12 Ekim 2014 Pazar

MONT PELERİN CEMİYETİ - Uluslararası Sermayenin Gizli Beyni



Mont Pelerin Cemiyeti, adını İsviçrenin Cenevre Gölü yöresinde, Veveyin kuzeyinde ve Montreuxye çok yakın küçük bir dağ kasabasından alır. İkinci Dünya Savaşından sonra, Orta ve Doğu Avrupada birçok sosyalist devletin oluşmasıyla birlikte Batı medeniyetinin bir çok değerlerinin risk altına girdiği savını güden çoğunlukla iktisatçıların oluşturduğu 36 kişilik bir grup bu kasabada toplanıp cemiyeti kurmuşlardır. 10 Nisan 1947de kurulan cemiyetin ilk başkanı Prof. Friedrich von Hayektir.
Kuruluş Bildirgesinin daha ilk maddesinin ilk satırında Medeniyetin temel değerleri tehlikededir. Hukuk ve adalet dünya üzerinden silinmiş, haysiyetin temel ilkeleri ve insan hakları kaybolmuştur diyerek sosyalizme karşı kin ve nefretini alenen ilan eden cemiyet, “özel mülkiyete ve rekabet pazarına inanan, devletin egemenliğine ve sosyalist gelişime karşı, azınlıkların ayrıcalıklarını savunan, dinsel inancı yaymayı ve düşünce ve ifade özgürlüklerini savunan insanları bir araya getirmek ve birbiriyle bağlantılandırmak için yeryüzünde hazırlık niteliğinde bir tarama yaparak onlarla çalışmalar yürütmek kararı almıştır.

Önceleri liberal bir Ortodoks yapılanma içine giren cemiyet, zamanla, anglo-sakson değerlerin ve küresel egemenliğinin planlama merkezi durumuna gelmiştir. Bu çalışmalarını dünyanın çeşitli ülkelerinde yaptığı 60dan fazla toplantı ile sürdürmüştür.

Cemiyetin ilk kurucu başkanı olan ve 1974 yılında Nobel Ekonomi Ödülü alan Avusturya kökenli İngiliz iktisatçı Von Hayek, Amerika ve İngiltere'de sosyalizme doğru olan eğilimleri hedef alan Kölelik Yolu adlı kitabıyla tanınır. Tanınan diğer kitapları "Konjonktür Dalgalanmalarının Moneter Teorisi", Özgürlüğün Anayasası, Saf Sermaye Kuramı” ve Paranın Devlet Denetiminden Çıkarılması başlıklarını taşır ve bu başlıkları bile nerede durduğunu göstermeye yeter.

Hayek, Margaret Thatcherin 1970'lerin ortasında başlayan İngiliz politika sahnesinde öne geçişinden 1990'a dek varan Başbakanlığını şekillendirip destekleyen ve onun birçok konuşmasının fikir babalığını yapmış olmakla da tanınır. Ölümünden bir yıl önce, 1991'de Margaret Thatcher Vakfı'nın kuruluşunda da aktif rol üstlenmiştir.

İktisat ideolojisinin en dogmatik ve saldırgan mezhebini oluşturan neo-liberalizmin 1980'lerde bir çığ gibi tüm dünyayı kaplamasının ardında Mont Pelerin Cemiyeti vardır. Sosyal adalet amaçlı büyüme hedeflerinin gündemden kalkmasına, yeni bir Ortaçağ veya vahşi kapitalizm görünümü sunan malî sermaye birikimi rejiminin küreselleşerek toplumlara egemen olmasını koşullayan neoliberal hareket, Mont Pelerin Cemiyeti tarafından dayatılan yeni bir sınıf hegemonyasının küstah dili olmuştur. 'Hâkim ve düzenleyici piyasalar' tehdidiyle, toplumun ekonomiyi denetleme ve yönlendirme talepleri bastırılıp, susturulmaya çalışılmıştır. Bu hegemonyanın oluşumunun ardında cemiyetin tüm başkanları, onların denetledikleri çeşitli küresel oluşumlar vardır.

Şu andaki başkanı Victoria Curzon-Pricedır (2004-2006). Bu İsviçreli ekonomist AB uzmanıdır ve cemiyetin bir süredir şekillendirmekte olduğu AB siyasaları uzmanıdır. Hem Cemiyetin ilk kadın başkanıdır hem de geçen yıl Sri Lankadaki özel toplantıda söylediği şu sözlerle dikkat çekmiştir : “Çok uluslu şirketlerin ortaya çıkması ve sembol ekonomisinin dünya pazarı için belirleyici etken durumuna gelmesinden sonra artık ekonomik süper güç diye bir şey kalmamıştır. Bir ülke ne kadar büyük, güçlü ve verimli olursa olsun, dünya pazarındaki konumu için başkalarıyla rekabet halindedir. Bu liberalizmin zaferidir. Tek başına hiçbir ülke teknolojide, yönetimde, araştırma ve geliştirmede, reformsal süreçlerde, girişimcilikte rekabet öncülüğünü uzun süre koruyamayacaktır. Fakat uluslar ötesi bir şirket için hangi ülkenin ya da hangi ülkeler birliğinin o süreçte öncü olduğu fazlaca önemli değildir. Bu tür bir şirket artık bütün ülkelerde iş yapabilir ve bütün ülkelerde kendini rahat hissedebilir. Hayekten bugüne gerçekleştirilen en büyük düş budur
Mont Pelerin Cemiyeti toplantılarına katılan Türklerden en önde geleni, Liberal Düşünce Topluluğu yöneticisi ve Gazi Üniversitesinden Prof. Dr. Atilla Yayladır. Yayla, Zaman gazetesine de yazmaktadır. Bu gazete bilindiği gibi Fethullah Gülen grubunun kontrolündedir. Liberal Düşünce Topluluğu, 15-17 Eylül 1996da İstanbulda 28. Uluslararası Atlas Toplantısını gerçekleştirmiştir. Bu toplantıya Atlas Ekonomik Araştırma Vakfı ve Friedrich Naumann Vakfı katılmıştır. Toplantı katılımcıları arasında Cüneyt Ülsever, Prof. Vural Fuat Savaş, Eser Karakaş, Osman Okyar, Mehmet Aydın, Serdar Aktan, Hüseyin Sak, Orhan Morgil, Özlem Çağlar, Sibel Yaman, Gözde Ergözen ve Ataç Ünlü de vardır.
Mont Pelerin Cemiyeti ile bağlantılı bir kuruluş ABDnin dış politikalarında etkili olan Johns Hopkins Üniversitesi İleri Uluslararası Araştırmalar Bölümüdür. (School of Advanced International Studies - SAIS). Geçtiğimiz yıl SAISde Fethullah Gülencilerin Abant Platformu Toplantısı yapılmıştı. Forumun konusu “İslam, Demokrasi ve Laiklik: Türkiye Tecrübesi idi. Türkiye ve Amerikadan çok sayıda gazeteci, akademisyen ve uzmanın katıldığı toplantının ilk gününde BOPa (Büyük Ortadoğu Projesi) destek mesajları gönderilirken, ABD ve İsrail katliamlarına karşı “çıt çıkmamıştı. Fethullah Gülenin toplantıya gönderdiği yazılı konuşma ise Türkiyenin BOP içindeki yeni rolüne atıflarla doluydu. Hatırlanacağı üzere Abant Platformunun fikir babalarından Diyanet İşlerinden sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın da bu toplantıya katılmış ve Laiklik ve din, hayatın içinde bir arada var olabilir, ama devlet mekanizmasında değil demişti. Toplantının katılımcıları arasında Hakan Yavuz (Utah Üniversitesi) ; Cengiz Çandar (Tercüman Gazetesi), Mete Tunçay (Bilgi Üniversitesi) Ahmet Hadi Adanalı (Ankara Üniversitesi), Şahin Alpay (Bahçeşehir Üniversitesi), Adnan Aslan (İSAM), Zeyno Baran (Nixon Center), Ruşen Çakır (TESEV), Seda Çiftçi (CSIS), Hüseyin Gülerce (Zaman), Kenan Gürsoy (Galatasaray Üniversitesi), Şükrü Hanioğlu (Princeton Üniversitesi), Fehmi Koru (Yeni Şafak Gazetesi), Burhan Kuzu (TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı), Mithat Melen (İstanbul Üniversitesi), Zach Messitte (St. Marys College), Elisabeth Özdalga (İsveç Araştırma Enstitüsü), Zeki Sarıtoprak (John Carroll Üniversitesi), Sabri Sayarı (Georgetown Üniversitesi), Edibe Sözen (İstanbul Üniversitesi), Ömer Taşpınar (Brookings Institution) ve Cüneyt Ülsever (Hürriyet Gazetesi) de vardılar.

Bu kuruluş aynı zamanda İstanbul Bilgi Üniversitesi İnsan Hakları Hukuku Uygulama ve Araştırma Merkezi web sitesinin bağlantıları arasında yer alır ve son günlerde başta Amerika halkı olmak üzere tüm toplumları Rusya aleyhine koşulama çabası içinde görünüyor.
Soğuk Savaş’ın ardından Rusya kaynaklı nükleer tehlikenin sona erdiğini düşünenler büyük yanılgı içinde başlığıyla yayınladıkları raporda Geçim sıkıntısına düşen Rus atom bilimcilerin, çalıştıkları nükleer silah tesislerini ek iş uğruna terk etmeleri ya da görevden ayrılmaları yüzünden, dünya yeni bir nükleer tehlikeye sürükleniyor deniyor ve Rusya, nükleer silah tesislerinin güvenliğini sağlamak için gerekli uzmanları yetiştiremiyor yorumu yapıldıktan sonra Rusyanın nükleer etkinliklerinin uluslararası denetimi isteniyor.

Curzon-Price, Washington merkezli Atlantik ötesi bir kurum olan Avrupa Enstitüsünün (European Institute) Başkanı idi. Enstitünün yöneticilerinden bir diğeri ise AB Komisyonu eski Başkanı, Fransız sosyalisti Jacques Delorsdu. Biz Delorsu 1993 yılında Fener Rum Patriği Bartholomeosu özel konuğu olarak ağırlamasıyla ve ertesi yıl ona Avrupa Parlamentosunda hararetli bir konuşma yaptırmasıyla da tanıyoruz. Ne ki Başbakan Tayyip Erdoğan da Yahudilerden madalya aldığı ve Bush'la görüştüğü Amerika gezisinde, Amerikan Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu ve Patrik'ten sonraki en yetkili kişi Demetrios'la New York Türkevi'nde biraraya gelmişti. Rum Lobisinin en etkin kişileri olan 3 Rum işadamının da katıldığı bu görüşmede, Demetrios, ısrarla Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılmasını istemişti. Bu isteme ne yanıt aldı bilmiyoruz. Ama ne rastlantıdır ki ayni istem Fethullah Gülen tarafından da dile getirilmişti.
Bu enstitüde Scowcroft Groupun da etkinliği vardır. Scowcroft Groupun başında baba George Bush döneminin ulusal güvenlik danışmanlarından CFR üyesi General Brent Scowcroft vardır ve kendisi Amerikan - Türk Konseyi ATC'nin Onursal Başkanıdır. Başkan Yardımcılığını Koç Holding Başkanı Mustafa Koçun yaptığı Konseyin Amerikada 2004 yılı Nisan ayında düzenlenen konferansına TBMM eski Başkanvekili ve AKP Hükümeti Milli Savunma Bakanı M.Vecdi Gönül de katılmıştır. FBI'da çalışırken işine son verilen Türk kızı Sibel Edmondsun ABD aleyhine açtığı 10 milyon dolarlık tazminat davasının mahkeme belgelerine bakıldığında, Edmonds'un avukatları Roy W. Krieger ve Mark S. Zaid tarafından Columbia Bölge Mahkemesi'ne verilen 10 milyon dolarlık dava dilekçesinde Türkiye'yi çok yakından ilgilendiren birçok konunun yanısı sıra Amerikan - Türk Konseyinden de söz edildiğini görürüz. Edmonds, FBI'da çalışan bazı Türkler'in bu kuruluşlarla yakın ilişkisi olduğunu iddia ediyor ve bu kuruluşların uluslararası çok güçlü bir istihbarat ağına sahip olduklarını söylüyor. Dava dilekçesinin 6'ıncı sayfasında bu kuruluşlara ilişkin şu bilgilere yer veriliyor: "Edmonds'un FBI'da birlikte çalıştığı Melek Can Dickerson ve eşi Yarbay Douglas Dickerson, Sibel Edmonds ve eşine Amerikan Türk Derneği (ATA) ve Türk Amerikan Konseyi'nden (ATC) bahsederek bunlardan özellikle ATC için çalıştıklarını belirtmişler ve Edmondslar'ın bu kuruluş için çalışmalarını istemişlerdir."

Amerikan - Türk Konseyi ATC'nin 14 Mart 2005 tarihi itibariyle Yönetim Kurulu şu isimlerden oluşmaktadır : Emekli General Brent Scowcroft (The Scowcroft Group ve Avrupa Enstitüsü Yöneticisi), Mustafa Koç (Koç Holding), George H. Perlman (Lockheed Martin), Ronald L. Whitehead (The Whitehead Group), Charles R. Johnston, Jr. (Baker Donelson), Canan Büyükünsal (Yönetici Müdür), Engin Artemel (Artemel International), Elizabeth Avery (Pepsico, Inc.), Özer Baysal (Pfizer), Terence Bedford (Raymond James & Associates), Sedat Birol (Eczacıbaşı), Kern Everett Briggs (Eli Lilly), Andy Button (Boeing), Brian Cavey (Washington Group International), Sahir Erozan (Garsonlukla başlayıp ABD'de ünlü Cities restoranlarını kuran, ABD eski başkanı Clinton'ın danışmanı), Sherrie Grandjean (UT/Sikorsky), Tulu Gümüştekin (CPS Danışmanlık Şirketi), Charles D. Hartman (Alarko Holding), Emekli Albay Preston Hughes (Savunma ve Güvenlik Komitesi Eşbaşkanı), Carolyn B. Lamm (White & Case), Emekli Büyükelçi Alan W. Lukens (Gama Industries), John R. Miller (Raytheon), Donald Nelson (Altria Group Inc), Büyükelçi Mark Paris (AFOT - American Friends of Turkey - Türkiyenin Amerikalı Dostları Kuruluşu), Emekli General Elmer D. Pendleton (Askeri Danışman), Ronald M. Singer (General Electric) ve Hal E. Sunar (2 Mayıs 2002de Türkiye Cumhuriyetine karşı tahkim davası açan Kuzey Amerika Kömür Şirketi PSEG Yöneticisi)
MONT PELERIN KÜRESEL SERMAYENİN BEYNİ adlı kitapta Cemiyetin akıllara durgunluk veren küresel hegemonya yönetimini, Türkiyedeki etkinliklerini, kendisine tabi kıldığı Bilderberg Grubu, Trilateral Komisyon, Chatham House vb. kuruluş ve vakıflara uzanan elini, George Sorosun Açık toplum Enstitüsü’ne dek varan genişleme ilişkilerini, bunların ülkemizdeki temsilcilerini, İstanbul Bilgi Üniversitesinin gizini ve daha birçok ayrıntıyı bulacaksınız.


11 Ekim 2014 Cumartesi

TEK GÜVENDİĞİMİZ MİLLETİMİZDİR!



Karamsarlık, genellikle ‘tarih bilinci’nin derinliği ile doğrudan ilişkilidir.
Tarihi bilen, geçmişi inceleyen, zafer ve yenilgilerin nedenlerini önüne koyanlar :UMUDU, taa içlerinde hisseder; GÜCÜN, milletin AZİM ve KARARLILIĞINDAN GELDİĞİNİ BİLİRLER!

Bugün, yurdun dört bir yanına sık seyahat eden ve her ilde, çeşitli meslek ve kurumlardan onlarca vatan sevdalısıyla birebir yüz yüze temasta olan biri olarak, seven sevmeyen herkese haykırıyorum!

Sınırlarımız, özellikle güneydoğudaki sınırlarımız ; olabilecek en disiplinli şekilde DENETİM altına alınmalı, terör odaklarının geçişlerinin durdurulması için; millet olarak, her kanala her yoldan baskı yapılmalıdır..

Hepimiz, güncel gelişmeleri sadece tvlerden takip etmeyip, Rusya, İran, Irak, Suriye, Lübnan, kaynaklarını dikkatle izlemek zorundayız..  gelişmeler ÇOK ilginçtir ve bunlar milletten saklanmaktadır!

İktidarıyla, muhalefetiyle deli gömleğine sokulmuş bir ülkede; vatanseverler olarak, gelişmeleri tüm yönleriyle görmek, HAMASETTEN uzak, soğukkanlı ve çok yönlü değerlendirmeleri ortaya koymak zorundayız.. Bunu yaparken, birbirimize saygılı basit bir dil kullanmak zorunluluğumuz var.. Vatanseverler, birbirleriyle değil, düşmanla, en geniş tabanda omuz omuza savaşmak zorundalar..

Kuzeyimizde Ukrayna’da Rusya ile ABD karşı karşıya..
Güneyde Suriye ve Irak sınırımız ve sınırın her iki tarafı; her biri, birbiriyle de savaşan teröristlerle örülü…

Emperyalist devletlerin, Türkiye ve komşu toprakları parçalama girişimi; son 100 yılın ‘projesi’! Son 20 küsur yıldır ikinci büyük hamleyi yaptılar.. Ve çok fazla yol katedemediklerini; CIA şefi Fuller, geçenlerde itiraf etti..

Kaos kalınlaştıkça , ‘KURTULUŞ’ yakınlaşır!
Yenilgiyi önceden kabul eden ordu, savaşmadan yenilmiş sayılır!
Millet, bir ordudur.. Önce bunun farkına varınız!

Avrasya ülkeleri, batılı kan ittifakına karşı birlik oluyor. Türkiye’ye İran üzerinden birlik beraberlik mesajları iletiliyor.. Rusya’nın silahlı gemileri Tarsus limanında, Bağdat Rusya’dan silah alıyor.. Bölge tarihin en sıkışık anlarından birini yaşıyor.. Ve bunun bir çıkışı var!
Mustafa Kemal Atatürk’ün böylesi bir zamanda ne yaptığını iyi analiz edenler, çözümü görecektir:
Komşu devletlerle birlik, emperyalist çakalları geriletir!

Yeterki umutsuz olmayın!

Güvendiğimiz şu ya da bu parti değil! milletimizin feraseti, vatanseverlerin birliğidir!

Banu AVAR
2 Ekim 2014

10 Ekim 2014 Cuma

İngiliz Muhiplerinden - Soros Muhiplerine

ADD GENEL MERKEZİ;

 ADD ÖNCEKİ GYK ÜYESİ VE GENEL BAŞKAN YARDIMCILARINDAN SN. PROF.DR. AHMET SALTIK'IN YAZILARINA "ADDWEB" DE YER VERMEYEREK, KEMALİST UYANIŞTAN NE DENLİ RAHATSIZ OLDUĞUNU BİR KEZ DAHA GÖSTERMİŞTİR.

SN. SALTIK IN YAKINMASI, KONU İLE İLGİLİ KENDİSİNE GÖNDERDİĞİM "AÇIK MEKTUBU" BİLGİ VE DEĞERLENDİRMENİZE SUNUYORUM.

 MAHMUT ÖZYÜREK 

Sayın Genel Başkan Tansel Çölaşan,

ADD Genel Yönetim Kuruluna,

Bu bir e-dilekçedir ve GYK'da görüşülerek yasal yanıtı beklenmektedir.


ADD webine kezlerce yolladığımız (arşivimizde kayıtlı) hiçbir yazı, son Haziran 2014 genel kurulu sonrası ADD webine konmuyor..
(Öncesinde de yazılarımıza ciddi bir ambargo uygulanıyordu..)

Hiçbir yanıt da verilmiyor ve yayımlanmama gerekçesi belirtilmiyor.

Bu tutum ADD geleneklerine ve Tüzüğüne, hukuka, hakkaniyete..... uygun mudur?
Ya da bunlara uygun değilse neye uygundur?

Bu keyfi ve kabul edilemez tutumu sürdürecek misiniz? Niçin?

ADD üyelerinin bir hukuku, birbirine asgari saygı - sevgi yükümü yok mudur?

ADD'nin bir yayın kurulu ve yönergesi yok mudur?

Gönderdiğimiz makaleler bu kurulda görüşülmüş müdür?

Gerekçeli red kararları varsa bunları bize neden iletmiyorsunuz?

Hiç olmazsa kuralları - çizginizi öğrenir ve becerebilirsek kendimizi bu kurallara uyuma zorlarız??


Sayın Genel Başkan ve GYK'nun Sayın Üyeleri,

Bu bir e-dilekçedir.

ADD'yi Genel Başkan böylesine kişisel dışlamalarla yönetemez; buna izin verebilir misiniz??

Bu dizelerin yazarının ADD'ye hizmeti çeyrek yüzyıla yakındır ve kapsamını- niteliğini
Genel Başkan çevresindeki değerbilir kıdemli ADD GYK üyelerinden öğrenebilir..
Sorunun GYK gündemine alınmasını ve değerlendirilerek alınacak kararın bize ulaştırılmasını diliyoruz.

Not : Güncel bir makalemiz ektedir.
(Ortadoğu Yangını Nasıl Söndürülebilir?)
Sevgi ve saygı ile. 08.10.12


Dr. Ahmet SALTIK
ADD Çankaya Şubesi Delegesi
ADD 2004-2006 Dönemi Genel Başkan Yardımcısı
www.ahmetsaltik.net  

Saygın Öğretmenim;

“Öğretmenim” kelimesini bilinçli olarak kullanıyorum. Çünkü sizin bilim insanı kimliğiniz yanında “Kemalizm” konusundaki eylem, etkinlik ve ürettiğiniz değerler bizler için hep öğretici, eğitici, yol gösterici oldu.

ABD, tarafından kullanılan,  özünde birbirinden hiç de farklı olmayan, gerici ve cihatçı yapılanmaların, yani AKP ile IŞİD’in çıkarttığı yangın, bu yangının yarattığı kaos ortamını açık bir isyana dönüştürerek, ülkemizi savaş alanına çeviren PKK’nın durdurulması ve ortadan kaldırılması yakıcı bir özgörev olarak önümüzdedir.

Bu özgöreve ilişkin düşün ve görüşlerinizin   “ADD e-ileti” sayfalarında yer verilmemesi,  yazılarınıza “sansür” uygulanması, yayına konulmamasına ilişkin yakınmanızı okudum. İçim acıdı.

Anımsarsınız ADD 2006  Olağan Genel Kurulunda genel başkan adayı olarak DTCF konferans salonunda yaptığınız konuşmada siz, “ADD üzerinde okyanus ötesinden planlanan bir operasyon” dan söz etmiştiniz. Yine aynı genel kurulda Genel Başkan adayı olan saygın Kemalist Ertuğrul Kazancı ise “AB ile masaya oturmak dahi ihanet-i vataniyedir” demişti.

O Genel Kurulda 1000’i aşkın delegeden hiç biri kalkıp “siz ne demek istiyorsunuz? Bu ağır bir suçlamadır/söylemdir, belgeniz bilginiz varsa açıklayın” demedi, diyemedi..

Aynı genel kurulda Atatürkçü/Kemalist bilinç değil, Rütbe/cübbe tutkusu ağır bastı. Bilinen sonuç ortaya çıktı.

Gerek Sn Kazancı’nın, gerekse sizin öne sürdüğünüz sav/iddiaların gerçek olduğu  ADD Genel Başkanlığının 2006/1 sayılı genelgesi ile ortaya çıktı. Sözü edilen genelgede, örgütün ayrıcalıklı simgesi haline gelen (ADD, hiçbir yerli ve yabancı “fon”dan maddi katkı almama onurunu taşıyan örgüttür.) tümcesi kaşla göz arası, bir hokus-pokusla kaldırıldı.

Anımsamakta yarar var sanırım. ADD Isparta Şubesi olarak “Avrupa Birliği (AB)’den hibe alan kurumu ve kuruluşlar “Anadolu’nun bağrına sokulmuş birer Truva Atı” olarak nitelemiş, Emekli Orgeneral Şener Eruygur’un 2. Başkanı, Prof. Dr. Fatma Nur Serter’in Yönetim Kurulu üyesi olduğu Çağdaş Eğitim Vakfı’nın  AB’den uyduruk üç proje karşılığı 700.000 Avro hibe aldığı, AB’den hibe alan örgütlerde yöneticilik görevi üstlenenlerin aynı zamanda ADD de yönetici olmalarının Kemalizm’in evrensel ilkelerine aykırı bir durum ortaya çıkaracağını savunmuş ve karşı çıkmıştık.

O dönemde bu devrimci/Kemalist duruş, E. Kazancı, Siz ve sizin gibi düşünen saygın Kemalistlerin karşı durmalarına  rağmen hakkımda  “ADD Üyeliğinden kesin ihraç istemi ile disiplin kuruluna, ve ayrı ayrı 5.000 er liralık tazminat davası açılmasına” neden olmuştu.

Bunları neden anımsama gereği duydum? O günlerde siz bilim insanı kimliğiniz ve inceliğinizle, Sn. Kazancı’nın engin birikim ve deneyimi ile yaptığınız uyarı, karşılık bulmuş olsaydı, bu gün  “ADD Atatürkçülüğün ve vatan savunmasının karargahı” konumunu korur ve sürdürürdü.

Peki ne oldu?

AB projesi ile bütün savunma hatlarını ve bağımsız bir devlet olma bilincini yitiren Türkiye, Atatürkçü direniş yerine “AB Atatürkçülüğü”ne  teslim edilmiştir.

ADD’nin  temsil etmesi gereken Kuvayı Milliye ruhu, temel özelliği Atatürk düşmanlığı olan G.Fuller'in Kuvayı Milliyesine dönüştürülmüş, İcazetsiz, bağlantısız ve devrimci Kemalizm terk edilmiştir.

 “Vatan Savunmasında Emperyalizmle cepheden saflaşan” ADD , Atatürk'ün altı ilkesinin altısını da "Laiklik" olarak algılayan, halka hakaret eden, koyun diyen, seçim akşamı geldiğine feysbukta Aziz Nesin'in "Türklerin yüzde 60'ı aptaldır." sözünü paylaşan, "bu millete oh olsun" diyen mandacı-masonların yönetip yönlendirdiği bir örgüte dönüştürülmüştür.

Atatürkçülüğü çağdaşlaşma söylemiyle Batı uşaklığına indirgemeye çalışan sahtekarların ve laikliği milliyetçilikten kopararak, Atatürkçülük ile millet arasına mayınlar döşeyen, Sömürgecilerin kontrolünde olan Mason, Lions ve Rotaryenler üzülerek belirtelim ADD’nin  üst yönetimini ele geçirmişlerdir.

Kan bedeli kurulup, yüceltilen ADD’nin  üst yönetimi, “kötünün kötüsünü”  engellemek için “ehven-i şer”den yana tavır koyan,  Kemalizm’i  salon toplantıcılığı olarak anlayıp, algılayan Rotary, Mason ve Lionsların elinde itibarsızlaştırıldı, eylemsizliğe, eyyamcılığa dönüştürüldü. Halkçı-devrimci özü boşaltıldı. Batının NGO örgütlenmelerine öykünen bir ADD yaratıldı. 1996 yılında TRT'de "Atatürkçülük" adına yaptığı konuşmalarda "Artık bağımsızlık kavramı değişti, devletler birbirine bağımlı" diyerek "Atatürkçülük" vaazı verenlerin,  sizin söyleminizle “Okyanus ötesi” güçlerce parlatılıp nasıl ADD’nin en tepesine getirildiğinin tanığıyız hep birlikte.

Bu, sizin 2006 da Kongre salonunda kaybolup giden çığlığınızdan çok daha önce, yani 1997  yılından bu yana uygulanan bir programdı, Derneği güncel konularda sesi çıkmaz, eylemi görülmez, etkinliği duyulmaz bir NGO ya dönüştürme operasyonu 2014 de amacına ulaşmış oldu.

Örgütün il ilçe şubelerinde büyük bir özveri, engin bir devrimci bilinçle savaşım veren ve çoğunluğu oluşturan, her biri diğerinden değerli ADD Şube yönetici ve üyelerini bu değerlendirmelerimin dışında tutuyorum.

Değerli Öğretmenim;

Türkiye’de gericiliğin yuvalandığı kalelerden biri olan Isparta’da “Kemalizm’in Bayrağını” yere düşürmeden, cephede vuruşarak  yükseklerde dalgalandıran ADD Isparta Şubesi yöneticilerini sırtından hançerleyen, Şubeyi yerle –yeksan ederek kapatanlar Isparta da yuvalanmış cihatçı, nur cemaati üyeleri değil, Mandacı –Masonluğu tescilli  ADD Genel Merkez yöneticileriydi.

Nasıl’ki 12 Eylül Cuntacılarınca Kemalizm’i ve tam bağımsızlığı savunanların başı komünizm suçlamaları ile ezilmişse, bu gün sömürgeciler tarafından özenle devşirilen  mandacı- mason güruh      “Halkçı-Devrimci Kemalizm’i ve tam bağımsızlığı”  ödünsüz savunanların başını, şeytanın aklını zorlayacak, akıl ahlak dışı yöntemlerle ezmeye çabalıyorlar.

Şimdi eğer buradan, bu noktadan çıkılabilecekse veya çıkmaya karar verilecekse bu duruma gelinme nedenlerinin açıkça ortaya konulması gerekmektedir. Bu nedenle Atatürk’ün kurduğu cumhuriyeti yıkma ve yönünü değiştirme konusunda katkı yapan kişi ve siyasetleri net, açık bir şekilde ortaya serilmelidir.

ADD kendi öz görevine, antiemperyalist, halkçı, devrimci çizgisine  oturtulacaksa,  öncelikle ADD yi  “itibarsız, eylemsiz, etkisiz kılan” unsurlar unvanı, makamı ve rütbesi ne olursa olsun  ADD’den temizlenmesi öncelikli ve yaşamsal görevdir.

Değerli Öğretmenim; son söz olarak bir konuya daha açıklık getireyim. Bizim için "mason olma" Localara  Üye olup olmama değil, "mason zihniyetli olma"dır... “Mason zihniyeti” nedir?  Atatürkçü, milliyetçi, ulusalcı, solcu, devrimci görünüp: özünde mandacı, Amerikancı, sabetayist, israil uşağı, batı hayrânı olmaktır. Türkiye'ye, Türk ulusuna değil Avrupa Birliği'ne, ABD'ye, israil'e  örtülü veya açık, doğrudan veya dolaylı hizmet sunmak demektir.

Nasıl’ki dün “İngiliz Muhipleri Cemiyeti” üyelerini aramıza alarak emperyalizme karşı mücadele olanaksız idiyse,  Bugünün AB’ci Atatürkçüleri, yani “yeni mandacıları” , Mason, Lions ve Rotaryenleri aramıza alarak, içimizde barındırarak ne emperyalizme karşı verilecek mücadelede başarı kazanılabilir, ne de Tam Bağımsızlık güvence altına alınabilir.  09.10.2014

Mahmut ÖZYÜREK
 



9 Ekim 2014 Perşembe

Türkiye Solu’nun Sivil Toplum Örgütleriyle İmtihanı-Ahmet Yıldırım




Türkiye’de bugün acil devrimci görev, etnik ve mezhep üzerinden çılgınlık derecesinde sürdürülen kimlik politikalarından sıyrılıp kurtulmaktır;
çünkü 1919’ların “Balkanization”unu günümüzde emperyalizm, “Lebanonization”(Lübnanlaştırma) olarak uygulamaya koymuştur.
Anafikir sayfalarında, Levent Yakış’ın “Türkiye Solunun Dramı” başlıklı yazısında vurguladığı, “Toplumlar, kimlik eksenli yarılmalara uğradıkça, sol bir siyasanın işlevsel ve güçlü olacağı sınıfsal yarılmalar ikinci plana düşmüş, kimlikler arası çelişkiler sınıflar arası çelişkilere galebe çalmış, bu da ezilen, sömürülen sınıfların yaşam koşullarını çok daha ağılaştıran neo-liberal uygulamaların herhangi bir sınıfsal dirençle karşılaşmadan kolayca hayata geçmesine olanak sağlamıştır.” saptamasının üzerine devrimcilerin çalışmalarını yoğunlaştırmaları gerekmektedir. Emperyalizmin sonu gelmez şeytani saldırılarına karşı mücadelede “yol” katedebilmek için emperyalizmin stratejik hedeflerini, bu doğrultudaki çalışma yöntemlerini ve taktiklerini günü gününe izleyip kamuoyuna bildirmek yaşamsal önemdedir; bu, doğru bir mücadele yöntemi geliştirmenin de baş koşuludur.
Bu bilinçle başlarken, şunu belirtelim ki Türkiye'de bugün devrimcilerin önündeki en önemli görev, etnik ve mezhep üzerinden kimlik politikaları çılgınlığına bir son vermek ve bu politikaları mahküm etmektir. -Anafikir sayfalarında özetlediğimiz- TMMOB Sanayi Kongresi'nde Prof. Dr. Korkut Boratav'ın dikkat çektiği "İnsan hakları emperyalizmi" kavramını, "bu oyunu, bu sahtekarlığı", emperyalizme karşı mücadeleyi şiar edinmiş devrimci/demokrat güçler mutlaka "kırmalı", açığa çıkarmalıdırlar. Amerikalıların ünlü sözlüğü Merriam-Webster 1919'da "Balkanization" kavramını kullanmıştı ve karşısında, "Küçük ve çoğunlukla da birbirine düşman unsurlara ayırmak!" yazmaktaydı. 90'larda emperyalizm tahakkümünü bin yıl daha sürdürmek için, -Jean-Marie Guehenno'nun sosyolojik/politik bir kavram olarak kabul ettirdiği- "Lübnanlaştırma" kavramını geliştirdi.
İşte bu nedenle, aşağıda, ülkemizden somut örneklerle açıklamaya çalışacağımız gibi günümüzde emperyalizm, işlerini 70’lerdeki gibi “ulusal milliyetçilik”ler üzerinden değil “etnik milliyetçilik” ve “kimlik siyaseti” üzerinden kültürel politikalarla yürütmektedir.
Lenin, emekçi sınıfları egemen güçler karşısında mecalsiz bırakacak bu sorunu büyük bir tehlike olarak, daha 14 Aralık 1913’te saptamış ve Pravda’da şöyle yazmıştı. –Sayın Yurdakul Fincancı’nın çevirisine güvenerek alıntılıyorum– “Başka başka halklar tek bir devletin içinde yaşadıkları sürece milyonlarca, milyarlarca iktisadi, sosyal, toplumsal bağla birbirine bağlıdırlar. Eğitim bu bağlardan nasıl ayrı tutulabilir? Eğer tek bir devletin sınırları içinde yaşayan değişik ulusal-topluluklar iktisadi bağlarla birbirine bağlıysalar o ulusları ‘kültürel’ ve özellikle eğitsel alanda sürekli olarak bölüp ayırmak saçma ve gerici bir şey olur! (…) Okulların hangi biçim altında olursa olsun, ulusal topluluklara göre ayrılmasına, en sert biçimde karşı koymalıyız. Gün gibi açık ki böyle bir planı savunmak, işin aslında burjuva ulusalcılığı ve şovenizm düşüncelerini gütmek demektir. Her ne ise, ulusları eğitim işlerinde bölmek bize düşmez. (…) ‘Ulusal kültür’ün şampiyonluğunu yapmamalıyız; dünya emekçi sınıfı hareketinin enternasyonal kültürü adına, bu ulusal kültür sloganının kırtasiyeci ve burjuva niteliğini ortaya koymalıyız.
Ama St. Petersburg’da, 48076 çocuk içinde bir Gürcü çocuğun hakları sorulabilir. Bu soruya, ‘Gürcü ulusal kültürü’ temeli üzerinde bir okul kurmanın olanaksız olduğu ve böyle bir planı savunmanın, halk yığınları arasında zararlı (italikler Lenin’in!) tohumlar atmak demek olduğu yanıtını vermeliyiz. Oysa gerçek bir demokraside okulları ulusal topluluklara göre bölmeksizin (italikler Lenin’in!) öğrencinin kendi dili, kendi tarihi hakkında dersler düzenlenmesini güven altına almak olanaklıdır. (…) Uygulanırlığı olmayan kültürde ulusal özerkliği savunmak saçmalıktır. Bu düşünce şimdiden işçileri bölüyor!(…)” (…)” (Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol Yayınları, ikinci baskı, Ekim 1993, s. 96-104-105)

 SAM AMCA HEP KENDİ ŞARKISINI FISILDIYOR
Mehmet Tanju Akad’ın “Eğitilmiş zihin yetmez, çok iyi eğitilmiş zihinler gerekir” başlıklı yazısında işaret etmek istediği gibi emperyalizm bugün, tümüyle insan zihinleri üzerinde(n) çalışıyor. İnsanları, kendisine zarar vermeyecek, tersine uzun dönemde emperyalizmin hegemonyasını güçlendirecek sonuçlar doğuracak yanlış düşüncelere yöneltmek için muazzam bir çaba ve kaynak aktarıyor. Duyma yeteneği olan her toplumsal kesime Sam Amca hep kendi şarkısını fısıldıyor. Lenin, daha 1897’de “Rotatiflerin en az % 75’i bizim için çalışmadıkça devrim bir hayaldir!” demişti. Devrimciler olarak unuttuğumuz bu temel ilkeyi emperyalizm unutmadı; paramparça edip yutmak istediği “uluslaşma çabasında”ki hedef ülkelerde bir “sivil örümcek ağı” kurarak “paralel” ikinci bir devlet kurdu. İdeolojik olarak “Ulus” kavramını suç unsuru haline getirdi, böylece ulusun tüm ekonomik birikimlerine, başta tarihi olmak üzere tüm ilerici değerlerine karşı saldırıyı kolaylaştırdı; üniversiteler, politikacılar, vakıflar, yardım kuruluşları, yazarlar, gazeteler ve televizyonları, satın alınmış adamlarıyla doldurarak yıllar içinde milyonlarca “zihin”i “dumura” uğratmayı başardı ve ülkeleri için parmaklarını bile kımıldatmayacak androidlerden oluşmuş yeni bir vatandaşlar ordusu kurdu.
70’li yılların devrimcileri emperyalizmin bu çalışmasını sezmiş, Türkiye’nin “gizli” bir “işgal” altında olduğu saptamasını yapmış, en kestirme yoldan halka emperyalizmin bu “gizli işgal”ini anlatabilmek ve yalanlarla ve göz boyamalarla kurulmuş “suni denge”yi kırmak için yaşamlarını ortaya koymuşlardı.
Dünyanın en belalı, akla hayale gelmeyecek en kapsamlı dolaplarının çevrildiği bir bölgesinde, bu bölgenin emperyalizmin çıkarları açısından en kilit konumdaki ülkesinde yaşadığımızı bu ülke yurttaşlarının bir an olsun bile unutmaması gerekiyor.
Şimdi belki de çok geç kaldık: Halkımız ve emekçi sınıflarımız çoktan etnik kimliğe göre mevzilendirildi, düşmanlık tohumları kanla sulanarak büyütüldü, ekonomisi çoktan çökertildi, komşularının füzeleri dört bir yanından kendisine çevrilmiş bir ülke haline çoktan getirildi; daha kötüsü bu gidişe dur diyecek ulusal kurumların yok edilmesi dışında, bu gidişe dur diyecek olan emekçi halkın durumdan habersiz uyurgezer olarak kalmasını sağlayacak atmosfer çoktan yaratıldı. (Emperyalizm altın vuruşunu yapana dek bu olumlu atmosferin süreceğinden eminiz.)
 “SİVİL ÖRÜMCEĞİN AĞINDA!”
ABD, 1980’lerin başlarından sonra “12 Eylül Darbesi” gibi darbelerle –örtülü operasyonlar– Dünyayı yönetme işini tartışmaya açtı ve hedef ülkelerde “çok-kültürlülüğü pekiştirecek” yayın ve konferans ağını oluşturacak kurumlarla çalışma yöntemini –açık operasyonlar– seçti. Örtülü operasyonlarda ülkelerin iç dünyalarını denetleme ve yönlendirmede kalıcı olunamaması, bu işin en sonu açığa çıkması ve onuruna düşkün halkların ABD aleyhine dönmesi, işin içine kitlelerin katılmaması, hükümetlerin ABD çıkarlarına sadık kalmada değişkenlik göstermesi gibi riskler korkutucu ve pahalıydı. Öyle bir sistem kurmalıydılar ki bu ülkeleri hangi hükümetler yönetirse yönetsin ekonomik ve siyasi düzen değişmesin.
“Gelişmekte olan”ülkelerin biricik egemenlik araçları olan bağımsız ekonomik ve sosyal kurumlar ellerinden alınarak halk kitlelerini sahipsiz ve başıboş bırakmak en önemli çözüm olarak görüldü. Emperyalistlerin kendilerinin kurduğu vakıf, enstitü gibi örgütlerle NGO (hükümet dışı örgütler) ulusal yönetimler kısa devre edilerek kitlelerle doğrudan ilişkiye geçmek, daha ekonomik ve daha kalıcı yöntemler olarak saptandı. Hedef ülkelerde devlet ile halkın arasına sivil(!) dernekler, vakıflar, yayınevleri gibi güdümlü ağlar kurdular. Böylece emperyalist güçler her ülkeyi uzaktan –Pakistan askeri üslerini bombalayan insansız hava taşıtını Arizona’daki evden bir kumandayla yönettikleri gibi!– rahatça yönetme olanağı bulacaklardı.
En iyi çözüm siyasal olarak iyice zayıflatılmış devletler ve birbirlerine husumet besleyen çok etnikli toplumlar yaratmaktı! Kendi içinde takati kalmayan ülkeler emperyalizmin baskı ve dayatmalarına da direnmeye gücü kalmazdı!
Monthly Review yazarlarından İngiliz Marksist James Petras “ Imperialism and NGO’s in Latin Amerika” adlı yazısında (December, 1997): “Bu örgütler neoliberal kaynaklara bağımlıdırlar ve sosyo politik hareketlerle yerel önderleri ve eylemci çevreleri ele geçirmek üzere çalışmaktadırlar. Bu örgütlerin sayıları binleri bulmakta, dünya ölçeğinde yılda 4 milyar dolara yakın para almakta/harcamaktadırlar.” demektedir.
“Dönem” kan dökücü yönetimlerin simgesi olarak anılan “Filipin Demokrasisi” yerine Washington, Londra, Paris, Amsterdam, Brüksel, Kopenhag, Stockholm merkezli “güdümlü sivil demokrasi” anlayışını yaşama geçirmekti. Ulusal egemenliklerinden ödün vermeye yanaşmayan bu tür devletlerin eleğe döndürülmesi işi, örtülü kirli işlerle becerilemezdi. Bu iş,  o ülke insanlarının onayı almadan başarılamazdı.
İnsanı insan yapan ve insanın en insanca davranışı olan doğup büyüdüğü, suyunu içtiği, yaylasında, kumsalında gezip –cezaevlerinde!– yaşadığı yurdunu sevmesinin ve onu yetiştiren halkın değerlerini korumasının emperyalizme karşı bir mücadeleyi de içerdiğini biliyoruz. İşte 80’li yıllardaki yeni “konsept” bu bilince ulaşmış “hedef ülke” yurttaşlarının varlığına karşı “Tanrı bizi, yurdunu ve insanları çok sevenlerden ve böyle politika yapanlardan korusun!” mantığında, –Marx’ın deyimiyle “Kozmopolit!”– kafalar yetiştirmek üzere, operasyonun adı “Project Democracy!”olarak bizzat “Başkan” Ronald Reagan tarafından isimlendirildi. Böylece Türkiye de içinde olmak üzere tam 92 ülkede WEB, yani “Örümcek ağı” örülmeye bu ülkelerde “paralel yönetimler” oluşturulmaya başlandı.
Bir zamanlar diktatörleri iktidara taşımak için her türlü kanlı ve örtülü operasyonu gerçekleştiren, her türlü örgütlenmeyi komünist örgütü olarak nitelendiren, Gestapo yöntemi işkencelerle dünyayı kırıp geçiren emperyalist odaklar, birdenbire işkence karşıtı, insan hakları savunucusu, dinlerin ve inançların kutsal koruyucusu, anadil eğitiminin güdümleyicisi, demokratik kitle örgütlerinin destekleyicisi kesildiler. Öyle ki bu yolda milyarlarca dolar para saçmaya başladılar.
Yeni sömürü yöntemiyle emperyalizm, şeytani bir refleksle, yavuz hırsız misali, bu konuda bedel ödemişleri bile “sollayan!” bir yüzsüzlükle demokrasi havarisi kesildi!
Bu örgütlere para aktarma işini çözmek için 1983 sonlarında ABD Kongresi’nin onayıyla NED (National Endowment for Democracy) Ulusal Demokrasi Fonu kurulmuştu. CIA emeklisi Ralph Mcgehee, bu gerçeği şöyle itiraf ediyor:
“CIA’nın ülkelerin karıştırılması operasyonlarında kullanılan birçok işlevinin NED’e transfer edilmesiyle Demokrasi İçin Ulusal Fon’un kullanımına gidildi. CIA’nın örtülü eylemlerine ek olarak Uluslararası Kalkınma Ajansı (AID) ve Birleşik Devletler İstihbarat Ajansı (USIA) da ‘demokrasi yayma’ operasyonlarında yer almaktadır. Avrupa’da yerleşik ve çoğu Birleşik Devletler tarafından parayla beslenen hükümet dışı örgütler (NGO’lar) de doğrudan ya da dolaylı olarak bu operasyonlarda yer alıyorlar. Bu tür örgütler ve ajanslar aşağı yukarı açıktaysalar da CIA, hükümetleri destekleme ve yıkma gibi birincil rolünü yine de elinde bulundurmaktadır.”
(Bu örgütleri gerçekten “sivil toplum örgütü!” sananlara,  “Soros’tan yılda 2 milyon dolar aldımsa aldım; her şey Türkiye’nin demokrasisi için!” diyenlere hala inanlara tekrar anımsatalım ki bu örgütlerin para kaynağı “doğrudan ABD hazinesi”, yani USA’dır! George Soros ise bir görüntü, bir elemandır; arkasındaki esas güçler, “Quantum Bankerleri”dir!)
(Bu bilgileri derlediğimiz, yüzlerce belgeyi inceleyip onlarla boğuşarak yazan Mustafa Yıldırım’a teşekkürü borç biliyorum. Bu konular hakkında ayrıntılı bilgi için yazarın Sivil Örümceğin Ağında, Ortağın Çocukları, The General, Savaşmadan Yenilmek gibi kitaplarına başvurmak gerekiyor.)

 SATILMIŞ GAZETE(Cİ)LER VE “COMO GÖLÜ!”
Emperyalizm, ülkemizde bu işi en basit yoldan, halkın tek haber alma aracı olan basın yayın organlarını –(medya!)yı– ele geçirerek yaptı. Özellikle basın dünyasında “görüş yayıcı” ve “görüş oluşturucu” –CIA elemanlarınca “kanaat önderleri” olarak anılıyorlar– işlevi bulunan “seçkin” köşe yazarları seçildi. Satın alınmış gazeteler ve astronomik ücretlerle satın alınmış gazeteciler tarafından, gazeteciliği idealist bir anlayışla geniş halk kesimlerinin çıkarına yapan özgün gazetecilik kimliğindeki genç gazeteciler ya devşirildi ya silindiler. Yabancı ülkelere yabancı vakıfların cömert paralarıyla yapılan gezilere katılmış “kanaat önderi” isimler bir tür içeriden yönlendirici birer kuruma dönüştüler ve ABD’de yaratılmış olan “manufacturing public percepcion” işinin, yani “halkın zihnine bir ön algılama süzgeci yerleştirme” çalışmasının birer elemanı oldular!
CIA eski başkanı Tuğ. Stansfield Turner ve CIA İstanbul eski istasyon şefi Graham Edmund Fuller'in de katıldığı, İtalya'nın ünlü Como Gölü kıyılarında Rockfeller Vakfı'nın sahibi olduğu Bellagio Şatosu'nda, ARI Derneği öncülüğünde, Osman Kavala, Cüneyt Zapsu gibi isimlerin yönetici olduğu Soros'un Açık Toplum Vakfı ve Amerikan yarı resmi Dış İlişkiler Derneği'nin (FPA - Foreign Policy Association) düzenlediği, 5-8 Ağustos 1999 tarihleri arasında üç gün üç gece –bir kanlı düğün gibi!– süren ve Türkiye'den ünlü 12 gazeteci –kanaat önderi köşe yazarı!–nın ağırlandığı "Türkiye: 21. Yüzyılın Eşiğinde Sorunlar ve Fırsatlar" adlı toplantıdan sonra Türk basınında yaşanan metamorfoz dikkat çekicidir. (Toplantıya katılan Nuri Çolakoğlu’nun NTV’sinin TRT’nin çukura atılarak devlet televizyonu durumuna yükseltilmesi, yabancıların basın alanındaki şirketlere ortak olabilmeleriyle ilgili yasanın “5 günde 5 yasa” hesabı apar topar çıkması, TESEV kurucusu Tarhan Erdem’in ülkenin en büyük yayın şirketlerine, Doğuş Yayıncılık, Doğan Medya’nın tüm kurumlarına Genel Koordinatör yapılmasını anımsayalım.)
Toplantıya katılanlardan Leyla Tavşanoğlu, toplantıda konuşulanları, 12.9.1999 tarihli Cumhuriyet Gazetesi'nde, "21. Yüzyıla girerken etnik grupların ön plana çıkmasını ülkelerin içlerine sindirememeleri durumunda çok ciddi ve çok önemli sorunlarla karşı karşıya kalacakları vurgulanıyor..." diye yazdı. Yine Fehmi Koru, Güneri Cıvaoğlu, Cem Duna, Nuri Çolakoğlu gibi katılımcılardan olan İpek Cem İpekçi ise toplantıdan, 10 yıldır yaşadığımız ve akıl sağlığımızı zorlayan uygulamaların müjdesini veriyordu: "(...)  Bölgedeki ağırlığımızı artırmak için öncelikle Kıbrıs ve Güneydoğu Anadolu sorunlarımızı çözümsüz konumlarından çıkarmamız gerekiyor! (...)" (İpek Cem, "Bellagio Notları 1-2" Sabah, 9.8.1999 –Aktaran, Mustafa Yıldırım)
*
Kapitalizm gibi sürekli kriz içerisinde yaşayan, insanlığa kan ve gözyaşından başka bir şey vermeyen, dünyayı iğfal eden (kandıran) ve gerektiğinde gözünü kırpmadan milyonlarca insanı öldüren bir sistemin bu kadar etkili bir hakimiyet kurmasının nedenlerinden birisi hiç kuşkusuz çok iyi eğitilmiş zihinleri kullanması ve satın almasıdır.
Türkiye’de bugün yaşadığımız gerçek ne yazık ki budur.
 “KOMÜNİZMLE MÜCADELE DERNEKLERİ”NDEN “SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ”NE EVRİM
Komünizmle Mücadele Dernekleri NATO karargahının bulunduğu İzmir’de 1963 yılında faaliyete geçti. Derneğin ikinci şubesi, Erzurum’da aynı yıl açıldı. Kurucusu ise, küçük bir camide imamlık yapan Fethullah Gülen’di! (Bu dernek kısa sürede 111 şube açtı.)
Yetmişli yıllarda bu derneklerin yerini başında “Ülkücü” olan birçok dernek aldı!

2000’li yıllarda ise bu yapıların yerini “STÖ” denen örümcekler aldı! STÖ’ler hem kurucuların isimleri, hem anti-komünist olmaları ve hem de emperyalist politikaların ürünü olmalarıyla yukarıdaki derneklerin günümüz şartlarına uyarlanmış bir devamından başka bir şey değildir!
(İsimlerden yola çıkarak ilişkiler kurmak bize yakışmaz, ama burada çok açıklayıcı olacak: TESEV’in kurucularından Etem Sancak’ın –TÜSİAD yöneticisi– Erdoğanla yakınlığını, Tekfen Holding’in sahibi Feyyaz Berker’in 80’lerde Turgut Özal’la yakınlığını, Cüneyt Zapsu’nun Tayyip Erdoğan’la yakınlığını –Fethullah Gülen’in ise Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin kurucusu olmaktan günümüzdeki işlevine uzanan tarihini– anımsayalım.)
 Bir zamanlar 12 Eylül'ün destekçisi işadamları bugün TESEV, Açık Toplum Enstitüsü kurucusu olarak “ezilen halklar”ın kurtuluş mücadelesinde yer alıyorlar!
 HERKESE SORU!
Aşağıdaki muhtelif konu başlıklarında kitap, toplantı, yayın faaliyetlerini hangi kurum ve kuruluşlar yapmıştır? (Yanıt sonda!)
(Önemli kopya: Birgün, Evrensel, Birikim, KESK, EĞİTİM-SEN, TTB gibi yayın ve kuruluşlardır” diye yanıtlayanlar kesinlikle yanılıyorlar!)
-Türkiye Ermenilerini Duymak: Sorunlar, Talepler ve Çözüm Önerileri
-Hayali Coğrafyalar: Cumhuriyet Döneminde Türkiye'de Değişen Yeradları
-Cezasızlık Zırhını Aşmak: Türkiye'de Güvenlik Güçleri ve Hak İhlalleri
-Dağdan İniş - PKK Nasıl Silah Bırakır?
-Kürt Sorunu'nun Şiddetten Arındırılması
-Türkiye'de Zorunlu Göç: Hükümet Politikaları
-Kürt Sorunu'nun Çözümüne Doğru: Anayasal ve Yasal Öneriler
-Türkiye-Ermenistan: Algılar
-
Gayrimüslim Vakıflar
-
Türkiyeli Ermeniler
-
"Değişen Türkiye'de Siyaset, Kurumlar ve Vatandaşlık: Birlikte Yaşamak Mümkün mü?"
-"Milletin Bölünmez Bütünlüğü": Demokratikleşme Sürecinde Parçalayan Milliyetçilik(ler)
-Anadolu Vicdanı ve Kürt Meselesi!
-Tarih Öğretiminde Avrupa Değerleri ve Avrupa Birliği Perspektifi
-Anadolu'da Eğitimde Fırsat Eşitliği için Burs
-Diyarbakır'da Yıldırım Türker ile "Yazı ile Oyun" Atölyesi
-Ruh Sağlığında da İnsan Hakları
-10 Yıldan, 10 Nefret suçu
-Ulusal Basında Nefret Suçları: 10 Yıl, 10 Örnek
-Seçkinler, Kimleri, Neden, Nasıl Ötekileştiriyor?
-Farklılıklar KA-MER çatısı altında buluşuyor!
-Münazara Yoluyla Diyalog: Liselerde Münazara Eğitimleri Projesi Anadolu Yolculuğuna Çıkıyor
-Pozitif Yaşam Derneği Hak İhlalleri Raporunu Açıkladı
-Taraflar Kıbrıs için 8. Kez İstanbul'da Bir Araya Geldiler
-"Homofobi Kimin Meselesi?"
-Ermenistan Türkiye Sinema Platformu iki ülke arasında kültürel köprü oldu
-Yapıcı Bir Diyalog İçin Sanat: "Açık Açık Konuşmak"
-Birlikte Yaşamak Mümkün Mü?
-Çocuklar İçin Mayın ve Çatışma Atıklarına Karşı Eğitim
-Örnek Bir Sivil Toplum Modeli Olarak KA-MER...
-Tarih Öğretiminde Avrupa Değerleri...
-"Herkesin Ötekisi" Diyarbakır'da Tartışıldı
-"Türkiye'de Farklı Olmak" Araştırmasının İngilizcesi Çıktı
-Türkiye'de Ötekileştirme Süreçleri
(Doğru yanıt: Açık Toplum Vakfı ve TESEV!  Bu başlıklar, bu örgütlerin, son bir yılda ABD hazinesinden alınmış avuç dolusu dolar harcayarak yaptıkları haltlar ve internet sitelerinde de bizzat yayınladıkları çalışma raporlarından eksiksiz olarak alınmış konulardır!)
*
Bu listeye bakınca Türkiye’deki –çoğu– sosyalist örgütlerin çalışma programlarını okur gibi oluyorum!

Eğer yukarıdaki çalışmalar “sosyalist”lerin bir sorunuysa ve “solcuyu solcu yapan! ” iştigal sahalarıysa, ABD hazinesinden beslenen Soros’un Açık Toplum Vakfı ve TESEV’in kurucularından - yöneticilerinden olan Cüneyt Zapsu, Etem Sancak, Nadire Mater, Murat Belge, İshak Alaton, Şahin Alpay, Feyyaz Berker,  Osman Kavala vs. gibi isimlerin bizden daha devrimci(!) ve “solcu(!)” bir faaliyet içinde olduklarını kabul etmemiz gerekmez mi?
Bu soru(n)lar Türkiye’nin birincil ve gerçek sorunları mıdır? Bu “sorun”lar Sam Amca’nın bizim kulağımıza fısıldadığı ve binlerce kez papağan gibi tekrarlattığı emekçi halkı birbirine düşürecek, Türkiye’yi paramparça edecek fitilli bombalar değil midir? Como Gölü’nde 1999 yılında yapılan toplantıda, tehditvari biçimde “bunları pişirip duracaksınız!” diye Türkiye’nin önüne sürülen sahte “sorun”lar değil midir?
Tersini iddia edeceklerle, –eğer gizli takvimleri yoksa!– CIA’dan milyarlarca dolar alarak bu işleri yap(tır)anlarla omuzdaş olup devrimcilik adına –üstelik– bedava (angaryadan!) yapmalarıyla alay etmek gerekmez mi?
*
Bu başlıklara ve örgütlere aldanarak ve Cengiz Çandarların, Oral Çalışlarların, Yıldırım Türkerlerin, Birikimcilerin, Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin, Tarhan Erdem’in denetlediği bilimum yazarların yazdıklarına bakarak demokratikleştiğimizi, sivilleştiğimizi sananların Türkiye'deki gerçek değişimleri görmelerinin olanağı yoktur. Bugün doğru ve yanlış arasındaki ayırımı emperyalizm olgusunu kavrayıp kavrayamama, siyasal tavır alışta emperyalizm kavramına gerekli önemi verip vermeme belirlemektedir. Emperyalizm, Türkiye’ye, yalnızca yarı-bağımlı sömürülecek "çevre" bir ülke olduğu için değil, Türkiye’nin dünya ölçüsünde jeopolitik bir yeri olduğu için bu baylardan daha çok önem verdiği yukarıdaki örnekte de görülmektedir.
*
Yineliyorum: Türkiye’de bugün acil devrimci görev, onu bir ahtapot gibi sarmış olan etnik ve mezhep üzerinden sürdürülen kimlik politikalarından sıyrılıp kurtulmaktır; bu oyunu açığa çıkarmak kolay olmayacaktır; insan zihnine, genç dimağlara yıllardır yapılan ideolojik operasyonu bir çırpıda etkisiz kılmak kolay değildir;ancak bunu başarmak emperyalizmi kendiliğinden hedefe oturtacaktır!
*
Emperyalizme ve faşizme karşı yoksul halkımızın kurtuluşu yolunda toprağa düşmüş yüzlerce devrimcisiyle Türkiye devrimine adı kazınmış ve faşizmin zindanlarında milyonlarca saat ömür tüketerek bedeli ödenmiş Türkiye’nin en önemli –ve “yerli”– devrimci geleneğini bu ayıplı çıkmaz yola bilerek ya da bilmeyerek sokanları tarih mutlaka tasfiye edecek ve asla affetmeyecektir.
 Ahmet Yıldırım