“Devrimin amacını kavramış
olanlar sürekli olarak onu koruma gücüne sahip olacaklardır.”
Mustafa Kemal ATATÜRK
"Yolunda yürüyen bir yolcunun, yalnız ufku görmesi kâfi değildir.
Muhakkak ufkun ötesini de görmesi ve bilmesi lazımdır" Mustafa
Kemal ATATÜRK, 1930
Bu yolcu, Atatürkçülüğü kendine yol gösterici olarak benimsemiş,
Kemalist düşün sistemini toplum yaşamına egemen kılmayı amaçlayan bir örgütün
yönetiminde ise, Atatürk ün bu sözü yakıcı ve yaşamsal bir anlam kazanır. Ufku
değil, ufkun ötesini de görüp ve bilmeksizin bu örgütlenmenin en tepesine
paraşütle gelmişseniz hem kendinizi, hem de yönetiyorum iddiasında olduğunuz
örgütü acınası durumlara düşürürsünüz.
Atatürkçü olmak, Atatürkçülüğü bir yaşam biçimi olarak kavramaktır.
Bedel ödemektir. Atatürkçülük bir oyun veya geçici bir heves, emeklilikte
meşgul olunacak, tavla oynamaktan sıkıldığınızda zaman geçirecek bir hobi
olarak algılanır ve uygulanırsa statükoculuk, icazet, yapaylık, gösteriş,
eylemsizlik, bataklığına sürüklersiniz örgütü.
Elden giden Cumhuriyetin yeniden kazanılmasının yol ve yöntemlerini
tartışarak çözümler üretmek yerine, 8 Mart’lar da kadınlara karanfil
vererek, 29 Ekimlerde görkemli,
gösterişli balolar düzenleyerek, geniş halk yığınlarından kopuk Şekilci,
şabloncu, slogancı, törensel etkinlik ve eylemler yaparak Atatürkçülük yaptığı
sanısına kapılanlar en hafif deyimle “abesle iştigal” edenlerdir.
Türk halkı son 60 yıl içinde; egemenlerin ideolojik-politik kültürel
saldırılarıyla alıklaştırılmış ve gericiliğin değişik tonları içine çekilerek
bölünmüş, parçalanmış ve sistemin payandası durumuna getirilmiş, geleneksel
tortulardan, dinsel inançların uyuşturuculuğundan, popüler kültürün
avutuculuğundan oluşan bir kabuk içine hapsedilmiştir. Bu doğrudur. Kendini
Atatürkçü, devrimci, halkçı olarak tanımlayanların da görev ve sorumluluğu tam
da bu noktada ortaya çıkar.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün
yaptığı gibi halka dayanan, halka güvenen, inanan ve onu kurtuluşun, bağımsızlığın
ve devrimin asıl öznesi durumuna getiren bir "halk adamı" olmayı,
halkın devrimci özelliklerini açığa çıkarmayı başarmaktır Atatürkçülük.
Bunu yapmak yerine, yüzeysel, kısa vadeli, kendileri dışında pek fazla
okuyanın olmadığı çağrılar çıkartarak halkın güvenini kazanacağını, halkın
kendilerini anlayacağını düşünenler ya saf, ya da kendi savundukları düşünceyi
kendileri de bilmiyor ve anlamıyor olmalılar.
Halka tepeden bakan, yaşam tarzı ve davranışları ile halkı aşağılayan, anlayıştan
yoksun gören sözde Atatürkçümüz, böylesi bir durumda iç dünyasını dışa yansıtır
ve hiddetle halkı suçlar.
2010 yılı Anayasa Referandumu
sonrası:
“Evet, oyu verenler gaflet, delalet hatta ihanet' içindedir! “
diyerek bilinçaltına örülmüş halka güvenmeme, halkı aşağılama anlayışını açığa
vurur
Bu anlayış aynı zamanda halka, Kemalist düşün sistemine, tam
bağımsızlığa, antiemperyalizme ve Kemalist devrime güvensizliğin ideolojik
alanda dışa vurumudur. Atatürkçü saflarda mahkûm edilip sökülüp atılması
gereken tehlikeli bir virüs ve yaklaşımdır
Halka güven duymamaktan beslenen bu anlayışla; yıllarca yozlaştırılmış tele-vole
kültürüyle zehirlenmiş, partilerinin elinde oyuncak olmuş halkın yaşam
koşullarının, durumunun doğru algılanması ve buradan doğru mücadele yol ve
yöntemleri ile çıkış ve çözümler üretilmesi olanaksızdır.
Halka güven duymamaktan beslenen bu anlayış; yöneticisi olduğunuz örgüt
ne kadar gücü olursa olsun yenilginin kaçınılmaz olmasına neden olur.
Bu anlayış diğer taraftan egemenlerin politikalarına yedeklenmeye yol
açar.
"Çalışmadan, yorulmadan ve üretmeden, rahat yaşamak isteyen
toplumlar; evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini daha sonra da istiklal
ve istikballerini kaybetmeye mahkûmdurlar" diyor Mustafa Kemal
Atatürk
Kemalist devrimin “asıl öznesi” olan halka yabancılaşmış, halkla tüm
iletişim yollarını kapatmış, üzerinize
görev olarak yüklenen halkın tepkisini akıtacağı kanallar yaratma sorumluluğunu
yerine getirmemiş olanların halka dönüp, "daha ne duruyorsun? Ne zaman adam
olacaksın?" anlamına
gelecek çığırtkanlıklar yapmak tam anlamıyla “utanmazlık” ve
“aymazlık”lıktır.
Son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce Tansel Çölaşan ve ekibi; “Atatürkçüler
mutlaka sandığa gitmeli” içerikli açıklamalarını birbiri ardına
yaptılar. Seçimlerden sonra ise RTE'nin seçilmiş olmasının sorumluluğunu “sandığa
gitmeyenlere” fatura ederek işin içinden çıktılar.
Doğru tavır bu mu olmalıydı?
1- “Yeni”
Türkiye’nin Cumhurbaşkanını halkın doğrudan seçmesi, Mustafa kemal Atatürk’ün
kurduğu devlete karşı emperyalist işbirlikçisi, gerici ve bölücülerin temelden
bir saldırısıdır. Çünkü onların bu seçimle gerçek amacı; Türkiye cumhuriyetini olabildiğince
Atatürk’ten uzaklaştırmak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu temeli olan
parlamenter demokrasinin yerine Başkanlık sistemini getirmektir.
2- Bu tarihsel gerçek göz önünde tutulduğunda 10
Ağustosta yapılan olan bu seçimde “sandığa gidin” çağrısı bir anlamda
farkına varmadan/veya bilinçli olarak, Mustafa Kemal’in tarihsel olarak seçtiği
kurucu temel ilkelerden biri olan “parlamenter demokrasi” ye karşı
açılan bu saldırıya katılmak anlamına gelecektir.
3- ADD
Yönetiminin “sandığa gidin” açıklaması “biz
başkanlık rejimini onaylıyoruz ve kendi başkanımızı seçmek için gidiyoruz”
demektir. Bu tavır, seçim sonunda Erdoğan başkan olarak seçildiğinde itiraz
edememeyi beraberinde getirecekti’ ki getirdi.
4- Emperyalizme
bağımlı, bu sahte demokrasinin çarpık siyasi sistemi, halka emperyalizmin üç
sadık adayını Atatürk’ün koltuğu için milli devlet başkanı adayı olarak
sunmuştur. Adaylar öyle seçilmiş ki yağmurdan kaçan mutlaka doluya tutulmak
zorunda kalmaktadır. Erdoğan’ın diktatörlüğünden kaçan ya Ekmel beyin “Açılım”
ı destekleyen, BOP projesine uygun İslami politikasını kabullenecek, ya da
“Açılım” politikasının fiili uygulayıcı olarak Selahattin Demirtaş’ın tuzağına
düşecektir.
5-“Gücümüz yok, o halde ehven-i şer olanı
destekleyelim” türünden anlayışlar mandacılığın ADD içinde egemen
kılındığını gösterir. Mustafa Kemal, kurtuluş savaşının başında örgüt, asker
para yoksunluğu içindeyken, İngiliz-Fransız işgalcilerine karşı -bazılarının
önerdiği gibi- Amerikan mandasına mı sığındı?
Ya’ da ADD yöneticileri gibi “ehven-i şer”e biat mı etti? Emperyalizm ve işbirlikçilerinin
politikalarına yedeklenme yolunu mu seçti?
Anadolu’nun bağrından “Manda ve himaye kabul edilemez”
diye haykırmadı mı?
Bu gerçekler göz önüne alındığında mandacı, ATATÜRKTEN
GEÇİNEN ASALAK bir zihniyetin ADD’yi ele geçirdiğini söylemek doğru bir YAKLAŞIMDIR..
Bu nedenledir ki artık ADD, tepeden aşağılara doğru yayılan bir özgüven
yitimine, itibar erozyonuna uğramıştır/uğratılmıştır.
ADD’nin yönetim kademelerinde bulunan ve Kemalist ideoloji, halkçı
devrimci antiemperyalist mücadele anlayışından bihaber olanların 30 Ağustosta
yayınladıkları açıklama ise yukarıda söz ettiğimiz yanılgıları tam da doğrular
nitelikte
Tansel Çölaşan şöyle diyor 30 Ağustos açılamasında; “Atatürkçü
Düşünce Derneği ve tüm yurtsever kuruluş ve kişiler bu mücadelede YALNIZ bırakılmışlardır.”
Hangi konuda yalnız bırakılmış hanımefendi? “Atatürk’le sorunlu, emperyalizmin Ilımlı
İslam ve BOP projesine uygun, AKP’nin açılımını destekleyen, Menderesi
demokrasi kahramanı olarak gören bir adayı” desteklememişler.
Kimler desteklememiş? “kendi geleceğine saygısı olmayan yığınlar”
Bu bana, 5 Aralık 1918’de Wilson’a
“Amerikan Mandası” için mektup yollayan, yani ABD mandası için,
cellatlarına yalvaran Osmanlı aydınlarını çağrıştırdı doğrusu.
Kurtuluş savaşında tüm yoksunluğa ve yoksulluğa rağmen Türk halkı,
güvenebilecekleri bir öncü-lider ve doğru bir yol haritası önlerine konunca
işgalcilere karşı ayaklandığını bilmeyenler, “ehven-i şer” yol haritalarına
destek vermeyen ve vermeyecek olan halkı suçlamakta bir beis görmezler.
Halkı cahil - hakir gören, Kemalist devrime güvensiz, AKP ile hesaplaşma
yerine, gericiliği önlemek için, bir başka gericiyi, “ehven-i şer” i
desteklemeyi öneren, Türkiye’de dinci faşizmi besleyen ana damarın emperyalizm
olduğunu bilip anlamaktan yoksun bir “ATATÜRKTEN
GEÇİNEN ASALAK” kan bedeli kurulan ve yüceltilen Atatürkçü Düşünce
Derneğini itibarsız ve yalnız bir dernek durumuna getirdi.
Halkı cahil - hakir gören Tansel Çölaşan a anımsatalım;
Osmanlının baskılarına,
“Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Ekende yok biçende yok
Yiyende ortak Osmanlı” diyerek başkaldıran bu halk günü
geldiğinde işgalcilere karşı kurtuluş mücadelesi için elde silah can pahasına
savaşmayı da bilmiştir; hakları için on binler, yüz binler halinde sokağa
dökülmeyi de.
Türk halkının öfke kabarışlarını, isyanını, direnişini, sokağa dökülmesini
eylem içinde birleştirecek, güçlü ve
güven verebilecek bir öncü örgüt yaratılmamışsa, bunun sorumluluğunu “yığınlar”dan
önce, Genel Başkanlığa, hiçbir bedel
ödemeden Paraşütle indirilmiş olan, ideoloji yoksunlarında aramak gerekmezmi? 06.09.2014
Mahmut ÖZYÜREK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder