7 Eylül 2014 Pazar

ATATÜRKTEN GEÇİNEN ASALAKLAR




“Devrimin amacını kavramış olanlar sürekli olarak onu koruma gücüne sahip olacaklardır.”
 Mustafa Kemal ATATÜRK
"Yolunda yürüyen bir yolcunun, yalnız ufku görmesi kâfi değildir. Muhakkak ufkun ötesini de görmesi ve bilmesi lazımdır" Mustafa Kemal ATATÜRK, 1930
Bu yolcu, Atatürkçülüğü kendine yol gösterici olarak benimsemiş, Kemalist düşün sistemini toplum yaşamına egemen kılmayı amaçlayan bir örgütün yönetiminde ise, Atatürk ün bu sözü yakıcı ve yaşamsal bir anlam kazanır. Ufku değil, ufkun ötesini de görüp ve bilmeksizin bu örgütlenmenin en tepesine paraşütle gelmişseniz hem kendinizi, hem de yönetiyorum iddiasında olduğunuz örgütü acınası durumlara düşürürsünüz.
Atatürkçü olmak, Atatürkçülüğü bir yaşam biçimi olarak kavramaktır. Bedel ödemektir. Atatürkçülük bir oyun veya geçici bir heves, emeklilikte meşgul olunacak, tavla oynamaktan sıkıldığınızda zaman geçirecek bir hobi olarak algılanır ve uygulanırsa statükoculuk, icazet, yapaylık, gösteriş, eylemsizlik, bataklığına sürüklersiniz örgütü.
Elden giden Cumhuriyetin yeniden kazanılmasının yol ve yöntemlerini tartışarak çözümler üretmek yerine, 8 Mart’lar da kadınlara karanfil vererek,  29 Ekimlerde görkemli, gösterişli balolar düzenleyerek, geniş halk yığınlarından kopuk Şekilci, şabloncu, slogancı, törensel etkinlik ve eylemler yaparak Atatürkçülük yaptığı sanısına kapılanlar en hafif deyimle “abesle iştigal” edenlerdir. 
Türk halkı son 60 yıl içinde; egemenlerin ideolojik-politik kültürel saldırılarıyla alıklaştırılmış ve gericiliğin değişik tonları içine çekilerek bölünmüş, parçalanmış ve sistemin payandası durumuna getirilmiş, geleneksel tortulardan, dinsel inançların uyuşturuculuğundan, popüler kültürün avutuculuğundan oluşan bir kabuk içine hapsedilmiştir. Bu doğrudur. Kendini Atatürkçü, devrimci, halkçı olarak tanımlayanların da görev ve sorumluluğu tam da bu noktada ortaya çıkar.
 Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı gibi halka dayanan, halka güvenen, inanan ve onu kurtuluşun, bağımsızlığın ve devrimin asıl öznesi durumuna getiren bir "halk adamı" olmayı, halkın devrimci özelliklerini açığa çıkarmayı başarmaktır Atatürkçülük.
Bunu yapmak yerine, yüzeysel, kısa vadeli, kendileri dışında pek fazla okuyanın olmadığı çağrılar çıkartarak halkın güvenini kazanacağını, halkın kendilerini anlayacağını düşünenler ya saf, ya da kendi savundukları düşünceyi kendileri de bilmiyor ve anlamıyor olmalılar.
Halka tepeden bakan, yaşam tarzı ve davranışları ile halkı aşağılayan, anlayıştan yoksun gören sözde Atatürkçümüz, böylesi bir durumda iç dünyasını dışa yansıtır ve hiddetle halkı suçlar.
 2010 yılı Anayasa Referandumu sonrası:
“Evet, oyu verenler gaflet, delalet hatta ihanet' içindedir! “ diyerek bilinçaltına örülmüş halka güvenmeme, halkı aşağılama anlayışını açığa vurur
Bu anlayış aynı zamanda halka, Kemalist düşün sistemine, tam bağımsızlığa, antiemperyalizme ve Kemalist devrime güvensizliğin ideolojik alanda dışa vurumudur. Atatürkçü saflarda mahkûm edilip sökülüp atılması gereken tehlikeli bir virüs ve yaklaşımdır
Halka güven duymamaktan beslenen bu anlayışla; yıllarca yozlaştırılmış tele-vole kültürüyle zehirlenmiş, partilerinin elinde oyuncak olmuş halkın yaşam koşullarının, durumunun doğru algılanması ve buradan doğru mücadele yol ve yöntemleri ile çıkış ve çözümler üretilmesi olanaksızdır.
Halka güven duymamaktan beslenen bu anlayış; yöneticisi olduğunuz örgüt ne kadar gücü olursa olsun yenilginin kaçınılmaz olmasına neden olur.
Bu anlayış diğer taraftan egemenlerin politikalarına yedeklenmeye yol açar.
"Çalışmadan, yorulmadan ve üretmeden, rahat yaşamak isteyen toplumlar; evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini daha sonra da istiklal ve istikballerini kaybetmeye mahkûmdurlar" diyor Mustafa Kemal Atatürk
Kemalist devrimin “asıl öznesi” olan halka yabancılaşmış, halkla tüm iletişim yollarını kapatmış,  üzerinize görev olarak yüklenen halkın tepkisini akıtacağı kanallar yaratma sorumluluğunu yerine getirmemiş olanların halka dönüp, "daha ne duruyorsun? Ne zaman adam olacaksın?"  anlamına gelecek çığırtkanlıklar yapmak tam anlamıyla “utanmazlık” ve “aymazlık”lıktır. 
Son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce Tansel Çölaşan ve ekibi; “Atatürkçüler mutlaka sandığa gitmeli” içerikli açıklamalarını birbiri ardına yaptılar. Seçimlerden sonra ise RTE'nin seçilmiş olmasının sorumluluğunu “sandığa gitmeyenlere” fatura ederek işin içinden çıktılar.
Doğru tavır bu mu olmalıydı?
1-  “Yeni” Türkiye’nin Cumhurbaşkanını halkın doğrudan seçmesi, Mustafa kemal Atatürk’ün kurduğu devlete karşı emperyalist işbirlikçisi, gerici ve bölücülerin temelden bir saldırısıdır. Çünkü onların bu seçimle gerçek amacı; Türkiye cumhuriyetini olabildiğince Atatürk’ten uzaklaştırmak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu temeli olan parlamenter demokrasinin yerine Başkanlık sistemini getirmektir.
2-    Bu tarihsel gerçek göz önünde tutulduğunda 10 Ağustosta yapılan olan bu seçimde “sandığa gidin” çağrısı bir anlamda farkına varmadan/veya bilinçli olarak, Mustafa Kemal’in tarihsel olarak seçtiği kurucu temel ilkelerden biri olan “parlamenter demokrasi” ye karşı açılan bu saldırıya katılmak anlamına gelecektir.
3-  ADD Yönetiminin “sandığa gidin” açıklaması  “biz başkanlık rejimini onaylıyoruz ve kendi başkanımızı seçmek için gidiyoruz” demektir. Bu tavır, seçim sonunda Erdoğan başkan olarak seçildiğinde itiraz edememeyi beraberinde getirecekti’ ki getirdi.
4-  Emperyalizme bağımlı, bu sahte demokrasinin çarpık siyasi sistemi, halka emperyalizmin üç sadık adayını Atatürk’ün koltuğu için milli devlet başkanı adayı olarak sunmuştur. Adaylar öyle seçilmiş ki yağmurdan kaçan mutlaka doluya tutulmak zorunda kalmaktadır. Erdoğan’ın diktatörlüğünden kaçan ya Ekmel beyin “Açılım” ı destekleyen, BOP projesine uygun İslami politikasını kabullenecek, ya da “Açılım” politikasının fiili uygulayıcı olarak Selahattin Demirtaş’ın tuzağına düşecektir.
5-“Gücümüz yok, o halde ehven-i şer olanı destekleyelim” türünden anlayışlar mandacılığın ADD içinde egemen kılındığını gösterir. Mustafa Kemal, kurtuluş savaşının başında örgüt, asker para yoksunluğu içindeyken, İngiliz-Fransız işgalcilerine karşı -bazılarının önerdiği gibi- Amerikan mandasına mı sığındı?  Ya’ da ADD yöneticileri gibi “ehven-i şer”e biat mı etti?  Emperyalizm ve işbirlikçilerinin politikalarına yedeklenme yolunu mu seçti?
Anadolu’nun bağrından “Manda ve himaye kabul edilemez” diye haykırmadı mı?
Bu gerçekler göz önüne alındığında mandacı, ATATÜRKTEN GEÇİNEN ASALAK bir zihniyetin ADD’yi ele geçirdiğini söylemek doğru bir YAKLAŞIMDIR..
Bu nedenledir ki artık ADD, tepeden aşağılara doğru yayılan bir özgüven yitimine, itibar erozyonuna uğramıştır/uğratılmıştır.
ADD’nin yönetim kademelerinde bulunan ve Kemalist ideoloji, halkçı devrimci antiemperyalist mücadele anlayışından bihaber olanların 30 Ağustosta yayınladıkları açıklama ise yukarıda söz ettiğimiz yanılgıları tam da doğrular nitelikte
Tansel Çölaşan şöyle diyor 30 Ağustos açılamasında; “Atatürkçü Düşünce Derneği ve tüm yurtsever kuruluş ve kişiler bu mücadelede YALNIZ bırakılmışlardır.”
Hangi konuda yalnız bırakılmış hanımefendi?  Atatürk’le sorunlu, emperyalizmin Ilımlı İslam ve BOP projesine uygun, AKP’nin açılımını destekleyen, Menderesi demokrasi kahramanı olarak gören bir adayı” desteklememişler.
Kimler desteklememiş? “kendi geleceğine saygısı olmayan yığınlar”
Bu bana, 5 Aralık 1918’de Wilson’a  “Amerikan Mandası” için mektup yollayan, yani ABD mandası için, cellatlarına yalvaran Osmanlı aydınlarını çağrıştırdı doğrusu.
Kurtuluş savaşında tüm yoksunluğa ve yoksulluğa rağmen Türk halkı, güvenebilecekleri bir öncü-lider ve doğru bir yol haritası önlerine konunca işgalcilere karşı ayaklandığını bilmeyenler, “ehven-i şer” yol haritalarına destek vermeyen ve vermeyecek olan halkı suçlamakta bir beis görmezler.
Halkı cahil - hakir gören, Kemalist devrime güvensiz, AKP ile hesaplaşma yerine, gericiliği önlemek için, bir başka gericiyi, “ehven-i şer” i desteklemeyi öneren, Türkiye’de dinci faşizmi besleyen ana damarın emperyalizm olduğunu bilip anlamaktan yoksun bir “ATATÜRKTEN GEÇİNEN ASALAK” kan bedeli kurulan ve yüceltilen Atatürkçü Düşünce Derneğini itibarsız ve yalnız bir dernek durumuna getirdi.
Halkı cahil - hakir gören Tansel Çölaşan a anımsatalım;
Osmanlının baskılarına,
“Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Ekende yok biçende yok
Yiyende ortak Osmanlı” diyerek başkaldıran bu halk günü geldiğinde işgalcilere karşı kurtuluş mücadelesi için elde silah can pahasına savaşmayı da bilmiştir; hakları için on binler, yüz binler halinde sokağa dökülmeyi de.
Türk halkının öfke kabarışlarını, isyanını, direnişini, sokağa dökülmesini eylem içinde birleştirecek,  güçlü ve güven verebilecek bir öncü örgüt yaratılmamışsa, bunun sorumluluğunu “yığınlar”dan önce,  Genel Başkanlığa, hiçbir bedel ödemeden Paraşütle indirilmiş olan, ideoloji yoksunlarında aramak gerekmezmi?  06.09.2014
Mahmut ÖZYÜREK



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder