6 Şubat 2015 Cuma

“Laiklik Günü” de Nereden Çıktı?



Her yıl olduğu gibi bu yıl da, 5 Şubat günü kamuoyunda “Atatürkçü olduğu” sanılan çok sayıda siyasetçinin, Demokratik kitle örgütü yöneticilerinin “laiklik günü” ile ilgili açıklamaları kimi medya organlarında yayınlandı.
Yayınlanan açıklamaların ortak noktası ise şöyleydi.  Laiklik; 5 Şubat 1937 günü ‘Altı Ok’ ilkeleri ile birlikte anayasanın 2. Maddesine eklenmiştir. Anayasanın ikinci maddesinde laiklik ilkesine yer verilmesi ile de Türkiye Cumhuriyeti’nin lâik bir devlet olduğunun resmiyetinin yolu açıldı. En önemli Devrim Yasası olarak, yasal güvenceye alınmış oldu. Kutluyoruz”
Demek ki 5 Şubat 1937 de Anayasamıza “Altı Ok” olarak bilinen ilkelerde girmiş. Ama nedense kimse 1937 de “cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik ve devrimcilik” olarak anayasada yer alan 5 ilkeden söz etmiyor da, niçin ille de “laiklik” üzerinde duruluyor? 
Biz bu soruya doğru yanıt verebilmek için, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 2. Maddesinin başına gelenlere kısaca göz atalım.
1924 Anayasası'nda 2. madde şöyleydi: “Madde 2: Türkiye devletinin dini, dini İslâm'dır; resmi dil Türkçedir; makarrı(Başkenti) Ankara şehridir.”
1937 de anayasanın 2'nci maddesi şöyle değişti. “Madde 2. Türkiye devleti, cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılâpçıdır. Resmi dili Türkçedir, makarrı(Başkenti) Ankara şehridir."
1961 Anayasasında ise 2'nci madde şu şekilde yazıldı: " Madde 2. Türkiye cumhuriyeti, insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir."
Özellikle Aydın-Atatürkçü kesimlerce “ilerici” olarak nitelenen 1961 Anayasasından kaşla göz arası, bir oldubitti ile  cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik ve devrimcilik” çıkarılmıştır. Bununla da yetinilmemiş.
Bu ilkelerin tekrar anayasaya girmesi için yapılması olası girişimlerde 1982 Anayasasının 4. Maddesi ile engellenmiş. “MADDE 4. – Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2. maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.”
Örneğin, Bu ilkelerin anayasaya yeniden girmesi ile ilgili bir imza kampanyası başlatanlar, TCK 220. Maddesi gereğince “Kanunun suç saydığı fiilleri işlemek amacıyla örgüt kurmak veya yönetmek”, TCK 309. Maddesi gereğince “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya veya bu düzen yerine başka bir düzen getirmeye” teşebbüs suçu ile yargılanabileceklerdir.
Peki, 5 Şubatta  “Atatürkçü olduğu sanılan” kimileri neyi kutluyorlar? Kemalizm’in olmazsa olmaz ilkelerinin TC. Anayasasından çıkarılışını!  Yani “Kemalizm’in iğdiş edilişini! 5.Şubat “Laiklik Günü” Kemalizm’in antiemperyalist özünün ortadan kaldırıldığını, “emperyalizme teslimiyetin anayasal güvence altına alındığını” perdelemek için, mandacılar tarafından “icat edilmiş” bir soytarılıktan başka bir şey değildir. Bağımsızlığın olmadığı bir ortamda ulusal egemenlikten söz etmek “abesle iştigaldir.  Bağımsızlıktan ve ulusal egemenlikten yoksun bir ulusun laik olup-olmaması hiçbir şeyi değiştirmez.
İster istemez aklımıza şöyle bir soru geliyor. Atatürkçü! Bildiğimiz kimi aydın ve askerler 1961 Anayasasından Kemalizm’in özünü oluşturan  cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik ve devrimcilik” ilkelerini niçin çıkarmışlar? Peki, bu beş ilke çıkarılırken “laiklik” niçin madde içinde kalmıştır?
Bir yazımda bunun yanıtını şöyle vermiştim. “Atatürkçülüğü masonik bir laikliğe indirgeyerek, 1938 den bu yana gericiliğin beslendiği ana damar olan “batıcılığı” Atatürkçülük olarak Türk halkına yutturmaya çalışmaktadırlar. Türk halkını “Atatürk’le aldatıp” kandırmaktadırlar.  Bu soysuzlar böylece tarihte ilk kez emperyalizme karşı başkaldıran ve onu yenen soylu Türk ulusunu emperyalizme ve dince gericiliğe mahkûm etmişlerdir.”
Anayasanın 2. Maddesinde ifadesini bulan laiklik, “Kemalist Laiklik” değil, “masonik laikliktir.  Çünkü Kemalizm’in ilkeleri bir bütünlük oluşturur. Biri diğerinin “olmazsa-olmazıdır.” Birinin diğerine göre önceliği, ya da “olmasa da olur” olması söz konusu edilemez.
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye dede gericiliği ayakta tutan, besleyen temel güç emperyalizmin varlığıdır. Cahil bırakılmış, Toprak ağalarının, mütegallibe ve şeyhlerin baskısı altındaki bir topluluk emperyalizmin ekonomik sömürüsü için çok daha elverişli bir zemin oluşturur.
Toplumsal uyanışı engelleyen, ulusal ekonomiyi olanaksız kılan, ucuz işgücü sömürüsüne ortam yaratan yapı emperyalist sömürünün engelsiz sürmesini sağlar. Bu nedenle Emperyalizmi yıkmadan gericiliği ayakta tutan çağdışı toplumsal ilişkileri ortadan kaldırmak da olanaksızdır. Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir.
Bu evrensel gerçeğin ayırdında olan Mustafa Kemal ve Türk devriminin öncü kadrosu, yeniden emperyalizmin ağına düşmemek için, Sömürgeciliğin en azgın güçleri olan Batılı haçlıları ülkeden kovarken, devrimler yolu ile Toplumsal uyanışı engelleyen gerici yapıyı da tasfiye etmişlerdir. İşte “altı ok” bu nedenle emperyalizmin ve gericiliğin “panzehridir”.
Cumhuriyet tarihinde, Laikliğin devrimci özünün ödünsüz uygulandığı dönemler, emperyalizmden kopulduğu ve gericiliğin ekonomik altyapısının zayıfladığı dönemlerdir. Emperyalizme bağımlılık ise Türkiye’de gericiliği hortlatmıştır.
Bu bağımlılık ilişkisini belgelerle ortaya koyalım.
Bilimsel bir yasa gibidir: Büyük bir devletle ittifak ve ikili anlaşmalar yapan, ondan “yardım” alan nispeten küçük boyutlu azgelişmiş ülkeler; bağımsızlıklarını çok geçmeden yitirmeye başlıyor. Başka bir deyişle “kendiişlerinde Millî İrade’ ye uygun olarak serbestçe karar alma güç ve yetkileri” zayıflıyor, hatta ortadan kalkıyor.(1)
13 Nisan 1939’da başlayan Türk-İngiliz görüşmeleri, 12 Mayıs 1939’da İngiltere ile Türkiye arasında Türkiye’yi “Barış Cephesi” ne bağlayan bir deklarasyonunun ilanıyla sonuçlanmıştır.
Rockefeller (1956): “Azgelişmiş ülkelere yapılan yardımda özel amaç, o ülke ekonomilerinin kilit noktalarını ele geçirmektir.”
-G. Ford (ABD başkanlarından): “Dış yardım yoluyla ilişkili olduğumuz ülkelerin iç ve dış işlerine karışabiliriz.”
Thornburg Raporu’ndan (1947): “Türkiye, Amerikan çıkarlarının büyük önem kazandığı bir yerde bulunmaktadır. Türkiye bizden yardım isterse, yalnız sermayemizi değil, aynı zamanda hizmetlerimizi, geleneklerimizi ve ideallerimizi değerlendireceğimiz ve elden gitmesine izin vermeyeceğimiz bir yatırım fırsatı doğacaktır.”
Türk Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Feridun Cemal Erkin (1946): “Türkiye, kaderini ancak Amerika ve Büyük Britanya’ya bağlarsa, esenliğe kavuşabilir.”
Bu öneri Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve Başbakan Şükrü Saraçoğlu tarafından kabul görmüştür.
1950’de özel girişimciyi desteklemek üzere Türkiye Sınai Kalkınma Bankası, Dünya Bankası’nın önerisiyle kurulur. Bankanın özel bir kuruluş olmasına, Amerikalılar tarafından ayrı bir önem verilmiştir.
1945-47 yılları… CHP iktidarda… Cumhurbaşkanı İsmet İnönü… Sivil ve asker Amerikan heyetleri, savaş gemileri Türkiye’de. CHP Hükümeti ABD’den borç istiyor. Türkiye IMF ve Dünya Bankasına üye oluyor. Türkiye ve ABD arasında askerî ve ekonomik temaslar başlıyor. Dostluk derneği kuruluyor. Türk subayları Amerikan tipi üniformalar giymeye başlıyor
Milli Eğitimimiz 27 Aralık 1947'de imzalanan ve “Fulbright Antlaşması” olarak anılan ”Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma’nın sonucu olarak, bütünüyle Amerikalı uzmanlar ve CIA tarafından, Amerikan çıkarları doğrultusunda biçimlendirildi.
-ABD ile 1947 Antlaşması (Truman Doktrini)… “ABD’nin dünya egemenliği” doktrini olan Truman Doktrini ile başlayan Amerikan “yardımı” ülkemizi Kemalist Yoldan saptırdı. Türkiye Amerikan emperyalizminin gereklerine uygun şekilde yeniden yapılandırıldı. 1923-1938 Türkiye’sinde, Atatürk zamanında ne yapılmışsa yıkılmaya başladı, ters yüz edildi: Bağımsızlığımızın yitirilmesine karşı yükselebilecek sesler susturuldu.(1)
Toplumsal uyanışın olmadığı yerde gericiliğin yükselmesinden daha doğal bir şey olamaz. Gericiliğin önünü kesecek olan da Atatürkçülük temelinde bir toplumsal uyanıştır. Bu uyanışı boğanlar elbette ki gericiliğin ekmeğine yağ sürmüşlerdir.
Atatürk’ün 1935 Yılında Kökü Dışarıda Olduğu İçin kapattığı Mason Locaları, İsmet İnönü'nün aldığı ani bir kararla 5 Şubat 1948 yılında İnönü'nün emri ve Celal Bayar'ın desteği ile Türkiye Mason Derneği'nin kurulması ile tekrar faaliyete girmiştir. Masonlar açtıkları davalarda Halkevlerine devredilen tüm mal varlıklarını tekrar ele geçirdiler. 1952 de ise Atatürkçü geçinen ve onunla iftihar eden CELAL BAYAR locaların varlığını yasal güvenceye aldı.  
-J. F. Kennedy (ABD Başkanı, 1962): Dış yardım ABD’nin dünyayı denetleme ve etkileme araçlarından biridir.”
Tarihte hiçbir şey “rastlantı” değildir. Batıcılık ve şeriatçılık Türkiye’ye eşzamanlı olarak girmiştir. Türkiye Batıya bağımlılaştıkça, uydulaştıkça gericilik ona paralel olarak istikrarlı bir şekilde yükselmiştir.
Atatürk, gericiliğin dayandığı toplumsal ekonomik yapıyı ortadan kaldırmaya yöneldiği için O’nun ölümüne dek gericiler sığındıkları inlerinden çıkıp bir türlü belini doğrultamadı. Gericiliğin ininden çıkması, dirilmesi Atatürk’ün ölümünden sonra Türkiye’nin tekrar Batı yoluna sokulmasıyla gerçekleşti.
Bu gün Türkiye de Toplumsal muhalefeti siyasal alanda temsil etme iddiasında olan siyasal partiler gericiliğin karşısına Atatürkçülükle çıkmak yerine IMF’yi, NATO’yu, Amerika’yı, AB’yi, sağa kaymayı savunarak Kemalizm’e ihanet etme yolunu seçmişler, böylece halkı gericilik karşısında seçeneksiz bırakmışlardır.  Üstelik Mustafa Kemal Atatürk “Yabancı bir devletin himaye ve desteğini kabul etmek, insanlık özelliklerinden mahrumiyeti beceriksizlik ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir.” Diye haykırırken.
Konu ile ilgili son sözü yine Mustafa Kemal Atatürk’e bırakalım. “Efendiler! Avrupa'nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlanadurmuştur. Artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa'dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa'nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa'dan almak gibi birtakım zihniyetler belirdi. Hâlbuki hangi istiklal vardır ki, ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir!”
    “Yabancılardan insaf ve iyilik dilenmek gibi bir ilke yoktur. Türk ulusu, Türk ilinin gelecek çocukları bunu bir an olsun akıllarından çıkarmamalıdır”.(Mustafa Kemal Atatürk)
06.02.2015  Isparta
Mahmut ÖZYÜREK
  
Kaynak(1)TÜRKİYE’NİN BAĞIMSIZLIĞI NASIL YOK EDİLDİ? Prof. Dr.Cihan Dura

 


Yabancılar ne var, ne yok satın alıyor



Yabancı şirketler ve fonlar Türkiye’deki varlıkları ele geçirmeye devam ediyor. Son olarak Çinli kamu şirketi China Machinery, Osmangazi Elektrik Dağıtım AŞ’yi satın aldı. Bunun yanı sıra Socar, Petkim’in yüzde 3.4’ünü Amerikan BCM Global Fund’a sattı
Enerji Piyasası Düzenleme Kurumunun (EPDK), 2013 yılında biriken borçlarını ödeyememesi nedeniyle yönetim değişikliğine gittiği Osmangazi Elektrik Dağıtım AŞ (OEDAŞ), 384.6 milyon dolara Çinli kamu şirketi China Machinery’e satıldı. OEDAŞ’ın yüzde 75’ini yaklaşık 384.6 milyon dolara satın alan China Machinery’nin ilk ödemeyi bu ay içinde yapması bekleniyor. Yıldızlar SSS Holding’e, 2010 yılında 485 milyon dolar karşılığında devredilen ve 2013 yılında borçlarını ödeyememesi nedeniyle EPDK’nın yönetim değişikliğine gittiği şirketin satışı, bu ay içinde düzenlenecek bir basın toplantısıyla kamuoyuna duyurulacak. Merkezi Eskişehir’de bulunan şirket Bilecik, Kütahya, Afyonkarahisar, Uşak ve Eskişehir illerinin elektrik dağıtımını gerçekleştiriyor.
Petkim’de ikinci satış
Öte yandan Socar Türkiye, kamudan özelleştirme yoluyla satın aldığı Petkim’de sahibi olduğu hisselerin yüzde 3.4’lük bölümünü pay başına 4 lira bedelle merkezi New York’ta bulunan BCM Global Fund şirketine satıyor. Hisse satışını gerçekleştirecek Ünlü Menkul Değerler’in Kamuyu Aydınlatma Platformu’nda (KAP) yayımlanan açıklamasında, Socar’ın Petkim’de sahibi olduğu payın yüzde 3.4’üne karşılık gelen 34 milyon hisseyi, pay başına 4 lira fiyatla yurtdışı yatırımcı şirket BCM Global Fund Limited şirketine satacağı bildirildi.

4 Şubat 2015 Çarşamba

Başkanlık Sistemi ve Türkiye



………
Devlet ve siyasal sistem yapılanmaları konusunda üzerinde düşünülmeden acele verilebilecek kararlar, siyasal sistemde geri dönülmez tahribatlara neden olabilir. Bu konulardan birisi de başkanlık sistemi ve parlamenter sistem konusunda verilecek kararlardır. Bu konudaki tercihin siyasi tarih ve ülkenin özgün şartlarıyla yaratılmış olduğunu unutmamak gerekir. Ayrıca, Parlamenter sistem, genel kabul gören liberal demokrasi formu olup diğer modeller ayrıksı (istisna) modeller olarak görülmektedir.
Liberal demokratik rejimler,  genel olarak ve özellikle Avrupa ülkelerinde parlamenter sistem biçiminde kendini göstermektedir. Bu sistemden tarihsel gelenekleri ve kendine özgü özellikleri ayrılmaya çalışan birkaç ülke (Fransa ve Finlandiya) bile, başkanlık sistemini yaşama geçirememiş ve Karma Sistem ismi verilen Yarı-Başkanlık sistemini oluşturabilmişlerdir.
Başkanlık sistemi, ABD ve birkaç örnek dışında, demokratik bir siyasal sistemi sürdürememektedir. Başkanlık sistemi denemelerinin çoğu (özellikle Latin Amerika ülkelerinde) diktatörlüklere ve askeri rejimlere dönüşmüştür. Bu nedenle, dünyada demokratik başkanlık sistemlerinden çok, demokratik olmayan başkanlık rejimlerinin bulunduğu unutulmamalıdır.
Başkanlık sistemlerinde seçimleri yalnızca bir aday seçimi kazanmakta, bu aday da kabine üyesi olan Bakanlarını atayarak yürütme organının tek gücü durumuna gelmektedir. Yürütme organının tek ve güçlü bir başkanca ele geçirildiği durumlarda (köklü bir demokrasi geleneği ve demokratik kurumsal yapılar yoksa) sistemin demokratik yapıdan uzaklaşması çok kolay olabilmektedir.
Bir kişinin yürütme organını kontrol ettiği ve yasama organına karşı değil de (4 ya da 5 yılda bir yapılan seçimlerde) seçmene karşı sorumlu olması, sistemin demokratiklik niteliğine zarar vermektedir. Oysa, Parlamenter sistemlerde Hükümet, her an Parlamento tarafından (güvenoyu ve güvensizlik oyu mekanizmalarıyla) denetlenmektedir. Ayrıca, Parlamenter sistemlerde Meclis içinde Hükümet üyelerine karşı verilen yazılı ve sözlü soru önergeleri, Bütçe ve Araştırma Komisyonları yoluyla da Hükümet icraatları denetlenmektedir. Bu durumda, demokratik sitemin ruhuna parlamenter sistemin daha çok uyduğu kolayca iddia edilebilir.
Halk tarafından seçilen güçlü bir Başkan, seçim dönemi boyunca Meclis denetiminden uzak biçimde iktidarda kaldığında sitemin demokratik yapıdan uzaklaşma riski, ciddi bir tehlike olarak mevcut olacaktır. Bugün bile "ganimet sistemi" yapılanması ile Hükümetlerin yönetimi ve sistemi kontrol etmesinden yakındığımız düşünülürse, Başkanlık sisteminde gerçek denetimlerden uzak güçlü Başkan, sistemi tamamıyla ganimet sistemine dönüştürebilecektir.
Başkanlık sitemlerinde sağ ve solda merkez partileri biçiminde iki siyasi partili sistem ortaya çıkmaktadır. Bu durumda, Parlamentoda çeşitlilik ve farklı görüşleri temsil olanağı da ortadan kalkmaktadır. Bu durumun liberal demokrasinin ve çoğulculuğun ruhu ile çeliştiği söylenebilir.
Sonuç olarak, Türkiye’de demokratik rejimin sürmesi ve kökleşmesine uygun olan sitem, Parlamenter sistemdir. Başkanlık sistemi, Türkiye’yi demokratik sistemden koparma tehlikesini de beraberinde getirecektir.
Doç. Dr. Birol ERTAN

ULUSAL AYDIN İLE ODA TV AYDINLARININ FARKI: BANU AVAR ve ODA TV’cilerin ”SURVIVOR’A” Bakışı !



BAKIN GEÇENLERDE AYDIN KELİMESİNİN ANLAMINI MİLLETE ÖĞRETMEYE KALKAN SONER YALÇIN’IN KURDUĞU SİTE İLE ULUSAL AYDINIMIZ OLAN BANU AVAR’IN SURVIVOR DENEN PROGRAM HAKKINDA Kİ GÖRÜŞ FARKINI ORTAYA KOYUYORUZ!


İŞTE BANU AVAR’IN İLGİLİ YAZISI:
Toplantının ardından büyük bir telaşla arkadaşlarının yanından ayrılıyor.. Giderken ‘Survivor başlayacak. Acelem var! Yeah!’ diyor.

Böylece uzun zamandır yazmak isteyip bir türlü vakit bulamadığım Survivor’ın sırası geliyor..

*-*-*

Dünyada onlarca milyon kişi interaktif tv oyunları izliyor..

… Son 10 yılda ekranlara damga vuran REALİTY showlar aslında toplumda ‘algı yönetimi’ sağlıyor. Survivor 1997’den beri ortalığı kasıp kavuruyor. Fikir İngiliz Charlie Parsons’a ait… Şimdi İngilterenin en zengin medya figürlerinden biri. Hayat arkadaşı ve ortağı Lord Vahid Ali .

Lord Ali İngiltere İşçi partisinde ve Lordlar kamarası mensubu. Gay hakları konusundaki çıkışlarıyla ünlü, medya devi Rupert Murdoch’un kızıyla ortak, İngiltere’nin mülti milyarder medya baronu. Lordlar kamarasında bir dönem Tony Blair’in temsilcisi oldu.
Survivor yapımcısı Mark Burnett yine İngiltere doğumlu. 17 yaşında İngiliz ordusuna katıldı. Kuzey irlanda ve Falkland savaşında İngiliz paraşüt birliğinde yeraldı 22 yaşında Amerikaya göçetti. Beverly Hills’de şöför ve güvenlik elemanı olarak çalıştı. Şimdi dünyanın en zengin yapımcısı.

Time dergisi tarafından ‘Dünyanın En etkili şahısları listesinde yeraldı. Hemen her yıl bir Emmy ödülü kazandı… Küresel sermaye ve uzantılarının en gözde adamı.

Survivor’ın ana fikri: ‘Hayatta kalmanın tek şartı var: Kazanmak isteyen her şeyi yapar, herkesi harcar!’ dır.

Bu kapitalizmin de ana kuralıdır.

Kapitalizm orman kanunudur. Güçlü olan öbürlerini yok eder. Kural budur!

Bunun için ekonomiyi, siyasi mekanizmaları, silahlı gücü, bilimi ve medyayı kullanır.

Soğuk savaş döneminde propaganda araçlarının, ve medyanın kullanımını konu alan binlerce çalışma vardır.

Amerikalı bilim adamları ‘yeni dünya düzenine’ geçmek için, işgal kadar ‘kültürel üstünlük yaymanın farz olduğunu’ söylemişlerdir. Buna göre ‘uluslar arası piyasalar genişleyecek, ideolojik taarruz buna eşlik edecektir’..

İdeolojik taarruz!

İdeolojik taarruz’un en önemli araçları eğitim ve medyadır. Medyanın en etkili dalı görsel olandır.

Görsel medyanın toplum şekillendirmesinde önemli rolü vardır.. Algı değişimini en kolay yoldan sinema ve tv yapmaktadır.

Algı yönetimi, ‘görünmez’ bir süreçtir ve ideolojik taarruzun en önemli ilkesidir.

Amerikalı antropolog Nader, şöyle der: ‘Görünmez faktör, kontrol süreçlerinin ve mekanizmalarının toplamıdır. Görünmezlik zihinlerin sömürgeleştirilmesi yoluyla başarılmaktadır!Buna göre yanlış olan, doğru görünür. .. Düşünülemeyecek davranışlar normalleşir. İtiraz eden bağımsız düşünceliler, kavgacı ‘çatışmacı’ sayılır…’

Toplumlara çeşitli ‘tipolojiler’ dayatılır ve medya vasıtasıyla o tiplemelerle oynanır.

SURVİVOR ya da benzeri tv programları, son 10 yıldır onlarca ülkede milyonlarca kişiyi ‘Yeni Dünya Düzeni’nin toplum mühendisliği için formatlamaktadır.

Küresel sermaye için, ‘Güc’ün silahlı kullanımı (hard power) yanısıra, ‘yumuşak’ kullanımı da (soft power), had safhada önemlidir

*-*-*

Oyun iki takıma ayrılmış yarışmacıların birbirini kırıp dökmesine dayalıdır.. Açlık soğuk, psikolojik gerginlik ortamında en çok direnen parayı ve ödülleri kazanır.. Arkadaşlarına en sinsi davranan parsayı alır..

Oyunun dekorundan, sunucunun tarzına kadar, ekrana ‘yeni dünya düzeni’ kalıpları damga vurmaktadır.

En yakın dostlar birbirine karşı yırtıcı bir mücadeleye girişir ve işin psikolojik boyutu yarışmacıların insani duygularının törpülenmesini gerektirir.. Bir bir elenirlere ve kalanlar birbirine karşı diş biler……Oyunlar giderek sinsileşir.

Ekranda ‘yeni dünya düzeni’nin yırtıcı, aktörleri.. vardır. Gelecek çağın duygusuz robotlarını üretmek için mükemmel bir ekran denemesidir Survivor…

Mesela sevecen karakter Pascal Nouma, Survivor’ın Türkiye versiyonunda, ülkemizde belli bir kesimi temsil eden karikatür tiplemelerce kışkırtılınca oyun dışına itilivermiştir.

‘Dobra’ Asena, dobra olmasının bedelini ödemektedir. Yani bu gibi özellikler ‘iyi’ değildir..

Bu gibi oyunlarda kapitalizmin arkadan vurma yöntemleri geçerlidir. Ve o yöntemleri en iyi benimseyenler model olarak gösterilir.

İyi niyetle bu gibi yarışmalara yem olan kişiler, ‘dürüst, insanca değerleri savunan’ bireyler olmayı hedefleyebilirler… Ama unutmasınlar , oyun ‘KÜRESEL’.

Kim küresel jungle’a uygunsa o zirveye gider! Giderler de ne mi olur.. Biraz para, biraz ekran söhretine ulaşır ve yeniden sistemin karanlıklarına dönerler. Survivor iştahla yeni kurbanlarını bekler..

Mark Burnett’in, Charlie Parsons’ın ve eşi Lord Alinin banka hesapları ve Survivor pazarlayan yerel şirketlerin hacmi biraz daha genişler!

Ekrana yapışmış milyonlar her geçen saniye yoksullaşır, ve yokluktan çıkmak için gerekli iradeleri bu ve benzeri medya oyunlarıyla felce uğratılır. !

Genç kardeşlerim, ekranlardan üzerinize boşaltılan algı bozucu yayınlara karşı kalkanlarınızı yükseltin!

Orman kanunlarıyla ‘hayvanlar’ yaşasın, biz insanca bir düzen için uğraşalım!
Banu AVAR



 ŞİMDİDE DÜN ODA TV’NİN YANİ DÜZENE AYAK UYDURAN SOSYALİST SİTENİN SURVIVOR LA İLGİLİ HABERİ:

Türkiye’ye özgü müdür:
Başarılı insanın ayağından çekilir; çelme atılır.
Ve küçümsenir kolayca…
Acun Ilıcalı başarılıdır.
Yaptığını popüler kültürün sabun köpüğüne benzetebilirsiniz.
Ve kuşkusuz dönemsel bulabilirsiniz. Olsun.
Ama başarılıdır işte.
Çünkü en önemlisi, siz ne kadar küçümsesenizde iyi bir organizasyon lideri olmanız şarttır.
Türkiye’de herkesin en az 5projesi vardır; proje önemlidir ama daha önemli olan projeyi hayata geçirmektir; ve başarı elde etmektir.
Acun Ilıcalı sadece iyi bir proje bulmuyor, harika bir organizasyon yapıyor. Dünyanın bir ucundaki adada 90 gün ikiyüzü aşkın insanla bir proje yürütüyorsanız inanın bu hiç kolay değildir.
Doğru ekibi bulmak, sinerjiyi yaratmak ve onları şevkle çalıştırmak dünyanın en zor işidir; ustalık ister.
Bunlar yetmezmiş gibi, bir de yaptığınız projenin başarılı olması gerekir. Acun Ilıcalı son yıllarda Tv’de ne yaptıysa (ki başarı kuşkusuz reytingtir) başarılı olmuştur.
Tıpkı Survivor gibi…
Ilıcalı’nın da her zaman vurguladığı gibi; bu başarının arkasında kendi dehasıyla birlikte, televizyon yayıncılığı için doğru insanlardan oluşan ekibi vardır.
İşte özü budur.

Odatv.com


HALKIMIZ KİMİN NE OLDUĞUNU GÖRMELİ !

ARKASINA ”TAPINAKÇILARIN TÜRK TEMSİLCİSİNİ ALIP BİR TAKIM İŞLERE KALKIŞANLARIN ARTIK FOYASINI ORTAYA SERMENİN ZAMANIDIR!

 Alıntı : http://www.fbkg.org/ulusal-aydin-ile-oda-tv-aydinlarinin-farki-banu-avar-ve-oda-tvcilerin-survivora-bakisi