25 Şubat 2013 Pazartesi

PKK-İSRAİL İLİŞKİLERİNİN İTİRAFLARI



PKK-İSRAİL İLİŞKİLERİNİN İTİRAFLARI
Türkiye'nin İsrail'e karşı aldığı kararlara cevaben, İsrail DışişleriBakanı Avigdor Lieberman'ın, Yedioth Ahronoth Gazetesi'nde yayınlanan"PKK örgütüne askeri yardım teklifinde bulunabilecekleri" yönündeki sözleri üzerine, gözler bir kez daha PKK-İsrail ilişkilerine çevrildi.
İsrail'in, kuruluşundan itibaren ayrılıkçı Kürtçü unsurlarla olan ilişkileri biliniyor.
1961 yılı itibarıyla Irak yönetimine karşı silahlı isyana kalkışan Molla Mustafa Barzani ve Celal Talabani'ye bağlı Kürtlere en büyük desteği veren ülkelerin başında da İsrail ve onun güdümündeki Yahudi lobisinin geldiği artık sır değil.
İsrail'in ve Yahudilerin PKK ile olan ilişkileri de inkâr edilemeyecek kadar açık ve bunun kanıtları da mevcut.
PKK yöneticilerinden Murat Karayılan'ın, İsrail Dışişleri Bakanı A.
Lieberman'ın açıklamasının akabinde, verdiği beyanatta yer alan;
"Eğerİsrail devleti PKK ile ilişki kurmak istiyorsa, önce PKK önderliğinin Türkiye'ye verilmesinde oynadığı rolden dolayı PKK ve Kürtlerden özür dilemelidir."
(Fırat Haber Ajansı, 12.09.2011) şeklindeki sözleri,PKK-İsrail ilişkilerinin ve işbirliğinin üstünü örtmeye yönelik çabadan öte bir anlam ifade etmiyor.
Zira, M.Karayılan'ın İsrail yöneticileriyle olan ilişkileri onun bu sözlerini boşa çıkartıyor.
M.Karayılan'ın, İsrail yetkilileriyle temasını deşifre eden kişi, PKK lideri Abdullah Öcalan ile İsrail yetkilileri arasında geçmiş dönemlerde ilişki tesis eden Yahudi-Kürt kökenli Davut Bağıstani.
PKK-İsrail ilişkilerinin kilit ismi Davut Bağıstani, hâlihazırda merkezi Erbil'in Aynkawa semtinde bulunan İsrail-Kürt Enstitüsü'nün başkanlığını yürütmekte olup, üç yıldan beri aynı yerde yayınlamaya devam ettiği "İsrael-Kurd" adlı dergide Yahudi-Kürt işbirliğinin önemine vurgu yaparak, PKK'nın da propagandasını yapan bir kişi.
Davut Bağıstani, Erbil'de Kürtçe yayınlanan Rudaw Gazetesi'ne verdiğibir beyanatta;
"1967'de İsrail Başbakanı Golda Meir ve İsrail Savunma Bakanı Moşe Dayan ile tanıştığını, İsrail'in şimdiki Cumhurbaşkanı Şimon Peres ile 1970'te tanıştığını ve anılanla 34 yıllık dostluğunun bulunduğunu" belirtiyor.
"Eşi Piyanka'nın da Yahudi asıllı bir Almanolduğunu" söyleyen Bağıstani, Murat Karayılan'la ilgili olarak da;
"İsrail devletinin kuruluşunun 60.yıldönümü münasebetiyle, İsrail'de düzenlenen törenlere resmi davetli olarak 08.05.2008'de katıldığını, bir hafta süren İsrail ziyareti sırasında görüştüğü Cumhurbaşkanı Şimon Peres'e PKK/KCK Başkanı Murat Karayılan'ın bir mektubunu elden teslim ettiğini ve aldığı cevabi mesajını Irak'a dönüşünde M.Karayılan'a ilettiğini, ayrıca MOSSAD yetkilileriyle de zaman zaman görüşmeler yaptığını" (Rudaw Gazetesi, 19.05.2008) itiraf ediyor.
Davut Bağıstani, Erbil'de Kürtçe yayınlanan Çetir Gazetesinde yer alanbir söyleşisinde de;
"Türk Ordusunun 1995 yılında Zap, Haftanin, Garave Çemço bölgelerine operasyon yaptığı sırada, Abdullah Öcalan'ınyanında bulunduğunu" belirtiyor.
Barzani ailesiyle de ilişkisini gizlemeyen Bağıstani, korunduğunu da itiraf ediyor.
Bu hususta;
"Bazıİslami grupların, Kürt-İsrail ilişkilerinin geliştirilmesi amaçlı çalışmalarından rahatsızlık duyduklarını, bu nedenle kendisine yönelikbir suikast eylemi planının Neçirvan Barzani'nin müdahalesiyle bertaraf edildiğini" (Çetir Gazetesi, 19.07.2010) açıkça dilegetiriyor.
İlginç değil mi?
Âdeta bir "İsrail Misyoneri" gibi hareket eden D.Bağıstani'nin buitirafları ortada dururken, M.Karayılan'ın sözlerinin hiçbir anlamıkalmıyor.
Türkiye ve İran'ın, PKK ve PJAK kamplarına yönelik düzenlediklerioperasyonlardan rahatsızlık duyan D.Bağıstani, "İsrail-Kürt EnstitüsüBaşkanı" sıfatıyla 05.09.2011 günü Erbil'de, BM, BM Güvenlik Konseyive Avrupa Birliği'ne yaptığı çağrıda;
"Türk ve İran rejimlerineyönelik acilen harekete geçilmesini" (e-kurd.net) isteyecek kadarileri gidiyor, PKK ve PJAK'ın hamiliğini üstleniyor.
Öte yandan, İsrail'de çıkan Yedioth Ahronoth Gazetesi'nde, "Ğay Bahor"imzasıyla yayınlanan bir makalede de, dikkat çekici şu hususlar yeralmıştır:
"PKK'nın Silvan'da 13 askeri öldürdüğü 14 Temmuz günü, DTK 850 delegesiyle toplandığı Diyarbakır'da özerklik ilan etti.
Aynı gün Suriye'de 12 Kürt partisi ortak bir karar alıp Suriye yönetiminden özerklik talebinde bulundu.
Suriye, Irak, İran ve Türkiye'deki muhtelif Kürt unsurlar, yavaş yavaş büyük bir devlet olmak için birbirleriyle bağlantı kuruyorlar.
Kurulacak Kürt devleti Güney Sudan gibi, İsrail'in yakın müttefiki olacaktır.
Kürtler kendilerini Yahudilere daha yakın, ikiz kardeş gibi görüyor.
Göreceksiniz, İsrail düşmanı 4 devlet (Türkiye, İran, Suriye ve Irak), İsrail dostu bir Kürt devletini doğurmak için parçalanmak zorunda kalacak."
(Yedioth Ahronoth, 28.07.2011) Bu sözler de İsrailli bir Yahudi-Siyonist'in itirafı.
Türkiyeli Yahudi işadamı İshak Alaton ile BDP Diyarbakır Milletvekili Leyla Zana'nın konuşmacı olarak katıldıkları Bilgi Üniversitesi'nin(İstanbul, 08.04.2011) "Barışı Kurmak" konferansında kucaklaşarak;
"Kürtlerin Türkiye'den ayrılmak isteyip istemediklerinin referandum asunulması ve Abdullah Öcalan'ın İmralı'dan çıkarılıp ev hapsine alınması" yönünde dillendirdikleri ortak görüşlerini de hatırlayalım.
İsrail'in ve Yahudi lobisinin, PKK ve diğer Kürtçü unsurlarla olan ilişkilerini "hayali" olarak yansıtarak, gerçeği bir türlü görmek istemeyen bazı medya organlarının ve yazarların, şimdi ne düşündüklerini merak ediyorum.
Sinan Sungur
Odatv.com

24 Şubat 2013 Pazar

"DİKKAT! AKP SAĞLIĞA ZARARLIDIR" Hastaneleri Ticari İşletmeye Dönüştürdü

Sağlığa bir ayda yüzde 57 zam

Hükümetin “sağlıkta dönüşüm” projesi zamma dönüştü, sağlık hizmetlerinden faydalanmak isteyen vatandaşın cebine el attı.
Sağlık hizmetlerine sadece bu yılbaşında geçen yıla oranla ortalama yüzde 57 oranında zam yapılırken, diş tedavisi, ameliyat, tahlil ve doğum gibi sağlık uygulamalarının ücreti arttı. En dikkat çekici artış ise yüzde 209 ile laboratuar tahlil ücretlerinde görüldü.
ANKA’nın edindiği bilgiye göre, Türkiye Kamu-Sen’e bağlı Türk Sağlık-Sen, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verilerini kullanarak sağlık fiyatlarında Aralık 2012 ile Ocak 2013 dönemi arasında uygulanmaya başlanan zam fiyatlarını derledi. Araştırmaya göre, sağlık hizmetlerine ulaşmak ortalama yüzde 57.8 zamlandı. Bu dönemde diş tedavisi, ameliyat, tahlil ve doğum ücretleri yükselirken, düşen sadece muayene ücreti oldu.

LABORATUAR TAHLİL ÜCRETİ YÜZDE 209 ARTTI

TÜİK verilerine göre yapılan araştırmaya göre, sağlık madde fiyatlarında en dikkat çeken artış yüzde 209 ile laboratuar tahlil ücretlerinde oldu. Geçen yıl sonunda 4.7 TL olan tahlil ücretleri bu yıl başında 14.7 TL’ye çıktı. Yüzde 129 artışla ultrason ücretleri oransal değerlendirmede ikinci en fazla artan sağlık madde fiyatı oldu.

DİŞ TEDAVİ ÜCRETLERİ İKİ KATINA ÇIKTI

Diş çekme ücreti ise 2012 yılı Aralık ayında 24.98 TL iken bu rakam 2013 yılı Ocak ayında 47.83 TL’ye yükselerek yüzde 91 arttı. Diş dolgu ücreti 2012 yılı Aralık ayında 35.62 TL iken bu rakam 2013 yılı Ocak ayında 77.90 TL’ye yükselerek yüzde 118 arttı.

DOĞUM ÜCRETLERİ 732 TL OLDU

Yapılan araştırmada dikkat çekici bir artışında normal doğum ücretlerinde yaşandığı görüldü. Normal doğum ücreti 2012 yılı Aralık ayında 393.51 TL iken bu rakam 2013 yılı Ocak ayında 732.99 TL’ye yükselerek yüzde 86 arttı. Sezaryen doğum ücreti 2012 yılı Aralık ayında 710.05 TL iken bu ücret 2013 yılı Ocak ayında 921.43 TL’ye yükselerek yüzde 29.7 arttı. Ameliyat ücretlerinde de ciddi bir artış gözlemlendi.

UZMAN DOKTOR MUAYENE ÜCRETİ DÜŞTÜ

Türk Sağlık-Sen’in araştırmasına göre sağlıkta fiyatların arttığı bu dönemde tek düşüş yaşanan fiyat ise uzman doktor muayene ücretleri oldu. Uzman doktor muayene ücreti 2012 yılı Aralık ayında 31.27 TL iken bu rakam 2013 yılı Ocak ayında 12.10 TL’ye geriledi. Yani muayene ücretlerinde yüzde 61’lik bir düşüş gözlendi.

KAHVECİ: “SAĞLIK HİZMETİNE ULAŞMAK ZORLAŞMIŞTIR”

Türk Sağlık-Sen Genel Başkanı Önder Kahveci, araştırmaya ilişkin açıklamasında “Temel hedef kolay erişilebilir bir sağlık hizmetidir. Her ne kadar sosyal güvenlik kapsamında vatandaşlarımız kamudan ücretsiz sağlık hizmetinden yararlanıyorlarsa da bir ayda yaşanan bu artışlar çok ciddidir. Bu artışlarla birlikte sağlık hizmetine ulaşmak zorlaşmıştır” dedi.

2012 Aralık-2013 Ocak dönemi sağlıkta artış oranları
2012 2013 Aralık-Ocak

MADDE ADLARI Aralık(TL) Ocak(TL) Değişimi(%)

-İlaçlar 8,9 11,1 23,2

-İlk Yardım Aletleri 0,6 0,6 1,3

-Diğ. Sağ. Ür.(Enjektör,Derece) 5,4 5,5 1,0

-Numaralı Gözlük Cam ve Çer. 113,9 114,7 0,6

-Kontakt Lens 18,4 18,6 0,5

-Sağ. araç gereçi(Tansiyon Al.) 83,9 84,6 0,8

-Uzman Doktor Muayene Ücreti 31,2 12,1 -61,3

-Diş Çekme Ücreti 24,9 47,8 91,5

-Diş Dolgu Ücreti 35,6 77,9 118,7

-Röntgen Ücreti 17,1 36,8 114,4

-Ultrason Ücreti 44,6 102,5 129,8

-Emar Ücreti 165,7 345,4 108,5

-Labaratuvar Tahlil Üc. 4,8 14,8 209,9

-Hastane Yatak Ücreti 56,5 115,0 103,7

-Ameliyat Ücreti 519,3 648,5 24,9

-Doğum Ücreti (Normal Doğum) 393,5 732,9 86,3

-Doğum Ücreti (Sezaryen) 710,0 921,4 29,8

-ORTALAMA FİYATLAR - - 57,9
ANKA

POPÜLER GAZETECİ EMİN ÇÖLAŞAN’A AÇIK MEKTUP

GÜNCELLİĞİ NEDENİYLE YENİDEN YAYINLANDI..
 
Bay Emin Çölaşan,
 
27 Şubat 2007 tarihli Hürriyet gazetesindeki köşenizde ‘İçimizden birileri’ başlıklı yazınızda şu satırları okuyunca önce çok şaşırdım sonra da nedenini düşünmeye başladım:
Türkiye’de çok merak ettiğim bir husus var. Bunun yanıtını hiç kimse veremiyor. Bu AB, ülkemizde hangi kişi ve kuruluşlara ne kadar para ödüyor?
Buna KKTC’deki kişi ve kuruluşları da ekleyebiliriz.
Bunların döküm nedir?
Karşılığında onlardan ne bekleniyor?
Ortada bu açıdan çok büyük paralar döndüğünü, birlerinin satın alındığını, kullanıldığını iyi biliniz.”
Bu satırları okuyunca neden önce şaşırdığımı açıklayayım.
2 Kasım 2006’da İstanbul’da AsyaŞafak Yayınları tarafından basılan, “Avrupa Birliği-Tabuta Çakılan Son Çivi” adlı 756 sayfalık araştırma kitabımı, 6 Kasım 2006 tarihinde size imzalı olarak yolladım. Siz genelde, imzalı olarak gönderilen kitapların yazarlarını telefonla arayıp teşekkür etme nezaketini gösterdiğiniz için 9 Kasım 2006 tarihinde beni de arayıp usulen teşekkür ettiniz. Ben de size, çok yoğun olduğunuzu bildiğimi belirttikten sonra, hiç olmazsa beş-on dakikanızı ayırıp kitabımın özellikle 317-463 sayfalarına bir göz atmanızı rica ettim. ‘Avrupa Birliği’nden Para Alan Sivil Toplum Örgütleri’ başlığı taşıyan bu bölümde dört yüze yakın kuruluşun, sözde hangi projeleri yaparak AB’den ne kadar hibe aldıkları tüm ayrıntılarıyla anlatılmaktaydı. Siz benim yaptığım bu vurguya ‘İnşallah’ diye yanıt verdiniz, ama şimdi anlaşılıyor ki, kitabımın kapağını bile açmak size nasip olmamış!
Bay Emin Çölaşan,
Kitabımın birinci özelliği, sağlamlığı tartışılamaz kaynaklara ve belgelere dayanmakta oluşudur. İkinci özelliği ise, bugüne kadar Türkiye’de başka hiç kimse tarafından yazılmamış, dillendirilmemiş konuları içermesidir.
Dört ayda dördüncü baskısını yapmış olan kitabım hakkında bugüne kadar, ülkemizin saygın yazarlarından Bertan Onaran, Oktay Akbal, Vural Savaş, Orhan Birgit, Dr. Ramazan Kağan Kurt, Öner Yağcı, Hasan Hüseyin Yalvaç, Hüseyin Laptalı, Cazim Gürbüz övgüyle söz etmişler, alınıp okunmasını önermişlerdir.
Sizin çok merak ettiğiniz, ‘AB’den para alan kişi ve kuruluşları’, bugüne kadar ayrıntılarıyla, konuk olduğum şu televizyon kanallarında açıkladım:
Üç kez, Kanal-B TV’de Sn. Gürbüz Evren’in sunduğu ‘Bekleme Odası’ programı, iki kez Kanal Türk TV’de Sn. Hulki Cevizoğlu’nun sunduğu ‘Ceviz Kabuğu’ programı, bir kez Meltem TV’ de Sn. Muharrem Bayraktar’ın sunduğu ‘Diyalog’ programı, bir kez Mesaj TV’de Sn. Muharrem Bayraktar’ın sunduğu ‘Haber Ötesi’ programı ve bir kez de Ulusal Kanal-TV’de Sn. Teoman Alli’nin sunduğu ‘Haber Masası’ programında. Bunlara ek olarak, Antalya, Mersin ve Denizli’deki yerel televizyonlara da konuk olup, diğer konuların yanında, AB’den hibe alan örgütlerin listesini ayrıntılarıyla duyurdum.
Aslında, ‘AB’den Hibe Alan Sivil Toplum Örgütlerini’, Antalya’da Aralık 2006’da yapmış olduğumu bir basın toplantısında açıkladıktan sonra, internet ortamına sunmuştum. İnternette sekiz ayrı sitede, bu raporumun bir milyonu aşkın kişi tarafından okunmuş olduğunu saptadım.
Son bir yılda Türkiye’nin çeşitli yerlerinde otuza yakın konferans vererek; Avrupa Birliği’nin gerçek yüzünü anlattım, AB ile ilgili tüm yalanları ve bu yalanları propaganda aracı olarak kullananları isim vererek açıkladım, AB’den hibe alanları ‘Truva Atı’ olarak niteleyip ayrıntılarıyla ilan ettim.
Ve işte şimdi siz, bütün bu etkinliklerden sonra tutmuş köşenizde, ‘AB’den para alan kişi ve kuruluşların kimler olduğunun yanıtını veren hiç kimse yok’ diyorsunuz!
Hadi diyelim ki kitabımı okuma fırsatınız olmadı, yukarıda sözünü ettiğim televizyon programları da gözünüze hiç çarpmadı, peki sizin çok deneyimli yardımcınız, sekreterleriniz de mi bu bilgileri, en azından özet olarak size sunmadılar?
Söz konusu yazınızda, AB’den para alan KKTC’deki kuruluşları da merak ettiğinizi vurgulamaktasınız. Eğer bir zahmet, ‘Avrupa Birliği-Tabuta Çakılan Son Çivi’nin 483. sayfasını açarsanız, ‘Hibeler Cebe Be Annem’ başlıklı yazımı göreceksiniz. O çok merak ettiğiniz bilgileri, belgeleriyle o yazımda görüp okuyacak ve öğreneceksiniz.
Bay Emin Çölaşan,
Sizin gibi çok güçlü bir bilgi toplama ağı bulunan, yanında çok deneyimli yardımcı ve sekreterler çalışan milyonlarca okuyucunun sevgilisi popüler bir yazarın, ‘Avrupa Birliği-Tabuta Çakılan Son Çivi’den haberi olmayışına ve benim televizyon kanallarında yapmış olduğum Türkiye genelinde çok ses getiren konuşmalarımı hiç duymamış olmasına inanmamız kolay değildir!
İddiam şudur ki, siz bilerek, yani bilinçli olarak ‘Avrupa Birliği-Tabuta Çakılan Son Çivi’yi görmezlikten geliyorsunuz!
Ve sizin bu kitabımı görmezlikten gelişiniz ilk değil! Bakın, anımsatayım. Kemalizm’e saldıran Prof. Dr. Atilla Yayla gündemin sıcak konusu olduğunda köşenizde müthiş bir gazetecilik araştırması yapmış olduğunuzu duyurdunuz! Hemen Prof. Dr. Atilla Yayla’ya ulaşmışsınız, tüm ustalığınızı göstererek onu sorularınızla bunaltıp terlettikten sonra itiraf etmeye zorlamışsınız ve bu profesörün de AB’den para aldığını söyletmişsiniz! Oysa ballandırarak anlattığınız bu sözde gazeteciliğinizin aslı astarı yoktu! Elinizin altıdaki ‘Avrupa Birliği-Tabuta Çakılan Son Çivi’nin 399. sayfasını açıp baksaydınız, orada Prof. Dr. Atilla Yayla’nın Liberal Düşünce Derneği Yönetim Kurulu Başkanı olarak AB’den hibe almış olduğu yazılıydı! Daha önce ortaya çıkarılmış bir gerçeği sanki yeniden ortaya çıkarmış gibi okuyucularınıza sunmanın basın ahlakı ile bağdaştığı söylenebilir mi?
Bay Emin Çölaşan,
Merak ettiğiniz tüm hususların yanıtını veren kitabımı, ‘Avrupa Birliği-Tabuta Çakılan Son Çivi’ yi bilinçli olarak görmezlikten geldiğiniz iddiamı güçlendiren noktalar şunlardır:
  • Avrupa Birliği’ne üye olmayı istemek demek, Ulusal Egemenliğimizi Brüksel’e teslime hazır olmak demektir. Kitabımda bu konuyu çok sağlam Avrupa belgelerine dayanarak irdelendikten sonra şu yargıya varıyorum: AB’den yana olan sivil-asker yöneticiler, vatana ihanete teşebbüs halindedirler!  Şimdi, sizin böyle bir yargıya ulaşan kitabımı okumanızı, okuduktan sonra da kaynak olarak göstermenizi ve okuyucularınıza önermenizi beklemek saflık olur! Neden mi? Çünkü siz de AB yanlısısınız da ondan! AB konusunda görüş ve tutumunuz çok açık ve net: “AB’ye evet ama onurumuzla gireceksek.”1  diyorsunuz. Hemen söyleyeyim, AB’ye onurlu girmek diye bir kavram yoktur! Bu yalan, AB’nin sinsi yanlıları tarafından uydurulmuş, halkımızı aldatmaya dönük bir söylemdir. Ulusal Egemenliğimizi bir yabancı başkente teslim etmenin onurlu yolu olabilir mi? AB’ye evet, ama onurumuzla girelim diyenler, AB’nin en onursuz yanlılarıdır! Peki, hem AB yanlısı olup hem de AB’yi sözde eleştiren yazılar yazarak milyonlarca sevgili okuyucunuzu nasıl aldatabiliyorsunuz? İşte, bu da sizin becerinizdir. Her başarının temelinde mutlaka bir ‘beceri’ vardır ve sizin de beceriniz ‘sureti haktan görünmektir’.  Sureti haktan görünmeyi, sözlükler şöyle açıklıyor: İçtenlikle, temiz yürekle, iyi niyetle davranıyormuş gibi yapmak. AB karşıtıymış gibi, alıyorsunuz kalemi eline döşeniyorsunuz: “Çünkü bizi yönetenler AB’den korkuyor…Çünkü bunu AB istiyor. AB, Türkiye Cumhuriyeti ile kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor.”2  Bu ve benzeri satırlarınızı okuyan milyonlarca sevgili okuyucunuz da mest oluyor, helal olsun Emin Çölaşan AB’ye nasıl giydirmiş, diyor. Ama aslında bilmiyorlar ki, Emin Çölaşan da AB’nin sinsi yanlısı! AB’nin sinsi yanlılarının, ‘Avrupa Birliği-Tabuta Çakılan Son Çivi’yi okumalarını, kaynak olarak göstermelerini, çevrelerine önermelerini elbette bekleyemeyiz!
  • Kitabımı bilinçli olarak görmezlikten gelişinizin bir nedeni de, sizin o çok ünlü ‘minik kuşunuzun’ size getirmiş olduğu bir emir olabilir mi? Kulağınıza, ‘Sakın ola Yılmaz Dikbaş’ın Tabuta Çakılan Son Çivi kitabından söz etmeyesin!’diye fısıldamış olabilir mi? Gerçi gazetenizin Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök her nedense son günlerde ‘Hürriyet gazetesi yazarlarına hiç kimse emir veremez, şunu yaz, bunu yazma diyemez!’ yollu efelenip duruyorsa da, sizin kendi ağzınızla yapmış olduğunuz bir itiraf var ki, bu propagandayı çürütüyor. Anımsatıyorum, 19 Aralık 1992 günü Türk Hukuk Kurumu’nda yaptığınız konuşmada aynen şöyle söylemişsiniz: “Genel Merkez’den telefon açtılar. Dediler ki, şunu, ansiklopedi reklamını bir duyuruver. Hayatımda ben Britannica Ansiklopedisini evime almadım. Ne yaptım? Zorla yazdım.”3  Siz, zorla yazı yazan popüler bir köşe yazarısınız. Zorla yazı yazarken bile, sureti haktan görünmeyi çok iyi beceren çok kurnaz bir gazetecisiniz. Peki, bir gazeteci zorla niçin yazar? Sizin sık sık kullandığınız bir sözcükle bu soruyu yanıtlayabiliriz: Cukka çok okkalıdır da ondan! Hürriyet gazetesinde AB karşıtı olan, AB’yi temelden reddeden cukkayı kaybeder! Böyle bir gerçek gözler önünde dururken, AB’nin anti-demokratik, merkeziyetçi, faşist bir polis devleti olduğunu, yolsuzluklar ve sahtekarlıklar içinde boğulduğunu belgelerle ortaya koyan ‘Avrupa Birliği-Tabuta Çakılan Son Çivi’yi Emin Çölaşan hiç okudum diyebilir mi, kaynak olarak gösterebilir mi, sureti haktan görünen yazılarıyla avutup kandırdığı milyonlarca sevgili okuyucusunu uyandırabilir mi?
  • Bay Emin Çölaşan, Türkiye’de Avrupa Birliği’nden para alan yaklaşık dört yüz kuruluşun adlarını, aldıkları hibeleri, yönetiminde bulunanlarını ayrıntılarıyla veren, ‘Avrupa Birliği-Tabuta Çakılan Son Çivi’ adlı kitabımı görmezlikten gelişinizin, bence çok önemli bir nedeni daha var. Bunu söylemeden önce bazı tanımlar hakkında kısa bir açıklama yapayım. Emperyalist AB projesinin kurnaz mimarları, sözlüklerinden ‘rüşvet’i çıkardılar, yerine ‘proje bazında hibe’yi koydular. Bu kurnazlar, ‘ajan’ sözcüğünün yerine de ‘sivil toplum örgütü’nü koydular! Artık ajan yok, sivil toplum örgütü var! Rüşvet yok, proje bazında hibe var! AB’den para alan Sivil Toplum Örgütlerinden biri de, Çağdaş Eğitim Vakfı (ÇEV)’dır. ÇEV, üç proje karşılığında AB’den 700.000 Avro hibe aldı. Çok iyi cukka değil mi? Yaptıkları dandik projelerin adlarına bir bakar mısınız: - Bir Kucak Sevgi - Beyoğlu Mozaik ve Çini Çarşısı - Yaşama Geri Bakış  ÇEV ve aldıkları bu hibelerle ilgili, belgelere dayalı bilgi, ‘Avrupa Birliği-Tabuta Çakılan Son Çivi’nin 342- 346. sayfalarında verilmiştir. Şimdi geldik, sizinle ÇEV arasındaki ilişkiye. 
Bay Emin Çölaşan, 25 Kasım 2001 tarihinde İstanbul’da Pera Palas Oteli’nde Çağdaş Eğitim Vakfı (ÇEV) tarafından muhteşem bir ödül töreni düzenlendi. Bu törende ülkemizin çok ünlü kişilerine ve elbette bunların arasında size, Mustafa Balbay’a ve Bekir Coşkun’a da ödüller verildi. Bugün, yemin billah AB yanlısı olduğunu tekrarlayıp duran Bekir Coşkun ile birlikte aynı gazetede yazıyorsunuz. AB Mandacısı Mustafa Balbay ile de bir televizyon kanalında Pazar günleri, ‘Abicim-Mustafacım’ lı ahbap çavuş vaziyetinde program yapıyorsunuz. Bay Emin Çölaşan, Şu soruyu sorma hakkımız olduğuna inanıyorum: AB’den 700.000 Avroyu cukkalayan ÇEV’den ödül almış ünlü bir gazeteci olarak, ÇEV’i eleştirecek bir yazı yazmanız mümkün müdür? ‘AB, ülkemizde hangi kişi ve kuruluşlara ne kadar para ödüyor?’ sorusunu sorarken samimi olduğunuza inanılabilir mi? Elinden ödül aldığınız ÇEV’in adı, Sağlık ve Eğitim Vakfı (SEV) ile birlikte Protestan misyonerliği yapmış olmaktan dolayı Üsküdar 4. Asliye Hukuk Mahkemesi tutanaklarına geçmiştir, haberiniz oldu mu, rahatsızlık duydunuz mu? Bay Emin Çölaşan, Çok güzel bir deyimimiz vardır: “Sırça köşkte oturan, komşusuna taş atmamalı.”  AB Mandacıları birbirlerine taş atmazlar. AB Mandacısı ÇEV’in elinden ödül almış bir kişinin, AB’den hibe alanların kimler olduğunu merak ettiğini yazması inandırıcı değildir! O her zamanki, sureti haktan görünme becerisini sergiliyor ve ortalıkta dönen parasal bir dolabın farkına sanki ilk kez siz varıyormuş gibi rol kesiyor ve bunu ortaya çıkarıyormuş gibi yapıyorsunuz. Ancak bu martavalı bu kez milyonlarca sevgili okuyucunuza yutturabileceğinizi pek sanmıyorum. Çünkü bugünkü tarih itibariyle yaklaşık on bin kişi kitabımı alıp okuyarak, yüz binlerce, belki de milyonlarca televizyon izleyicisi de değişik TV kanallarında yapmış olduğum açıklamaları dinleyerek AB’den hibe alan içimizdeki Truva Atlarının kimler olduğunu çok iyi öğrendi. Dalga dalga tüm Türkiye’ye yayılan bu bilgilerin duyulup öğrenilmesini AB Mandacılarının bundan sonra engellemeleri mümkün değildir.
Bay Emin Çölaşan,
Artık milyonlarca sevgili okuyucunuzu AB konusunda, sureti haktan görünerek kandırıp uyutmanız mümkün olamayacaktır. Halkımız her geçen gün AB’nin emperyalist yapısını daha iyi anlamakta, maskelerini düşürdüğümüz AB’den hibe alan Truva Atlarını yakından tanımaktadır. Siz istediğiniz kadar görmezlikten gelin, anti-emperyalist yurtseverler ‘Avrupa Birliği- Tabuta Çakılan Son Çivi’ kitabımı ellerinden düşürmeyecekler, gerektiğinde AB Mandacılarının yüzüne tokat gibi çarpacaklardır!
Bundan böyle, en azından AB konusunda, bu güne kadar uygulaya geldiğiniz sureti haktan görünme taktiğiniz sökmeyecektir. Kendinize yeni beceriler arama zamanı gelmiştir!
Sağlıklar diliyorum,
Yılmaz Dikbaş
Araştırmacı-Yazar
28 Şubat 2007, Antalya

1 Emin Çölaşan, “Bir ülke oyuncak olunca…”, Hürriyet, 13 Haziran 2006

2 Emin Çölaşan, “Kimin, hangi ülkenin partisi?”, Hürriyet, 28 Şubat 2007

3 Mehmet Altan, “Bir Babıali köçeği”, Prizma, 26 Eylül 1993

VATANDAŞLIK ULUSAL MI OLMALI, ANAYASAL MI?–I

1
                                  Prof. Dr. Birgül AYMAN GÜLER, İzmir Mv.
             Türkiye’nin toplumsal geleceğini çizecek iki siyaset var. Bunlardan biri “ulusal vatandaşlık ilkesi” derken diğeri “anayasal vatandaşlık ilkesi” diyor. Bu iki görüş, güncel “yeni anayasa” çalışmalarının bel kemiğini oluşturuyor.
                Birincisi, yaklaşık yüz yıl önce benimsediğimiz “Türk vatandaşlığı sistemi”ni uygun ve gerekli görmek demektir. İkincisi ise “TC / Türkiye vatandaşlığı” ya da sıfatsız yalnızca “vatandaşlık” demeyi önermektedir. İlk görüş CHP ve MHP resmi görüşleridir; ikincisi AKP ve BDP resmi görüşleridir. Partilerin tümünde diğer görüşün sesli ya da sessiz savunucularına rastlanabilir. Konuyu olanca ayrıntılarıyla bilmek, özellikle bu geçişkenlikler nedeniyle kritik önem taşımaktadır. Savunucular arasında bir de dinci çevrelerin bulunduğu bilgisini eklemeliyiz.
Ulusal – Anayasal Vatandaşlık Ne Demektir?
         Ulusal vatandaşlık ilkesini benimseyenler, refah içinde diri bir geleceği güvence altına almak amacıyla dünyanın ve Türkiye’nin güncel ortamıyla koşulları kaynak göstermektedirler. Düşünsel dayanakları ulusal devlet deneyimidir:
          (1) “Türk” bir etnisite değildir. Türkmen, Yörük, Tahtacı … gibi etnisiteler vardır; ama Türk adı taşıyan bir etnik grup yoktur. Türk, kültürel kavim adlandırmasıdır; Anadolu’da bin yıllık Türkçe ortaklığı ve yüz yıllık Cumhuriyet’le yaşanan uluslaşma süreci, Türk kavramını her türlü etnik aidiyetten kurtarmıştır.
         (2) Ulusal vatandaşlık, topluluk kimliklerini yani etnisite ve milliyet bölünmelerini aşmayı sağlayan ulus kimliğinin ürünüdür. Bu sistem, toplumu toplulukların değil bireysel temelde yurttaşların eşitliği üzerinde yükselir. Böyle bir eşitlik, her türlü etnisite; inanç grubu; cinsiyet gömleklerini yırtar ve bireysel özgürleşme sağlanır.
          Anayasal vatandaşlık ilkesini benimseyenler, farklılıkların altını çizmek ve “ötekini savunmak” amacıyla dünyada yaşandığı varsayılan (dünyanın değil) “küreselleşme”nin gerekleri ile Türkiye’deki alt toplulukların (Türkiye’nin değil) istemlerini kaynak göstermektedirler. Düşünsel dayanakları küresel emperyalizmin felsefecisi Alman Jürgen Habermas’tır:
         (1) Vatandaşlık “ulus” üzerinden değil, yalnızca “anayasa” sözleşmesi çerçevesinden kurulmalıdır. Şimdi ulus ve vatandaşın adı olan “Türk”, bir etnisite/ırk adıdır. Türkiye’de
yaşayan kimi vatandaşlar bu isimden rahatsızdır; Türk adlandırmasının kendilerini ifade etmediği ve dışladığı düşüncesindedirler.
           (2) Anayasal vatandaşlık, “eşit”lik sağlamalıdır. İlkenin tam adı “eşit anayasal vatandaşlık”tır. Bu sistem, bireyleri değil toplulukları bir arada tutacaktır. Ulus kimliğinden kurtuluş, topluluklar kimliklerinin tanınmasını mümkün kılacaktır. İşte bu farklı kimlikler arasında eşitlik sağlanması gerekir.
         Bu özellikler sayesinde, anayasal vatandaşlık sistemi, toplumdaki her farklı topluluğu anayasanın koruması altına almış olacaktır. Tüm topluluklar, kendi varlıklarını sürdürebileceklerdir. Bunun yolu, farklı topluluklara hukuksal tanıma sağlamaktan geçer. Anayasal vatandaşlık ilkesinin en önemli “yeni bir sistem” özelliği de burada ortaya çıkar. Toplumdaki etnik ve inanç/din temelli topluluklar, toplumsal ve siyasal yaşamda “kendi” adlarına etkinlik gösterme gücüne kavuşturulmuş olurlar. “Kendi” dillerinin resmi dil olarak kabulü, “kendi” eğitim sistemleri, “kendi” temsilcilerinin siyasal yarışı, “kendi” sinemaları, evlilikleri, gömü törenleri ve mezarlıkları….. Devletin yapması gereken, her topluluğa “eşit haklar” tanıyıp bu temelde davranmasıdır.
                 Kısaca anayasal vatandaşlık, toplum ve siyaset için tek ulusal yaşamdan vazgeçilip cemaatler ve milliyetler yaşamı vaat eder. Toplum ve devlet ulusal değil “cemaatler ve milliyetler dünyası olacaktır.
Bizim İçin Hangisi?
              Anayasalar, kişi ya da toplulukların psikolojik doyumlarını sağlamaktan daha fazlasını yapar. Bir ülkenin tüm yönetim sisteminin yapı ve ilkelerini kurar. Yapı ve ilkeler, şimdiki gibi tarihsel dönüm noktalarında bütün bir ülkenin ve halkın varlık – yokluk sorunudur. Şimdi söz konusu olan Türkiye’nin ve Türk Ulusu’nun geleceğidir. Bu nedenle, “hangisi” sorusuna yanıtımızı politik / taktik nedenlerle değil tarihsel / stratejik nedenlere dayanarak vermek zorundayız.
İki sistemden birini yeğleyebilmek için sorulması gereken temel sorular şunlardır:
          “Ulusal vatandaşlık” bizi geleceğe eskisinden daha güçlü bir biçimde taşıyabilir mi? Bunun için bin yıllık oluşum ve yüz yıllık kuruluş dönemleri temel alınıp eleştiri süzgecinden geçirilmeli mi?
               “Eşit anayasal vatandaşlık” ilkesine göre kurulacak bir yönetim sistemi, ülke olarak ‘bir Türkiye’nin varlığını ortadan kaldırma sonucu yaratır mı? Bu ilke, tüm halkın refahının artmasına hizmet edebilir mi?
                   Bize gereken nedir? Ve elbette tarihsel – toplumsal koşullar bakımından değerlendirdiğimizde mümkün olan hangisidir? Ulusal devlet mi yoksa milliyetler devleti mi? [1 Ocak 2013]

AB müktesebatı ve sendikal özgürlükler

Türkiye’de yanlış bilinen ve bazı kişilerce özellikle yanlış biçimde sunulan konulardan biri de, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılımı sayesinde Türkiye’de sendikal hak ve özgürlüklerin gelişeceği kanısıdır.

Avrupa Birliği ülkelerinin büyük bölümünde gelişmiş sendikal hak ve özgürlükler vardır. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılması bu sendikal hak ve özgürlüklerin Türkiye’de de geçerli olmasını sağlayacak mıdır?

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılması gündemde olan bir konu değildir.

Ayrıca, Türkiye’nin kendi mevzuatını uydurmak zorunda olduğu Avrupa Birliği mevzuat bütünlüğünde (“müktesebat” veya “acquis communautaire”) ücretler ve sendikal hak ve özgürlükler konusunda bağlayıcı düzenleme yoktur.

Avrupa Birliği Antlaşması ve Avrupa Birliği’nin İşleyişi Hakkında Antlaşmanın 153/5. maddesi şöyledir: “Bu madde hükümleri, ücretlere, sendika kurma hakkına, grev hakkına ve lokavt hakkına uygulanmaz.” Diğer bir deyişle, Avrupa Birliği bu konularda ülkeleri bağlayıcı düzenlemeler yapamaz.

Avrupa Birliği, bu nedenle, bugüne kadar, sendikal hak ve özgürlükler konusunda bağlayıcı düzenlemeler yapmamıştır. Mümkün olmasına karşın, iş güvencesi konusunda da önemli bir yönerge yoktur.

Avrupa Topluluğu’nun 1989 yılında kabul ettiği İşçilerin Temel Sosyal Hakları Bildirgesi, tavsiye niteliğinde ve bağlayıcılığı olmayan bir karardı. Bu Bildirge’nin 11. maddesi sendikalaşma, 12. maddesi toplu pazarlık ve 13. maddesi de grev haklarını düzenlemekteydi. Ancak, grev hakkı, yalnızca çıkar uyuşmazlıklarında tanınmakta, hak grevi ve diğer grev türleri (genel grev, dayanışma grevi, iş yavaşlatma, işyeri işgali, vb.) bir hak olarak kabul edilmemekteydi.

7 Aralık 2000 tarihinde Avrupa Birliği Konseyi’nin Nis Zirvesi’nde kabul edilen Avrupa Birliği Temel Haklar Bildirgesi yalnızca tavsiye niteliğindeydi. Bu bildirge, Avrupa Kurultayı tarafından hazırlanarak 18 Temmuz 2003 tarihinde Avrupa Birliği Konseyi’ne sunulan Avrupa Birliği Anayasası taslağına ikinci bölüm olarak kondu. Anayasa taslağı kabul edilmedi. Ancak bu bildirge 2007 yılı sonunda kabul edilen Lizbon Antlaşmasına eklendi ve 1 Aralık 2009 tarihinde Lizbon Antlaşmasının yürürlüğe girmesiyle sağlam bir hukuki dayanağa kavuştu; AB temel antlaşmalarının eki olarak bağlayıcılık kazandı.

Ancak bu metinde yeraldığı biçimiyle öngörülen sendikal haklar son derece sınırlıdır. İlgili iki madde şöyledir:

‘Madde 12. Toplanma ve dernek kurma özgürlüğü. (1) Herkes, özellikle siyasî, sendikal ve sivil konularda olmak üzere, her düzeyde, barışçıl toplantı yapma ve dernek kurma özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, herkesin, kendi çıkarlarını korumak amacıyla sendika kurma ve sendikalara üye olma hakkını kapsar.

ÅgMadde 28. Toplu görüşme ve eylem hakkı. İşçiler, işverenler veya işçi ve işveren örgütleri; Topluluk hukuku ile ulusal hukuk ve uygulamalarla uyumlu olarak, uygun düzeyde görüşme ve toplu sözleşmeler akdetme hakkına ve menfaat uyuşmazlıkları halinde, çıkarlarını korumak için, grev eylemi dahil olmak üzere toplu eylem yapma hakkına sahiptir.”

Bildirgedeki grev hakkı, yalnızca toplu sözleşme görüşmelerinin anlaşmayla sonuçlanmaması durumunda ortaya çıkan menfaat uyuşmazlıklarında bir hak olarak tanınmıştır; diğer grev türlerinden söz edilmemektedir.

Avrupa Birliği ülkelerinde mevcut sendikal hak ve özgürlükler, AB üyeliği nedeniyle AB müktesebatından değil, ülkelerin kendi iç mevzuatlarından kaynaklanmaktadır.

Avrupa Birliği’nin işçi sınıfımıza hiçbir hayrı yoktur.

Yıldırım Koç

Aydınlık