9 Aralık 2015 Çarşamba

CIA İŞBİRLİKÇİLERİ MAAŞA BAĞLADI



Parayla rapor hazırlatıyor
AKP iktidarı, yurt dışından bağış alımını serbest bırakınca vakıflar zengin oldu! Gelinen noktaya dikkat çeken CHP Mersin Milletvekili İsa Gök, “CIA, vakıflara ve 5 üniversiteye açıktan para ödüyor, istediği doğrultuda rapor hazırlatıyor” dedi.


Savaş alanı olduk!
ABD’li sivil toplum kuruluşlarının Türkiye’de Almanlarla birlikte mücadele verdiğini belirten  Gök, “Kültürel savaş alanı olduk. Bu kuruluşlarla iç içe olan AKP’li vekiller var. Gelen paraya ‘yardım’ demek, safdillik olur” değerlendirmesini yaptı.



YURT DIŞINDAN VAKIFLARA GELEN YARDIMLARA BÜYÜK TEPKİ:
Para CIA eliyle ödeniyor
MHP Ordu Milletvekili Rıdvan Yalçın’ın sorusu üzerine, Devlet Bakanı Hayati Yazıcı’nın, çeşitli vakıfların yurtdışından yüklü miktarda para yardımı aldıklarını açıklaması, araştırmacı, hukukçu ve siyasilerin büyük tepkisini çekti. Bu vakıflara paranın CIA eliyle ödendiğini belirten CHP Mersin Milletvekili İsa Gök, “Yardımların Türkiye’nin çıkarları doğrultusunda kullanıldığını söylemek safdillik olur” dedi.



ABD’den gönderilen parayla Kur’an CD’si bastırılır mı?
BAKANA verdiği soru önergesiyle konuyu Türkiye’nin gündemine taşıyan MHP Ordu Milletvekili Rıdvan Yalçın, Vakıflar Yasası’na, gündeme geldiğinden beri karşı olduklarını söyledi.Yalçın şöyle dedi: “Özellikle yıkıcı ve bölücü faaliyetler içerisinde bulunabilecek vakıflara dikkat çektik. Bazı vakıfların faaliyetleri Türkiye’yi ayrıştırmaya yönelik. Bunun artık farkında olunması gerekiyor. Bu nedenle yurt dışından yardım alan vakıfların faaliyetlerine ve uygulamak istedikleri
projelere bilhassa dikkat etmek ve yakından takibe almak gerekiyor. Bakanın vermiş olduğu cevap, kuşkularımızın doğru olduğu yönünde önemli bir işarettir. Bunun sonuna kadar takipçisi olacağımızı ve ben bizzat takip edeceğimi söylemek isterim. Yurt dışından gelen paralarla Kur’an-ı Kerim CD’si bastırıp, kutsal kitabı tanıtmanın sevabı kime yazılacaktır. Parayı verene mi, bu parayla CD bastırana mı? Bu konudaki takdiri ben kamuoyuna bırakıyorum. Bunu yapanlar şunu bilmeliler ki, bu dünyada ve ahirette iki elimiz yakalarındadır.”


Amaç, Vatikan benzeri bir yapının oluşturulması
YARGITAY Onursal Başsavcısı Vural Savaş ise, Vakıflar Kanunundaki değişikliğe dikkat çekerek, yapılan değişiklikle Türkiye’nin ılımlı bir İslam devleti olması için gereken zeminin hazırlanmasının amaçlandığını kaydetti. Yapılan değişikliğin asıl amacının İstanbul’da vakıfların mal edinerek Vatikan benzeri bir yapının oluşturulması olduğunu ifade eden Savaş, “ Türkiye’yi diğer Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi ılımlı İslam projesiyle kendi güdümlerine almak isteyen emperyalist devletler, bu tür vakıflar aracılığıyla amaçlarını gerçekleştirmek istiyorlar. Birinci amaçları
Vatikan benzeri bir yapılanmayı İstanbul’da da gerçekleştirmek. İkinci amaçları Türkiye’yi ılımlı İslam devleti hamline getirerek, laik, çağdaş, hukuk ve sosyal devleti yönetiminden Türkiye’yi uzaklaştırmak. Emperyalist devletlerin amaçları bu. Şimdi bu devletlerdin oluşturduğu fonlardan para alan sivil toplum kuruluşlarının ya da vakıfların bu amaç dışına çıkıp, Türkiye’nin mevcut rejimine ve üniter yapısına hizmet edeceğini düşünmek, olası mıdır, değil midir? Önce kendimize bu soruyu bir soralım, ardında da gerçeğin ne olduğu görelim” dedi.


Türkiye kültür savaşı alanı oldu
Türkiye’nin son dönemde vakıf ve sivil toplum kuruluşlarının hedefi haline geldiğini kaydeden CHP Mersin Milletvekili İsa Gök, ABD’li sivil toplum kuruluşlarının Türkiye’de Alman sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte büyük bir mücadele içerisinde olduğunu vurguladı. ABD senatosunun yurt dışında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarının bütçelerini belirlerken, Alman vakıflarını örnek gösterdiğini dile getiren Gök şöyle dedi: “ Türkiye uzun zamandan bu yana açık kültürel savaş alanı haline getirildi. ABD’de faaliyet gösteren demokrat Parti ve Cumhuriyetçi Parti’nin yan kuruluşu olan sivil toplum kuruluşlarına bütçe verilirken Almanların faaliyetleri örnek gösteriliyor. Alman Vakıfları, Almanya’nın geleceğini düşünerek hazırladığı vizyona göre dünyanın çeşitli bölgelerine ve devletlerine giderek kurdukları sivil toplum kuruluşları ve vakıflar aracılığıyla hükümetleri etki altına alabiliyor. Bu doğrultu da Alman devletinin çıkarlarına hizmet edecek kararları parlamentolardan çıkartabiliyor. Vakıflara CIA eliyle para ödeniyor. Türkiye’de beş üniversiteye açıktan para ödeniyor ve bazı hocalar maaşlarını buradan alıyor. Böyle olunca da onların istedikleri doğrultu da raporlar hazırlıyorlar.


AB projeye neden para aktarıyor?
Araştırmacı Yazar Yılmaz Dikbaş ise, Türkiye’de onlarca vakfın AB başta olmak üzere batıdan proje bazında yardım aldığını ancak alınan yardımların ortaya çıktığında bunun hesabını vermek istemediklerini belirterek şunları kaydetti: “ Daha önce kitaplarımda bu konuyu dile getirdim ve bu vakıfların listesini proje proje yazdım. Şuna dikkat edelim artık; rüşvetin yerini hibe, ajan kavramının yerini de sivil toplum kuruluşu almıştır. Kurulan sivil toplum kuruluşları bu kadar parayı ne yapıyor, ya da ne yapacak. AB Türkiye’de ağaç budama ve arıcılık projelerine de para yolluyor. Ondan sonra da vatandaşa biz de bu fona para ödüyoruz, siz de projenizi hazırlayın alın diyorlar. Bunu yazdım söyledim, bir kez daha söylüyorum, bundan daha büyük bir yalan olamaz. AB’nin kendi içerisinde başta bağımlılık, uyuşturucu ve gelir dağılımı olmak üzere yüzlerce sosyal sorunu var, oraya para aktarmayan AB niçin bu projeye para aktarıyor, sadece düşünelim, sorgulayalım. Öte yandan ortaya konmamış daha kaç proje var, ortaya çıkmadı. Burnun bilgilerini AB kaynaklarından çok rahatlıkla bulursunuz. Ben Türkiye’deki projelere ve vakıflara gönderilen paraları AB kaynaklarından buluyorum.”


Misyoner örgütleri gibi çalışıyorlar
TÜRKİYE’de bulunan sivil toplum kuruluşlarının ve vakıfların başta AB olmak üzere çeşitli ülkelerden yardım aldıklarını, ancak bu yardımların belli kriterler çerçevesinde verildiğini hatırlatan DSP İstanbul milletvekili Hasan Macit, şunları söyledi: “Alınan yardımlar belli kriterler çerçevesinde Türkiye’ye yollanıyor. Bunların başında da çağdaşlaşma, özgürleşme ve buna benzer kriterler geliyor. Ancak gerçekleştirilen faaliyetlere bakıldığında Türkiye’nin mevcut
devlet yönetimini bozan içerikte olduğu dikkat çekiyor. Yardım alan kuruluşların bu yönde kamuoyu hazırlanması yönünde bir çalışmanın içerisinde oldukları gözlerden kaçmıyor. İçinden geçtiğimiz süreç iyi analiz edildiğinde, Osmanlı Devleti’nin son dönemine benzediğimiz üzülerek ortaya çıkıyor. Osmanlı Devleti’nin son döneminde de misyoner örgütleri ülkeye gelerek, fakirleşen halk üzerinde kendi amaçlarını gerçekleştirmek için faaliyetlerde bulunmuşlardı.



Oluk gibi akıyor
Yabancılar, vakıflara 1 yılda 40 milyon dolar aktardı. Aslan payını, spekülatör Soros’la uzantılı TESEV ile DTP’li Osman Baydemir’in kurucuları arasında yer aldığı TİHV kaptı.

Vakıflara yurtdışından  ‘FON’ yağdı
AKP’nin çıkardığı yasa ile yurt dışından bağış alması serbest bırakılan vakıflara, bir yılda 40 milyon dolar aktarıldı. En çok fonu, Sorosçuların uzantısı olan TESEV ile DTP’li Osman Baydemir ve Akın Birdal’ın kurucuları arasında yer aldığı TİHV kaptı

Haber: Fatih ERBOZ
Dünya, uluslararası kurum ve kişiler tarafından fonlanan sivil toplum kuruluşlarının Sırbistan, Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan’da yaptığı renkli devrimleri konuşurken, Türkiye’de, adım adım benzer bir sona doğru yaklaşıyor. AKP tarafından yurtdışından bağış kabul alması serbest bırakılan vakıflara yurt dışından bir yılda 40 milyon dolar (61 milyon TL) aktarıldığı ortaya çıktı.

ABD’den Ensar Vakfı’na
Milliyet gazetesinde yer alan habere göre, MHP Ordu Milletvekili Rıdvan Yalçın’ın sorusunu Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün verileri doğrultusunda cevaplayan Başbakan Yardımcısı Hayati Yazıcı,
Türkiye’deki 39 vakfa 27 Şubat 2008 tarihinden itibaren çeşitli ülkelerin para birimleriyle toplam 40 milyon dolar (61 milyon TL) yardım yapıldığını açıkladı. Japonya Çevre Fonu’nundan TEMA Vakfı’na 27 milyon 546 bin 424 Japon yeni yardım gelirken, listede, Ensar Vakfı, İhlas Vakfı, Uluslararası Mavi Hilal İnsani Yardım ve Kalkınma Vakfı gibi dini faaliyetleriyle öne çıkan vakıflar da yer aldı.
AB fonları başta olmak üzere çeşitli kuruluşlardan 70 bin 684 euro destek alan Ensar Vakfı’na ayrıca ABD Ankara Büyükelçiliği 129 bin 400 dolar yardımda bulundu. İhlas Vakfı’na ise çeşitli kişi ve kuruluşlar tarafından toplam 13 bin 63 euro bağış yapıldı.
ABD Büyükelçiliği de Uluslararası Mavi Hilal İnsani Yardım ve Kalkınma Vakfı’na 12 bin 280 dolarlık destek sağladı. Listeye göre, İsveç hükümeti ve İsveç orijinli yardım kuruluşları neredeyse bütün vakıflara maddi yardımda bulundu.
Bu yardımlardan en çok payı 2 milyon İsveç kronu (450 bin YTL) ile Türkiye İnsan Hakları Vakfı aldı. Büyük Orta Doğu Projesi’nin (BOP) büyük tartışmalar yarattığı bu dönemde Türk ve Orta Doğu Dayanışma Vakfı’na Arap kökenli kişi ve kurumlardan 2 milyon 662 bin dolar ve 73 bin euro aktarılması dikkat çekti.

En büyük yardım Soros’tan
Ahmet Salem bin Mahfoz ismiyle bu vakfa arka arkaya üç kez 589.980’er bin dolar gönderildiği belirlendi.
Listeye göre, düşük miktarlarda da olsa Dünya Bankası, ABD hükümeti, Avrupa Komisyonu gibi birçok önemli kurum ve kuruluştan yardım alan vakıfların başında TESEV geldi. TESEV, 10 ayda toplam, 336 bin 426 dolar, 1077 sterlin, 72 bin 966 euro ve 20 bin 600 TL yardım aldı. En büyük yardımı ise ABD’li finans spekülatörü George Soros’un kurduğu Açık Toplum Enstitüsü’nün (175 bin 485 dolar) göndermesi dikkat çekici bulundu.


ABD en çok bağışı Ensar’a yaptı!
ABD Büyükelçiliği’nin 129 bin dolar bağışını kabul eden Ensar Vakfı, 1979 yılında kuruldu. 47 kurucusu arasında en dikkat çekici isimlerden biri ise İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş. Topbaş, 1979’da 370 bin TL’lik vakfın kuruluş sermayesine 50 bin TL katkı sağladı. Proje ve çalışmalarını eğitim alanında yoğunlaştıran vakıf, İnteraktif Kuran-ı Kerim Öğrenme CD’si hazırlayarak Türkiye’deki bütün imam hatip liselerine dağıttı. Vakıf, din eğitimine ilişkin birçok metaryali de öğrencilere ulaştırdı. 30 ilde örgütlenen Ensar Vakfı, üniversite ve liselere hazırlık kursları, ilmihal, tefsir vb dini ilimlerle ilgili dersler, konferans, seminer ve yardım faaliyetleriyle öne çıktı.


Yahudi Soros’un gözdesi
TESEVÖzellikle Türk Silahlı Kuvvetlerini hedef alan çalışmalarıyla tanınan TESEV’e en büyük bağışı  dünyanın bir çok bölgesini karıştıran Yahudi spekülatür George Soros yaptı. AB ve ABD yandaşı araştırmalara da imza atan vakfa Dünya Bankası’ndan yapılan yardımlarda dikkat çekiyor. İşte TESEV’e aktarılan paralar: Department of State (13 bin 528,28 ABD Doları), British Council (750 İngiliz Sterlini), UNDP Türkiye Temsilciliği (9 bin 189 ABD Doları), Dünya Bankası (36 bin 121,66 ABD Doları), Internal Displacement Monitoring Centre (4 bin 135,90 ABD Doları), Dünya Bankası (70 bin 751,87 ABD Doları), Dünya Bankası (10 bin ABD Doları), İsveç İstanbul Konsolosluğu (16 bin 470,72 YTL), Geneva Center for DCAF (6 bin 681 ABD Doları), Geneva Center for DCAF (5 bin 914 ABD Doları), Dünya Bankası (3 bin 622,70 ABD Doları), Dünya Bankası (1000 ABD Doları), Dünya Bankası (4 bin 150,78 YTL), Instituto de Estudos Internacionais (7 bin 25 Euro), Institute for Philantropy Temple Place (327 İngiliz Sterlini), Açık Toplum Enstitüsü (175 bin 485 ABD Doları), Avrupa Komisyonu Türkiye Delegasyonu (65 bin 941,33 Euro).


Avrupalılar, en çok TİHV’yi destekledi
AB ve ABD’lilerin bağış yağdırdığı diğer bir vakıf ise Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV). Kurucuları arasında DTP’li Akın Birdal, Selahattin Demirtaş ve Osman Baydemir’in yanısıra, Yusuf Alataş, Nadire Mater gibi tartışmalı isimlerin de yer aldığı vakfa 8 ay içerisinde toplam 404 bin dolar ve 264 bin euro para aktarıldı. İşte TİHV’nin bağışçı listesi: Den Norske Helsingfors Com. (44 bin 855, 46 ABD Doları), Netherland Helsinki (45 bin Euro), Avrupa Komisyonu (79 bin 883,55 Euro), Uluslararası Af Örgütü (73 bin 747 ABD Doları), UN Office, İsviçre (90 in ABD Doları), Demokratisches Türkei Forum, Almanya (3 bin Euro), Svenska Roda Korset (2 milyon İsveç Kronu), İşkence Görenler için Rehab. Konseyi (2 bin 232 ABD Doları), Almanya Af Örgütü (10 bin Euro), İşkence Görenler için Rehab. Konseyi (24 bin 999 ABD Doları), İsveç Af Örgütü (50 bin ABD Doları), International Rehab. Council for Torture (73 bin 747 ABD Doları), UN Office (3 bin Euro), Demokratisches Türkei Forum, Almanya (79 bin 883,55 Euro), Avrupa Komisyonu (45 bin Euro), Netherland Helsinki (44 bin 855,46 ABD Doları).
06.01.2009

8 Aralık 2015 Salı

KAHRAMAN YARATMAK



Yaklaşık on gün kadar önce yeni Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Temsilcisi Erdem Gül, “MİT TIR’ları” ile ilgili haber yaptıkları gerekçesiyle tutuklandılar. Ortada suç olsa bile, tutuksuz yargılamak varken iki gazetecinin tutuklanması onaylanacak bir durum değildir.
Adana’da 19 Ocak 2014 tarihinde durdurulan ve Suriye’deki teröristlere silah taşıdığı ortaya çıkan “MİT TIR’ları” ile ilgili haber ve fotoğraflar 21 Ocak 2014 tarihinde Aydınlık Gazetesi’nde yayınlandı. Aydınlık Gazetesi’nde yayınlanan bu haber sonrasında Cumhuriyet Gazetesi de dahil olmak üzere, bütün gazeteler sessizliğe büründü. Ancak 29 Mayıs 2015 tarihinde aynı haber sanki yeni ortaya çıkarılmış gibi “ilk kez yayınlanıyor” başlığıyla Cumhuriyet Gazetesi’nde, yeni birkaç fotoğrafla birlikte yayınlandı.
21 Ocak 2014 tarihinde Aydınlık Gazetesi’nde yayınlanan bu haber için, gazetenin genel yayın yönetmeni hakkında dava açılmadı ve tutuklanmadı. Ama aradan 16 ay gibi bir süre geçtikten sonra, aynı haberi çalan ve yayınlayan Cumhuriyet Gazetesi için, genel yayın yönetmeni Can Dündar hakkında dava açılması ve tutuklanması, üzerinde etraflıca düşünülmesi gereken bir durumdur.
Mahkeme kararıyla da kanıtlanan haber ve eser çalma merakı olan Can Dündar, “ilk kez yayınlanan görüntüler” başlığıyla, bu çalıntı haberle parlatıldı. Cumhuriyet okuyucularının Atatürkçü yazarların gazeteden dışlanması sürecinde Can Dündar'a tepki göstermesini engellemek amacı ile Can Dündar'ın büyük bir gazetecilik başarısı göstermesi ve böylece parlatılması planlanmıştı. Tabii bu küçük plandı, belki büyük planda yeni CHP’nin genel başkanlık koltuğuna oturtulması bile düşünülebilir.
Erdem Gül, 22. Adalet ve Demokrasi Haftası’nda 24 Ocak 2015 tarihinde Çankaya Belediyesi’nin düzenlediği Çağdaş Sanatlar Merkezi’ndeki etkinlikte, Uğur Mumcu’nun yeğeni Evren Mumcu’nun sorusuna; “Türk Milleti demenizi yadırgadım. Türk Milleti diye bir şey yoktur” diye yanıt vermişti. Can Dündar ise, Atatürk imajını bozmaya çalışan “Mustafa” filmi ile ne olduğunu ve ne yapmak istediğini kanıtlamıştır.
Can Dündar'ın, 14 Nisan 2012 tarihinde Milliyet Gazetesi'ndeki 'Başka Kapıya' adlı yazısı şöyleydi: “Dün süngü zoruyla başbakanı eve yollayanlar, bugün polis zoruyla evden toplanıyor. Dün ‘adalet, insan hakları’ diye haykırdığımızda üstümüze tank sürenler, şimdi adalet ve insan hakkı istiyor. Dün düzmece andıçlarla demokratları yok etmeye çalışanlar, bugün düzmece kanıtlarla yargılandığından yakınıyor. Adaletsizliğe, zulme karşı her zaman herkesin yanındayız. Ama dün burnundan kıl aldırmayan mağrurların, bugün mağdur rolü oynamasına cevabımız aynı: ‘Başka Kapıya.”
Bunları yazan Can Dündar kimdir?
 Kemalizm düşmanıdır, orduyu dönüştüren kumpasları destekleyendir, TSK'ye karşı PKK terör örgütünü destekleyendir, Türk Milleti kavramına karşıdır, AKP'yi düne kadar desteklemiş romantik tatlı su solcusudur ve Cumhuriyet Gazetesi’ni yeni Cumhuriyet yapandır.
Ülkemizde yüzlerce gazeteci işsiz bırakılırken, birçok basın emekçisi ceza alırken Can Dündar ve benzerlerinin sesleri çıkmamıştı. İlhan Selçuk başta olmak üzere birçok gazeteci, demokratik kitle örgütü yöneticisi, sendika başkanları, akademisyenler, siyasiler ve subaylar hukuksuzca tutuklanıp cezaevine konulduğunda, Can Dündar ve benzerlerinin tepkisini duyan oldu mu?
Ulusal Kanal, ART, Aydınlık Gazetesi ve Oda TV basıldığında, Can Dündar ve benzerleri ortada yoktu. Ancak geçtiğimiz Ekim ayında operasyon yapılan cemaat medyasına “özgür basın susturulamaz” diye destek veren Can Dündar ve benzerlerinin ikiyüzlülüğü bir kez daha kanıtlanmıştır. Ergenekon ve Balyoz gibi komplonun dibine vuran, hukuk ihlallerinin yaşandığı davalarda, Can Dündar ve benzerleri neredeydiler? Can Dündar; “düzmece kanıtlarla yargılandığından yakınıyor” dediği yurtseverlere karşı acaba bugün utanmakta mıdır? Cumhuriyet Gazetesi'nin yitirdiğimiz çok değerli yazarı Deniz Som, Can Dündar'ın bütün yolsuzluklarını, sahtekarlıklarını mahkeme tutanaklarına dayanarak, belgeleriyle açıklamıştı; bunlar Cumhuriyet Gazetesi arşivlerinde bulunmaktadır Yaratılan ve başka görevler yüklenen bu sahte kahramanlara çok dikkat edilmelidir, senaryo iyi okunmalıdır. Dürüst olmayan birinden kahraman yaratılmasına izin vermemeliyiz.
Cumhuriyet Gazetesi’nin başına getirilmesi özel bir proje olan Can Dündar’ın esas görevi ‘çözüm süreci’ adı verilen ve ulus devleti bitirecek olan bölücü projeye hizmet etmektir. 2007 yılında Fethullahçıların kurduğu The Taraf Gazetesi ne yapmışsa, bugün Can Dündar’ın eline verilen yeni Cumhuriyet Gazetesi de aynısını yapmaktadır. CHP’nin yurtseverlerden alınarak, kimliksizleştirilmesi süreci ile Cumhuriyet Gazetesi’nin dönüştürülmesi, eş zamanlı olarak projelendirilmiştir. Yeni CHP’de güvensizliğin ve başarısızlığın başrol oyuncusu Kemal Kılıçdaroğlu ne ise, yeni Cumhuriyet Gazetesi’nde de Can Dündar aynısıdır.
Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı gibi aydınları her fırsatta anan ancak bir kitabını, bir makalesini bile okumayanlar, Can Dündar ve benzerlerini bu yurtsever insanlarla aynı kefeye koyan aydın insan taklitleri, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya devam etmektedirler.
Can Dündar’lar için protesto gösterileri yapanlar, Cumhuriyet Gazetesi'nin Atatürk ilkelerinden sapan ve değişen çizgisine boyun eğmektedirler. Cumhuriyet Gazetesi yönetimine yapılan bu hukuksuzluğun kınanması gerekir ancak sapla samanı da birbirine karıştırmamak gerektiği de bilinmelidir. Unutmayalım ki, bugün hukuksuzluk yapanlara da yarın hukuk gerekecektir.. 7 Aralık 2015
SUAY KARAMAN
.

7 Aralık 2015 Pazartesi

KADININ "KURTULUŞUNUN" ÇARŞAF VE PEÇE KÖLELİĞİNE SON VERMEKLE SAĞLANABİLECEĞİ



Kahire'de, evvelce El-Hadid İstasyonu meydanında dikili iken sonradan üniversite avlusuna nakledilen bir heykel vardır ki, bir eliyle yüzündeki kara peçeyi kaldırıp atan ve diğer eliyle Sfenks'in başına dayanan modern Mısır kadınını canlandırır. Mısırlı heykeltıraş Mahmud Muhtar'ın güzel anlamlı bir yapıtıdır bu. Heykelin tabanına çakılı bir plakada, "Mısır'ın Kurtuluşu" satırları yazılıdır. Bu heykel ve bu yazı, Mısır'ın kalkınmasının ve gelişen dünyaya ayak uydurmasının ancak kadını özgürlüğe kavuşturmakla, serbest kılmakla, peçe ve çarşaf köleliğinden kurtarmakla mümkün olabileceğini anlatmaktadır. Bilindiği gibi Sfenks, Mısır'ın İslâm öncesi dönemlerdeki muhteşem uygarlığını temsil eder. O dönemlerde Mısırlı kadın, imrenilecek bir özgürlüğe ve devlet yönetebilecek üstünlüğe sahip bulunduğundan, söz konusu heykel, şeriat belâsından kurtulmanın ve kadına değer vermenin mutlak bir koşul olduğu anlamına gelmektedir.

Çünkü şeriatın zorladığı giysilerden ve daha doğrusu çarşaf felâketinden kurtulmak demek, kadın için bir bakıma "kişiliğe ve özgürlüğe" kavuşmak demektir. Kendisini tanınmaz hale getiren kılıktan ve bu kılığı Tanrı emridir diye zorlayan şeriat baskısından uzaklaşmakla hiç kuşkusuz bağımsızlığına ve insanlığına kavuşması demektir.

Kadını kapamakla ve çarşafa sarmakla ne sosyal ve ne de ahlaksal gelişme olamayacağını Mısırlı aydın az çok anlamışa benzer. Nitekim 1950'lerde bir Mısırlı yazar, Halid Muhammed Halid, oldukça cesur sayılacak şu satırları yazmıştır:

"Gerici yığınlara biz şunu anlatmak isteriz ki, kadın ancak haklarını kullanma olanağına sahip bulunduğu takdirde değer kazanır ve kendi kendisine saygınlık besler. (Özgürlüğe ve bağımsızlığa) kavuştuğu takdirde yok olacağından endişe ettiğiniz iffet duygusu, kadınlarınızı boyunduruk altında tuttuğunuz ve haklardan yoksun kıldığınız ve efendilerinin (yani kocalarının) oyuncağı olduğu fikrine saplandığınız takdirde zarar görür. İffet ve namus duygusunu kadını çarşafa tıkmakla ve evin dört duvarları arasına hapsetmekle değil, fakat onun ruhunda nefs duygusunu yaratmakla ve şahsiyetinin haysiyetine saygılı olmakla sağlayabilirsiniz."(1)

Fakat belirtelim ki, kadını umacı kılıklarından çıkarıp sosyal yaşamlara sokmanın bir uygarlık sorunu olduğu bilincine Mısır ve diğer bazı Müslüman ülkeleri, Türkiye örneğiyle erişmişlerdir.(2) Atatürk devrimleri, bu alanda da İslâm dünyasına rehberlik etmiştir. İlginç olan şudur ki, bu devrimler Türk kadınını, eski Türk geleneklerine yöneltmek amacına dayanır. Bu gelenekler arasında kadını kapamak ve erkekten kaçırmak ve çarşafa sarmak gibi ilkellikler yer almamıştır. Muhammed'in yerleştirdiği hükümlere ve örneğin "kocası evde yokken kadının hiç kimseye (velev ki akrabası olsun) kapı açmaması gerekir" şeklindeki emirlere karşılık Dede Korkut'un dile getirdiği şu asil Türk geleneği bunun en güzel kanıtlarından biridir:

"Eve bir konuk gelse ve er adam evde olmasa, ol (karısı) onu yedirir, içirir, ağırlar, azizler (ve) gönderir."(3)

İbn Batuta'nın "Seyahatname" adlı yapıtında tanımladığı Türk kadınının uygar yaşamı bir başka örnektir...

Kadını özgürlüğe ve eşitliğe sahip bir varlık şeklinde değerlendiren eski Türk geleneği, Türklerin İslam’ı kabul etmeleriyle giderek zayıflamış olmakla beraber tamamen yok olmuş değildir.

Türk kadını çarşafa sokulmuş olma durumlarına karşı için için tiksinti beslerken, özgürlüğüne, giyim ve kuşam uygarlığına daima özlem duymuştur. Eski Türk geleneklerine en fazla bağlı kalabilen kuruluşlarda ve örneğin orduda (ve kentlerden uzak köylerde) bunun böyle olduğu görülmüştür. Atatürk devrimlerinden çok önce, daha Osmanlı döneminde Kahire, Beyrut, Bağdat ve Şam, hatta daha küçük yerlerde görevli bulunan Türk subay eşlerinin uygar yaşamları Arap toplumlarını daima etkilemiş, kadın sorunları konusunda uyandırmaya başlamıştır.

Arap yazarlardan öğrenmekteyiz ki, bu subayların "beyaz tenli, mavi gözlü eşlerinin", sigara tüttürerek, kahve içerek ve modern giysilerle son derece zarif ve "efsunkâr" tavırlarla oluşturdukları "sosyetik" yaşamları Arabın gözünde rüya âlemleri yaratırdı.(4) Yine bir başka Arap yazarının bildirdiğine göre hemen her Arap erkeğinin gönlünde bir Türk kadını yatardı.(5)

Arap ülkelerinde kadın hakları için girişilen çabaların temelinde bu etkilerin yattığı inkâr edilemez. Nitekim bir Arap şöyle der:

"(Türk kadınının bu) etkisi aslında çarşaf ve peçeden kurtulmaya doğru en büyük bir adım olmuştur. Müslüman kadının kurtuluş savaşımı ile ilgili olayların tarihçesi anlatılırken, İstanbul'dan, Edirne'den, İzmir'den... (bu Arap ülkelerine) gelen Türk subaylarının (erkekten kaçınmak nedir bilmeyen ve herkesin önünde sigara tüttüren ve bacak bacak üstüne atıp kahve köpürten uygar davranışı) eşlerine ya da kız kardeşlerine ya da diğer kadın akrabalarına, Arap dünyasındaki kadın hakları davasının öncüleri olarak şerefli bir mevki tanımak gerekir."(6)

Subay eşleri kadar aynı uygar yaşamlara sahip Türk kadın öğretmenlerin de etkisini unutmamak gerekir. Gerek Cemal Paşa'nın ve gerek Beyrut Valisi Azmi Bey'in Beyrut'a getirttikleri kadın öğretmenler, Arap yaşantılarına uygarlık havası sağlayan örneklerdendir.

Halide Edip'lerin ya da Nigâr Hanım'ların ve benzerlerinin Arap ülkelerine yaptıkları ziyaretler, Arap yöneticileri ve Arap aydınları üzerinde unutulmaz izler bırakmıştır. Bir Arap tarihçisi, Muhammed Cemil Beyhum, Türk kadınının yarattığı bu etkiye değinirken aynı zamanda gerici Arap çevrelerin davranışlarını da sergiler. Gerçek odur ki, Türk düşmanlığı ile şişirilmiş bu çevreler, Türk kadınının bu tür yaşamlarını İslâm'a karşı "küfür" olarak tanımlamışlardır. Örneğin Ürdün Kralı Hüseyin, 9 Eylül 1919'da yayımladığı bir bildiride, Arabın Türk yönetimine karşı ayaklanmasının nedenlerinden birinin bu olduğunu ve çünkü Suriye Valisi Cemal Paşa'nın kadınlar için kongreler tertip ettirdiğini, bu kongrelerde kadınların erkeklerle birlikte aynı salonda oturup konuştuklarını, bazı kadınların bu toplantılar sırasında erkekler önünde şiirler okuyup demeçler verdiğini ve toplantının şeref mevkiine getirildiklerini, oysaki bütün bunların İslâm dinine ve Arap geleneklerine ters bulunduğunu ve bu nedenle Türklere karşı ayaklanmanın dinsel bir görev olduğunu belirtmiştir.(7)

Öte yandan çarşaf ve peçe gibi İslâmî giysilere karşı nefret, Osmanlı toplumunun en muhafazakâr sanılan varlıklı ve mevki sahibi ailelerin kadınlarına da yayılmıştı. Meşrutiyet döneminde çarşaf ve peçe aleyhinde konuşan pek olmazdı. Gizliden gizliye yükselen bazı seslere rastlanmakla beraber, koyu taassubun oluşturduğu korku içerisinde bu nefret duyguları etki yaratmazdı. 1913'lerde Mükerrem Belkis adındaki bir kadın yazarın "peçe" musibetini lanetleyen şu sözleri, etkisiz kalan örneklerden biridir:

"Peçe bizi daha çok bozmadan, biz onu bozalım. Yırtalım, çiğneyelim. Menfaatlerimizi kıran, duygularımıza aykırı, bizde masumiyet bırakmayan ve hiçbir yararı olmayan o peçeyi, yüzümüze örttüğümüz siyah örtüyü kaldıralım, yırtalım. Artık bu gerçeği anlamak zamanı gelmiştir. Cansız, kansız olmayalım... Onu yırtacak kadar da ellerimizde güç yok mu? Yoksa yazık! Yazık!..(8)

Bu ortamdan uzaklaşıp yabancı diyarlara göç edebilenler ve duygularını açıklama serbestisine kavuşanlar haklı olarak hınçlarını çıkarma fırsatını ararlardı. Selma Ekrem adındaki bir genç kızımızın 1930 yıllarında Amerika'da yayımladığı bir kitap ilginç örneklerden biridir. Çocukluk döneminin anılarıyla dolu bu kitabında kendisinden birkaç yaş büyük ablasına ilk kez çarşaf giydirilmesi olayını anlatırken duyduğu üzüntü nakledilmeye değer:

"...Ablama giydirilen (kara) çarşaf, başını ve kollarını (ve her tarafını) kavrayan bir pelerin ve ayak bileklerine kadar inen bir eteklik şeklinde kalın siyah ipek kumaştan yapılmış bir şeydi. Yüzüne de kalın bir peçe geçirilmişti... (Onu bu halde görünce) salonda bulunan kalabalık gözlerimin önünden silindi ve karşımda bambaşka bir kılığa bürünmüş bir abla belirdi. Bana şimdi tamamıyla yabancı bu bohçanın kapkara örtüleri, beni (adeta) gölge gibi sardı; tıpkı tüm hayatımı pençesi arasına alıp dev gibi büyüyen bir gölgeydi bu... Hiddet ve dehşet içerisinde taş kesildiğimi hissettim. Ablamı kara bir çarşaf içerisinde zindana tıkılmış gibi görmek istemezdim... (Diyebilirim ki) çarşaf (korkusu) benim yaşantıma işte böylece, pek zalim bir şekilde girmiş oldu ve o andan itibaren (bu olumsuz etkisiyle) çocukluğum boyunca belli edecek şekilde zihnimin içine çöreklendi. Bu (tiksinti verici) düşünceyi kafamdan çıkarmam mümkün değildi; (çarşafa sokulma düşüncesi) öldürücü bir düşünce olarak o ana kadar tanık olduğum her türlü korkudan çok daha korkunç bir nitelik taşımaktaydı. Milyonlarca kadın bunu, benden önce giymişti. Gözlerimin önüne, kalın kara çarşafa bürünmüş, yüzleri kapalı, hep bu kadınlar gelir oldu. Kara bohçalar şeklindeki bu milyonların (bilinçsiz) teslimiyeti beni nefessiz bırakmaya yeterliydi. Üstüme büyük bir fırtınanın çöktüğünü duyar oldum; fakat başımı azimle dolu olarak kaldırıp bu fırtınaya karşı savaşmaya ve beni saran bu gölgeyi yırtmaya hazırdım. (Kara bohçalara sarılı) milyonlarca insan bana gülebilir; benimle alay edebilir, beni küçük görebilir (beni dinsiz bilebilirdi); fakat ben (her ne olursa olsun) bir bohça haline girmeyecektim. Ben yaşamım boyunca temiz havayı ve rüzgârı yüzümde hissetmek istiyordum. Ruh çökerten bu kara ağıl beni pençesine alamayacaktı. Ne demekti 'dinsel' emirler ya da benim büyüklerimin 'emir' denen sözleri? Gençliğimin verdiği pervasızlıkla bütün bunlara karşı direnecektim."(9)

Ve işte Türk kadınına bu güzel özlemi gerçekleştirme fırsatını Atatürk Devrimleri verecektir. Atatürk bizzat kendisi, çeşitli yollardan Türk kadınını çarşaf ve peçe rezaletine karşı direnmeye çağırmış, örneğin 28 Ağustos 1925 tarihinde İnebolu'da yaptığı bir konuşmasında şöyle konuşmuştur:

"Yolculuğum sırasında köylerde değil, özellikle kasaba ve şehirlerde kadın arkadaşlarımızın yüzlerini ve gözlerini çok kalın ve özenle kapatmakta olduklarını gördüm. Özellikle bu sıcak mevsimde bu tarzın, kendileri için kesinlikle işkence ve sıkıntı yarattığını tahmin ediyorum. Erkek arkadaşlar, kadınlarımız da bizim gibi kavrayışlı ve düşünceli insanlardır. Onlar yüzlerini dünyaya göstersinler. Ve gözleriyle dünyayı dikkatli görebilsinler. Bunda korkulacak bir şey yoktur..."

İki gün sonra, 30 Ağustos'ta yaptığı diğer bir konuşma ile aynı konuya dönmüş ve şöyle demiştir:

"Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bir bez veya bir peştamal veya buna benzer bir şeyler atarak yüzünü gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın anlamı ve medlülü nedir? Efendiler, uygar bir millet anası, millet kızı bu garip şekle, bu vahşî vaziyete girer mi? Bu hal milleti çok gülünç gösteren bir manzaradır. Derhal düzeltilmesi gerekir."(10)

Söylemeye gerek yoktur ki İslâmî bir giysi olan çarşafa yönelik böyle bir konuşmayı desteklemek, çoğu kişiler bakımından korku yaratan bir şeydir. Ve işte onları peşinden sürükleyebilmek için Atatürk şunu bildirir:

"Arkadaşlar, korkmayınız, bu gidiş zorunludur. Bu zorunluluk bizi yüksek ve önemli bir sonuca ulaştırıyor. İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca varmak için gerekirse bazı kurbanlar da verelim... Önemle uyarıyorum ki, bu durumun korunmasında inat ve bağnazlık, hepimizi her an kurbanlık koyun olma istidadından kurtaramaz."(11)

Atatürk'ün bu konuşmasından üç ay sonra, 30 Kasım 1925 tarihinde TBMM, "Kılık Kıyafet Kanunu"nu geçirir. Az geçmeden valilikler ve belediyeler, genelgeler yayınlayarak kadınların çarşaflı olarak sokağa çıkmalarının yasaklandığını ve çarşaflı çıkanların polis marifetiyle karakola götürüleceklerini ilan ederler.

Bu devrimleri bazı Müslüman ülkeler, örneğin Afganistan izlemek isteyecek fakat şeriatçının melaneti ve tepkisiyle çabuk vazgeçecektir.(12) Bu devrimleri tek başına sürdüren Türk toplumu ise, Atatürk'ün ölümünden az sonra kafasını kaldırmaya çalışan yedi başlı şeriat yılanının zehriyle sendelemeye başlayacak ve o eski felâket vadisine doğrulacak ve ilk iş olarak kadını çarşafa sokma yollarını arayacaktır.

İlhan Arsel
Şeriat ve Kadın, Kaynak Yayınları, 20. Baskı Şubat 2014, s.347 vd.

Dipnotlar

1 - Halid M. Halid, age, 1950, s.159. Halid M. Halid'in Arapçadan İngilizceye çevirisi için bkz. From Here We Start, 1953, s.159.
2 - Katibah, age, 1940, s.208-209.
3 - Türk Dili dergisi, sayı 268, 1974, s.326.
4 - Arsel, Arap Milliyetçiliği ve Türkler, 1977, s.190 vd.
5 - Katibah, age, s.209.
6 - İbid, s.210.
7 - Arsel, age, 1977, s.191, not: 187.
8 - Aydınlık dergisi, 22 Mart 1998 tarihli sayısından alıntı.
9 - Selma Ekrem, Unveiled; The Autobiography of a Turkish Girl, New York, 1930, s.178-180.
10 - Bu alıntı için bkz. Aydınlık dergisi, 22 Mart 1998, s.8-9.
11 - Bu alıntı için bkz. Aydınlık dergisi, 22 Mart 1998, s.8-9.
12 - Afganistan kralı 1927 yılında, Atatürk'ü takliden peçe ve çarşafı yasaklamıştır. Kraliyet ailesine mensup bazı prensesler, halka örnek olmak için sokağa çarşafsız ve peçesiz çıkmaya başlamışlar, fakat din adamları bu davranışı "gâvurluk" ilan ederek halkı isyana çağırmışlardır.

BU ÖĞÜTLER YATAKLIK SUÇUDUR



Yeni Anayasa yapmaya soyunanlar on yıldır “sinir harbi” yürütüyorlar.
Neden Yeni Anayasa istediklerini bir türlü açıklamıyorlar. Gerçek gerekçelerini söylemiyor, bunu asker yaptı; bu darbe anayasası; bunun sistematiği bozuldu artık” gibi içi boş ve birbiriyle çelişkili sözlerle acayip bir bıkkınlık havası yaratmayı yeterli görüyorlar.
Yeni Anayasa´da neyi silip ne yazacakları konusunu da açıkça dile getirmiyorlar. Anayasa gibi, mevcut yasalar düzeninin en üst katında yer alan, toplumun ve devletin en temel esaslarını belirleyen, yalnızca bugünü değil geleceği de yönlendiren bir metin söz konusudur; bunun üzerine güreş kaçak-göçek sürdürülüyor.
Ne yapmalı? Bu soruya etraflıca yanıt üretmek için görüşüp ortak akıl üretmek gerekirken, bunu yapmak yerine öğüt verip telkinde bulunan çok.
*
“İstemezükçü olma!”
Bu telkin, hangi nedenle olduğu bilinmez, kendisinin yeni anayasacı olmadığını söyleyen yancılardan geliyor. Pozitif mesajlar vermek gerek, diyorlar. Kamuoyunu kazanmanın sırrı, “hayır” dememek, olumlu sözler söylemektir, diyorlar. Ve “siz de önerinizi koyun ortaya, halka bunu anlatın!” diye yol gösteriyorlar.
Bu öğütler 1980´li yıllarda ortaya çıktı. Piyasa değerleri temelinde reklamcılık mesleği yükseldikçe, her ne pahasına olursa olsun eldeki malı satma amacına odaklanmış reklam mantığı, toplumsal ve siyasal mücadeleyi uydum-akılcı ana akım içinde ehlileştirip eritme hizmeti verdi. Bu zihniyette muhalefet, belirlenmiş gündemi kabul etme koşuluna bağlandı. Diyalog, müzakere, katılımı muhalefetin tek yolu olarak yükselttiler; “sivil itaatsizlik” adını verdikleri ehlileştirilmiş bir alan açtılar; ve protesto, boykot, direniş yöntemlerini aşağılayarak sildiler.
Ne var ki, “katılımcılık” diye yüceltilen yol, gündemi belirlemiş olan iktidar sahiplerine yaradı. Demokratik usullerle yürüdüklerini söyleyip, adımlarını da hedeflerini de meşru hale getirme şansına kavuştular.
Oysa toplumsal ve siyasal mücadelede muktedir olmanın yolu yalnızca “yapma gücü”nden ibaret değil. Buna denk bir başka muktedirlik, muhalefet konumunun iktidarı, onun “yaptırmama gücü”nden gelir. Kritik zamanlarda gerçek ve demokratik uzlaşma, bu iki gücün çarpışmasından doğar. Herkesin yararına olan sonuç, yapma ve yaptırmama güçlerinin yaratacağı dengede elde edilir. Eğer yaptırmama gücünü “istemezükçülük” diye yaftalayıp kullanılamaz hale getirirseniz, yalnızca “yapma gücü” kullanan muktedire hizmet etmiş olursunuz.
*
“Kendi önerini göster herkese!”
Yeni anayasacılığın başka bir yancı kesimi, iltifatkarlar olarak adlandırılabilir. Bunlar yeni anayasacılığı kaçınılmaz gündem olarak benimsemiş bulunuyor ve genellikle şöyle diyorlar: 1961 Anayasası gibi, hatta ondan daha ileri bir metin yazın, halka onu sunun, anlatın, görsünler aradaki farkı!
Ne var ki bu anayasa işi. Öykü-şiir yarışması değil. Bu, toplumsal ve siyasal mücadelenin en ağırlarından biri. Hem süreci hem sonucu, beğeni ya da iradenin ötesinde, hem iç hem de dış toplumsal ve siyasal güç dengelerine bağlı.
Görevi yasa yapmak olan meclise, 330 parmağı bulursa referandumlu 367 parmağı bulursa referandumsuz anayasa yaptırılmaya çalışılıyor. Toplumun ve devletin kuruluş esasları tartışmaya açılmış, “kurucu esaslar” olağan meclis aritmetiğiyle değiştirilmeye gayret ediliyor. Anayasa samimiyetsiz ve toplumu düşman kamplara ayıran bir siyaset ortamında, zorlama demokratik ve katılımcı görüntüler eşliğinde ortadan kaldırılmaya çalışılıyor.
İhvancı, etnik bölücü, liberal ittifak iktidara yerleşmişken, bunlar dış destekleriyle “Başka Türkiye” hedefi peşinde koşarken, TBMM´nde kendi seçmenlerini de minder dışına atmış bir karşıdevrimci parmak çoğunluğu ellerindeyken, böyle bir güç dengesi içinde hangi “güzel metinler yarışı”ndan söz ediyoruz?
*
Yeni Anayasa yancısı öğüt sahiplerine “kendi mükemmel anayasamızı göstermek” yerine, bulundukları siyasal pozisyonu fark etmelerine de yardımcı olmak üzere, ancak şunları söyleyebiliriz:
“Başka Türkiye”ye Geçit Yok! Anayasayı Müzakere Yok! Anayasaya Dokunma!