Türkiye’nin son haftalardaki gündemi, haklı olarak, ekonomik kriz
ihtimalleri. Doların yükselişi ve Saray cephesinden verilen yanıtların harareti
daha da yükseltmekten başka işe yaramaması, Türkiye ekonomisinin yapısal
zayıflıklarıyla birleştiğinde, kriz ihtimalinin gündemi kaplamasında bir
gariplik yok tabi.
Öte yandan, Erdoğan’ın dolar hakkındaki kimi sözlerinin ve
çağrılarının anımsattıkları da bir hayli enteresan. Örneğin, Irak’ta Saddam
Hüseyin’in petrol ticaretini dolar yerine euro ile yapmayı dile getirmesi ile
ülkesinin emperyalist müdahaleye uğraması arasındaki mesafe bayağı kısadır.
Benzer şekilde, Afrika ölçeğindeki ticaretin dolar yerine “altın dinarı” gibi
bir başka para birimiyle yürütülmesini öneren ya da Libya’da iş yapacak yabancı
sermayenin parasını Libya dinarına çevirmesini zorunlu kılan Kaddafi de vahşi
bir emperyalist operasyonu ülkesine çekmiş sayılabilir.
Özetle, dolara ve dolarda simgelenen ABD egemenliğine yan bakmak,
emperyalist sistemin bağımlı bir ülkesi için pek kolay ve hayırlı değil.
Peki, hal böyleyken, Erdoğan neye güveniyor olabilir?
Bir yanıt şu olabilir: Erdoğan, krizi durdurmaya değil,
yönetmeye, yön vermeye çalışıyor. Yani yaklaşan bir ekonomik krizden kaçmak
yerine, bu krizi faşizme geçişin kapısı haline getirmeyi tasarlıyor.
***
Faşizm dendiğinde iki sorunla karşılaşıyoruz. Bunlardan ilki,
Türkiye’de solun bu kavramı anlamsızlaşacak ölçüde istismar etmesi. İkincisi
ise, faşizmin sadece Almanya ve İtalya’daki örneklerinin tekrarı olacağı
beklentisi.
Oysa bu iki sorunlu yaklaşımı geride bırakıp, faşizmin, tekelci
kapitalizmin yapısal bunalımına bir yanıt olarak kavranması, günümüzün ve
ülkemizin koşullarının bu açıdan incelenmesi mümkün.
Tekelci kapitalizmin günümüzde ulaştığı evre, neo-liberal sermaye
birikim biçiminin tıkandığı bir uğrak olarak görülebilir. Buradaki tıkanma,
sermayenin artı-değer sömürüsünde bir duraklama olduğu anlamına gelmiyor (ki bu
bile bir tartışma konusudur). Tıkanma, bu ölçüde kuralsızlaşmış ve
saldırganlaşmış bir sermaye birikim rejiminde, toplumsal ve siyasal yapının
yeniden üretilmesinde ve sürdürülmesinde yaşanıyor.
Deyim yerindeyse, sermaye, neo-liberal birikim rejiminde artı-değer
sömürüsünü en yüksek seviyelere çekmenin yolunu bulmuştur, ama bu yolla toplumu
ve siyaseti yönetmeyi nasıl sürdüreceğini bilemez hale gelmiştir.
Neo-liberal birikim biçimini ikame edecek yeni bir birikim modeli
de ufukta görünmediğine göre, sermaye açısından en makul çözümlerden biri,
toplumsal ve siyasal yapıyı faşist devlet aygıtının otoriter denetimine bırakmak,
yapısal krizle şiddetlenen yeniden üretim ve sürdürülebilirlik sorununu “zor”un
rolü ile aşmaktır.
Bu anlamda, faşizmin ‘gerekçesi’ her kapitalist rejimde
mevcuttur, ona içkindir. Horkheimer’in faşizm için “modern kapitalist
toplumun hakikati” demesinin altında da bu yatar. Ancak faşizmin zafere
ulaşması için kimi koşulların ortaya çıkması ve buluşması gerekir. Bu
koşulların ilki, yukarıda sözünü ettiğimiz tekelci kapitalizmin yapısal
krizidir.
Bir diğer kritik koşul ise, faşizmin kitle tabanının
örgütlenmesidir. Faşizmin kitle tabanı, kuşkusuz, geniş bir tanımdır ve
yekpare/türdeş bir nüfus kesitini ifade etmemektedir. Bu kitle tabanı, daha
çok, toplumun farklı kesimlerinin birbirine eklemlendiği bir bütünleşme olarak
anlaşılmalıdır: Rekabet yarışında geri düşmemek için sermaye birikiminin
hızlanarak devam etmesini isteyen burjuvazi, ekonomik kaynakları ve konumları
tehdit altındaki ‘orta sınıflar’ ve işsizliğe mahkum edilmiş yoksul kitleler.
İşte Türkiye’de bu tabloya özgüllük de katan bir boyut var: 15
yıllık iktidarı döneminde AKP/Saray Rejimi, böylesi bir kitle tabanını kendi
parti seçmeni kılığında yaratabilmiştir. Bugün Türkiye’de AKP tarafından özel
olarak beslenen ve büyütülen bir sermaye kesimi vardır. AKP tabanının içinde
azımsanmayacak sayıda bir “İslamcı orta sınıf” vardır. AKP’nin seçmen kitlesini
oluşturan ve niceliği hayli yüksek olan bir yoksul nüfus vardır.
Daha önemlisi ise şudur: Tablonun bu özgüllüğü, AKP/Saray
Rejimi’ne, faşizme geçiş için inisiyatif şansı sunmaktadır. Daha açık bir
deyişle, emperyalist odakların ve Türkiye’nin geleneksel burjuvazisinin ya da
kentli ve modern orta sınıfın tutumunun ötesinde, AKP/Saray Rejimi, faşizme
geçişi salt kendi mevcut tabanına dayanarak dahi deneyebilecek durumdadır.
Bu inisiyatifin bir rest gibi görülmesi ise mümkün değildir. Çünkü
AKP/Saray Rejimi, deyim yerindeyse kendi bünyesinde inşa ettiği faşizme geçiş
modelini, emperyalizme ve geleneksel burjuvaziye karşıtlık için değil, bir teklif
olarak ileri sürmektedir. Faşizme geçiş, sermaye düzenine, yaklaşan krizin
yıkımından kurtulmanın ve Türkiye’nin yönetilebilir halde tutulmasının reçetesi
olarak sunulmaktadır.
Zira faşizm, sadece burjuvazinin bir kararı veya dayatması olarak
ortaya çıkmaz; pekala siyaset de burjuvaziye faşizmi teklif edebilir, eder.
Ve bazen ikna da eder.
***
Bu noktada, yukarıda verdiğimiz yanıta dönebiliriz.
Erdoğan, yaklaşan ekonomik krizi durdurmanın imkansız olduğunu fark
ettikçe, krizi yönetip yönlendirmeyi, krizden bir fırsat yaratmayı
arzulamaktadır.
Ağır ve sarsıcı dalgalarla gelen krizin, faşizme geçişi sağlayacak
bir kapıyı aralaması beklenmektedir.
Dolar ve ABD egemenliğine meydan okur görünen kürsü hamaseti ise,
faşizme geçişte vazgeçilmez koşul olan kitle tabanını konsolide etmeyi
amaçlamaktadır.
O halde, Türkiye’nin bir adım sonrasındaki gündemi faşizmdir
diyebilirdik.
Diyebilirdik, ama saçma olurdu; çünkü faşizm, bir adım sonrasında
gündem değil, gerçeklik olacaktır.
O yüzden, bugünün gündemi olmak zorundadır.
Can Soyer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder