8 Aralık 2016 Perşembe

AKP'den laiklik dilenecek halimiz yok, yeniden kazanılacak bir laiklik var




AKP’nin ve o kafadakilerin meşru kabul ettiği tek hukuk İslam hukuku. Dolayısıyla laik değiller.
Bunu ben söylemiyorum. Kendileri her fırsatta vurguluyorlar.
Anayasa Mahkemesinin kararı var. 2008’de Anayasa Mahkemesi “AKP’nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olduğuna karar verdi. Ceza olarak da “Hazine yardımını” kesti!
Karar kesindir, geçerlidir, halen yürürlüktedir. AKP adlı islamofaşist parti, Türkiye’de laiklik karşıtı eylemlerin odağı, laikliğin düşmanı bir partidir. Bu yalnızca siyasi bir tespit değil, Anayasa Mahkemesi kararıdır.
Sadece bu değil. AKP, bu özelliğini hiç gizlemedi. Bu partinin milletvekili olan TBMM Başkanı İsmail Kahraman, anayasada laiklik ilkesinin olmaması gerektiğini savundu.
Şimdi de eylemlerine devam ediyorlar: Evlilik yaşını islam hukukunun öngördüğü biçimde düzenlemek istiyorlar. Dinsel nikahı, resmi nikahın yerine geçirmek istiyorlar. Ülkemizi en köktenci, en radikal biçimde islamize etmeye çalışıyorlar. Tarikatları, cemaatleri toplumsal yaşamın her alanında hakim kılmak için ellerinden geleni yapıyorlar.
Bu partinin kurucularından 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 1980 yılında kendisi 30 yaşındayken, 15 yaşında bir çocukla evlendi… Öyle ya, Türk Ceza Yasası 18 yaşını doldurmamış herkesi çocuk kabul eder. Hayrünnisa Özyurt, 30 yaşındaki Abdullah Gül’le evlendiğinde henüz 15 yaşında bir çocuktu.
AKP’den, AKP zihniyetinden, hukuk deyince akıllarına yalnızca islam fıkhı ve hukuku gelen anlayıştan, laikliği ve laik düşünceyi düşman belleyenlerden çocuk yaştaki evlilikleri durdurmalarını” bekleyemeyiz.
Son bir hafta içinde yaşananlara bakın… Yasa dışı, hukuk dışı, laiklik dışı, insanlık dışı bir öğrenci yurdunda, bir tarikat yurdunda 12 kişi cayır cayır yandı… Cin hastanesi adı altında bir şarlatanlık merkezi çıktı ortaya… Hemen ardından çeşitli kentlerden hacamat tedavisi, sülük tedavisi, cin çıkarma adı altında bir takım umut pazarlama merkezlerinin açıldığı haberleri geldi... Diyanet’in kuracağı afet ve acil müdahale merkezlerinde çadır, battaniye, ısıtıcının yanı sıra sarık, cübbe, tesbih ve ilmihal de olacağını öğrendik!  
İzmir’in hastanelerinde “Hastalık bir definedir. Hastalık bir sabun gibi günahlarınızı temizler” diyen broşürler dağıtılıyor. Tarikatların sağlık alanındaki vahşi talanını ve saldırısını örtmek, gizlemek için “propaganda” adı altında düpedüz baskı yapıyorlar…
Fal kahveleri pıtrak gibi çoğalıyor… Gazeteler, televizyonlar, internet, sosyal medya, kitaplar, dergiler fal, muska, büyü, cinler, dualar, parapsikoloji, ruhçuluk, medyumluk, telekinezi gibi safsataların mecrası haline getirildi…
Toplumsal bir cinnet bu, uçsuz bucaksız bir çıldırı hali!
Böyle bir ucubeliği yaratan, bu cinneti hazırlayan bir partiden, laiklik dilenilir mi, aydınlanma beklenir mi, bilimsel düşünce istenir mi?
Aklın sınırlarını zorlayan bu gelişmelerle ilgili kimi milletvekilleri “soru önergesi” verip bakanlara soruyorlar: Bu laikliğe aykırı değil mi, şu bilimselliğe aykırı değil mi…
Karşımızda laikliğe düşman, bilimsel düşünceyle savaşan, kamusal insanı yok eden bir zihniyet var zaten. Böyle bir zihniyetten laiklik, bilimsellik, kamusallık talep edilebilir mi?
İnsan aklının aydınlığını söndürmek isteyen AKP’den akılcılık beklenebilir mi?
“Ben çobanım siz sürü” diyen bir anlayıştan yurttaşlık, cumhuriyet, erdem istenebilir mi?
Anadolu’da “Ananı belleyen kadı, kimi kime şikayet edeceksin” diye bir laf vardır… Tarihsel olarak laikliğe, ilericiliğe, aydınlanmacılığa düşman kadrolardan laiklik, ilericilik, aydınlanmacılık beklemek de ne ola ki!
Ve bu karanlık dönemi, emperyalizmden ayırmak olası ve olanaklı değil.
Karanlık dönemde, insan aklının aydınlığı söndürülmek istenir. Yapan, eyleyen, düşünen, yaratan, değiştiren, dönüştüren insan yok edilmek istenir.
Mistifiye edilmiş, itaat eden, boyun eğen, sorgulamayan, itiraz etmeyen, şükreden, boyun eğen insan modeli üretilir ve yüceltilir.
İşte bu nedenle…
Emperyalizm ile dinsellik iç içedir. Dinsellik, emperyalizmin kolaylıkla yöneteceği insanı yaratır; emperyalizm de yeniden ve yeniden dinselliği yaratır. Bu sarmal döngü, birbirinden beslenerek böylece sürüp gider.
Emperyalizm, insanı sürekli güçsüzleştirmek zorunda olduğu için dinseldir. Emperyalizm, insanı sürekli edilgenleştirmek istediği için dinseldir. Emperyalizm, insanın yaratıcı ve eyleyici potansiyelini yok etmek istediği için dinseldir.
Özgüvenin, sorumluluğun, eylemselliğin, iradenin, özgür aklın olmadığı bir düzen, kaçınılmaz olarak dinseldir.
Çünkü emperyalizm, dinselliği, genişletilmiş ve derinleştirilmiş bir biçimde sürekli ve yeniden üretmektedir.
İşte “Emperyalizm özsel olarak dinseldir” derken, kastettiğimiz budur.
Emperyalizmin olduğu yerde tarikatlar, tarikatların olduğu yerde acı, vahşet, kan ve gözyaşı vardır.
"Ya tarikat düzeni ya sosyalizm" diyoruz ya hani... Tam da şunu diyoruz aslında: Ya Küba'daki gibi bebek ölümlerini sıfırlarsın ya da Türkiye'deki gibi "Ölen bebeğiniz sizi cennete götürecek" diye hastanelerde broşür dağıtırsın! 
Dolayısıyla AKP’den dileneceğimiz, AKP’den bekleyeceğimiz, AKP’den isteyeceğimiz bir laiklik yok. AKP’yle ve AKP’nin temsil ettiği gerici değerlerle savaşarak, mücadele ederek kazanacağımız bir laiklik var.
08/12/2016 Perşembe Ahmet Çınar
twitter.com/_ahmetcinar_   

7 Aralık 2016 Çarşamba

BİZİ SİZ SİLAHSIZ BIRAKTINIZ!




Bu ülkeyi gericiliğin elinden almak için "silaha" ihtiyacımız vardı. Gericiliği mahkûm edecek, onun sarıldığı silahları etkisiz kılacak, toplum nezdinde hak ettiği şekilde itibarsızlaştıracak bir saldırıyı örgütlememiz gerekiyordu.

Bunu sol yapabilirdi.

Yüzlerce yıllık sömürüde güçlü kökleri olan, ağaların, şeyhlerin, müftülerin, şeyhülislam ve beylerin devrettiği örgütlere dayanan İslamcılığı, "mütedeyyin vatandaşın masum inançları" olarak yutturanlar, örgütlü alçaklığı neredeyse bir folklorik öğe olarak sunanlar sol sosyetenin yakın dostlarıydı.

Örgütlü sol gitmiş, sol sosyete gelmişti.

Örgüt kaçkını gurmeler, hedonist(bedensel hazcı) zengin çocukları "Marksizm’in medar -ı iftihar!" ilan edildi. Murat Belge, Ömer Laçiner, Nilüfer Göle, Hilmi Yavuz, Her türden "sol entelektüel"in temel özelliği örgüte uzak, sosyeteye yakın olmalarıydı.

Anti-Kemalist liberallerden ibaret de değildi bu tablo.

Emre Kongarların, Toktamış Ateşlerin, sarı zeybek uzmanı Can Dündarların doldurduğu alanı bu parsellemeden ayrı düşünebilir miyiz?

Sol sosyete, "sen benim sırtımı kaşı, ben senin sırtını kaşıyayım" şiarıyla birbirini övüyor, bir övgücüler çemberi içinde "sol düşünceye" yön veren sosyeteler oluşuyordu.

Yıllar önce Edebiyat Dostları'nın pek güzel resmettiği gibi, bunlar sandıklarda sakladıkları eski resimleri çıkartıp tanıdık ünlüleri göstermek ve illaki kendilerini işaretlemek huyuna sahip bir "kitleyle" yaşayıp gidiyordu. Aralarına cezaevi görmüş, eza çekmiş ve eza çekenlerin şiirlerini işkenceli mürekkeplerle yazmaktan başka işi olmayanları da alınca, vicdan sorunu da çözülüyordu

Anti-Kemalist liberaller de, batıcı millici statükocular da aynı işi gördü.

Solu silahsızlandırdılar.

Cumhuriyet gazetesinin son 30 yılda "yetiştirdiği" isimlerin çeşitliliği ve bu gazetenin dümenine yerleşen (bazen tek başlarına, bazen başka birilerinin dizlerinin üstünde) isimlerdeki eğilim bolluğu da bu açıdan sembolik değer taşıyor.

Gün geldi, "sağ soldur, sol da sağ" dediler, "Müslüman kadının modern özgürlük kavgasıdır türban" buyurdular, "Latin Amerika'da var, bizde niye olmasın. Devrimci teoloji! Ali Şeriatı falan," dediler,

Gün geldi, "Komünizm bir ideoloji olduğu için çöktü, ideolojileşmeyi reddeden Atatürkçülük ise sapasağlam yerinde" buyurdular, "zamansız ve zorlama devrimlerin Sovyet ülkelerine acılar çektirip, yıllar kaybettirdiğini" anlattılar.

Kimi Hanya'yı gördü, kimi Konya'yı. Kimi hatasından döndü. Kimi gözünü Brüksel'e kilitledi.

Peki şimdi?

Şimdi bize düşen hızla donanmaktır.

Bizim boşalttığımız, bizi çıkardıkları yerde büyük bir bataklık var şimdi.

Gün, o bataklığı temizleme günüdür.
BOYUN EĞME  Sayı:56


Krizden faşizme aralanan kapı



Türkiye’nin son haftalardaki gündemi, haklı olarak, ekonomik kriz ihtimalleri. Doların yükselişi ve Saray cephesinden verilen yanıtların harareti daha da yükseltmekten başka işe yaramaması, Türkiye ekonomisinin yapısal zayıflıklarıyla birleştiğinde, kriz ihtimalinin gündemi kaplamasında bir gariplik yok tabi.

Öte yandan, Erdoğan’ın dolar hakkındaki kimi sözlerinin ve çağrılarının anımsattıkları da bir hayli enteresan. Örneğin, Irak’ta Saddam Hüseyin’in petrol ticaretini dolar yerine euro ile yapmayı dile getirmesi ile ülkesinin emperyalist müdahaleye uğraması arasındaki mesafe bayağı kısadır. Benzer şekilde, Afrika ölçeğindeki ticaretin dolar yerine “altın dinarı” gibi bir başka para birimiyle yürütülmesini öneren ya da Libya’da iş yapacak yabancı sermayenin parasını Libya dinarına çevirmesini zorunlu kılan Kaddafi de vahşi bir emperyalist operasyonu ülkesine çekmiş sayılabilir.

Özetle, dolara ve dolarda simgelenen ABD egemenliğine yan bakmak, emperyalist sistemin bağımlı bir ülkesi için pek kolay ve hayırlı değil.

Peki, hal böyleyken, Erdoğan neye güveniyor olabilir?

Bir yanıt şu olabilir: Erdoğan, krizi durdurmaya değil, yönetmeye, yön vermeye çalışıyor. Yani yaklaşan bir ekonomik krizden kaçmak yerine, bu krizi faşizme geçişin kapısı haline getirmeyi tasarlıyor.

***

Faşizm dendiğinde iki sorunla karşılaşıyoruz. Bunlardan ilki, Türkiye’de solun bu kavramı anlamsızlaşacak ölçüde istismar etmesi. İkincisi ise, faşizmin sadece Almanya ve İtalya’daki örneklerinin tekrarı olacağı beklentisi.

Oysa bu iki sorunlu yaklaşımı geride bırakıp, faşizmin, tekelci kapitalizmin yapısal bunalımına bir yanıt olarak kavranması, günümüzün ve ülkemizin koşullarının bu açıdan incelenmesi mümkün.

Tekelci kapitalizmin günümüzde ulaştığı evre, neo-liberal sermaye birikim biçiminin tıkandığı bir uğrak olarak görülebilir. Buradaki tıkanma, sermayenin artı-değer sömürüsünde bir duraklama olduğu anlamına gelmiyor (ki bu bile bir tartışma konusudur). Tıkanma, bu ölçüde kuralsızlaşmış ve saldırganlaşmış bir sermaye birikim rejiminde, toplumsal ve siyasal yapının yeniden üretilmesinde ve sürdürülmesinde yaşanıyor.

Deyim yerindeyse, sermaye, neo-liberal birikim rejiminde artı-değer sömürüsünü en yüksek seviyelere çekmenin yolunu bulmuştur, ama bu yolla toplumu ve siyaseti yönetmeyi nasıl sürdüreceğini bilemez hale gelmiştir.

Neo-liberal birikim biçimini ikame edecek yeni bir birikim modeli de ufukta görünmediğine göre, sermaye açısından en makul çözümlerden biri, toplumsal ve siyasal yapıyı faşist devlet aygıtının otoriter denetimine bırakmak, yapısal krizle şiddetlenen yeniden üretim ve sürdürülebilirlik sorununu “zor”un rolü ile aşmaktır.

Bu anlamda, faşizmin ‘gerekçesi’ her kapitalist rejimde mevcuttur, ona içkindir. Horkheimer’in faşizm için “modern kapitalist toplumun hakikati” demesinin altında da bu yatar. Ancak faşizmin zafere ulaşması için kimi koşulların ortaya çıkması ve buluşması gerekir. Bu koşulların ilki, yukarıda sözünü ettiğimiz tekelci kapitalizmin yapısal krizidir.

Bir diğer kritik koşul ise, faşizmin kitle tabanının örgütlenmesidir. Faşizmin kitle tabanı, kuşkusuz, geniş bir tanımdır ve yekpare/türdeş bir nüfus kesitini ifade etmemektedir. Bu kitle tabanı, daha çok, toplumun farklı kesimlerinin birbirine eklemlendiği bir bütünleşme olarak anlaşılmalıdır: Rekabet yarışında geri düşmemek için sermaye birikiminin hızlanarak devam etmesini isteyen burjuvazi, ekonomik kaynakları ve konumları tehdit altındaki ‘orta sınıflar’ ve işsizliğe mahkum edilmiş yoksul kitleler.

İşte Türkiye’de bu tabloya özgüllük de katan bir boyut var: 15 yıllık iktidarı döneminde AKP/Saray Rejimi, böylesi bir kitle tabanını kendi parti seçmeni kılığında yaratabilmiştir. Bugün Türkiye’de AKP tarafından özel olarak beslenen ve büyütülen bir sermaye kesimi vardır. AKP tabanının içinde azımsanmayacak sayıda bir “İslamcı orta sınıf” vardır. AKP’nin seçmen kitlesini oluşturan ve niceliği hayli yüksek olan bir yoksul nüfus vardır.

Daha önemlisi ise şudur: Tablonun bu özgüllüğü, AKP/Saray Rejimi’ne, faşizme geçiş için inisiyatif şansı sunmaktadır. Daha açık bir deyişle, emperyalist odakların ve Türkiye’nin geleneksel burjuvazisinin ya da kentli ve modern orta sınıfın tutumunun ötesinde, AKP/Saray Rejimi, faşizme geçişi salt kendi mevcut tabanına dayanarak dahi deneyebilecek durumdadır.

Bu inisiyatifin bir rest gibi görülmesi ise mümkün değildir. Çünkü AKP/Saray Rejimi, deyim yerindeyse kendi bünyesinde inşa ettiği faşizme geçiş modelini, emperyalizme ve geleneksel burjuvaziye karşıtlık için değil, bir teklif olarak ileri sürmektedir. Faşizme geçiş, sermaye düzenine, yaklaşan krizin yıkımından kurtulmanın ve Türkiye’nin yönetilebilir halde tutulmasının reçetesi olarak sunulmaktadır.

Zira faşizm, sadece burjuvazinin bir kararı veya dayatması olarak ortaya çıkmaz; pekala siyaset de burjuvaziye faşizmi teklif edebilir, eder.

Ve bazen ikna da eder.

***

Bu noktada, yukarıda verdiğimiz yanıta dönebiliriz.

Erdoğan, yaklaşan ekonomik krizi durdurmanın imkansız olduğunu fark ettikçe, krizi yönetip yönlendirmeyi, krizden bir fırsat yaratmayı arzulamaktadır.

Ağır ve sarsıcı dalgalarla gelen krizin, faşizme geçişi sağlayacak bir kapıyı aralaması beklenmektedir.

Dolar ve ABD egemenliğine meydan okur görünen kürsü hamaseti ise, faşizme geçişte vazgeçilmez koşul olan kitle tabanını konsolide etmeyi amaçlamaktadır.

O halde, Türkiye’nin bir adım sonrasındaki gündemi faşizmdir diyebilirdik.

Diyebilirdik, ama saçma olurdu; çünkü faşizm, bir adım sonrasında gündem değil, gerçeklik olacaktır.

O yüzden, bugünün gündemi olmak zorundadır.
Can Soyer