19 Şubat 2016 Cuma

Milleti daima aldatanlar büyük tanıdığımız ve fakat çok küçük olan adamlardır.



 Cihan DURA

İki Mustafa Kemal vardır: Biri benim, et ve kemikten, geçici Mustafa Kemal...
Diğeri Ölümsüz Mustafa Kemal… Onu "ben" kelimesiyle anlatamam; o, ben değildir, o bizdir! O, ülkemizin her köşesinde yeni fikir ve yeni hayat için, büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasıyım sadece. Benim girişimlerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir.
O Mustafa Kemal sensin; o Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan Mustafa Kemal, yaşaması ve başarılı olması gereken, Ölümsüz Mustafa Kemal sizlersiniz!

Bu yazıda Mustafa Kemal, milletimizin iç düşmanlarını tanıtıyor. Ölümsüz Mustafa Kemal tamamlıyor, yorumluyor ve güncelliyor.
‘***’
1-Bağımsızlığımızın düşmanı olan,  bizi ekonomimizi geliştirme gayretinden, böylece kalkınma hedefimize erişmekten alıkoyan iki kuvvet vardır. Biri dış bedhahlar, dış düşmanlardır. Bunlar ülkemizi sömürge yapmak isteyenlerdir, bunun için de uyanmamızı, kalkınmamızı istemeyenlerdir.

2- Ancak, bizim için dış düşmanlardan daha zararlı, daha öldürücü birileri daha vardır ki onlar da iç bedhahlardır, aramızdaki hainlerdir. Bunlar “biz büyük bir devletin yardımı olmaksızın varlığımızı koruyamayız” der, dış düşmanlara yanaşır, onlara hizmet ederler.  Ulusal bağımsızlığımızın en büyük düşmanı, asıl bunlardır. Çünkü onların işbirliği olmasa, dış düşmanlar zerre kadar zarar veremez bağımsızlığımıza.

3-İç bedhahlar Millî Mücadele’de karşımıza iki düşman zümre olarak çıktı. Bunlardan biri kişisel çıkarlarına genel çıkarları feda eden hükümet; ikincisi de tükenmemizi bekleyen birtakım iç düşmanlarımızdı. O bedhahlar ki, Milletin kudret ve iradesini takdirden acizdiler. Düşmanlarla vatan ve millet aleyhinde haince tertip ve hareketlerde bulundular. Birtakım budalaların ahmakça kuruntuya dayalı vaatlerine kapıldılar, milletimiz ve vatanımız için zararlı olan yabancılara vicdanlarını satarak alçaklıklar yaptılar. Onlara dedim ki, yaptıklarınızın milletçe uygulanacak sorumluluğunu göz önünde tutunuz. Güvendiğiniz kişilerin ve kuvvetin sonunu öğrendiğiniz zaman, kendi sonunuzla karşılaştırmayı unutmayınız.

4- Sevgili gençler! Sizi Nutuk’ta uyardım, ah o iç bedhahlar, o iç düşmanlar!… Onlar millî birliği ihlal ve ülkeyi parçalanmaya götürmek için, düşman emellerine âlet olanlardı. Onlar İngilizlerin satın aldığı, milleti birbirine düşürmek maksadını güden hainlerdi; halkı aldatmak için türlü yalanlar söylüyorlardı. Düşman istilasına uğramış vatanımızı savunanları, din ve milletin şerefi için kan döken kardeşlerimizi arkadan vurmak ve vurdurmak isteyen alçaklardı.

5-Onlar vicdan yerine düşman parası taşıyan alçak şahıslardır. Onlar birtakım eli kanlı, muhteris, vatansız adamlardır ki bugün de aranızdadır. Sırf çıkar temini amacıyla yabancı parmağı ve parasıyla, ulusal varlık ve bağımsızlık için, ülke namusu için mücadele eden milletin evlatlarını birbirine kırdırmaya çalışırlar. Allah’ın laneti düşmana yardım eden bu hainlerin üzerine olsun.

6-Dâvâmız çok büyüktü. Bir ölüm kalım savaşına girişmiştik. Batıdan düşman kan dökerek geliyordu, ocakları söndürerek geliyordu. Vatanın dört yanı ateşten bir çembere dönmüştü, her taraf alev alev yanıyordu. Vatansız, istiklalsiz kalmak tehlikesi her gün biraz daha yaklaşıyordu. Ayrıca, bir de içimizdeki düşmanlarla uğraşmak ne güçtü, ne kadar acı idi. Biz o vatan hainlerine merhamet edemezdik. Eğer biz onları yok etmesek, onlar bizi daha feci şekilde yok edeceklerdi.

7-Halkımızın bu çıkarcı hainlere karşı tutumunu, onlara itibar etmeyişini, Ocak 1923’de İzmit’te bazı gazete temsilcilerine yaptığım bir konuşmada şöyle açıklamıştım: Artık millete karşı namusluca, kesin gerçeği ilân edenler çoktur. Milletimiz ise gerçekleri iyi anlamaya ve gereklerini uygulamaya çok elverişli ve yeteneklidir. Bu anlayışlı lığı ispat için yakın tarihin bile verebileceği örnekler çoktur. Felâketini anlayan milletimiz ne şeyhülislâmların “dinin gereğidir” diye irticaya davet eden fetvalarına ne de halife ve padişahın camilerden çalınan ayetler ve peygambere ait hadislerle süslü ve yaldızlı sancakları başlarında taşıyan hilafet ordularına değer vermemiştir. Milli Mücadele’ye devamın, hiçbir şey elde edilemedikten başka büsbütün yok olma sebebi olacağını söylemelerine de önem vermemiştir. Babıâli ileri gelenlerinin dikkatsiz ve bilgisiz çalışmalarına ve en sonunda halifenin, padişahın bildirilerini uçaklarla muharip ordumuz saflarına atan ve halife adına hareket ettiğini söyleyen Yunan ordusunun aldatmalarına zerre kadar iltifat göstermedi ve göstermeyecektir. Özellikle bundan sonra kesinlikle göstermeyecektir. Çünkü bu millet yüzyıllardan beri bu gibi gericilerin, cahillerin, riyakârların, çıkarcıların, serserilerin sözlerine inanmak saflığını gösterdiğinden dolayıdır ki, bugün çamurdan ve sazdan izbelerde oturmaya mahkûm, çıplak ayaklarıyla ve çıplak vücutlarıyla çamurların, karların, yağmurların amansız şamarları altında yeniden aklını başına toplamak zorunda kalmıştır.

8- Bir ülkenin, bir ülke halkının düşmandan zarar görmesi acıdır. Fakat kendi soyundan, büyük tanıdığı ve başlarında taşıdığı insanlardan vefasızlık, felaket görmesi ondan daha acıdır. Bu, kalp ve vicdanlar için onulmaz yaradır.

9-Onlar yalnız ülkelerine hainlik yapmakla yetinmediler, fakat aynı zamanda kendi öz milletlerini aşağıladılar, hâkir ve yeteneksiz gösterdiler. Milletin tarihini okumamış veya millî duygudan yoksun kalmış bazı kişiler, yabancıların aleyhimizde söyledikleri suçlamaları reddetmedikleri gibi milletimizi suçlu göstermekten çekinmediler. Bir örnek vereyim size: Sevr’i imzalamak üzere Paris’e giden heyetin üyelerinden Rıza Tevfik, Fransız delegasyonuna, bakın, ne kişiliksiz laflar ediyordu: “İngilizlerden çok şey öğrendim. Fransız uygarlığına tutkunum. Bende duygu ve fikir olarak beğenilecek ne varsa sizindir. Bende fena olan her şeyin kaynağı benim.”

10-Herhalde dünyada bir hak vardır ve hak kuvvetin üstündedir. Şu kadar ki milletin, haklarını idrak etmiş olup savunma ve koruma için her türlü özveriye hazır olduğuna dair dünyaya bir kanaat vermek gerekir. İşte düşmanlarımızın milletimizi zalim ve yeteneksiz gösterme girişimleri, milletimizi bu idrakten ve bu fedakârlık duygusundan yoksun sanmalarından ileri gelmiştir.
11-Teslimiyetçi hükümetlerin tavır ve hareketleridir ki milletimizin; yanlış olarak, geçmişini unutmuş, milliyetin ve uygarlığın bahşettiği haklardan habersiz, kansız, miskin bir millet olarak tanınmasına yol açmıştır. Ne var ki milletimizin, kendisini bu şekilde kabule meydan vermesinde çok büyük bir kabahati vardır. Peki, nedir bu kabahat? Bu kabahat, sevgili yurttaşlarım, hükümetin icraatı ile Avrupa’nın namusuna aşırı ölçüde güven göstermiş olmasıdır. İşte bu kabahatten dolayıdır ki onu kendi değerini, mahiyetini, erdemlerini unutturmak derecesine düşmüştür.
‘***’
12-Hükümdarlar teorik olarak bağımsızlığa karşı olamazlar. Bir halkın başında bulunanlar, o halkın daima kendi ellerinde kalmasını isterler; fakat buna karşılık halkın iradesinin gerçekleşmesine düşmandırlar. Bu düşmanlık o kadar büyüktür ki, bu konuda yenik düşme olasılığı karşısında yabancı güçlere başvuran hükümdarlar yok değildir. Tarih bu tür hükümdarları kaydetmiştir.

13- Bu, bizde de böyle olmuştur. Şöyle ki, 29 Ocak 1921 tarihli Meclis konuşmamda anlattım, İngilizler esaretleri altında bulundurdukları İslam âlemi üzerindeki baskılarını muhafaza edebilmek için değerli bir alete, bir araca muhtaçtı. Bu ihtiyaçlarını dönem dönem göstermişlerdir. Onların gözünde bu değerli araç, hilafet makamına oturtacakları zattı. İşte bu girişim içinde bulunan İngilizler; Mütareke’nin ardından o aradıkları aracı –ki kendi tabirlerince, kendilerinden işittim: “pek değerli cevher” anlamında “ün şoz presiyöz”dü- o cevheri mutlaka avuçlarında bulundurmak gerektiği kanısındaydılar. Gerçekten de onu avuçları içinde buldular. İngiliz avucunun içine giren bu şey, Padişah Vahdettin’di.

14-İngiliz veya herhangi bir millet, herhangi bir hükümet ancak kuvvet karşısında konum alır, kudretten ve kuvvetten yoksun olduğu maddeten sabit olmuş olan bir şahsın, kendi tabirlerince “Petro”luğu kalmamıştır. Artık, kendilerince hiçbir değeri kalmayınca, Zatı Şahane’yi de bırakıvermişlerdir.

15-Oysa ben o padişaha daha önce yazmıştım ki, Selçuk Türklerinden beri nerdeyse bin yüz yılı aşan bir zamandır, bağımsızlık, özgürlük ve din için gaza eden büyük milletiniz, Asya’nın ve İslam’ın bayraktarı diye dünya çapında şöhreti olan milletiniz; kurtuluşunu, hiç canına susamış düşmanlarının merhametinden bekler mi?
‘***’
16-Hükümete gelince, ülkenin ve milletin mukaddesatını teminde acizlik ve miskinlikten başka bir kudret gösterememiş olan merkezî hükûmet; milletin sesini boğmak, ortak millî bağları kırmak ve bu şekilde milleti daima mağlûp göstermek gibi ancak düşmanlarımızın çıkarları hesabına yazılan boğazlama ve tutarsızlık hareketlerinde bütün mücadeleciliğini takınmıştı. Bu durum millî tarihimizde doğal olarak merkezî hükûmetin hesabına pek şaibeli bir fasıldır. Teşekkür olunur ki, millet ve millî kudretin tamamen yardımcısı olan namuslu ordumuz, merkezî hükûmeti uyararak zararları sonuçsuz bırakmıştır.

17-Evet, acı gerçek buydu: Milletimiz, o büyük vatandan artakalan son parçada, son kaleye çekilmiş, en son savunmasını yaparken, hükümet adını alan heyetler düşman hesabına, düşman safları arasında kendi milletleri aleyhine çalışıyorlardı. Bizans’ın son günlerinde, Fatih’in teslim çağrısına karşı "Allah’ın bana bir emaneti olan bu ülkeyi, ancak Allah’a teslim ederim" diyen son Rum kayserinin tahtına vâris bir hanedandan gelen bugünkü halife ve sultanın hükümeti; esir olmamak isteyen milleti, kendi eliyle bağlayarak düşmanlara teslim etmeye çalışıyordu.

18-Damat Ferit'in kurduğu hükümetler ki, her ne pahasına olursa olsun, İtilâf Devletleri’ne karşı kesin itaat fikrini benimsemişti. Ülkenin kendi hukuk ve egemenliğini devam ettirmek için esirgemediği fedakârlıkları, düşmanlarla çalışmak suretiyle başarısızlığa uğratmayı özel bir iş edinmişlerdi. Bu düşüncenin taraftarları, ülkenin şer ve hıyanete elverişli ne kadar nankör evlâdı varsa, hepsini tahrik ettiler, donattılar; kendilerini milleti savunmaya adayan yurtseverler aleyhine kullandılar. İslam dini adına yayımlanan sahte fetvaların, paşalıkla ödüllendirilen Anzavur’larla bağımsızlık ve savunma fikri aleyhine yaydıkları manevi, maddî zehir ve fesat kuvvetleri ile Anadolu aylarca çarpışmaya mecbur kaldı. Onlar, düşmanların hesabına cephelerimizi kaç defa arkadan vurdu.

19-Halife’nin ta kendisi değil miydi Sevr Antlaşması’na kuzu kuzu boyun eğen? Benim hakkımda, Anadolu İhtilali’ni başlatan, ben, Mustafa Kemal Paşa hakkında, arkadaşlarım hakkında idam fetvasını Şeyhülislam vermedi mi? Bu fetva İngilizler tarafından bastırılmıştı! Anadolu içlerine Yunan uçakları ile attırılmıştı; evet, Yunan, Yunan!...

20-Düşmandan merhamet dilenerek sonuç alınmaz. Oysa İstanbul Hükümeti böyle yapıyordu.  Onlara duyurdum ki, İtilaf devletlerine karşı böyle sahte yaranma tavırları göstermekle hakkımızda merhamet uyandırmayı başaracağınızı ve bu ikiyüzlü hareketlerin, barış koşullarının değişmesine tesir edeceği zannını besliyorsanız, sizin bu gafletinize acırız.

21-Ferit Paşa “Paris Konferansı kararlarına boyun eğmekten başka yapacak bir şey yok. Şimdilik iyi geçinme şıkkını seçmek uygun gibi görülüyor” deyince ona şu yanıtı verdim: İstanbul hükümetince iyi geçinme yolunun seçilmesini esef verici buluyorum. Çünkü bence iyi geçinme, zaafı kabul etme ve devam ettirme değildir.  Mütareke’nin imzalanmasından sonra da merkezî hükümetlerin maalesef birbirini taklit ederek aciz ve zayıf durumlar alıp millî kuvvetten zerre kadar güç almaması; sonunda İtilaf devletlerinin ülkemizi engelsiz istila emellerini kolaylaştırmıştır. Bu iyi geçinme yoludur ki, düşmanı, Anadolu’nun batı kısımlarında ve payitahtımızda padişahın saraylarına kadar feci bir şekilde işgale, ulusal kuvvetleri ayırmaya ve imhaya giriştirmiş, Doğu Anadolu için de aynı türden muameleyi hazırlamaya başlamıştır.

22-Türk milleti hiçbir zaman, hiçbir bahane ile yazgısını ve geleceğini, düşman elinde oyuncak olmaya mahkûm bir hükümete teslim edemezdi.
‘***’
23- İstanbul’da birtakım başka adamlar vardı ki, görünen halleriyle ikiyüzlüydüler. Dünyayı aldata gelmişlerdi ve aldatıyorlardı. Dolayısıyla her nasılsa şöhret kazanmış ve kendilerini hamiyetli ve yurtsever tanıtmış olan bu insanları bizim okuduğumuz kadar bütün milletimizin ve bütün İslam âleminin okumasının imkân ve ihtimali yoktu. Kazanabilmiş oldukları mevkiin verdiği yetkiyle dünyayı aldatıyorlardı. Biz, milletimize ve İslam âlemine karşı bu görünüşteki ve aldatıcı vaatlerle hareket eden insanların içyüzünü göstermeyi görev bildik.
24- Bana bu milletin içinde yıllarca bulunmuş, bu milletin parası ile ekmeği ile yetişmiş, en büyük makamlarına çıkmış, dünyaya şöhret salmış en büyük adamlarından birisi demişti ki: “Arkadaş, senin maksadın, zaten harap olmuş ülkemizi sonuna kadar harap mı ettirmektir? Dolayısıyla bugünün akıl ve mantığının kabul ettirdiği şey, düşmanlarımızın dediğini kabul edelim. Bunun sonucunda bağımsızlığımız elden gidecektir. Fakat zararı yok. Dünyada bağımsızlığından mahrum edilmiş ve fakat bir zaman sonra tekrar, çalışa çalışa bağımsızlığına kavuşmuş milletler vardır. Ne yapalım, kader böyle imiş. Bir defa bunu teslim edelim. Sonra elde etmeyi düşünelim.” Ben bu zatın adını söylesem hayret edersiniz.

25- Milletimiz artık şu büyük, şu küçük, şu ortanca adammış gibi birtakım kuruntularla kendi kendini kandırmasın. Emin olasınız ki, arkadaşlar, bizi, milleti daima aldatanlar büyük tanıdığımız ve fakat çok küçük olan adamlardır. Ben öylelerine kendim şu yanıtı vermiştim: Orta yerde namustan, şereften, bağımsızlıktan ve egemenlikten yüz çevirmeyi gerektiren bir miskinlik vardır, bir alçaklık vardır. Fakat baylar, bu miskinlik ve bu alçaklık, bu soylu ve yüce milletin kalbinde değil, senin kalbinde ve senin habis beynindedir. Dolayısıyla benim anladığıma, gördüğüme ve kesin olarak hüküm verdiğime göre bu millet karar vermiştir. Ya namusu ile yaşayacaktır veyahut bütün ülke yansın, yıkılsın, harap edilsin, yine hep bu olacaktır. Biz bu ülkenin en son tepesine çıkacağız. Ve orada taş taş üstünde kalmayıncaya kadar savaşacağız ve en son orada öleceğiz. Ancak ondan sonradır ki, düşmanlar bu ülkeye sahip olabilirler. Cenabı Hakka çok şükrederim ki, bu kanaatlerimde ve bu kanaatlerimi açıkça izah eden ifadelerimin hiçbirinde aldanmadım. Olaylar sözlerimi ve kanaatlerimi doğruladı. Fakat doğrulanan, benim kanaatlerim, benim duygu ve fikirlerim değildir. Zaten millette var olan duygu idi, fikir idi, kanaat idi. Eksik olan, bunların billurlaşmamış olmasından başka bir şey değildi.

26- Cumhuriyet rejimi kurulunca, bana en çok direnenler ise, Osmanlı’nın batıcıları olmuştur. Bir örnek olarak, ittihatçı Cavit Bey’i verebilirim; işte onun Batı yanlısı görüşü: “Büyük Avrupa devletlerinin yardımı olmaksızın ve bu yardımı sağlayacak ödünleri vermeksizin, Anadolu’nun ortasında tek başımıza devlet kurup yaşamamız mümkün değildir.” Ve yıllar sonra, 1945’ler… İç bedhah yine sahnede!… CHP Hükümeti Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Feridun Cemal Erkin: “Türkiye, kaderini ancak Amerika ve Büyük Britanya’ya bağlarsa, esenliğe kavuşabilir.”

27- Konuyu önemli gördüğüm birkaç hususu daha ekleyerek tamamlamak isterim: Birincisi, ben yalnız emperyalizmle değil, yalnız iç düşmanlarla değil, en yakın çalışma arkadaşlarımla bile mücadele ede ede başarıya ulaştırdım tam bağımsızlık davamızı. “Parasız, ordusuz ne yapabiliriz? Amerikan mandası olmak tek kurtuluş yoludur” diyenlere karşı Millî Misak anlayışını savundum.

28-İkincisi, ben irticaya da, hurafeye de karşı oldum; ancak aynı kefeye koymadım onları. İrticayı en ağır biçimde mahkûm ettim, özellikle hıyanet karakteri yüzünden. Bize göre hıyanet “ülkeyi, bir biçimde, emperyalist sömürgecilerin denetim veya esareti altına sokmaya çalışmaktı.”

29-Hain gericilere bir örnek İskilipli Atıf Hoca’dır. O, Müdafaai Hukuk mücadelesine ihanet etmişti. Suçu Türkiye Cumhuriyeti’nin Teşkilatı Esasiye Kanunu’nu bütünüyle veya kısmen tağyir etmekti. Asılma sebebi buydu, şapka risalesi değildi.

30-Atıf Hoca Millî Mücadele’de Batı Anadolu’yu işgal eden Yunan ordusuna karşı çıkılmaması için çaba gösterdi, düşman safında yer aldı; mahkemece belgelenmiştir bu. Başında bulunduğu Teali-i İslam Cemiyeti’nin imkânlarını kullanarak İngiliz ve Yunan işgallerine direnilmemesi için çalışmış, bu yolda hazırlattığı beyannameleri Türk köylerine dağıtmıştır. Millî Mücadele’ye değil ihanet, en küçük bir yamukluk bile bizim affedeceğimiz şey değildi.

31-Üçüncüsü, Millî Mücadele’de milletin bağımsızlığını kurtarmak gayesinden ibaret olan millî azmi ihlal için, düşmanlarımızın en önce girişmek istedikleri çare, iç nifak oldu. Çünkü en çok başarıyı milletimizin, yaşamsal çıkarlarını idrak edemeyerek münafıklara kapılmalarından bekliyorlardı. Biz de ulusal bağımsızlığı temin için, özellikle içerdeki nifak sokucu girişimlere karşı kesin karar ve önlemler aldık. Anzavur, Gâvur İmam gibiler milletimizi birbirine kırdırmaya araç olan fesat başlarındandı.

32-Yurttaşlarım, unutmayın! Direncinizi kıracak bir araç, düşmanın Türkiye’yi içerden oyarak çökertmesidir. Düşman, ülkede mevcut siyasi nifaklardan ve yüksek makamların teslimiyetçilik eğiliminden istifade ederek çalışır her zaman. Dış düşmana karşı aldığınız önlemleri, gösterdiğiniz birliği iç düşmanlara, iç bedhahlara karşı da daha uyanıklıkla, daha bir şiddetle gösteriniz, gerçekleştiriniz.

18 Şubat 2016 Perşembe

AKP hükümeti bir an önce istifa etmelidir.



 Sayı   :2016/007   
 Konu: Askeri Araçlara Yönelik Saldırı”                                                                            18.02.2016                                                                                                                            
                                              BASIN AÇIKLAMASI
Suruç, Diyarbakır, Ankara Garı ve Sultanahmet saldırılarının ardından 17 Şubat 2016 Çarşamba günü Başkent Ankara'da Genelkurmay kavşağına 300 metre mesafede askeri araçlara yönelik saldırı düzenlendi. Saldırıda 28 kişi şehit oldu, 61 kişi yaralandı.
Başta ABD olmak üzere Batılı yağmacıların planlayıp uygulamaya koydukları Suriye krizinin başlamasından bu yana ülkemizin çıkarlarına aykırı olarak AKP hükümeti ABD müttefiki rolüne soyundu. “Silah kullanarak Suriye hükümetine ve Suriye’nin milli birliğine karşı savaşan her grubu terör örgütü” olarak değerlendirmek yerine, Suriye’nin meşru hükümetine karşı savaşan tüm örgütlenmelere, tüm karşı çıkışlara rağmen, koşulsuz destek vermiştir.
Ortadoğu’da,  durumdan vazife çıkaran AKP Pentagon’un koçbaşı görevini üstlenmiş, bir kez daha NATO’nun kucağına düşmüştür.
Bosna’dan Afganistan’a kadar dünyanın pek çok yerinden IŞİD ve benzeri örgütler içerisinde Esad’a karşı savaşmak için gelen teröristler, AKP hükümetinin sağladığı imkânlarla Suriye’ye geçti.
Petrol kaynaklarına, doğal gaz yataklarına sahip bölgede IŞİD’i engellemek kaygısına düşen ABD ve Rusya, IŞİD karşıtı planlarını PYD üzerinden yapmaya yönelmesi sonucu Türkiye bir kez daha bölgede yalnızlığa itilmiş oldu.
Petrol kaynakları ve doğal gaz yatakları IŞİD’ın askeri birimlerinin beslenmesinde yaşamsal değerdedir.  Bu kaynaklardan günlük olarak yaklaşık 2 milyon dolar gelir sağlayan IŞID,  AKP’nin kendisine verdiği destek karşılığı iki üç katı kadar doları ise AKP diktasına aktardığını uluslararası kaynaklar belgeleri ile ortaya koydular.
Bu nedenle, yani ABD ve Batılı yağmacıların IŞID’ın karşısına PYD’yi koyması, Türkiye ile Batılı yağmacıları karşı karşıya getirdi. Batılı yağmacılar açısından YPG’yi vurmaya yönelen Türkiye ve Türk Silahlı Kuvvetleri “hizadan çıkmıştır”
Başkent Ankara'da askeri araçlara yönelik saldırı Hükümetin doğal olarak da ABD'nin ve Batılı yağmacıların "hizasından çıktığı" iddia edilen Türk Silahlı Kuvvetlerine gözdağı, -"Senin Genelkurmay karargâhına, Millet Meclisi'ne istediğimizi yapabiliriz!" -"Halkını gün gün yüzer yüzer öldürür, korku içinde yaşatabilir felç edebiliriz!" mesajıdır.
“Yurtta barış, Dünyada barış” ilkesini elinin tersi ile öteleyen, hiçbir stratejisi olmayan, bu nedenle de tüm dünyada yalnızlığa itilen, köşeye sıkıştırılmış AKP hükümeti bir an önce istifa etmelidir.
Acımız büyüktür. Başkent Ankara'da askeri araçlara yönelik saldırıda yaşamını yitiren tüm yurttaşlarımıza tanrıdan rahmet, yaralılarımıza acil şifalar dileriz. Yaşamını kaybedenlerin ailelerine ve tüm ulusumuza başsağlığı diliyoruz.
YÖNETİM Kurulu Adına:                                                                             Mahmut ÖZYÜREK
Ulusal Eğitim Derneği
Isparta Şube Başkanı

17 Şubat 2016 Çarşamba

Erdoğan’ın sigara takıntısı



 Erdoğan’ın sigara takıntısı
Daha önceleri gerek vatandaşın cebinden paketini alarak, gerek zorla yemin ettirerek, gerekse bağırıp çağırarak Tayyip Erdoğan sigara konusunda takıntı düzeyinde hassas olduğunu tüm kamuoyuna göstermişti. Daha önceleri tepkisini ayaküstü ortaya koyan Erdoğan, bunun yeterli olmadığına kanaat getirmiş olmalı ki bu konuda bir kabul töreni düzenleyip görüşlerini uzun uzun anlatmayı uygun görmüş anlaşılan
Sigaraya karşı kabul töreni
Bu maksatla “9 Şubat Dünya Sigarayı Bırakma Günü’nde Kaçaksaray’da verilen resepsiyonda eski sigara tiryakilerine konuştu. Daha önce onlarca kez muhtarları, farklı meslek gruplarını, sivil toplum örgütlerini ve şimdi sayamadığımız pek çok yandaş yapıyı ağırlayan Kaçaksaray’ın konukları bu kez sigarayı bırakan eski tiryakilerdi.
Dünyada böyle bir resepsiyonu vermek sanırız ilk kez Tayyip Erdoğan’a nasip oldu. (Ayrıca “9 Şubat Dünya Sigarayı Bırakma Günü” nün Türkiye’ye özgü olduğunu belirtelim. Yani “Dünya Liderimiz” ne kadar evrensel ise “Dünya Sigarayı Bırakma Günü” de o kadar evrensel.) Erdoğan sigaranın zararlarından bahsettiği konuşmasına sigara yasağını bir anda özgürlük mücadelesine çevirdi: “Sigara içme özgürlüğü diye bir özgürlük asla olamaz. Asıl olan sigara içenin değil sigara içmeyenin özgürlüğünü korumaktır. Devlet hırsıza karşı nasıl mal sahibini, teröriste karşı nasıl masum vatandaşı korumak mecburiyetindeyse, tütüne, alkole, uyuşturucuya karşı da vatandaşını o şekilde kollamak zorundadır. Bu çerçevede yürütülen tüm çalışmaların cumhurbaşkanlığı adına hem de şahsi olarak sonuna kadar arkasındayım. Bugüne kadar kimin cebinde bir sigara paketi gördüysem hemen pakete el koydum. Kendisine de sigarayı bırakması için telkinde bulundum.”
Tabi Erdoğan’ın hedefinde sadece sigara yoktu. Erdoğan sigara gibi alkolün zararlarından, hatta hızını alamayıp şiirin, romanın insanı nasıl bağımlı yaptığından uzun uzun bahsederek hepimizi aydınlattı. Erdoğan’ın vatandaşın sağlığı konusundaki hassasiyeti gözlerimizi yaşarttı. Ancak kendisinin bu konuşmayı yaptığı gün Güneydoğu’dan 9 şehidimizin haberinin geldiğini de hatırlatalım.
Sigara karşıtlığının sağlıkla ilgisi yok
Siyasette bulunduğu 20 küsur yıl Tayyip Erdoğan’ı yakından tanımamız için fazlasıyla yeterli bir süre. Kendisini tanımlamak için pek çok ifade kullanabilirsiniz ama “vatandaşın sağlığına önem vermesi” bunlardan biri değil.
7 Haziran seçimlerinden bugüne bombaların patladığı, her gün şehit haberlerinin geldiği bir ülkede yaşıyoruz. Dökülen bunca kanın, yitirilen bunca canın tek sebebinin bir adamın sarayı ve iktidar hırsı olduğunun artık çocuklar bile farkında. Biraz daha geriye gidelim. Gezi olayları sırasında polis terörü ile ölen gencecik insanlar için Erdoğan’ın “Polise talimatı ben verdim.”, “Polisimiz destan yazdı.” açıklamalarını, miting meydanlarında, 14 yaşında ölen Berkin’in annesini yuhalattığını hiç birimiz unutmadık. Bu yüzden kendisinin sigara hassasiyetinin sağlığımız ile değil yaşam tarzımızla ilgili olduğunun da farkındayız.
Toplumun yaşam tarzına müdahale etme
Erdoğan’ın sigara konusundaki takıntısını insanların günlük hayatına müdahale etme çabası olarak ele almak gerekir. Çünkü Erdoğan’ın yürüttüğü sıradan bir sigara karşıtı kampanya değil. Normal bir sigara karşıtı kampanyada insanlara sigaranın zararları anlatılır, bununla ilgili toplantılar faaliyetler düzenlenir. Oysa burada insanların ceplerinden sigaralarını alan, zorla yemin ettiren bir şahıs var karşımızda.
Tayyip Erdoğan için asıl mesele sigaranın zararları değil. Asıl mesele sözünün dinlenmesi, bireylerin kişisel tercihlerine göre değil onun istediği şekilde yaşamalarıdır.
Sigaranın zararlı olması, bırakmanın doğru bir davranış olması, bu gerçeği değiştirmez. Bu sadece arkasına sığınılan meşru zemindir. Zaten böyle bir zemin olmasa istenilen baskı da yaratılamaz.
Buna benzer bir takıntı da kendisinin “3 çocuk” takıntısıdır. 3 çocuk doğru bir devlet politikası olabilir, ancak buradaki mesele çocuk sayısı değil sözünün dinlenmesidir.
Erdoğan’ı rahatsız eden ne içilen sigara ne de 2 çocuklu ailelerdir. Onu rahatsız eden kendi kararlarını alan bireylerdir. Onun istediği toplum itaat eden, söz dinleyen ve söylenileni yapan birey değil robotlardan oluşan bir toplum olmalıdır. (Bakınız Bilal.) Ne yenileceğine, ne içileceğine, nasıl yaşanacağına o karar vermelidir. Vatandaştan beklenen talimatlara uymasıdır. Bireylerin kişisel tercihlerine karışma konusunda sigara iyi bir başlangıç mevziisidir çünkü zararlı olduğu için kimse sigarayı savunamaz.
Ancak Erdoğan özelinde bir başka etken de kendisinin her türlü kültüre karşı olan duruşudur. Kimileri bunu başarısız eğitim hayatının yarattığı eziklik olarak yorumluyor. Hatta sahte üniversite diploması buna delil olarak gösteriliyor. Diplomasının sahteliğini bilemeyiz ama kendisinin siyasi hayatı boyunca üniversiteler başta olmak üzere her türlü eğitim kurumuyla olan çatışmasını gayet iyi biliyoruz. Ayrıca kendisinin hışmına uğramayan yazar, çizer, sanatçı sanırız yoktur.
Şiir, roman, film…
Erdoğan’ın konuşmasında öfkesinden nasibini alan sadece sigara olmadı. Hızını alamayan Erdoğan filme, romana ve şiire olan nefretini de kustu. Bu unsurların insanları bağımlı yaptığını söyledi. (Bunu söyleyen “Zat’ın şiir okuduğu için hapis cezasına çarptırıldığını da hatırlatalım.) Erdoğan da biliyor ki film seyretmek, şiir ve roman okumak kimseyi bağımlı yapmaz, ama birey yapar. Erdoğan için toplumda bireylerin olması bağımlıların olmasından daha kötü bir tablodur. Sadece şiir, roman, film değil, her türlü sanat dalı insanları çizilen şablonların dışına taşıyacak, itaat etmelerini zorlaştıracak öğelerdir. Bu da baskıcı her türlü rejimin kâbusudur. Bu sebepten baskıcı her rejim sanata düşmandır.
Faşizm tekerrür ediyor
Erdoğan’ın sigaraya karşı açtığı savaş tarihte ilk değil. Tam 80 yıl önce benzer bir mücadeleyi kendisi ile sık sık kıyaslanan bir isim Adolf Hitler de yürütmüş. İktidarı boyunca 50 milyona yakın Alman’ın ölümüne sebep olan Hitler “Sağlıklı Ari Irk” yaratmak için sigaraya ciddi bir savaş açmıştır. Nazi Almanya’sında sigaraya ciddi yasaklar getirilmiş, Ari Irka mensup olanların sigara içmesinin önüne geçilmeye çalışılmıştır. Hitler’in sigarayı bırakan dostlarına altın saat hediye ettiği bilinir. Almanya’daki kadar güçlü olmasa da Faşist İtalya’da da sigara karşıtı kampanya yaygındır.
Kendi uluslarına büyük acılar çektiren her iki rejimin sigara konusundaki hassasiyetlerinin özünde “itaat eden insan modelini yaratma” kaygısı yatar. Sigara içmemek bir disiplin örneğidir. Ama faşist rejimlerin sigara karşıtı mücadeleleri hüsranla sonuçlanmıştır. Hitler’in kampanyası ters tepki vermiş, tüm yasaklamalara rağmen Almanya’da sigara tüketimi artmıştır. Hitler’in bu konudaki takıntısından olsa gerek hem 2. Dünya Savaşı sırasında hem de sonrasında sigara anti-faşist hareketlerin sembolü olmuştur. Sol hareketler içerisinde sigaranın sembol olmasını sağlayarak Hitler ölümünden sonra anti-faşist hareketlere belki de en büyük zararı vermiştir.
Faşizm sağlığa zararlıdır
Dünyada her yıl 6 milyon kişi sigaranın sebep olduğu hastalıklar yüzünden ölüyor. Faşizmin karnesi ise çok daha karanlık: Sadece 2. Dünya Savaşı’nda 75 milyonun üzerinde insan yaşamını yitirdi. Sigaranın sağlığa zararlı olduğu aşikâr. Ancak sağlıklı, huzurlu bir yaşam istiyorsak Faşist’ ten kurtulmak daha elzem.
HAZAR ARISOY
arisoyhazar@gmail.com