fakat bütün ülkemize yayılmış ve Türk Devleti’nin bekasını ve milletimizin geleceğini tehdit eden, gittikçe müzminleşen çok tehlikeli ve çok öncelikli bir ‘durum’ var... Bu tehlike karşısında çözüm oluşturabilmek için her şeyden önce ‘durumu’ bütün boyutlarıyla, gerçekçi olarak çekinmeden belirtmek zorunludur; eğer tehlikeyi bütün unsurları ve boyutlarıyla ortaya koymazsak, bugün gerekli olan çok radikal ve gerçekçi çözümler için gerekçeler inandırıcı olamaz...

1984 Ağustos’unda PKK’nın kalaşnikof’lu beş eşkıyası Eruh-Şemdinli katliamıyla dünyaya ilan ettiği ’Serhıldan’(başkaldırı), onbinlerce ’gerilladan’(kendi deyimleri) oluşan bir ” orduyla “ devlete karşı tam bir isyan halini almıştır... PKK, bu isyanı özellikle yarı okumuş gençlerin mümbit zemininde kâh umutlar vererek, kâh dehşet saçarak başarıyla tahrik edebilmiştir...

Saatli bir bomba gibi...

Bu ortamda her taşın altından bir silah deposu, her manav tezgâhının altından bir kalaşnikof çıkarken ve herkesin bir ’gerilla’olabileceği hususunda tecrübelerden gelen kuşkular sürerken, güvenlik güçlerinden tam manasıyla ’demokratik ve insan haklarına göre hareket’etmelerini nasıl beklersiniz?
‘Serhıldanı’-başkaldırıyı- doğru perspektiflerine koyalım; bu isyanı yöneten PKK ise, ‘itici gücü’de ‘Kürt kimliğini’ Türkiye Cumhuriyeti’ne zorla empoze etmektir. Anadilde Kürtçe eğitim, Kürt TV ve radyolarının da kurulması ve neticede ’kültürel özerklik’gibi boyutlarıyla ’Kürt kimliğini’devletçe tanımanın nerelere kadar gideceğini iyi hesaplamamız gerek... ’Kürt kimliği’nin, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve Türk milletinin geleceğinin altına konacak ‘Kürt milliyetçiliği’ saatli bombası olduğunu bilmeliyiz!..”

Abdullah Öcalan, Celal Talabani ve Kemal Burkay vb.. Hizbullah, sonra biribirlerine girmeleri mukadder olsa bile, şimdi bu davada birleşmektedirler... ’Türk-Kürt kardeşliği’gibi yutturmacalara kapılıp ‘sevelim (yani verelim de öyle kurtulalım)’ dersek, (Kürtlerin) Türkleri biraz fazlaca ‘sevmeleri’ mümkündür.

Tarihte bugün/bugünlerin tarihi yanılgısı

Batılılar Türklerin, Avrupa’da ve Balkanlar’da egemen olmalarını da Orta Doğu’da, Orta Asya’da ve hatta Anadolu’da egemen olmalarını da hiçbir zaman içlerine sindirememişlerdir. Bunda dini sebepler, atavistik Türk düşmanlığı, Orta Asya’dan gelen “barbarlardan” korku rol oynar, İngiliz başbakanlarından Gladstone’un büyük emeli; “İsimleri ağza bile alınamayacak Türkleri, taşınabilir malları ile birlikte geldikleri yerlere, Orta Asya çöllerine sürmek” ti.

Osmanlı İmparatorluğu zayıfladıktan sonra, “Avrupa’nın hasta adamı” denilen Osmanlı Devleti’nin ayakta tutulmasının sebebi de Osmanlı mirasının bir taraftan Batılı devletler, diğer taraftan da Rusya arasında kolayca paylaşılamayacağı gerçeği idi...

İki tarafın da işine “Hasta adamı” yaşatmak geliyordu. Orta Doğu’da, Kerkük’te, Musul’da zengin petrol yataklarının bulunması bu kavgayı büsbütün tahrik ediyordu. I. Dünya Harbi sona erdikten ve Rusya, Sovyetler Birliği olarak bu kavgadan -hiç olmazsa bir süre için- çekildikten sonra, Osmanlı’nın Orta Doğu mirasının İngiltere ve Fransa arasında paylaşılması sorunu çıktı. Ve bu da gene sanal olarak, Orta Doğu’daki sınırların adeta cetvelle çizilmesi neticesini verdi... Bu da kötü neticeleri bugüne kadar uzanacak ve Orta Doğu’yu patlamaya hazır bir bomba haline getirecek, David Promkin’in deyimiyle; “Bütün barışlara son verecek bir barış” olacaktı.

Bu sözde barışta ve daha doğrusu alttan alta devam edecek olan mücadelede, bölgede bölük pörçük yaşayan Kürtlerin bütün taraflarca piyon olarak kullanılmaları doğaldı. Özellikle İngilizler -sonra da Amerikalılar- Kürtleri ve mümkünse bağımsız bir Kürt Devleti’ni veya özerk bir tampon bölgesini petrol çıkarlarının potansiyel bir muhafızı yapmak istiyorlardı.

Kürtler, sonraları Sovyetler Birliği için Batı çıkarlarına karşı bir koz olacaktı. Ve bizim için asıl önemlisi ve şimdi de varit olan “Çin Seddinden Adriyatik’e kadar” potansiyel bir güç olan Türkiye Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırmak veya da kendilerine tabi bir “müşteri devlet” olarak belirli boyutlarda tutabilmek ve Kürt kozunu, en azından elde bulundurulacak bir “contıngency-ihtimal hesabı” vardı.

Özetlemek gerekirse; “Batılılar, İngilizler ve genellikle Batı Devletleri ve hatta Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, bölgedeki çıkarları açısından Güneydoğumuzu da kapsayan bağımsız bir Kürt Devleti’nin kurulmasını isterler.”

Son zamanlarda hangi Amerikalı, İngiliz, Fransız, Alman veya İsveçli diplomatla görüştüysem söyledikleri aşağı yukarı hep bunlardır. Siyasi çözümün, bağımsız bir Kürdistan’ın veya böyle bir şeyin kurulmasının kaçınılmaz olduğudur.

Ya görmek istemiyorlar, ya da...

Bağımsız bir Kürt Devleti hayalinin tarihçesine girmeden önce, geleceğe bir bakmamız, ülkemiz ve Kürt-Güney sorununda bize Batı ve ABD çevrelerince biçilmek istenen düzenin boyutlarını anlamamız, bilmemiz gerekiyor.

1945 San Fransisco Birleşmiş Milletler Konferasına verilen Kürdistan haritası.

Müttefiklerimizin resmi, gayri resmi çevrelerinde, RAND Enstitüsü gibi ’Think Tank’larında oluşturulan tasavvurları ve gerekçeleri en somut bir şekilde özetleyen bir rapor var elimizde:
“Türkiye’nin Kürt Sorunu.” Carnegie Vakfı’nın, “Ölümcül Çatışmaları Önleme Komisyonu” tarafından 1998 yılında yayınlanan ve Virjinya’daki Lehigh Üniversitesi profesörlerinden, Türkiye kökenli Henry Barkey ve RAND Enstitüsü analistlerinden eski CIA’cı Graham Fuller tarafından konu ile ilgili her kesimden insanlarla ve bu arada çeşitli eğilimlere sahip Kürt kökenlilerle yaptıkları konuşmalardan sonra hazırladıkları “Türkiye’nin Kürt Sorunu” adlı raporu. Şüphesiz bu rapor, Batı’nın ve tabii Amerika’nın Güneydoğu ve “Kürt Sorununa” bugünkü bakış tarzını özetliyor:

“Amerika (ve Batı için) Türkiye’nin iç istikrara kavuşması ve bölgede, önemli bir güç olması zorunludur. Türkiye’nin istikrara kavuşmasına Güneydoğu sorunu engeldir. Türkiye bir dereceye kadar askeri başarı elde etse bile, artık uluslararası arenaya da taşınan bu sorunu, bölgede askeri çözümle halletmesi kesinlikle imkânsızdır. Artık siyasi çözümün (kibarcası bölgeye merkezi hükümetin yetkilerinin devri) zamanı gelmiştir. Bu da önce Kürtlerin dil ve kültür kimliklerini tanıyarak bölgeye siyasi ve kültürel özerklik verilmesi, (Diyarbakır’da bir Kürt Parlamentosunun kurulması), bölgeden askerlerin ve özel harekât timlerinin ve korucuların çekilmesi ve nihayet Kürt halkının temsilcileriyle (PKK dâhil) müzakere masasına oturulması ile olur.”
Bu tasavvurun masumane gerçekleri de var:

“Güneydoğudaki savaş bölgede kirliliğe sebep oluyor, güvenlik kuvvetlerinin mensupları, başta uyuşturucu kaçakçılığı olmak üzere birtakım kirliliklere bulaşıyorlarmış... Hem bu mücadele yüzünden rantını mücadelenin devamından sağlayan ve dolayısıyla Güneydoğu sorununun çözülmesini istemeyen bir ’savaş lobisi’oluşmuş. Bu durum askeri yönetime de kapı açıyormuş.”

Fuller ve Barkey açıkça, “Türkiye Cumhuriyeti kurulurken (yanlış) bir kararla etnik faktör ve gerçeklerin gözardı edildiğini” söylüyorlar.

Onlara göre artık bu yanlışı düzeltmenin zamanı gelmiştir. Tabii böyle bir planla Anadolu’da etnik bir Pandora kutusunun kapağı açılır.

Sonra!

Sevr düzeni geri gelir veya Yugoslavya parçalandıktan sonra Bosna’da olanlar bizde de olur! Ya göremiyorlar, görmek istemiyorlar ya da hiç umurlarında değil.

Kürtler açıkça Türkiye’yi bölmek için kullanılıyor!

Amerika’da yayımlanan ‘Türkiye’nin Kürt Sorunu’ başlıklı raporda ‘ABD Türkiye’nin toprak bütünlüğünün korunmasından yanadır’ deniyor ve parantez içinde şu not düşülüyor: Tabii mümkün olabilirse!

Bugün, dünkü yazımızda bahsettiğimiz Carnegie Vakfı’nın, “Ölümcül Çatışmaları Önleme Komisyonu” tarafından 1998 yılında yayımlanan “Türkiye’nin Kürt Sorunu” başlıklı raporundaki tespit ve önerilere yer vereceğim.

Raporun yazarlarına göre öncelikli endişe ve dilekleri, Amerika’nın anahtar müttefiki saydıkları Türkiye’nin istikrarı, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü koruması ve bu kendisini gittikçe zayıflatan sorunla başarı ile başa çıkmasıdır. Burada ilginç bir cümle var:

“... Dünyadaki birçok ülkelerin tehlikeli etnik başkaldırılar ve bölücü eğilimlerle karşı karşıya oldukları zamanımızda asıl tercihimiz Türkiye’nin toprak bütünlüğünün -tabii mümkün olabilirse- birleşik bir Türk devleti içinde muhafazasından yanadır!” (Bana öyle geliyor ki yazarlar bunun mümkün olabileceğini pek sanmıyorlar; ama bir söz rüşveti veriyorlar.)

Rapordan bazı tespitler

- Türk Devleti ile nüfusun takriben

% 20’sini teşkil eden Kürt’ler arasında süren mücadele, çözümden gittikçe uzaklaşmakta ve gittikçe daha tehlikeli boyutlara varmaktadır. Aslında “etnik” olan soruna siyasi çözüm bulunmaması, ekonomiyi olumsuz yönde etkiliyor, bu da toplumsal huzursuzluğa ve dolayısıyla İslamcıların işine yarayan radikalizme yol açıyor. Nitekim birçok Kürt, İslamcılarla ittifakı muhtemel hâl çarelerinden addediyorlar. Türkiye’nin iç istikrarı, savaş koşulları ve göçler yüzünden etkileniyor.
- İki tarafta da ölüler arttıkça Türk ve Kürtler arasında düşmanlık duyguları da artıyor ve ülkede şovenizmi tahrik ediyor.

- Etnik kutuplaşma ve Kürtler arasında yabancılaşma duyguları artıyor. Anti-demokratik yapılaşmalar Türkiye’nin demokrasisini tehdit ediyor. Türkiye’nin askeri ve güvenlik kurumları başkaldırı ile mücadele ederken hukuk dışı usullere başvurmuşlar ve bu da hükümetin en yüksek seviyelerine kadar yolsuzlukları ve skandalları taşımıştır.

- Bu anti-demokratik ve insan haklarını ihlâl süreçleri Türkiye’nin gelecekteki Batı ile ilişkilerini ciddi olarak tehdit etmektedir. Türkiye’nin, Batı’nın büyük bir müttefiki olarak bu seçkin bölgedeki hayati rolü tehlikeye düşüyor.

Kürt grupların hedefleri

Raporda bu karanlık tablo çizildikten sonra şöyle deniyor:

“Türk hükümeti, Kürt ayaklanmasına karşı askeri bakımdan ilerlemeler kaydediyor; ama siyasi mücadeleyi kaybediyor.”

Kürtlerin, daha doğrusu muhtelif Kürt gruplarının hedefleri şöyle tahlil ediliyor:

- PKK, siyasi bakımdan aktif olan Kürtler için en kuvvetli siyasi örgüttür. Çoğu Kürtler, PKK hususunda gurur, korku ve saygı gibi karışık duygular beslemekle birlikte, genellikle bu örgüte ileride devletin politikalarını değiştirebilecek yegâne siyasi örgüt nazarıyla bakıyorlar.

- Kürtler arasında milliyet ve milliyetçilik duyguları son zamanlarda PKK mücadelesinden dolayı ve Türkiye’nin bölgedeki büyük “mevcudiyetinden” dolayı kuvvetlenmiştir. Kürtlerin kendi kimliklerini geliştirmeleri artık durdurulamaz ve geriye çevrilemez. Zaman, şimdiki devlet politikalarının aleyhinde işlemektedir ve baskılar ancak Kürtleri kendi kimliklerini ispata ve radikalizme itebilir. Bu yüzden de mutedil çözümler güçleşebilir.

- PKK’nın Kürtler için en ideal bir liderlik örgütü olmadığı ve Kürt-Türk tefrik etmeyen acımasız terör yöntemleri ve yapısı tenkit edildikten sonra çoğu Kürtlerin, sadece PKK’nın silahlı mücadelesinin devletin dikkatini Kürt ihtiyaç ve emellerine çekmiş olduğuna inanmadıklarına işaret ediliyor.

1945’te BM toplantısında sunulan Kürdistan haritası

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, 1945’te San Fransisco’da yapılan Birleşmiş Milletler Teşkilatının kuruluş toplantısına Kürtler adına Hoybun Cemiyeti tarafından sunulan Kürdistan haritası...

Atatürk ve Cumhuriyet’e saldırı

1998 yılında yayımlanan rapora göre HADEP kapatılmazsa ve olgunlaşırsa PKK’nın alternatifi olarak “siyasi” çözümde taraf olabilir...

- Yazarlara göre, Türk askeri ve sivil liderlerinin çoğu Kürtlerin ciddi bir problem olduğunu kabul etmekle beraber, bu problemi sadece bölgenin ekonomik problemlerine ve bir azınlığın işi olduğunu iddia ettikleri teröre bağlıyor ve böylece sorunun asıl temelini bu mücadelenin etnik kimlik ve kültürel hakları için olduğunu görmezlikten geliyorlar.

Raporun çarpıcı iddiası şu:

“Kürt problemini, bugünkü Türk devletinin kuruluşunda verilen hatalı kararlar yaratmıştır. Bugün de çözümün çoğu anahtarı, devletin elinde olduğu ve buna karşılık Kürtlerin elinde hiçbir anahtar bulunmadığı için sorunun yıllardır devamından da Türk Devleti sorumludur.”

Türk düşmanlığı

Yazarlara göre, 1920’lerde Türk Devleti kurulurken ve sonra da millet yapılandırılırken, Türk kimliği tek kimlik olarak ve diğer etnik kimlikler pahasına tanınmıştır. Burada şöyle deniyor:

“Yeni Türk Devleti, Mustafa Kemal’in olağanüstü liderliği ile kurulması sırasında diğer etnik grupların ve bu grupların en büyüğünü teşkil eden Kürtlerin kimliğinin tanınması sıradışı ve gerçekçilik dışı sayılmayabilirdi. Atatürk olmasaydı modern Türkiye de olmazdı. Ancak Kürtler, Osmanlı döneminde elde ettikleri etnik statülerini kaybetmekten hiç hoşnut olmadılar ve üç ciddi başkaldırı yaptılar...

Kanunlara göre Türk Devletinin bütün bireyleri etnik ve dini köken gözetilmeksizin kanun önünde eşittirler. En üst siyasi ve sosyal düzeylere ulaşmakta etnik köken engeli yoktur. Ancak Kürt kimliğinin hukuki varlığı inkâr edilmiştir. Eşitlik ancak tüm olarak asimile olmayı kabul edenler için vardır.

Onlara göre çözüm

Bu devlet ideolojisi şimdi çok pahalıya mal olmasına rağmen sürdürülmektedir. Ama Türk halkı problemin bu yönünü görmemekte ve sadece meselenin bölücü terörizm meselesi olduğuna inanmaktadır. Eğer çözüm isteniyorsa bu (ideolojiden) vazgeçilmelidir. Ancak devlette bu irade yoktur ve zaman devlet aleyhinde işlemekte, Kürtler gittikçe radikalleşmektedir.

- Kürt etnik milliyetçiliği ve şuuru devlet baskıları yüzünden, Kürt bölgelerinin ekonomik ve sosyal geri kalmışlığı yüzünden, bütün bölgedeki ve dünyada Kürtler arasındaki global iletişim olanakları arttığı için gittikçe kuvvetleniyor.

13 yıl önceki rapor bugünleri anlatıyor...

PKK hakkındaki görüşler raporda şöyle özetleniyor: PKK hiç kuşkusuz Türkiye Kürtlerinin tek temsilcisi değildir; fakat son yıllarda en başta gelen güç olmuştur. Bunun bir sebebi Kürt örgütleri arasında en dayanıklısı ve uzun yaşayanı olmasıdır. Gerçi Suriye desteği önemli olmuştur; ama esas itibarıyla dış faktörlerin ürünü değildir. PKK’nın kuvveti Türk askeri harekâtlarının şiddetine göre değişmiştir ve ancak çok pahalıya mal olan askeri ve polis baskıları altında kontrol edilebilmektedir. Türk askeri ve polis birlikleri bölgeden çekildikten sonra, PKK’nın bölgedeki siyasi ve askeri nüfuzu gene artacaktır.

Rapora göre, PKK 1994’ten beri kendisini Türk Devleti’ne karşı yegâne taraf olarak kabul ettirmek için dışarıda geniş bir siyasi ve diplomatik boyutlar geliştirmeye yönelmiştir. Brüksel’de kurulan “Sürgündeki Kürt Parlamentosu” bu boyutlardan biridir. Ayrıca, eski feodal yapıya karşı karakteri ile Irak, Suriye ve İran Kürtleri indindeki nüfuzunu da arttırıyor. Daha önemlisi Avrupa’da yaşayan 500 bin Kürt üzerindeki egemenliğinin artmış olmasıdır. PKK, Kemal Burkay’ın merkezi İsveç’te olan mutedil ve şiddet karşıtı Kürt Sosyalist Partisi dışında da büyük ve ciddi siyasi örgüt haline gelmiştir. PKK bugüne kadar demokratik ve saydam bir yapı oluşturmamış olsa bile, özellikle Avrupa’da siyasi müttefiklerini ve tabanını arttırdıkça, şimdiki liderler sıkı kontrollerini gevşetmek ve siyasi taktiklerini değiştirmek zorunda kalabilir.

Türkiye yumuşamalıymış...

“Eğer Türkiye resmi tutumunu yumuşatırsa bu muhakkak olacak, yani PKK değişecektir.”

Rapora göre hiçbir ciddi Kürt örgütü hâlâ veya şimdilik, bağımsız Kürt Devleti’ni hedeflemiyor, bugünkü hudutlar içinde “siyasi çözüm” istiyorlar. Gene rapora göre bunun başlıca sebebi de İstanbul ve Diyarbakır’daki Kürtlerin tam bağımsızlığa taraftar olmamalarıdır. “Bunların (herhalde şimdilik) azami emelleri, Diyarbakır’daki bir Kürt parlamentosu ve Ankara’daki bir Türk parlamentosu ile federal bir devlettir.”

Diğer başlıca emeller de şöyle özetleniyor:

- Türk Devleti içinde Kürt kimliğinin tanınması,
- Olağanüstü hal rejiminin kaldırılması,
- Güneydoğu’daki askeri harekâta son verilmesi,
- Şoven milliyetçi özel timlerin çekilmesi, koruculuğun kaldırılması,
- Kürtlerin, devlet desteği ile onarılacak köylerine dönmelerine imkân verilmesi,
- Teröre karışmamış olanlara umumi af,


Kürt siyasi partilerine ve siyasi faaliyete anayasal imkân ve himaye ve en önemlisi devletin merkeziyetçilikten arındırılması, sadece Kürtlere değil
bütün Türklere kendi vali ve yerel yöneticilerini kendilerinin seçmeleri imkânının verilmesi.

Rapora göre “üniter devletten yana olan muhafazakâr Türkler”, kültürel özerkliğin ileride tam bağımsızlığa yol açacağından endişe ediyorlarsa da “Global etnik ifadelerin arttığı bugünkü dünyada bu endişeler tamamıyla haksız olmamakla beraber, etnik emel ve isteklerin yerine getirilmemesi neticede muhakkak bölünmeye sebep olacaktır.”

Yazarlara göre sivil liderler, cesur yeni siyasi çözümler getirecekleri yerine, sorumluluğu kendiliklerinden askerlere terketmişlerdi. “Önce terörün durdurulması, sonra reformların başlatılması” yolundaki politikalar gerçekçilikten uzaktır. Çünkü hep tünelin ucundaki ışıktan bahsedilmesine rağmen askeri mücadele hiçbir zaman sona ermeyecektir.

Bunlar 13 yıl evvelki raporda yazılanlar ama bugünkü durumla ve taleplerle ne kadar örtüşüyor...



Büyük Oyun Büyük Kürdistan (6)
Osmanlı’daki çöküşle birlikte Batı ‘Büyük Oyun’u başlattı...


Osmanlı İmparatorluğu’nun iniş dönemine geçmesiyle birlikte Bab-ı Ali ile Kürt aşiretler arasındaki irtibat kopmaya doğru yüz tutmuştu. Doğuda düzen gevşeyince başta Rusya olmak üzere batılılar fırsattan istifadede gecikmediler.

Osmanlı İmparatorluğu 18. Yüzyıldan itibaren iniş dönemine geçtikçe, merkezi hükümet taşradaki ve özellikle “uzak” taşradaki kontrolünü de kaybetmeye başlamış, Bab-ı Ali ile aşiretler arasındaki irtibat kopmaya yüz tutmuştu.

Aşiret başları da, Osmanlı’nın artık zayıfladığını anladıkları için 19. Yüzyılın başlarından itibaren İstanbul’la ilişkilerini zayıflatmaya, başlarına buyruk hareket etmeye başlamışlardı. Pax Ottomana yani “Osmanlı Düzeni” gevşeyince, kendi aralarında da rekabet mücadeleleri başgöstermişti.

Büyük Oyun Başlıyor

Bölgedeki anarşiye yakın bu durum içinde başta Rusya olmak üzere Batılılar, bölgedeki Büyük Oyun’larına giriştiler. İlginçtir, 19. Yüzyılın başlarında ilk defa Kürtlerle tanışan Ruslar, daha önce Osmanlı Ermenilerini kullandıkları gibi, 1829’da Kars’ı alırken, organize edip silahlandırdıkları bir “Müslüman” Kürt aşiret alayını da Türklere karşı Kars’ı almakta kullanmışlardı. Bu arada her mezhepten Hıristiyan, Katolik, Protestan ve Rus Ortodoks misyonerler de bölgede icrayı faaliyete başlıyorlardı. Bab-ı Âli ise başlangıçta bu faaliyetlere lakayt kalıyordu.

Önce III. Sultan Selim, sonra da II. Mahmud inkırazı durdurmaya çalıştılar. III. Selim’in, Yeniçeri Ocağı’nın yerine modern bir ordu kurma teşebbüsü akamete uğradıktan sonra II. Mahmud, 1820’den sonra derebeylerine ve aşiret beylerine karşı başarılı bir mücadele yürüttü. Zira Osmanlı ordusu Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın, Mısır Ordusu’na Suriye’de yenilmesinden sonra Kürt aşiretleri Merkezi Hükümete karşı büsbütün meydan okur hale gelmişlerdi. Merkezi hükümete meydan okumaların başını “Ravanduz hükümdarı Mir Mehmed” çekiyordu.

Bedirhanlar sahnede

Bölgedeki ikinci önemli Kürt kıpırdanması, sonraları adı Kürtçülük hareketlerinde çok işitilecek olan Bedirhan Bey’in, 1843-1845 Diyarbakır harekâtıdır. Bedirhan Bey’in, Ermenilere Nasturi Hıristiyanlara ve hatta misyonerlere saldırılarının Batı’nın protestolarına sebep olması üzerine, Bab-ı Âli ileride kendi otoritesine karşı da tehlike oluşturacağı muhakkak olan, hatta bağımsızlığını ilan eden Bedirhan Bey’e ve kuvvetlerine karşı harekete geçti. Bedirhan ve avanesi 1845’te yakalanarak Girit’e sürüldü. Bu arada belli başlı Kürt aşiret liderleri ve Baban aşireti lideri yakalanmış, sürülmüşlerdi. Bölgedeki aşiret emirlikleri dönemi bir süre için kapanmış oluyordu.

Yeni bir dönem

Aşiret emirlerinin ve büyüklü küçüklü derebeylerin otoritelerinin kırılması ile bölgeye barış ve düzen egemen olamadı. Bundan evvel aşiret başları birbirlerini dengeliyor ve bir nevi -hassas ve netameli de olsa- düzen sağlıyorlardı. Hâsıl olan otorite boşluğunda Kürtlerle Ermeniler arasında cereyan etmeye başlayan kanlı olaylar, Hıristiyan Batı devletlerine ve Ortodoks Rus Devleti’ne, Osmanlı Devleti’nin bölgedeki içişlerine müdahale imkânını veriyor ve “Büyük Oyun” bu bölgede ajanlar arasında ve Ermenilerin Osmanlı’ya karşı tahrik edilmeleri şeklinde oynanır oluyordu.

Eski dönemde aşiretler ve aileler arasındaki ihtilaflar, zaten birbirleri ile hısım veya akraba oldukları için emirler tarafından “aile içinde” halledilirdi. Bu düzen kalkınca yerine tarikat şeyhlerinin otoriteleri geçmeye başladı. Bu mücadelelerin sayısı, olayın boyutlarına ışık tuttuğu içindir ki burada kısaca değiniyorum.
Bölgede eskiden beri mevcut muhtelif etnik unsurlar; emirlerin yerinde veya daha fazla nüfuz sahibi oldular. Bunların en önemlisi, Abdülkadir Geylani’nin kurduğu Kadiri Tarikatı idi. Bu tarikata mensup başlıca iki şeyhlik vardı:

Şeyh Abdülkadir’in sülalesinden ve iddialarına göre Peygamber sülalesinden gelen, Hakkâri havalisinde hâkim Nihr, Seyyitleri ve şeyhleri; diğeri de Süleymaniye havalisindeki Barzınca Köyü’nden oldukları için “Seyid” yani Peygamber soyundan olduklarını söyleyen Barzinciler. Ne var ki, 19. Yüzyılın başlarında Nakşibendî tarikatının içinden çıkan, başını Şeyh Mevlana Halid’in çektiği bir yenileşme veya “Yeniden Doğuş” (Müceddidîn) hareketi ile Nakşibendîlerin nüfuzu Kadirîlerinkini geçip bütün bölgeye yayıldı.

İlk Milliyetçi mi?

Bazı Kürtler, Nihri Şeyhi Ubeydullah’ı Kürt milliyetçisi sayarlar.
Ubeydullah, Tebriz’deki İngiliz Konsolosu William Abbot’a hükümetine acilen duyurulmak üzere:
“Kürtlerin etnik töre, hatta din bakımından apayrı bir halk olduklarını” belirttikten sonra, hareketini şöyle izah ediyordu:

Kürdistan ile ilgilenin!..

“Kürdistan’ın bütün hükümdar ve ağaları, artık işlerin böyle Osmanlı ve İran (Kaçar) hükümetleri altında devam edemeyeceği ve mutlaka bir şeyler yapılması gerekeceği, bu durumun bir şeyler yapmaları ve durumu tahkik etmeleri için Avrupa hükümetlerine duyurulması hususunda müttefiktirler!”

Aynı şeyleri kendisi ile yakın temasta olan Amerikalı Misyoner Dr. Joseph Plumb, Dr. Cochran’a da söylüyor ve Avrupalıların, Amerikalıların, Kürtler ve “Kürdistanla” ilgilenmeleri gerektiğini hatırlatıyordu. Ne var ki, İran’daki başarısızlığı sonunda İstanbul’a sürgün edilen sonra da sürgün edildiği Mekke’de 1883’te ölen Ubeydullah’ın, gerçekten bağımsızlık için savaşan bir milliyetçi mi, yoksa çoğu zaman Osmanlılara hizmet eden bir oportünist mi olduğu pek belli olmamıştır.

II. Abdülhamid dönemi ve Hamidiye Alayları

1876’da Osmanlı tahtına çıkan Sultan Abdülhamid, imparatorluğu, tahtta kaldığı sürece 1908’e kadar parçalanmaktan korumuş bir hükümdardı. Doğu’daki Kürt ve Ermeni hareketlerini büyük bir tehdit olarak görüyordu ve bunun da Tanzimat’ın, dolayısıyla Avrupalıların önerdiği liberal ve demokratik tedbir ve reformlardan başka usullerle yapılmasına çalışıyordu. Hatta açıkça söylemek gerekirse, Tanzimat’ın liberal fikirlerinin, bölgedeki ayrılıkçı hareketlere ivme kazandıracağına inanıyordu.

II. Abdülhamid, Ermeni tehlikesine karşı Kürt aşiretlerini ve şeyhlerini kullanmaktan yana idi. Bunun için de Şeyh Ubeydullah’ın başını çektiği bir ‘Kürt Birliği’ hareketini alttan alta desteklemiş olduğu söylenir. Bazı tarihçiler bu konuda Abdülhamid’e şeytani bir komplo atfederler. Güya, Şeyh Ubeydullah hareketine, Hıristiyan Ermenileri ve Nasturileri de katacak ve böylelikle Avrupalıların Ermenilere olan sempatileri de körlenecekti...

Hamidiye Alayları

II. Abdülhamid’in Ermeni tehlikesine karşı en belirgin hareketi, Sünni Kürt aşiretlerinden yarı muntazam ’Hamidiye Alayları’nı kurması idi. Osmanlı Devleti’nin ve II. Abdülhamid’in Ermeni ihanetine karşı başlıca güvencesi de Kürt aşiretleri ve sonra kurulan sadık Hamidiye alayları, bir de İstanbul’da devlete yakın Kürt aydınları yetiştirmek için kurdukları aşiret “Zadegan” okulları idi. Ne var ki, bu okullardan bazı Kürtçüler de çıkacaktı sonra...

Hamidiye Alayları’nın çok faydalı oldukları söylenemez. Aksine, gerek Doğu’da ve gerekse İstanbul’da Ermeni taşkınlıklarına karşı kullanıldıklarında, kalpaklarındaki madeni armalara izafeten “Tenekeliler” denilen Hamidiye Alayı mensuplarının bir hayli taşkınlık ve şımarıklıkları olmuştu.

Ermenilerin Kürtlere saldırmaları ilk kıvılcımdı

Diğer tarafta Ermeniler de Hınçak ve Taşnak partileri olarak örgütleniyor ve silahlanıyorlardı. Mücadele daha fazla Ermenilerle Kürtler arasında cereyan ediyordu. Ermeni çeteleri, özellikle Rusya tarafından örgütlendiriliyor ve silahlanıyorlardı. 1894’te Muş’un güneyindeki Sason bölgesinde Hınçaklar Kürt köylerine saldırarak yüzlerce Kürt’ü öldürdüler.

1895’te Ermeni taşkınlıkları İstanbul’a sirayet etti ve Ermeni komitacılarının bir polis karakolunu basmaları üzerine başlayan olaylar zinciri Anadolu’nun güneyine taştı ve ilk soykırım iddialarına yol açtı. Oysa kanlı olayları Ermeni komitacılar Rusların ve misyonerlerin tahrikleri ile başlatmışlar ve misyonerler de bu olayları tek taraflı olarak Amerika’ya ve Avrupa’ya “soykırım” şeklinde yansıtmışlardı.

Büyük Oyun’un piyonları

Tarihte hiçbir zaman bağımsız bir Kürt Devleti olmamıştır. Ama Kürdistan dedikleri, Türkiye’nin Güneydoğusu’nu, Irak’ın Kuzeyini ve İran’ın da bir parçasını kapsayan bölgede, şu veya bu şekilde, bir Kürt Devleti’nin veya özerk bir Kürt bölgesinin kurulması teşebbüsleri Orta Asya’da İngiliz, Fransız, Alman, Rus ajanları arasında oynanan Büyük Oyun’un bir uzantısı olmuş...


Kürtler, Ermeniler, Süryaniler ve maalesef bir bakıma da Türkler bu oyunun piyonları olarak kullanılmış... Bütün bunlardan maksat önce Hindistan yollarının güvencesi, sonra da petrolün artan önemi yüzünden Kafkasya ve Orta Doğu’daki petrol kaynaklarına hakimiyet ve Türk gücünü kırmak!

Büyük Oyun Büyük Kürdistan (7)

Avrupa, doğuda kendi çıkarı için çalışacak halkı keşfetti: Kürtler

Yapılacak şey bu halkta veya halklarda bulunmayan milliyetçilik ve kimlik duygularını telkin etmek, canlandırmaktı. İngiliz ajanı Yüzbaşı Barry şöyle diyordu: “Türklerden farklı olanbu kavmi kendi tarafımıza çekmeliyiz.” Amerikalı misyonerler de “Kürtleri Hıristiyanlığa daha kolay kazandırabiliriz” mesajı gönderiyorlardı...

Batılılar için daima büyük bir tehlike teşkil eden Türkler, Osmanlı’nın son döneminde güçsüz kalmış olsalar bile, uzun vadeli perspektifte büyük devletlerin hepsi için de potansiyel bir tehlike teşkil ediyordu.

Britanya Donanması İstihbarat Servisi tarafından 1918’de yayınlanan gizli raporun sonuç bölümünde şöyle deniyordu:

“Türkler tarih sahnesine çıkalı beri, daima savaş ve kaba kuvvet ifade etmişlerdir... Eğer bu ırkın çeşitli kolları gençleşmiş bir Türkiye’nin liderliği altında birleşir ve etkin bir şekilde örgütlenirlerse, bu birlik daimi huzursuzluk kaynağı ve özellikle Hint İmparatorluğu için büyük bir tehlike oluşturur.”

Misyonerler ve arkeologların faaliyetleri

Bölge Hıristiyanlık için de önemli, tarihi bir bölge. Bu bölge halkının Hıristiyanlaştırılması hatta zaten Hıristiyan olan Ermenilerin, Nasturilerin (Süryanilerin) Protestanlaştırılmaları, misyonerler için bir “challenge” idi, kutsal bir görevdi...

Bu misyonerler 19. Yüzyılın başlarından itibaren okullar, hastahaneler ve sağlık merkezleri açarak kesif faaliyette bulundular. Misyonerlerin bir maksadı, Hıristiyan Ermeni devletinin kurulmasına kadar Ermenileri, bu devlete engel olacak Müslüman Kürtlere karşı korumaktı ve hatta bağımsız bir Ermeni Devleti kurmaktı. 19. Yüzyılın sonlarından itibaren bölgede bir taraftan Batı ajanlarının, diğer taraftan da Rus ajanlarının özellikle Alevi Kürtleri Osmanlılara karşı tahrik etme faaliyetleri de başlamıştı.

Diğer taraftan da ajan seyyah ve misyonerler, gazeteciler, antropologlar ve arkeologlar da bölgeyle ve özellikle yeni tanıdıkları Kürtlerle ilgilenmeye başlamışlardı.

Kürtlerin tarihini, antropolojiyi araştırmaya ve fotoğraflarını çekmeye, yüz ve vücut ölçülerini almaya ve kitaplar yayınlamaya başladılar. Kimlerin gerçek gazeteci ve bilim adamı veya misyoner, kimlerin aynı zamanda ajan olduğu pek belli de değildi. İşin acı tarafı, Osmanlı İmparatorluğu aleyhindeki bu faaliyet devam ederken Osmanlı resmi makamlarının ilgisizliği ve duyarsızlığı idi. Nitekim 1892’de Irak’a “seyyah ve arkeolog” olarak giden İngiliz Gertruide Bell daha sonra ünlü İngiliz casusu ve “Arap uzmanı” T. E. Lawrence ile birlikte İngiltere hükümetine önemli raporlar hazırlayacaktı. 1921 yılında da yani Osmanlı imparatorluğu çöktükten sonra, İngiltere’nin mandası altında kurulan Irak Krallığı’nın İngiltere Yüksek Komiseri Sir Percy Cox’un siyasi sekreterliğini yapacaktı.

Kürtleri keşfetmek

Avrupalılar artık “Kürtleri keşfetmişlerdi”. Daha doğrusu bu hassas ve çıkarların çatıştığı bölgede Türklere karşı kendi çıkarları için kullanabilecekleri bir “halkı” bulmuşlardı. Yapılacak şey bu halkta veya halklarda bulunmayan milliyetçilik ve kimlik duygularını telkin etmek, canlandırmaktı. İngiliz ajanı Yüzbaşı Barry şöyle diyordu:

“Türklerden farklı olan bu kavmi kendi tarafımıza çekmeliyiz.” Amerikalı misyonerler de Amerika’daki merkezlerine, “Kürtleri Hıristiyanlığa daha kolay kazandırabiliriz” mesajını gönderiyorlardı. Problem, o zamana kadar birbirlerine düşman Ermenilerle, Osmanlıya sadık Kürtleri uzlaştırabilmekti!..
Miss Gertrude Bell o sırada, o bölgede hem Ermenilerle, hem Kürtlerle ilgili araştırmalar ve çalışmalar yapmakta olan Amerikan misyoner Dr. Joseph Cochran ile de yakın temastadır.

Dr. Cochran’nın dostu Gertrude Bell sonraları, 1921’de Lawrence ile birlikte, Kahire’de “Kürt” konusunu konuşmak için yapılan Winston Churchill’in başkanlığındaki toplantıda başlıca söz sahiplerinden olacaktı...


Şeyh Ubeydullah ve yeni simalar

Osmanlılara karşı ilk bağımsızlık hareketlerinin öncüsü olan Kürt aşiret reisi Nihri’li Şeyh Ubeydullah, hem İngilizlerden, hem de Dr. Cochran’dan destek istiyor, onlara;

Biz ayrı bir halkız, kendi işlerimizi kendimiz yönetmek istiyoruz!” diye yazıyor... Dr. Cochran da Ermenilerle Kürtleri Osmanlı’ya karşı uzlaştırmaya, birleştirmeye çalışıyor, daha 1890’lı yıllarda...

20. Yüzyılın başlarında bölge sahnesine sonra adları daha fazla duyulacak kişiler çıkıyor. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Orta Doğu’nun “Barışları Önleyen Barış” , yani Eski Osmanlı topraklarının, sonra büyük bunalımlara yol açacak olan suni paylaşılmasında Fransız Picot ile birlikte başrolü oynayacak Arap yanlısı Sir Mark Sykes, ünlü T. E. Lawrence ve Kürtlerin Lawrence’i diye tanınan Binbaşı E. W. C. Noel, 1919’da Anadolu’da Bedirhanlar gibi bazı Kürt aydınlarını da yanına alarak Kürtleri Türkiye’ye ve milli mücadeleye karşı tahrik ederken Mustafa Kemal’in karşısına çıkan ve sonraki Kürt isyanlarında sadece parmağı değil, kolu bulunan Binbaşı E. W. C. Noel!..

Osmanlı’ya ihanet ve seçkinlerin ikilemi

Osmanlı döneminde aşiret ağalarının, vergi vermemek ve askere gitmemek gibi sebeplerle, zaman zaman başkaldırmalarına rağmen, belirgin bir bağımsızlık hareketi yoktu. Kürtler, I. Dünya Savaşından sonra da (İstiklâl Harbi’nde olduğu gibi) diğer unsurlarla birlikte düşmana karşı kahramanca çarpıştılar. Çanakkale’deki mezar taşları bunun en çarpıcı kanıtı!

Kürtler, özellikle Sünni kökenli Kürtler, Müslüman kimliğine bağlı kalıyorlardı. Ancak, daha fazla Dersim (Tunceli) bölgesindeki Alevi aşiretlerde ve Süryanilerde devlete sadakatin derecesi biraz daha düşüktü. Sünnilerin duyarlı oldukları yabancı, Ermeni, Rus tehlikeleri Alevilerce daha az algılanıyordu.
Ancak Kürtçülük ve Kürt bağımsızlığı hareketleri, Balkanlardaki milliyetçilik hareketlerinden etkilenerek, Doğu’daki kıpırdanmalardan daha bilinçli olarak, Osmanlı’nın nimetini görmüş Kürt aydınları ve Devlet erkânı arasında da 19. Yüzyılın sonlarında başlıyordu...
Karar vermek zordu...

İstanbul’daki, hatta devletin yüksek kademelerindeki Kürt seçkinleri de kavramlar ve sadakatlar arasında sıkışmış gibi idiler. Bir taraftan Müslüman ve Osmanlı üst kimlikleri ile padişaha ve halifeye bağlılıkları; diğer taraftan Batı’dan gelen telkin ve fikirler doğrultusunda milliyetçilik ve kimlik arayışları bunları etkiliyordu. Devletin ekmeğini yemiş Bedirhanlar, büyükelçiliğe kadar yükselmiş Şerif Paşa, Devlet başkanlığına kadar yükselmiş olan Şeyh Abdülkadir, Kürtçülük ve bağımsızlık hareketlerinin başını çekmeye başlamışlar ve bu yolda Batı devletleri ve ajanları ile temasa geçmişlerdi. Bu kimlik ikilemleri arasında bocalayanlar da vardı.

Jön Türk hareketine katılan İttihat ve Terakki’nin ilk yıllarında bu saflarda bulunan Kürt kökenli kişiler, mesela Abdullah Cevdet ve İshak Sükuti, Hikmet Baban, daha sonra İttihat ve Terakki’den ayrılacaklar; Adem-i Merkeziyetçiliği, Merkezi Hükümet yerine bölgelere yetki devrini savunan Prens Sabahaddin’e katılacaklardı. Ademi Merkezıyetçilik yanı eyalet sistemı -bugünkü adıyla “Demokratik Özerklik” .

Osmanlı’ya ihanet, Kürt ve Ermenilerle işbirliği

Kürt asıllı olup sonuna kadar Osmanlı kimliğini savunan kişiler (Süleyman Nazif gibi), gene aslen Kürt oldukları halde Türk milliyetçisi olanlar da yok değildi. Baban ailesinin bazı fertleri gibi, Türk milliyetçiliğinin, Türkçülüğün ideoloğu Ziya Gökalp gibi.

Bazı Kürt kökenlilerin ilk arayışları, Osmanlı Devleti ve Osmanlılık içinde devletin ıslahatı yönünde idi. Ama Abdullah Cevdet ve İshak Sükuti gibi Kürt asıllı bazı aydınlar da bağımsız Kürdistan idealini benimsemeye başlamışlardı. Hatta Abdullah Cevdet, Avrupa’da Bedirhanlar tarafından yayınlanan Kürdistan dergisinde, 1897 yılında Ermeni iddia ve taleplerini açıkça destekliyor ve Osmanlı Devleti’ne karşı Kürtlerin ve Ermenilerin birlikte mücadele etmelerini öneriyordu.

Bu açık ihanetlerine rağmen devlet, onlara dış temsilciliklerinde görevler verdi. Hem Sukutî, hem de Abdullah Cevdet, Türkler ve de Kürt ayrılıkçılar tarafından bağışlanmadan öldürüldüler.

Öne çıkan iki aile

1900’lerden sonraki Kürtçülük hareketlerinde iki aile öndedir. Tarikat olarak Nihri Seyyidleri ve “sivil” Bedirhanlar. Bu iki aile Kürt milliyetçiliğinin başını çekeceklerdir uzun süre. Nihri’liler özerklik, Bedirhanlar ise bağımsızlık taraftarıdırlar.

Nihri’liler lideri, daha evvel gördüğümüz Şeyh Ubeydullah’ın ikinci oğlu ve babasının ölümü üzerine şeyhliği tevarüs etmiş olan Şeyh Abdülkadir de II. Abdülhamid’e başkaldıran İttihat ve Terakki’de yer alır.

Bedirhanlar ise babaları Abdurrahman’ın 1847’de uğradığı yenilgiyi içlerine hiç sindirememişlerdi ve iki oğlu Osman ve Hüseyin 1897’de Diyarbakır havalisinde çabuk bastırılan bir başkaldırı girişiminde bulunmuşlardı. II. Abdülhamid döneminde Bedirhanlar, özellikle oğullardan Emin Ali Bedirhan, Mithat Bedirhan ve Abdurrahman Bedirhan, faaliyetlerine iki dildeki (Türkçe ve Kırmanço) Kürdistan gazetesi ile devam ettiler. Gerçi, bu gazetede yazan Hikmet Babanzade ile birlikte İttihat ve Terakki’yi destekler gözüküyorlardı; ama alttan alta Kürt bağımsızlığını da pompalıyorlardı.

Yollar ayrılıyor

İttihat ve Terakki içinde yollar, Türk milliyetçileri ile liberallerin, yani özerklik taraftarlarının ve bu arada Ermeni haklarını da savunanların yolları, belirgin bir şekilde ayrıldı. Kürt üyelerin çoğu Prens Sabahaddin’in “Adem-i Merkeziyyetçilik” hareketine katıldılar. Kürt kökenli Süleyman Nazif’in ve Ziya Gökalp’in Türkçüler safında olmaları hatta Türkçülük hareketinde adeta başı çekmeleri ilginç ve anlamlıdır.
1919’da Mustafa Kemal’e karşı, İngiliz Noel ile Kürtleri Milli Mücadele’ye karşı tahrik eden Bedirhanlar’dan Ali Şamil Bedirhan. (Üstteki resim, ortada üniformalı) Şeyh Ubeydullah, Amerikalı Misyoner Dr. Cochran’la. (Alttaki resim)

* Resimler Altemur Kılıç’ın Büyük Kürdistan Küçük Türkiye adlı kitabından alınmıştır.
Büyük Oyun Büyük Kürdistan (8)
Bedirhanlar ve Ermeniler ihanet için birleşmişlerdi

İttihatçılar bir Kürt-Ermeni tehdidinin farkına varmışlardı. Bu ittifak günümüze kadar devam etmiştir. Daha, 1890 yılında bölgeyi dolaşan İngiliz Lord Percy şöyle yazıyordu: “Osmanlı Devleti, Kürtlerden ve Ermenilerden ayrı ayrı çekinmiyorsa da birleştikleri takdirde oluşturacakları tehlikenin farkındadır”

Meşrutiyetten sonra İstanbul’da Kürt ve Kürtçülük hareketleri Emin Ali Bedirhan’ın, Baban ailesinden Mahmut Şerif Paşa’nın ve Ubeydullah’ın oğlu Nihri Şeyhi Abdülkadir’in kurdukları Kürdistan Teali (uyanış) ve Terakki Cemiyeti gibi cemiyetlerle hareketlenecek ve Doğu bölgesinde yayılacaktı. Aynı zamanda ayrı bir Kürt derneği, gene Abdurrahman Bedirhan’ın kurduğu, Kürt Eğitimini Yayma Derneği de, o sırada İstanbul’da yaşadığını öğrendiğimiz Kürtlerin çocuklarını eğitmek için okul açıyordu.

Said-i Nursi
Bu okulun yöneticileri arasında Said-i Nursi (veya Kürdi)’yi görüyoruz. Nursi, Kürt kimliğinin tanınmasına çalıştığı halde Kürt bağımsızlığına karşı idi.
Said-i Nursi bu maksatla Abdülhamid’e 31 Mart Vakası’ndan birkaç ay evvel başvurarak,“laik” Osmanlı eğitimini ve Türkçe’yi Kürtçe konuşan Osmanlı öğretmenler vasıtası ile ve Doğu’ya taşımak ve kendi deyimiyle ağaların nüfuzunu kırmak ve eğitimi “ulemanın” elinden almak istemiş...

Başlangıçta Abdülhamid’le ters düşen Said-i Nursi, 31 Mart Vakası’ndan sonra, isyan hareketine katıldığı için Divan-ı Harp’te yargılanmış, kendisini savunurken“Vaka”yı oluşturan sebepleri objektif olarak ortaya koyduktan sonra, kendisinin bu harekete fiilen katılmadığını belirtmiş ve başkaldıranların “itaat-ı askeriyeyi” feda etmelerini şiddetle kınamıştı. Neticede de beraat etmişti.

Doğuda meşrutiyet sevinci

Meşrutiyet, Doğuda Kürtler arasında sevinçle karşılanmıştı. Çünkü halk Meşrutiyet’in kendilerini ağaların ve şeyhlerin sultasından kurtaracağına ve artık kendi topraklarına sahip olacaklarına, yapılan propagandalar neticesinde inanıyordu. Buna karşılık Abdülhamid’in nimetinden yararlandıkları halde imtiyazlarını kötüye kullanmış olanlar da vardı. Mesela Milli’li İbrahim Paşa, başkaldırıya teşebbüs etti ise de başaramadı. Diğer bazı şeyhler de Barzinci Şeyhi Sait gibi İslâmiyet ve şeriat elden gidiyor diye ayaklanmaya teşebbüs ettilerse de hareketleri mevzii kaldı, bir yere varmadı.

Ermeni-Kürt yakınlaşması

Bir zamanlar Osmanlı’ya sadık görünen Osmanlı Şûra-yı devlet reisi Şeyh Abdülkadir’i de bağımsızlık ateşi sarmıştı. O, bu sefer, Ermenilerle birlik olarak Ermeni-Kürt dayanışması içinde Osmanlı Devleti’ne karşı çıkmak tasavvurunda idi. Bölgeye gitti bir Kürt-Ermeni Kongresi örgütledi; ama dönüşünde gözaltına alındı. İttihatçılar bir Kürt-Ermeni tehdidinin de farkına varmışlardı. Bu ittifak günümüze kadar devam etmiştir. Daha, 1890 yılında bölgeyi dolaşan İngiliz Lord Percy şöyle yazıyordu:

“Osmanlı Devleti, Kürtlerden ve Ermenilerden ayrı ayrı çekinmiyorsa da birleştikleri takdirde oluşturacakları tehlikenin farkındadır.”
Bölgedeki hükümet temsilcileri ve dolayısıyla Bab-ı Âli, Kürtlerle Ermeniler arasında; hatta Kürt tarikat şeyhleri ile Ermeni papazları arasında başlayan yakınlaşmadan ve şeyhler arasında başgösteren özerklik kıpırdanmalarından rahatsızdı. Bir zamanlar rakip olan İstanbul’daki Kürt liderleri Bedirhanlar, Şeyh Abdülkadir ve Şerif Paşa da aralarında işbirliği yapmaya başlamışlardı.

1909 ve 1911 yılları arasındaki bu gelişmeleri en yakından takip eden ve belki de alttan alta teşvik edenlerse bölgede mukim İngiliz ajanları, Konsolosları ve Konsolos yardımcılarıydı. İngilizleri de rahatsız eden bir diğer faktör ise, 1901 yılında Urumiye’yi ve Hoy’u işgal eden Osmanlıları, Rusların 1905’te oradan çıkarmaları ve bölgede entrikalara başlamalarıydı.

Bedirhanlar ikili oynuyordu

Ruslar, Bedirhan’lar ile yakın temasta bulunuyorlardı. 1910 yılında sürgünde olduğu Paris’ten gizlice bölgeye dönen Abdürrezzak Bedirhan, Tebriz’e gitmiş ve “Kürdistan’ın, Rusya’nın himayesi altında özerk olabileceği” fikrini yaymaya başlamıştı ve iki taraflı oynuyordu. Bir taraftan Ermenilere yaklaşır gözükürken, diğer taraftan da Kürtlere yaklaşıyordu. Batılıların Anadolu’yu Ermenilerin idaresine bırakmak istedikleri ve Ermeni hâkimiyetinden ve intikamından ancak Rus himayesi altında kurtulabilecekleri düşüncesini telkin ediyordu. Bedirhan diğer taraftan da, İran’da başkaldıran ve Ruslardan yardım gören “haydut” Simko ile de temas halinde idi.

İstanbul hükümeti endişeliydi

Ruslarla temas halinde olan diğer Kürt şeyhleri de vardı. Bütün bunlar İstanbul hükümetini endişelendirmekte idi. Büyük harbin arefesinde, 1913 yılında Türkiye’nin doğusundaki tehlike -Rus-Ermeni-Kürt işbirliği- iyice büyümüştü. Eski rakipler neredeyse isyancı Kürt lider ve aşiretleri ile Osmanlı Devleti’ne karşı bir ittifak yapmak üzere idiler. Bu ittifaka Nihri Şeyhi Taha, Şeyh Abdülselam Barzani ve Yezidi liderleri de katılınca Rusları destekleyecek 100.000 kişilik bir Kürt ordusu çıkıyordu ortaya. Bu tehlikeye karşı İttihat ve Terakki hükümeti, Meşrutiyetin ilanından sonra aşiretlere ve ağalara dayanan Hamidiye alaylarını dağıtmanın yanlış olduğunu farkediyor bu alayları bu sefer, aşiret hafif süvari alayları olarak yeniden teşkil etmek hazırlıklarına girişiyordu. Bu arada Kürt şeyh ve ağalarını Ermenilere karşı tahrik etmek için dini, İslâm birliğini hilâfeti ve cihatı öne çıkaran bazı motifler kullanılıyordu.

Barzaniler ile Zibarilerin arası iyi değildi...

Musul vilayetindeki Barzani aşireti on yıl zarfında bölgede en fazla nüfuz sahibi olan aşiretlerden biri haline gelmişti. Barzaniler ile Zap Nehri’nin sol yakasındaki Zibariler’in arası hiç iyi değildi. Kuzeylerindeki Nihri seyyidleri ile de... Bir zamanlar Nihri şeyhlerinin tebaaları iken son yıllarda bölgenin en nüfuzlu beş şeyhliğinden biri haline gelmişlerdi. Bu durum, gücünü Zibariler’den alan Musul valisini çok rahatsız ediyordu. Meşrutiyetten sonra, çok dindar olan Barzaniler, dinsiz olduğuna inandıkları İstanbul hükümetine ve yeni hükümetin vergi alma, asker toplama vb.. merkezi hükümet baskılarına karşı hükümet kuvvetleriyle devamlı çatışma halinde idiler.

Barzanilerin başı Şeyh Abdülselam, başka şeyh ve liderlerle de arasını düzeltince Bab-ı Âli’nin endişeleri büsbütün arttı ve 1914 yılında hükümet kuvvetleri Barzanlara saldırdılar ve mağlup ettiler. Şeyh önce Urumiye’ye sonra Tiflis’e kaçtı. Ruslara sığındı. Maksadı İran’da Simko ile buluşmaktı; ama yolda muhtemelen, Osmanlılar’dan para alan Haydut Simko’nun bir tertibi ile tuzağa düşürüldü. Osmanlılara teslim edildi. 1914’ün sonunda asılarak idam edildi.

Rusların Bitlis’teki oyunu başarıya ulaşamadı

O yıllarda Bitlis merkez olmak üzere Rusların da tahrik ettikleri başka bir başkaldırı hazırlanıyordu. Hizan, muhtelif tarikatların odak noktası ve dolayısı ile de entrikaların merkezi idi. Buradaki kazanı Hizan şeyhleri ve Bedirhanlar, İstanbul’daki Kürt liderleri hatta îttihat-ı hükümetin muhalifleri kaynatıyordu. Büyük savaşın arefesinde bu ihanet kazanını Rus ajanlarının silah ve para ile tahrik ettikleri de muhakkaktı. Nitekim başkaldırı, Molla Salim’in Bitlis valisine verdiği bir ültimatomla başladı. Ne var ki, bu isyan hareketi Bitlis halkının desteğini alamayınca akim kaldı.

Bölgedeki bir İngiliz ajanının raporuna göre, eğer bu isyan hareketi bölgedeki diğer aşiretlerden destek görseydi Osmanlı idarecileri çok müşkül durumda kalabilirdi... Molla Salim, Rus Konsolosluğu’na iltica etti. Ne var ki, büyük savaş başlarken Doğu Cephesi, Rus saldırısı ihtimali karşısında gerek Kürt, gerekse Ermeni çetelerinin faaliyeti yüzünden hiç güvenli değildi...

.Ancak sonunda Bab-ı âli’nin bu konudaki endişelerinin çoğu tahakkuk etmedi. Kürtlerin çoğu Ruslarla işbirliği yapmaktan kaçındılar, devlete sadık kaldılar. Ermenilerle birleşmediler. Ruslarla işbirliği yapmayı tasarlayan, hatta Ruslara iltica eden bazı Kürt şeyhleri ve ağaları, Ruslardan umdukları yardımları alamadılar.

Bölge dört yıl boyunca müthiş savaşlara ve olaylara sahne oldu. Kürtler Ruslara iltihak etmediler; aksine Türklerle omuz omuza Ruslara ve Ermenilere karşı savaştılar. Bu savaşlarda Rusların Osmanlı Ermenilerinden örgütlediği Ermeni çeteleri özellikle Kürtler arasında soykırımı uyguladılar. Bölgedeki Kürt ahaliden bir milyona yakın kişi ölmüştü...

Önce Çarlık Rusyası’nın devrilmesi ve 1918 Mart ayında yani Sovyet Hükümeti ile imzalanan Brest Litowsk antlaşması ile Ruslar bölgeyi terkediyorlar ve Osmanlılar 1914’deki hudutlara ve 1878 savaşında kaybedilen topraklara dönüyorlar ve Ermenilere karşı mücadele devam etse bile bu cephede güç kazanıyorlardı. Bu kazanımlar sonra değişecekti; ama herhalde bölgede yeni ve belki de daha tehlikeli bir mücadele başlıyordu.

Büyük Oyun Büyük Kürdistan (9)

İngiliz ajanı Noel, Sivas’ta Atatürk’ü tutuklamak istemişti

Noel, İstanbul’da Sadrazam Damat Ferit Paşa ile işbirliği halinde ve padişahın irade-i seniyesi ile Elazığ’daki son Osmanlı Valisi Ali Galip’i, Bedirhanlılardan

Mutasarrıf Halil Bey ve adamlarını alarak Sivas Kongresi’ni basıp Mustafa Kemal’i yakalamak için harekete geçti ancak bu hain teşebbüs önlendi...

Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu müttefikleriyle birlikte yenildikten ve Mondros Mütarekesi’ni imzaladıktan sonra imparatorluğun parçalanması ve paylaşılması hemen gündeme geldi. Zaten daha savaş sona ermeden önce İngiliz Mark Sykes ile Fransız Georges Picot masa başında cetvellerle, etnik, hatta jeolojik ve coğrafi gerçeklere bakmadan, ekonomik çıkarları açısından bu toprakları aralarında İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan nüfuz bölgelerine ayıran gizli anlaşmalar yapmışlardı.


Bu planlar arasında İstanbul’u ve Boğazları da Çarlık Rusyası’na bırakmak vardı; ama Çarlığın ömrü vefa etmedi. Sovyet İhtilâlinden sonra Lenin, o da bu anlaşmanın Rusya ile ilgili kısımlarını ve mirasını -bir süre için- reddetti. Gizli anlaşma metni, Sovyet İhtilâli’nden sonra, yeni Sovyet yöneticileri tarafından açıklanınca, Arapları, Ermenileri ve Kürtleri kızdırmıştı. Çünkü bağımsızlıklarından söz edilmiyordu. Mirasın taksimatında İngiltere için en önemli faktör, Hindistan yollarını güvence altına almaktan daha fazla petrol, daha doğrusu Musul petrolleri idi. İngilizler kendi çıkarları için Musul-Bağdat ve Basra’nın entegrasyonuna önem veriyorlardı.

Kürdistan’ın geleceği, Mezopotamya’nın özellikle Musul’un güvenliğine bağlı olarak düşünülüyordu. Sykes-Picot taksimatında Musul bölgesi, Fransa’nın kontrolüne verilecekken bu sonra değiştirilecekti. Taksim planı, olaylar geliştikçe, İngilizler lehinde bir hayli değiştirildi. İngiliz Başbakanı Lloyd George ile Fransa Başbakanı Georges Clemancaeu arasında yapılan bir anlaşma ile İngiltere, neticede Suriye ve Lübnan’ı Fransızlara bırakarak kendi çıkarları açısından daha önemli olan Mezopotamya’yı münhasıran kendi nüfuz ve himaye bölgesi içinde tutabildi.

Petrol kavgası

Lozan’da İngiltere’yi temsil edecek Lord Curzon’la, Winston Churchill arasında o sıradaki yazışmalardan Hindistan yollarının güvenliği ve Musul petrol kaynakları yüzünden Mezopotamya üzerindeki hâkimiyeti elden kaçırmamak gerekiyordu.

Meşhur İngiliz ajanı T. E. Lawrence, daha 1913 yılında bir raporunda şöyle yazmıştı: “Yeni denize indirilen Queen Elizabeth transatlantiğindeki petrolle işleyen türbinleri gördükten sonra, imparatorluğun geleceğinin petrolde olduğunu anladım.”

Mütareke zamanı İstanbul’da ABD’nin yüksek komiseri olarak görev yapan Amiral Mark Bristol, 1922’de Washington’a gönderdiği raporda:
Kürdistan’ın meşhur petrol yatakları sebebi ile entrikaların, hatta İngilizlerle Fransızlar arasındaki çıkar çatışmalarının başladığını, İngilizlerin ’Kürdistan’ı denetim altında tutmak için’ Kürtleri, Türklere karşı kullandıklarını, Kürt aşiretlerine silah ve para yardımı yaptıklarını” yazıyorduk.
Kürtler faaliyette

Sonra ortaya çıkan belgelerden ve o sıralarda bölgeye tahkikat maksadı ile gelen ABD’li General Harbord’un yazdığı raporlardan da anlaşılıyor ki, ABD kendi çıkarlarına ve özellikle petrol çıkarlarına ters düşen bu gelişmelerden pek memnun değildi.

Mütarekenin ve mütareke İstanbul’unun bulanık havası içinde yıllardır Kürt bağımsızlığı için gizli açık faaliyet gösteren bazı Kürt aydınları ve seçkinleri faaliyetlerine hız verdiler. Bu hareketler, mütareke döneminin zayıf Osmanlı hükümetleri karşısında pervasızca yapılır oldu. Kürt Teali Cemiyeti ve Kürt Teavün Cemiyetleri gibi örgütler, Bedirhan ailesi ve Şerif Paşa gibi devletin ekmeğini yemiş Kürt seçkinleri, imparatorluğun dağılmasından sonra parsayı toplamak ve bağımsız bir Kürt Devleti kurmak peşinde idiler. ABD Başkanı Wilson’un ünlü 14 ilkesinden 12’ncisi mucibince, Osmanlı İmparatorluğu’nun, Türklerden gayrı unsurlarına ve Kürtlere “özerkliklerini engel olunmadan geliştirmek fırsatının verilmesini” öngördüğüne dayanarak, kendi mukadderatlarını kendileri tayin etmek istiyorlardı.

Osmanlı Devletinde büyükelçilik yapmış Şerif Paşa, 1919’da Paris’te toplanan barış konferansına “bütün Kürtler adına” müracaat ederek “tamamıyla” bağımsız ve hür bir Kürdistan Devleti kurulmasına karar verilmesini istiyordu. ’Kürdistan’ın hudutları sonra tespit edilebilirdi.

Mustafa Kemal’i tutuklama teşebbüsü

Aynı yılın Temmuz ayında Mustafa Kemal de Erzurum Kongresi’nde, Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü “Misak-ı Milli hudutları içinde” müdafaa ve muhafazaya and içmiş ve bu kararlılık Sivas’ta yinelenmişti.

Mustafa Kemal, Samsun’dan Anadolu’ya geçtikten sonra başlattığı Milli Mücadele hareketi Anadolu, Orta Doğu ve Mezopotamya’daki tasavvurlarına engel olacağı için İngiltere’yi, Noel gibi ajanlarını çok rahatsız ediyordu.

1919’da bölgeye gelen ve hemen “Kürtlerin Lawrence” ı olmaya soyunan Binbaşı Noel bunun içindir ki, Sivas Kongresi’ni basıp milli hareketin başı Mustafa Kemal’i tevkif etmeye teşebbüs etmişti. Noel, İstanbul’da Sadrazam Damat Ferit Paşa ile işbirliği halinde ve padişahın irade-i seniyesi ile Elazığ’daki son Osmanlı Valisi Ali Galip’i, Bedirhanlılardan Mutasarrıf Halil Bey ve Celadet Beyleri, Malatya’dan da bazı silahlı Kürt atlıları ve valinin jandarmalarını alarak Sivas Kongresi’ni basıp Mustafa Kemal’i yakalamak için harekete geçer.

Ancak ne var ki, Mustafa Kemal artık hiçbir resmi görevi ve sıfatı olmadığı halde bölgede kendisine bağlı idareci ve komutanların yardımıyla bu teşebbüsü önler. Binbaşı Noel de tevkif edilip geldiği yere geri gönderilir. (Not: Babam Kılıç Ali, Sivas’ta Mustafa Kemal’e iltihak edince Mustafa Kemal’in ona verdiği ilk ödev, Noel’i yakalamaktır. Babam at sırtında onu takip ediyor ama Noel, Bedirhan şeyhi ile birlikte otomobille kaçıyor.)

Kürtlerin ‘Lawrence’ı

Atatürk’ün Nutuk’unda Binbaşı Nowill diye bahsettiği[/b], “Kürtlerin Lawrence’ı Binbaşı Edward William Charles Noel” çoğu Intelligence Service ajanları gibi, asil bir İngiliz ailesine mensuptur. İngiltere hükümetinin işine gelince sahip çıkıp, işine gelmeyince “o tek başına hareket eden bir maceraperesttir” diye tanımazlıktan geleceği ajanlardan biridir. Bazılarına göre meşhur romancı John Buchan’ın, 1920’lerde çok satılan “Green Mantle” adlı macera romanının kahraman modeli bu Noel imiş. Oysa “Green Mantle” , yani “Yeşil Pelerinli Adam” ın gerçek modelinin Aubrey Herbert adlı başka bir asilzade -ajan- olması çok daha muhtemel... Herbert’in ailesi bunu ispat için bir de kitap yayınlamış. Aubrey Herbert ölümüne kadar milletvekili olarak İngiliz parlamentosunda Türk çıkarları için Lloyd George’a ve diğerlerine karşı mücadele etmiş.

Birçok isyanı destekledi

Azılı Türk düşmanı Binbaşı Noel ise, 1938’e kadar bölgede kalmış ve Şeyh Sait isyanı dâhil bir dizi Kürt isyanlarını tahrik etmiş olmakla birlikte, Noel’in hayatı da maceralarla doludur.

Daha önce 1915-1918 yıllarında Orta Asya’da, Gürcistan ve Azerbeycan’da Büyük Oyun içinde Alman ajanları ile mücadele etmiş, İran’daki Osmanlı yanlısı bir kabileye esir düşmüş, ölümden güç kurtulmuş. Bakü’de Türklerin katliamına karışmış, sonra Osmanlı İslâm Ordusu’nun Azerbaycan’ı işgal etmelerini bazı Kürt aşiretlerini kullanarak önlemeye çalışmış. Neticede küçük rütbesine rağmen İngiltere’nin en yüksek nişanı ile taltif edilmişti.

Ve Arap asıllı Albay Cevdet’in meydan okuyuşu

Noel’in Kürtleri tahrik etmeye çalıştığı ve Mustafa Kemal’i tevkif etmeye çalıştığı sıralarda[/b], Diyarbakır’daki 13. Kolordu Komutanı, İngiliz belgelerinde “Arap asıllı” diye söz edilen Albay Cevdet Bey’in, bölge halkına yayınladığı bildirgedeki şu meydan okuması kayda değerdir. Bakınız ne diyordu Miralay Cevdet Bey:

Malatya’ya bir İngiliz subayının başkanlığında gelen heyet (herhalde Noel’in grubu) ülkemizin hayrına değildir.

Son alay yüz yıldır İslâm, Kürtler, Araplar, Arnavutlar ve Türkler birlikte desteklenmişlerdir. Bugün Arnavutların adları bile anılmıyor. Araplar bile bizden ayrılmışlardır. Şimdi gene Kürtleri, hile ile bizden ayırmaya çalışıyorlar. Kendisini albay diye tanıtan aslında binbaşı olan İngiliz zabiti Süleymaniye’de siyasi ajandı ve Şeyh Mahmud’u kandırmıştı. Mahmud şimdi İngilizlere karşı kahramanca mücadele veriyor. Türkler ve Kürtler kardeştirler ve İslâm’ın temelidirler. Ayrılırlarsa İslâmiyet zayıflar. Türkler, Kürtler olmadan da yaşayabilirler; ama Kürtler asla ayrı yaşayamazlar.”

Ama Şeyh Mahmud sonra, gene Noel tarafından kandırılarak İngiliz tarafına geçecek ve sonra da onlara karşı da başkaldıracaktı.

İstanbul’da ve yurtdışında örgütlenmiş olan Şeyh Abdülkadir, Bedirhan kardeşler, Şerif Paşa gibi seçkinler ve onlarla bağlantılı olarak da bölgedeki şeyhler, aşiretleri ve Kürtleri bağımsızlık vaatleriyle tahrik etmeye sonuna kadar devam edecektir.

Ne var ki, bu çabaların önünde engeller vardı. Bir defa Türkiye’deki Kürtlerin büyük çoğunluğu ihanet etmek istemiyorlardı. Bu çoğunluk, Avrupalıların Kürtleri Ermenilerin intikamına terkedeceklerinden ve bir Ermeni devleti kurulmasından korkuyorlardı. Kısacası, İngiltere’ye fazla güvenmiyorlardı.

Fotoğraf(*)Edward Covbertin Noel, Lawrence ve Gertrude Bell, geçen yüzyılın başında Ortadoğu coğrafyasının şekillenmesi sürecinde karanlık işler çeviren, bu çerçevede birbiriyle yarışan üç isim. Üç isim de Kürtleri kendi yanlarına çekmek için mücadele etti.

Büyük Oyun Büyük Kürdistan (10)

İngiltere’nin asıl hedefi Musul - Kerkük petrolüydü

İngiltere Mezopotamya’da ağırlığı Emir Faysal’ı kral tayin ettiği yapay bir ülkeye, Irak’a vermişti. Bu da Musul ve Kerkük konusundaki Türk çıkarlarına zıt düşüyordu. ngiliz mandası altındaki yeni Irak krallığında İngiltere Yüksek Komiseri Sir Percy Cox, Musul’un Irak’ın hudutları içinde kalmasının gerekliliğini “Irak’ın geleceği ve İngiltere’nin çıkarları açısından, stratejik ve ekonomik bakımlardanİ” belirtiyordu.

İngiltere’nin, Büyük Harp sona ermeden, 1915’ten sonra Kürtleri tahrik edip kazanmak için bölgeye yolladığı ajanların, Binbaşı Mark Sykes’in, Binbaşı Noel’in ve Binbaşı Soanes’in öncelikli çabaları, Ermeni korkusunu Kürtlerin zihninden silmek; hatta Kürtlerle Ermenileri biraraya getirmek ve bağımsızlık vaatleri ile Kürtleri Türklere karşı tahrik edip kullanmaktı. Nihai maksatları kendi öz çıkarlarına göre başka idi. Bu çabalar hem Kürtlere, hem de Ermenilere, hemen hemen aynı topraklar üzerinden uzatılan bağımsızlık vaatleriyle nasıl bağdaştırılacaktı? Bu arada, daha önce Ermenilerin yanında Kürtlere karşı cephe alan ve dışarıda Kürt aleyhtarı propagandalar yürüten Amerikalı misyonerler de artık özellikle Alevi Kürtleri kullanarak Türklere karşı bir müşterek Kürt-Ermeni cephesi oluşturmak peşinde idiler.
Londra’ya gönderilen rapor...

Arap yanlısı ve neticede bölgede Arapların egemenliğini hazırlayan planın müellifi Mark Sykes, daha 1915’te Londra’ya yazdığı raporda; “Kürtlerin, Avrupalıların anladığı anlamda hiçbir milliyet ve milliyetçilik duygularının olmadığını, mesela tarihte devletler kurmuş olan Ermeniler ve Yahudiler gibi devlet gelenekleri de olmadığını, sadece şuuraltı etnik ve kabile insiyakları bulunduğunu ve hiçbir Kürt’ün kaybolmuş bir Kürt Devleti’nin hasretini çekmediğini” söyledikten sonra şöyle diyor:

“Birleşmiş ve konsolide bir Kürdistan’ın kurulması imkansızdır. Bunun için de dağınık Kürtlerin hudutları dikte etmeleri ve Kürtlerin illa ki de birleşmeleri gereken bir halk telakki edilmeleri için hiçbir sebep yoktur.”

Rakibi, Kürtlerin “Lawrence” ı olmaya talip Binbaşı Noel ise;

“Kürtlerde Henüz milli şuur olmasa bile biraz itmekle (with a little push) bu şuurun geliştirilebileceğini ve İngiltere İmparatorluğu için çok hayati olan bu bölgede Kürtlere ve bağımsız bir Kürdistan’ınım kurulmasının İngiltere çıkarları açısından zorunlu olduğunu” söylüyordu.
Ünlü Sykes-Picot planı uygulandıktan ve neticede 1929’da yapay Irak devleti, Kürt emellerine gem vururcasına kurulduktan sonra da Kürt bağımsızlığı, Kürt Devleti vaatleri gündemde tutulacaktı.

Nitekim Lozan Konferansı’nda Lord Curzon;

“Kürtlere özerklik tanınmasının kaçınılmaz olduğunu
” açıkça söylüyordu. Büyük devletler, çeşitli operasyon ve senaryoları her ihtimale karşı sıcak tutmakta mahirdirler. Velhasıl İngilizler, Türklerin 1919’da Mustafa Kemal’in başlattığı hareketle hem bağımsızlıklarına kavuşacaklarını hem de bölgedeki tasavvurlarına engel olacaklarını düşünerek, bu harekâtı daha başlangıçta Kürtleri tahrik ederek boğmak istiyorlardı.

İbre Araplara doğru

Gerçi, Binbaşı Noel’in Mezopotamya’da bir Kürt Devleti veya özerk tampon bölgesi kurulması hayali, Arap yanlısı Mark Sykes’in, Gertrude Bell’in ve Lawrence’ın Londra’da ağır basmaları sonucu rafa kaldırılmıştı; ama “Kürtlerin Lawrence” ı Binbaşı Noel, Kürtleri Türkiye’ye karşı kullanmak tertiplerini muhtelif Kürt isyanlarıyla 1930’larda hatta 1938’de, II. Dünya Harbi yıllarına kadar bölgede kalarak devam ettirdi. İngiltere Hükümeti de bir taraftan Türkiye Cumhuriyeti gerçeğini kerhen kabul ederken, realist bir büyük güç olarak, her ihtimale karşı Kürt kozunu da elinde tutuyordu.

Misak-ı Milli hudutları dışında kalan Kürt bölgelerindeki arayışlarına devam ediyordu. Kürt bağımsızlığı geçici olarak rafa kaldırılırken, İngiltere Mezopotamya’da ağırlığı Emir Faysal’ı kral tayin ettiği yapay bir ülkeye, Irak’a vermişti. Bu da Musul ve Kerkük konusundaki Türk çıkarlarına zıt düşüyordu. İngiliz mandası altındaki yeni Irak krallığında İngiltere Yüksek Komiseri Sir Percy Cox, Musul’un Irak’ın hudutları içinde kalmasının gerekliliğini “Irak’ın geleceği ve İngiltere’nin çıkarları açısından, stratejik ve ekonomik bakımlardan” belirtiyordu.

İngilizler anlaşmaya uymadı

I. Dünya Harbi sona erdikten hemen sonra Mezopotamya’yı, Basra’yı, Bağdat’ı hemen işgal eden İngiliz kuvvetleri, Mondros Mütarekesi anlaşması gereğince çizilmiş olan çizgide durmayıp, anlaşmaya aykırı olarak, Musul’u da Süleymaniye’ye kadar işgal etmişlerdi.

Mezopotamya’yı ve petrol kaynaklarını korumak için İngiltere’nin ümidi ABD’nin himayesinde bir Ermeni Devleti’nin kurulması ve Kürt tampon bölgeleri idi. ABD’nin Eylül 1919’da bir manda idaresi ile Ermeni Devleti’ni korumaktan vazgeçmesi ve bölgedeki Kürt hareketlerinin zayıflaması üzerine İngiltere’nin durumu güçleşmişti. Oysa ABD Başkanı Wilson, Partisi’nin 1919 Şubat ayındaki kurultayında, ülkede ünlü Ermeni soykırımı iddialarının tahrik ettiği Ermeni sempatisine dayanarak oy alma düşünceleri ile şöyle hitap ediyordu:

“Umuyorum ki Amerika halkı, Ermeni halkının çıkarlarının koruyucusu olarak bölgeye girecek ve adı ağza alınmayacak (unspeakable) Türk’e ve aynı derecede muzır Kürt’e hadlerini bildirecektir.”

Wilson daha sonra Haziran ayında, temsilcisi Amiral Bristol vasıtasıyla Doğu’da hangi bölgelere artık egemen olamayacağını söylüyordu. Fakat çok geçmeden anlaşılıyor ki, ne Amerika, ne Ermeni devleti, ne de Türkiye üzerinde mandaterliği, Amerikan iç politikası mülahazaları ile üstlenemeyecektir. Ne acıdır ki, o sıralarda bazı vatansever Türk aydınları bile, tam bağımsızlıktan umut kestikleri için tek kurtuluş yolu olarak Amerikan mandasını istiyorlardı, ama Mustafa Kemal bu önerileri elinin tersi ile itiyordu.

Milli Misak hudutları içinde Kürt aşiretlerinin çoğu Milli Mücadele’yi destekliyorlar ve birlikte çarpışıyorlardı. Ama gene de İngilizler, Mezopotamya’nın güvenliği daha doğrusu kendi çıkarları için, Ermenilerle Kürtleri, İstanbul’daki Kürt aydınlarının ve cemiyetlerinin desteği ile uzlaştırmaya çalışmakta idiler. Çünkü kurulacak müstakil Kürt ve Ermeni devletlerinin hudutlarının bu uzlaşma ile çizileceğini umuyorlardı. Ermeni lideri Nubar Paşa ile Kürt liderlerinden Şerif Paşa, 1919’da bu konuda bir anlaşma bile imzalamışlardı.

Damat Ferit Paşa’nın ihaneti

Diğer taraftan İstanbul’da o sıradaki Sadrazam Damat Ferit Paşa hem İngiltere’nin çıkarlarına hizmet etmek, hem de Milli Mücadele’yi akamete uğratmak için Kürtleri, mesela Şeyh Ubeydullah’ın oğullarından Şeyh Abdülkadir’i kullanmaya çalışıyor ve o da Kürtlere tam bağımsızlık vaat ediyordu. Şeyh Abdülkadir ise, Damat Ferit’in de İngiltere’nin de, bu vaatlerini tutabileceklerinden emin olmadığı için, Sadrazam’ı oyalıyordu. İstanbul’daki Kürtleri rahatsız eden bir husus da, o sırada bölgenin kontrolü konusunda Fransa ile İngiltere henüz tam manası ile anlaşamadıkları için di.

Hâlâ iki devlet arasında, iki ayrı “Kürdistan” , Güney ve Kuzey Kürdistan kurulması tasavvuru ortada duruyordu. Kürtler, böyle ikiye bölünmeyi kabul etmiyorlardı. Bu da Şerif Paşa tarafından, “Bağımsız ve tek Kürdistan” isteği ile Paris Barış Konferansı’na tevdi edilmişti. Ancak bu istekler de Sevr Antlaşması gibi kâğıt üzerinde kalmaya mahkûmdu. Diğer taraftan, Şerif Paşa ile Nubar Paşa arasındaki anlaşmanın metni açıklanınca, bu ne Ermenileri ne de Kürtleri memnun etti.

Kürtler de bölünmüştü

Kürtlerin kendi aralarında da anlaşmazlık vardı. Bazıları Osmanlı’ya ve hilafete bağlı kalmak koşulu içinde bağımsızlık istiyorlardı. Bazı Kürt liderleri ise Ermenilerle uzlaşarak tam bağımsızlıktan yana idiler. İngiltere güneyde kurulacak bir bağımsız Kürdistan’ın Türkiye ile hiçbir ilişkisinin kalmamasını istiyordu. Zira o zamanın belgelerine göre İngiltere, Türklerin “Turan” hayalleri, yeni Sovyetler Birliği’nin içinde “Bolşeviklerle” irtibatlı olarak gerçekleştiği takdirde bunun kendi çıkar ve güvencelerine karşı olacağından korkuyordu.

Öyle anlaşılıyor ki bazı İngiliz danışmanlar, en realist düşüncenin, Türkiye’nin gelecekte alacağı şekil ve duruma göre Türkiye ile bağlantılı, hatta Türkiye’ye tabi bir Kürt konfederasyonun kurulması fikrinde idiler. Son tahlilde, mesele şu idi:

Musul eyaleti çevresinde Kürt tampon bölgeleri tesis etmek mi, yoksa “Kürdistan” denilen bölgeyi biri İngiliz, diğeri Fransız nüfuz bölgeleri olarak ikiye ayırmak mı İngiltere’nin çıkarlarına uygun düşecekti? Yoksa bir evvelki toplantıda kararlaştırıldığı şekliyle kurulacak bağımsız Kürdistan fikrinden tamamıyla kurtulmak mı uygun olacaktı? Ancak, böyle tek bir Kürdistan’ı kurabilecek tek Kürt güç ve iradesini de bulamamışlar, oluşturamamışlardı.

Musul petrolleri İngiltere’nin bölgedeki hesaplarında hep önemli faktördü. Aralık 1919’da yeni jeolojik araştırmalardan, bölgedeki petrol yataklarının, daha önce 1919 Şubat’ındaki araştırmalar neticesinde hesap edilenlerden çok daha fazla olduğu anlaşılıyor ve bunu Bağdat’taki İngiliz Komiser Wilson, havadan yaptığı gözlemler sonunda teyit ediyordu. Bunun üzerine, İngiliz Hükümeti, “Musul’daki petrol bölgeleri, ileride bütün ülkenin gelirlerini yakından ilgilendirecek olan gelirlerine istinad edecektir” kararına varıyor ve bu yüzden Fransa’ya bu bölge hususunda yaptığı eski vaatleri geri alıyordu.

Fotoğraf(*)Gertrude Bell and Sir Percy Cox, Mesopotamia, 1917

Büyük Oyun Büyük Kürdistan (11)

‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ birleştiriciliğin formülüydü...

Cumhuriyet kurulduktan sonra art arda çıkan Kürt başkaldırıları, Mustafa Kemal’i “Ne mutlu Türk’üm diyene!” formülü ile Kürtleri de, diğer yirmi küsur etnik topluluk gibi Türklüğün erime kazanı içinde entegre etmek politikasına yöneltmişti. Bir Türk-Kürt Federasyonu kursa veya bu diğer etnik grupların da benzeri istekleri karşısında devleti çok “etnisiteli” bir federasyona dönüştürse idi, Sevr parçalanması gerçekleşir ve bu da felaket olurdu.

Milli mücadele Türkiye’deki bütün etnik grupların, Kürtlerin, Türkmenlerin, Çerkezlerin, Lazların vb. birlikte yaptıkları bir mücadele idi.
Kürtlerin büyük çoğunluğu, dış tahriklere kapılmadan bu mücadelelere katıldılar. Hâlâ sorulur; Mustafa Kemal, Milli Mücadele esnasında, Türklerin yanında “Kürt halkından” da söz ettiği halde, sonra neden “Üniter Türk Devleti’ni” kurmuş da bir Federasyon kurmamış ve Türk adını ve kimliğini üste çıkarmış, hatta Kürt kimliğini bastırmıştır diye.

“Kürtlerin Modern Tarihi” kitabının yazarı David McDowall da soruyor:

“Mustafa Kemal’in yeni Cumhuriyet’inde, ’Türk-Kürt halkları’yerine veya üstüne Türk kimliğini ortaya çıkarması önceden düşündüğü bir şey mi idi?” diye.

Türklüğün erime kazanı...

Bence, Mustafa Kemal’in o dönemin şartları gereği Türk kimliğine ve milliyetçiliğine sarılmaktan başka bir alternatifi yoktu. Ancak bunun sebebi ırkçılık ve Kürt kimliğini silmek ve ezmek niyeti değildi. Ne var ki, Cumhuriyet kurulduktan sonra art arda çıkan Kürt ve Nasturi başkaldırıları, Mustafa Kemal’i “Ne mutlu Türk’üm diyene!” formülü ile Kürtleri de, diğer yirmi küsur etnik topluluk gibi Türklüğün erime kazanı içinde entegre etmek politikasına yöneltmiş ve bu politikanın gerekleri de yapılmaya başlanmıştı. Mustafa Kemal pragmatik bir liderdir. O zaman Türkiye’nin bir “mozaik” olduğunu düşünse ve buna göre mesela bir Türk-Kürt Federasyonu kursa idi veya bu diğer etnik grupların da benzeri istekleri karşısında devleti çok “etnisiteli” bir federasyona dönüştürse idi, bir pandora kutusunun kapağı hemen açılır, Sevr parçalanması gerçekleşir ve bu da felaket olurdu.

Mustafa Kemal’in maksadı “Kürt’leri kimlikleri ile Cumhuriyet’e veya bir federasyona ortak etmemekti. Maksadının arkasında önemli bir faktör daha vardı. İngilizler, Güney Kürdistan dedikleri bugünkü Kuzey Irak’taki petrol çıkarlarını korumak maksadıyla Kürtlere çeşitli şekillerde ” bağımsızlık “ vaat ederek de Türkiye’deki Kürtlere bağımsızlık ve özerklik emelleri telkin edecekti. Nitekim İsmet Paşa, Lozan Konferansında Lord Curzon’un ısrarlı olarak Kürtlere Türk Devleti içinde azınlık statüsü talep etmesinden de kuşkulanmış ve çok haklı olarak bunun arkasında Türkiye’ye karşı büyük bir Kürt Devleti kurulması tasavvurunu sezmişti. Bunun için de Curzon’un teşebbüsüne şiddetle karşı çıktı ve Kürtlere Lozan Anlaşması’nda azınlık statüsü verilmedi. Bu durumla bugün Kürtlere özerklik ve kimlik tanınması arasında bir göbek bağı görmemek mümkün değil.

Kürt Başkaldırıları

Güçlü bir Türk Devleti’nin oluşumunu kendi çıkarlarına ters gören Batı devletlerinin ve özellikle İngiltere’nin tahrikleriyle Milli Mücadele esnasında ve Cumhuriyet kurulduktan sonra, Doğu’da ve Güneydoğu’da çıkan 7 önemli ve 10 daha küçük Kürt ve Nasturi başkaldırıları Mustafa Kemal’in bu görüşünde ne kadar haklı olduğunu göstermiştir.

Gerçek şu ki özellikle İngiltere güçlü bir Türkiye istemiyor, hem Kürtleri Türkiye’ye karşı bir koz olarak kullanmak, hem de onları Mezopotamya’da, özellikle petrol çıkarlarının bekçisi olarak ellerinde tutmak istiyorlardı. Ancak, İstiklâl Harbi’nin yeni Türk devletinin zaferi ile sona ermiş olması, Batı devletlerinin, Fransa’nın ve İngiltere’nin bu devletin kayıtsız şartsız bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü kabul etmelerini ve yeni Türkiye Cumhuriyeti ile kerhen de olsa barışmalarını, uzlaşmalarını gerektiriyordu. Hem de, ticari ve ekonomik çıkarları açısından artık Ankara ile uzlaşmak ve bu ilişkileri, eskiden olduğu gibi Kapitülasyonlar anlayışı ile olmasa bile normal ve eşit düzeye oturtmak zorunda idiler. Batılıların ve özellikle İngiltere’nin bir başka sebeple de Türkiye ile kavgayı bırakması zorunlu olmuştu. Büyük savaşın İngiliz maliyesine yüklediği ağır yük yüzünden içinde bulunduğu mali bunalım, ordusunun büyük kısmını terhis etmek zorunluluğu, artık Orta Doğu’da büyük bir askeri güç bulundurmasına imkân vermiyordu.

Sovyet faktörü

Türkiye’ye gelince, İstiklâl Harbi’nde silah vs. yardımlar yapmış olan Sovyetler Birliği şimdi bu yardımların diyetini istiyor, Türkiye Cumhuriyeti’ni kendi nüfuz sahasına katmaya yani bir peyk yapmaya teşebbüs ediyordu. Ankara da bu ” ayı sarması “ baskılarının karşısında dış politikasını Batı’ya doğru yönlendirmek ihtiyacını duyuyordu. İngiliz ve Fransız dostluk yaklaşımlarına lakayıt kalamazdı. Yeni Türk devletini tanımak ve onunla uzlaşmak gereğini daha İstiklâl Harbi esnasında duyan ilk Batı devleti Fransa olmuş, Antep ve Maraş’taki yenilgilerden sonra Ankara Hükümeti ile 1922’de, daha Batı Cephesi’nde savaşlar sürerken de Ankara Anlaşması’nı imzalamıştı.

İngiltere güçlü bir Türkiye’yi hiç istemedi

Lozan’dan sonra hele Türkiye’ye hasım Lloyd George ve Lord Curzon sahneden çekildikten sonra, Türk-İngiliz ilişkilerinde İngiltere’nin inisiyatifi ile bir yumuşama başladı. 1926’da Irak’taki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Henry Dobbs Ankara’ya Mustafa Kemal’i ziyarete geldi ve anlamlı sözler söyledi:
“Milletlerin kendi mukadderatlarını tayin etmelerinden ve azınlık haklarından söz etmek iyi idi de, bunlar mevcut devletlerin haklarından üstün tutulmamalı idi... Kürtler daha nesiller boyunca kendi kendilerini idareden aciz bulunacaklardı...” yani açıkça, Kürtlerden uzun süre ellerimizi çekeceğiz demek istiyordu. Sonraları daha birçok İngiliz şahsiyetleri ve heyetleri önceleri yeni devletin başkenti olarak tanımak istemedikleri ve sefaretlerini İstanbul’dan taşımamak için direndikleri Ankara’ya, sıkça gelip gitmeye başlayacaklardır...

Atatürk ‘lütfen’ kabul etmişti

Başvekil İsmet Paşa’yı, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü (Aras)’yü ziyaret edecekler ve Kürt konusunda iyi niyetlerini belirtip, İngiliz dostluğu hususunda teminatlar vereceklerdi. Mustafa Kemal Paşa ise bu heyet ve kişilerden bazılarını “lütfen” kabul edecekti.
Ancak bütün bu “uvertürlere” rağmen, özellikle İngiltere, yeni Türk devletinin fazla güçlenmesinden ve ileride Orta Doğu’daki hatta Orta Asya’daki çıkarlarına karşı bir tehdit oluşturmasından endişeli idi.

Batılılar özellikle İngiltere, yeni Türkiye’nin gücünden, bu yeni devletin ve bağımsızlığının, sömürgeler ve Hindistan halkını bağımsızlığa teşvik etmesinden de korkuyor ve bu sebeple de önce Ankara’daki yeni Türk hareketini, sonra da kurulan Cumhuriyet hükümetini bir yerinden zayıflatma gereğini duyuyorlardı. Artık Ermeni kozu da (hiç olmazsa bir süre için) kalmadığına göre en müsait koz Kürt kozu idi.
1920’li yıllar çok nazik bir süreçti...

Türkiye dışındaki Kürtlere meskûn bölgelerde, şöyle veya böyle özellikle petrol kaynaklarını güvence altına alacak özerk tampon Kürt birimleri kurmak tasavvuru da hâlâ sıcak tutuluyordu. Gerçi Ankara’ya artık Kürtlerle ilgili olmadıkları hususunda güvenceler veriliyordu ama ajanlar hâlâ bölgede faaliyette idiler.

Güya Kuzey Irak’ta Mezopotamya ile ilgili bu faaliyetlerin bugün olduğu gibi Türkiye’ye sarkmaması ve İngilizlerin de bilgileri dahilinde Türkiye’deki Kürtleri de ilgilendirmemesi düşünülemezdi.

Tahrikler

I. Dünya Harbi’nde de İstiklâl Harbi’nde de Kürtler ve Türkler, omuz omuza savaşmışlardı ama Kürt aşiretleri, şeyhleri ve ağaları, dini ve siyasi sebeplerle bağımsızlık ve özerklik hevesleri ile tahriklere açıktılar.

Türkiye Cumhuriyeti’nin laik bir devlet olması, hilafetin ilga edilmesi özellikle Nakşibendî şeyhlerini hatta Alevi şeyhlerini tedirgin etmişti...
İngilizler, Mark Sykes’in ve Binbaşı Noel’in ötedenberi istedikleri veçhile Kürtlere millet olmak ve milliyetçilik şuurunu telkin etmek için ortamın müsait olduğu kanısında idiler.

İngiltere hükümetinin kararı ve Irak krallığına öncelik verilmesi ile bağımsızlık isteyen Kürtler, hayal kırıklığına uğramışlardı; ama gene de Noel’in deyimiyle “biraz iterek” Türk Devleti’ne karşı Kürt ayrılıkçılığı canlandırılabilirdi. Batılılar Amerika, İngiltere ve Fransa Kürtlere verdikleri sözleri ve yaptıkları vaatleri tutmamışlar, onları hayal kırıklığına uğratmışlar ve kızgınlıklarına sebep olmuşlardı; ama hâlâ Türkiye’ye karşı bir koz olarak hem de Mezopotamya’nın güvenliğini sağlamak için onlara ihtiyaçları vardı.

Dışarıda yaşayan Kürt aydınlar da yeni Cumhuriyet daha da kuvvetlenince, emellerine hiç nail olamayacaklarını biliyorlardı ve bunun için de 1920’li yıllar hem Ankara için hem de Kürt ayrılıkçıları için nazik yıllardı.
Fotoğraf(*) Lozan imzalanıyor 24 Temmuz 1923

Büyük Oyun Büyük Kürdistan (12)
Kürt isyanlarının arkasında Fransa ve İngiltere vardı

I. Dünya Harbi’nde İngilizlerle işbirliği yapan, mütarekede ve Sevr Konferansı döneminde İngiliz ve Fransızlarla işbirliği yapmış olan sürgündeki Kürt liderleri, Bedirhan ailesi, Kürt Şerif Paşa, Şeyh Abdülkadir vs.. bağımsız Kürt Devleti kurmak hayaliyle hâlâ İngiltere ile temaslarını sürdürüyorlardı.


Kürtlerin nasıl kullanılacakları konusunda ise Londra’daki “Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etmeleri” ilkesine inanmış ve bu hususta sözler vermiş olan yöneticilerle bölgedeki reel politika koşullarını bilen Bağdat’taki Yüksek İngiliz Komiseri Arnold Wilson, Binbaşı Ely Soanes, Binbaşı Noel gibileri arasında görüş farklılıkları vardı. Daha önce Binbaşı Hay’in raporunda geçtiği gibi İngiliz ajanlarının Kürtlerin kendilerini idare etme kabiliyetiyle ilgili tereddütleri, hatta olumsuz görüşleri vardı. Ve şunu da ekliyorlardı:

“Kürtler ikiye ayrılırlar: İyi ağalar ve kötü ağalar. Her havalide bir kötü ağa vardır. Olayları çıkaranlar da bunlardır ve bu kötü ağaları her şekilde bastırmak gerekir. Bunlar sadece kişisel açgözlülük ve egoizmdir. Onları tedip etmekle hem kendi çıkarlarımıza hizmet etmiş, hem de genellikle Kürdistan’a hizmet etmiş oluruz.”

Cumhuriyet’ten sonra...

İngiltere’nin bir taraftan dostluk teminatları verirken, o yıllarda hatta 1938’e kadar, ajanlarının ve mesela Binbaşı Noel’in faaliyette bulunduğu ve bu dönemde çıkan veya çıkarılan Kürt ve Nasturi isyanlarında parmağı olduğu, sonradan ele geçen belgelerden anlaşılmıştır. Açıkça, Kürtlerin Lawrence’ı diye anılan Binbaşı Noel, 1940’da öldükten sonra, London Times gazetesinde yayımlanan biyografisinde şunlar yazmaktaydı;

“Dünya Savaşı boyunca Mardin’de ve Kermanşah bölgesinde icrayı faaliyette olduğu anlaşılıyor. İngiltere hükümetinin zaman zaman hiçbir resmi ilgisi olmayan Binbaşı Noel’e, aşağı rütbelerdeki subaylara verilmesi mutad olmayan DSO nişanını vermiş olması, Kürtler konusunda yaptığı hizmetin önemini gösterir.”
Bu arada gene sonradan ele geçen belgelerden anlıyoruz ki, ünlü T. E. Lawrence’in de bölgeye fiilen gelmemiş olsa bile Kürt isyanlarının çıkarılmasında parmağı vardır. Zira Türkiye’nin II. Dünya Harbi’ne Almanya’nın saflarında girmesi ihtimaline karşı, Kürtler ve Kürt bağımsızlığı kozu, İngiltere’nin gözardı edemeyeceği bir kozdu. Diğer taraftan Almanya’nın da, Türkiye’nin Harbe müttefikler safında katılması ihtimaline karşı gene Kürtler arasında ajanlar bulunduğu da bir gerçekti.

Fransızlara gelince, onlar da Türkiye’yi kendi sömürgeciliklerine karşı bir tehdit olarak gördükleri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Hatay’ı ilhak etmekte ısrar edeceğini bildikleri için, Kürtler arasında faaliyette bulunuyorlardı.

1937 yılına kadar bölgede başgösteren çeşitli ayaklanma ve isyanların, Koçgiri (1920-21), Şeyh Sait (1925), Nasturi (1920), Dersim (1935-37), Ağrı (1926-27-1930), Sason (1935) isyanlarının kahramanları Türk ordusundan kovulmuş İhsan Nuri (Paşa), Baytar Nuri (Dersimî) İngiltere ile daima temasta idiler ve para yardımı alıyorlardı.

Türkiye’nin İngiliz büyükelçileri ve konsolosları ve diğer resmi kişileri her başkaldırı esnasında, bunlarla hiçbir ilgileri olmadığı hakkında teminat üzerine teminat verirlerken, her ne hikmetse, bölgede büyük miktarlarda İngiliz yapısı silahlar ve İngiliz parası, sterlin dolaşmaktaydı.

Yurt dışındaki faaliyet

Gene o sıralarda, I. Dünya Harbi’nde İngilizlerle işbirliği yapan, mütarekede ve Sevr Konferansı döneminde İngiliz ve Fransızlarla işbirliği yapmış olan sürgündeki Kürt liderleri, Bedirhan ailesi, Kürt Şerif Paşa, Şeyh Abdülkadir vs.. bağımsız Kürt Devleti kurmak hayaliyle hâlâ İngiltere ile temaslarını sürdürüyorlardı. Şerif Paşa’nın ve Şeyh Abdülkadir’in liderliğini yaptıkları Hoybun Cemiyeti bu faaliyetlerin odağını teşkil ediyordu. Elde edilen belgelere göre Dersim ve Ağrı İsyanları’nı bu cemiyetin üyeleri olan İhsan Nuri (Paşa) ile Baytar (Binbaşı) Nuri Dersimî organize etmişlerdir. Hoybuncuların büyük bir çabaları da iki eski düşmanı, Kürtler ve Ermenileri Türklere karşı bir müşterek cephe haline getirmektir.

Ayaklanmalar

Cumhuriyetten hemen önce, Milli Mücadele sürerken 1920 Ekim’inde, Dersim’deki Koçgiri başkaldırısı Kürt sorununun Cumhuriyet’in başına bela olacağının ilk işareti oldu. Ermeni intikamı korkusu dolayısı ile Türkler ve Türkiye ile dayanışma içinde olan Kürt aşiretlerinin dışında, yabancı tahriklerine en müsait olan Kürtler acıdır kı Alevi Kürtlerdi. Dersim’in, Ermeni emellerinin hedefi olan bölgelerden uzak olması, tarihte, yabancı misyonerlerin Kürtlerle Ermenileri Osmanlı Devleti’ne karşı uzlaştırma teşebbüslerinde Alevi Kürtlerin daha açık olması 1920’li yıllarda da tahriklere daha müsait kılıyordu. Bir de Sünni Kürtlerle Alevi Kürtler arasındaki ezeli ihtilaf vardı. Gerçi Alevi ve Sünni Kürtler zaman zaman (o da aydınlar düzeyinde) birlikte hareket etmişlerdi.

Mesela mütareke döneminde İstanbul’da kurulan Kürt Teali Cemiyeti’nde... Bu oluşumun başında, Sünni şeyhlerle Batı Dersim’deki Alevi Koçgiri aşiretinin başı Mustafa Paşa, oğlu Alişan Bey ve sonraki Dersim isyanında da başrolü oynayacaklardan (Baytar) Nuri Dersimi vardı.

Kürtler arasındaki ayrılıklar

Dersim, İstanbul’dan gelen Kürt liderlerinin de katkılarıyla ve tabii Noel’in de tahrikleriyle Kürt milliyetçiliğinin merkezi haline gelmişti. Bedirhanlar da buraya el atmışlardı. Hasta Kürtlerle meskûn bütün Doğu bölgesine özerklik verilmesi dayatılmaya başlanmıştı. Bunlar karşısında, bu sefer üç ateş arasında, Batı’daki Yunan cephesi ve Doğu’daki Ermeni ve Kürt saldırıları arasında kalan Ankara vardı. Diğer bir taraftan meclisteki Kürt kökenli milletvekillerinin de desteğini kaybetmemek için asi Kürtlerin topladığı 40.000 kadar atlıya karşı çıkaracak gücü olmadığı için Dersim konusunda oyalama siyasetine devam ediyor ve diğer Kürtleri de tutmak istiyordu. Ama yabancı tahrikleri ve Kürt kıpırdanmaları gene de durmuyordu.

Ankara Hükümeti’nin o sırada saltanatı ve sonra da hilafeti ilga etmesi, özellikle Sünni Kürtlerin Ankara’ya sadakatini sulandırmaya başlamıştı.
Milli mücadele sona erdikten sonra da Ankara Hükümeti Doğu’da çok zayıf durumda idi. Ancak diğer taraftan da Kürtlerin yer yer kıpırdanmalarına rağmen, Alevi ve Sünni Kürtler arasındaki tam bir birlik olmaması Ankara’ya nisbi bir hareket sahası sağlıyordu.
Alevi aşiretler Koçgiri isyanına katılmadılar

1920-21’deki Koçgiri İsyanını, Alişan Bey başlattı ve yönetti. Daha önce kardeşi Haydar’la birlikte bölgede, Sivas ve Erzincan yolu üzerindeki Refahiye ve Ümraniye kaymakamlıklarında da bulunmuş olan Alişan Bey ve silahlı atlıları ile Binbaşı Noel’in, Mustafa Kemal’i Sivas’ta kaçırma teşebbüsünün içinde de Kamuran ve Celadet Bedirhan kardeşlerle birlikte bulunmuştu. Alişan Bey, Milli kuvvetlere sevkedilen bir silah ve cephane kolunu basmış, külliyetli miktarda silah ve cephaneye el koymuştu.

O sırada Milli Kuvvetler bir taraftan Batı cephesinde Yunanlılarla ve Doğu’da da yeni bir Ermeni saldırısı ile başa çıkmaya çalışıyorlardı. Daha evvel de Koçgirili çeteler bazı milli karakollara saldırmışlar, silah ve cephane ele geçirmişlerdi. Alişan Bey bu silah ve cephane ile 20 Ekim’de harekete geçti. Ankara hükümetine bir ültimatom vererek, Kürt Teali Cemiyeti’nin önceki taleplerini yeniden ileri sürdü.

Küstah tehditler

Sevr Antlaşmasında öngörülen Kürt özerkliğinin tanınması, hapishanelerde bulunan Kürt “tutsakların” salıverilmesi, Kürt çoğunluğunun bulunduğu bölgelerden Türk idaresinin, Koçgiri bölgesinden de Türk askeri birliklerinin çekilmesi. Alişan Bey, eğer bu talepler kabul edilmez ise, isyanını bütün Dersim’e yayacağı tehdidini savuruyordu. İki cephede çarpışan Milli Hükümet, bölgedeki güçlerini toplayıncaya kadar, Alişan Bey’i oyalamaya çalıştı. Hatta Alişan Bey’e TBMM’de milletvekilliği bile teklif etti. Alişan Bey de aday olmayı kabul etti.

Ankara hükümeti, Sünni Kürtlerin çoğunun Alişan’ın cazip tekliflerine rağmen asilere katılmasını önlüyordu. Çoğu Alevi aşiretler de Koçgiri ayaklanmasına katılmadılar. Alişan ve taraftarlarının Kürt milliyetçiliği talepleri de Kürtleri onun yanına çekememişti. Kış geçip karlar eriyince, Nureddin Paşa komutasındaki milli kuvvetler, diğer Sünni Kürtlerin de yardımıyla Koçgiri İsyanı’nı bastırdılar. Bu başarıda, Sakarya Savaşı’ndan sonra oraya kaydırılan Topal Osman Ağa’nın Giresun Alayı da büyük bir rol oynamıştı. Nureddin Paşa (Sakallı) isyandan sonra hükümete çektiği bir telgrafta; “Bu olaylardan ders alınmasını, felaketlerin, ihanetlerin tekrarlanmaması için bölgede daha esaslı ve ciddi bir operasyon yapılmasını” önemle tavsiye ediyordu.

Asiler cezalandırılamadılar

Ne var ki, Meclis’teki özellikle Kürt kökenli milletvekilleri bu tavsiyelere şiddetle karşı çıktılar. Hatta Nureddin Paşa’nın görevden alınmasına sebep oldular ve asilerin cezalandırılmalarına da engel oldular.

Fotoğraf(*)İdam edilen Şeyh Sait
1925 yılında patlak veren İngiliz destekli Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra Kürtçülükle mücadele politikası en kararlı ve sert şekilde yürütülmüştür. 25 Şubat tarihli Örfi İdare Kanunu, 25 Şubat 1925 tarihli Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nda yapılan değişiklik ve 4 Mart 1925’de yapılan Takrir-i Sükun görüşmeleri, 25 Aralık 1935 tarihli Tunceli Kanunu görüşmeleri, Cumhuriyet idaresinin bu konudaki tavrını ortaya koymaktadır. Atatürk’ün kararlı tavrı sonucu, Meclis içindeki Kürtçü muhalefete rağmen bu kanun maddelerinin hepsi teker teker onaylanmış ve hemen ardından da uygulamaya konulmuştur.
Atatürk’ün Kürt bölücülüğüne karşı yürüttüğü mücadele tartışmaya yer bırakmayacak derecede nettir.

Büyük Oyun Büyük Kürdistan (13)

Cumhuriyetin hedefi eyalet değil, tek ulus, tek devletti

Koçgiri İsyanı’ndan sonra anlaşılmıştı ki, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin hedefi adem-i merkeziyet -bugünkü BDP/PKK deyimiyle demokratik özerklik eyalet sistemi diye ülkenin parçalanması değil, tek ulus devlette, entegrasyon olacak ve Kürtler de Türklüğe asimile değil, entegre olacaklardı. Ancak, Koçgiri isyanından sonra da, Cumhuriyet’in 1923’te ilanından sonra da, yurt dışından tahrik edilen Doğu’daki bölücülük hareketleri durmadı.

Kendisi de Kürt olduğu halde milliyetin, milliyetçiliğin sosyal ve kültürel birlikten ve yetiştiriliş tarzından, tarihte birlikte yaşamış olmaktan kaynaklanan bir olgu olduğu tezini savunan ve böylece, Atatürk’ün; “Ne mutlu Türk’üm diyene!” ilkesinin de fikir babası olan Ziya Gökalp, başını çektiği Türkçülük hareketi de başlangıçta samimiyetle ifade edilen Kürt, Çerkez vs.. halkları tasavvuruna karşı kuvvetlenmiş yeni devletin fikri temelini teşkil etmişti...

Koçgiri İsyanı’ndan sonra gene anlaşılmıştı ki, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin hedefi adem-i merkeziyet -bugünkü BDP/PKK deyimiyle demokratik özerklik eyalet sistemi diye ülkenin parçalanması değil, tek ulus devlette, entegrasyon olacak ve Kürtler de Türklüğe asimile değil, entegre olacaklardı. Ancak, Koçgiri isyanından sonra da, Cumhuriyet’in 1923’te ilanından sonra da, yurt dışından tahrik edilen Doğu’daki bölücülük hareketleri durmadı.

Yeni isyanlar planlanıyor

Türkiye dışında Avrupa’da, Kahire’de, Lübnan’da, Suriye’de yaşayan Bedirhanlar, Şeyh Abdülkadir, Bitlis eşrafından Yusuf Ziya ve 1923 seçimlerinde TBMM’ye seçilemeyen Cibranlı Halit, Nakşibendî Şeyhi Palulu Şeyh Sait, Yüzbaşı İhsan Nuri’nin kurdukları Azadi Cemiyeti’nin merkezi Dersim’e intikal etmiş ve havalide şubeleri açılmıştı. Hem Sünnileri, hem de Alevileri kapsayan hareket Doğu’ya ve Güneydoğu’ya çabucak yayılmıştı 1923’te Erzurum’da kurulan Azadi Cemiyeti ve hemen her yörede kurulan şubeleri yeni isyanları planlıyorlardı. Daha sonra ele geçen belgelerden Azadicilerin Mustafa Kemal’in Ankara’daki bazı muhalifleri ile Terakkiperver Fırkası ile irtibatları olduğu anlaşılıyor.

Azadi’nin İhsan Nuri Dersimi ile eski TBMM üyesi Yusuf Ziya’nın kardeşi Rıza’nın, ordudaki beşyüz kadar Kürt kökenli subay ve eri isyana teşvik ederek başlattıkları teşebbüs, asiler arasındaki iletişim eksikliği ve disiplinsizlik yüzünden akamete uğradı. Ne var ki, hükümet artık Azadi hareketini deşifre etmiş; Yusuf Ziya Bey, Cibranlı Halit Bey, Mutkili Hacı Musa Bey tevkif edilmişlerdi.

Şeyh Sait isyanı

Azadi Cemiyeti yöneticileri 1925 Mayıs’ında bağımsız Kürdistan’ı kurmak için harekete geçmeyi planlamışlardı. İsyanı, Azadi hareketinin içine sonradan çekilen Palu’lu Nakşibendî Şeyhi Sait başlatacaktı. Bu hareketin, laik cumhuriyet’e karşı “Şeriat elden gidiyor” diye başlatılan dini bir hareket olduğu söylenir. Bu bir dereceye kadar doğrudur da. İsyan beyannamesinde de bu gerekçe ortaya atılmıştır ama gene de arkasında Kürt milliyetçisi Azadi hareketi ve yöneticileri vardır.

Noel yine işbaşındaydı

Aşiretleri Kürt milliyetçiliği söylemlerinden ziyade şeriatın ihya edilmesi ve halifenin geri getirilmesi gibi dini temalarla tahrik eden Palu’lu Şeyh Sait, başkaldırısında kararlı idi. Ne var ki, bu hareketi Piran’daki plansız bir çatışma sonunda bir oldu-bitti ile başlamış oldu. Bundan önce Hakkâri’de, Noel’in kışkırttığı Hıristiyan Nasturiler ayaklanmış ve ayaklanma güçlükle bastırılmıştı. Bu isyan esnasında üç Kürt kökenli subay, silah ve cephaneleri ile Şeyh Sait isyanına katılmak üzere birliklerinden firar etmişlerdi. Mahalli idare amirleri Ankara’ya bunun yeni bir başkaldırının hazırlığı olduğu hususundaki şüphelerini bildirdiler.

Nitekim Şeyh Sait’in Emir’ül Mücahidin Muhammed Said Nakşibendî imzası ile 14 Şubat 1925’te yayınladığı bildiri ile isyan patlak verdi ve ancak Şeyh Sait ve avanesinin 14 Nisan’da bozguna uğratılarak yakalanmaları ile bastırıldı. Tenkil hareketi bir süre daha devam edecek bu arada isyancılar Yusuf Ziya, Cibranlı Halit vb.. kurulan İstiklâl Mahkemesi tarafından yargılanıp idam edileceklerdi. Şeyh Sait ve başka isyancılar da yargılanarak 29 Haziran 1925’te idam edildiler. Bu sırada çıkarılan Takrir-i Sükûn kanunu ile Kürtçülüğe karşı geniş operasyonlar başlatıldı.

Kıpırdanmalar durmuyordu...

Şeyh Sait İsyanı bastırıldıktan sonra alınan tedbirler ve çok sayıda Kürt şeyh ve ağalarının aileleri ile birlikte Batı Anadolu’ya nakledilmelerine rağmen Kürtçülük hareketleri durmadı. 1927’ye kadar küçük başkaldırılar devam etti. Ne var ki, Şeyh Sait isyanının başarısız olması, Kürtler ve aşiretler arasında birlik ve iletişim olmadığını da göstermişti. Eğer Zazaların dışında kalan bütün Kırmanço konuşan Kürt aşiretleri ve Aleviler bu harekete katılsalardı, isyanın başarı şansı daha yüksek olabilirdi. Kürt ayrılıkçıları bunu telafi etmeye, bir de Ermenilerle birlik olmaya çalışacaklardı.

Son zamanlarda açıklanan İngiliz belgelerinden, İngiliz Büyükelçiliğinin ve bölgedeki ajanların raporlarından, İngiltere’nin Kürt hareketlerini ne kadar yakından -fazla yakından- izlediği anlaşılıyor.

Yurt dışında Paris’e, Kahire’ye, Şam, Beyrut, Halep ve İran’a kaçmış olan Kürt liderleri ve aydınları, 1925-1927 arasında yeni ayaklanma hazırlıklarına giriştiler. Bu, yeni hareketlerin odağı, Mütareke İstanbul’unda, Türklere karşı bir Ermeni-Kürt dayanışması gerçekleştirmek için İngiltere’nin yardımı ile kurulmuş olan Hoybun Cemiyeti olacaktı.

Lider Celadet Bedirhan’dı

Kürt liderleri geçmişteki tecrübelerinden ders almışlardı. Aralarındaki iletişimi kuvvetlendirecekler, küçük hesap ve ihtilafları bir tarafa bırakacaklardı. Merkezi Halep’te olan bu hareketin liderliğini de Celadet Bedirhan üstleniyordu. Şimdiye kadar Kürt olayına karışmamış olan Sovyetler de bu sefer Türkiye’yi peyk yapmak umutları azaldıkça Hoybun’la ilgileniyordu. Ve bu sefer nizami bir Kürt ordusu kurulması ve Anadolu’nun doğusundaki dağlık bölgelerde konuşlandırılması, bu “ordunun” başkomutanlığına bir süre önce Beytüşşebab’taki ayaklanmanın lideri, Türk ordusundan kovulma İhsan Nuri’nin tayini kararlaştırılmıştı. Ve bu yeni isyan teşebbüsünde de Noel’in parmağı vardı. Hatta Hoybun organizasyonunda İngiltere’nin Irak’taki başkomiseri Edmonds’un rolü olmuştu. Ancak İngiltere ve Fransa o sıradaki Ankara ile uzlaşma ve yakınlaşma sürecinde, pek fazla ortalıkta görünmek istemiyorlardı. Buna karşılık Sovyet Rusya’dan para ve silah yardımı talep edilmiş, alınmıştı. Diğer taraftan Ermeni-Kürt dayanışması gereği yeni Türkiye Cumhuriyeti’nden intikam almak isteyen Ermeni Taşnak Cemiyeti de Hoybun’un kurulmasında aktif rol oynamıştı ve şimdi de yardıma hazırdı.

Ağrı isyanlarında İngiltere-Rusya-İran işbirliği vardı

16 Mayıs 1926’da Yusuf Taşo adlı eşkıyanın elebaşılığında başlayan ve 17 Haziran 1926’da bastırılan Birinci Ağrı ayaklanması, 13-20 Eylül 1927’deki İkinci Ağrı hareketi, asıl Ağrı isyanına hazırlık mahiyetinde idi. İhsan Nuri, Türkiye’nin mukavemetini denemek istiyordu. Bastırıldıktan sonra asıl Büyük Ağrı İsyanı, 1930 Haziran ayında İhsan Nuri’nin 5.000 kişilik modern silahlarla teçhiz edilmiş, eğitimli Kürt “ordusunun” saldırıya geçmesi ile başladı. Nuri bu sefer Celali Şeyhi Talu’nun da desteğini almış ve Ankara’ya da bir ültimatom vermişti. Hükümet nihayet, Alevi aşiretlerinin de katılması ile bir isyan halini alan hareketleri kökünden ezmek için büyük kuvvetlerle hatta İran arazisine girerek asilere tenkil etti, bölgeyi tamamıyla asilerden temizledi (7 Eylül 1930-14 Eylül 1930).

Ağrı isyanlarında İngiltere’nin, Sovyet Rusya’nın ve İran’ın büyük rolleri, Ermeni derneklerinin yardımları olmuştur. Bu isyanların Bağdat’tan yönetildiğine ve ünlü Lawrence’in o sırada bölgede bulunduğuna dair kuvvetli deliller vardır. İsyanın bastırılmasında hükümet çok stratejik davranarak kuvvetlerini, İran’ın direnmesine rağmen, İran topraklarına sokup Ağrı Dağı’nı ve burada konuşlanan asileri çevirmesinin büyük etkisi olmuştur. Nitekim hezimetten sonra İran’a sığınan sözde başkomutan İhsan Nuri “Paşa” ya, İran hükümeti İran ordusunda görev vererek bu olaylarda parmağı olduğunu belli etmiştir. “Dersim isyanını ve bunda rol oynanayan Baytar Nuriyi bır Pazar-lık köşemde yazmıştım.”


Dersim ve Ağrı’dan sonra

1938’de Kürt isyanlarının sonuncusu Dersim (Tunceli) isyanının Türk ordusunun başarılı operasyonları neticesinde bastırılmasından sonra 1970’li yılların sonuna kadar mahalli eşkıyalık olayları dışında önemli Kürt başkaldırıları olmadı. Ama gene de devlet, ordu ve istihbarat birimleri bu bölgedeki Kürtçülük hareketlerine karşı teyakkuz halindeydiler. Bir takım kıpırdanmalar oluyor ve yakından izleniyordu. Atatürk ve İsmet İnönü bu konuda çok duyarlı idiler ve bölücülük hareketlerine müsait zemin bırakmamak için Doğu’ya, Güneydoğu’ya özel tedbirler ve yatırımlar götürülmesini öngörüyorlardı.

Ancak, Batı’da entegrasyon gerçekleşip Kürt kökenliler diğer etnik gruplarla kaynaşırken ve gerek hükümette gerek iş alanında en yüksek düzeylere engel olunmadan çıkarlarken Doğu’ya, Güneydoğu’da öngörülen reform ve entegrasyon hareketlerinin başarı ile uygulandığı söylenemez. O bölgenin ağır coğrafi ve iklim şartları yatırımların oraya götürülmesine, Türkçe eğitiminin yaygınlaşmasına da engeldir.

Altemur KILIÇ





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder