23 Nisan 2014 Çarşamba

Mandacılarla Hesaplaşılmadan Ulusal Egemenliğimiz Güvence Altına Alınamaz



Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde, soylu Türk ulusunu, yok olmanın eşiğinden kurtaran,  yaptığı devrimlerle, ulusumuzu uygar insanlık ailesinin saygın üyesi düzeyine yükselten, bağımsızlığımızın, özgürlüğümüzün, demokrasimizin kalesi Türkiye Büyük Millet Meclisinin kuruluşunun 94. yılını kutluyoruz.
Türk Kurtuluş Savaşı ile Cumhuriyet Devrimlerinin; ruhunu, meşruluğunu “ulusal egemenlik“ ilkesi oluşturur. Ulusal egemenliğin korunup işletilebilmesi ulus egemenliğini, ulus adına kullanan organların denetleme yollarının kayıtsız ve koşulsuz ulusun elinde bulunmasını sağlamaktan geçer.
Yürürlükte olan anayasamızın 6. Maddesi “Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.” Demektedir. Nedir Yetkili Organlar? Yasama(Meclis), Yürütme(Bakanlar Kurulu) ve bağımız yargı.
Mustafa Kemal Atatürk 1922 yılında “Egemenlik, hiçbir mana, hiçbir şekil ve hiçbir renkte ve işarette ortaklık kabul etmez” diyerek bağımsızlığın ve ulusal egemenliğin anlam ve önemini vurguluyordu.
Bağımsızlık ve egemenliğin çocukla ilgisine gelince, bireyin özgür iradesiyle hareket edebilmesi, karar alabilmesi için, iyi yetişmiş, donanımlı, geniş anlamda eğitimli olması gerekir. Eğitim, Çocuğa kişilik, özgür düşünme, özgür hareket etme yetisi de kazandırmaktır. Eğitim sistemi tebaa, ümmet yetiştirme üzerine odaklanırsa, bağımsızlığın, egemenliğin ulusa ait olduğu anlayışına uygun bireyler yetiştirmek olanaksızdır.
 “Milli Egemenlik” anlayışı, bir kaç kişinin oturup, kararlaştırdıkları veya başka ülkelerdeki anayasaları inceleyip bir özenti şeklinde koydukları kural değil, Emperyalizme karşı bir ulusun kan bedeli elde ettiği bir sonuçtur.
Peki, tüm bu gerçeklikler ortada iken, ne olmuştur da kan bedeli kazandığımız ulusal egemenliğimiz ve bağımsızlığımız yeniden yok olmanın eşiğine gelmiştir/getirilmiştir?
Bu sorunun yanıtını, ulusumuzu bu karanlığa sürükleyen olay ve olgulardan bazılarını alt alta yazarak verelim.
Tarih 12 Temmuz 1947:  ilk Türk Amerikan ikili antlaşması yapıldı. Bu antlaşma çerçevesinde ABD, Türkiye’ye askeri yardım yapmaya başladı. 1951 yılından sonra bu ilişkiler “Ortak Savunma Programı” adı altında yürütüldü. Daha sonra da DP, CHP oyları ile ülkemiz NATO’ya katıldı. Böylece Türkiye ”Küçük Amerika(!) olma” sürecine girdi.
Tarih 27 Aralık 1949:   ABD ile imzalanan ikili anlaşma gereği, sekiz kişiden oluşan bir Eğitim Komisyonu kuruldu. Bu komisyonun adı “Fulbright Eğitim Komisyonu” idi. Sekiz üyeden dördü Amerikalı, dördü de Türk'tü.  Bu Komisyonun görevi, Türk çocuklarının ilk, orta ve lisede okuyacağı derslerin müfredatını yani programlarını belirlemekti. Türk çocuklarının eğitimi resmen Amerikalılara teslim edildi.
Marshall, Truman Doktrini derken, 4-Haziran-2003 tarihinde bölücü ”İkiz Yasalar” AB Uyum Yasaları çerçevesinde TBMM tarafından kabul edilerek yasalaştı. Bir eyaletleşme ve ulusal egemenliğin tasfiyesi projesi olan “Kalkınma Ajansları”, “Kent Konseyleri” yine TBMM tarafından yasalaştırıldı. 
Tarih 29-EKİM 2005: Başbakan Erdoğan ve dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül Tarafından AB Anayasası İmzalanarak Millet’ in Egemenliği, Kayıtsız Şartsız emperyalist AB’ye devredildi.
Dünya Kiliseler Birliği, Rockfeller ve Soros Vakfı, başta CIA ve MOSSAD olmak üzere tüm istihbarat örgütlerinin ve ülkemizdeki azınlık kiliselerinin dayatması, AB-D baskılarıyla Şubat-2008 de teslimiyetin belgesi “Vakıflar Yasası” kabul edilmiştir. Mustafa Kemal bu tür antlaşmaları imzalayan mandacıların “gaflet içinde-kör ve budala” olduklarını şöyle dile getiriyor.
“Ahmaklar, memleketi Amerikan mandasına, İngiliz koruyuculuğuna bırakmakla kurtulacak sanıyorlar. Kendi rahatlarını sağlamak için bütün bir vatanı ve tarih boyunca devam edip gelen Türk bağımsızlığını feda ediyorlar.  “Oh, ne ala!... Mücadele yerine mandayı kabul edeceğiz ve rahata kavuşacağız!... Bu ne gaflet, ne körlük ve hatta ne budalalık! İstanbul'un(günümüzde Ankara’nın) yüce kişileri de bu fikirde. İçlerinden biri çıkıp da "Ya İstiklal, ya ölüm" diyemiyor."
Türk halkının Emperyalizme karşı kan bedeli elde ettiği bir sonuç olan Ulusal egemenliğimiz ve bağımsızlığımız, yukarıda yalnızca bir kaçını verdiğimiz antlaşmalar sonucu; Siyaseten güdümlü, ekonomik anlamda çökmüş ve emperyalizme bağımlı, askeri alanda emperyalist örgütlenmelerin emri altında bir ülkeye dönüştürülmüştür. Yani Atatürk’ün öncülüğünde kan bedeli kazanılıp kurulan ulusal egemenliğimizin temellerine dinamit koyma işlevi TBMM eliyle gerçekleştirilmiştir.
Bu tarihsel ihanet, teslimiyet ve dönüşüm yalnızca son on iki yılın ürünü değil, 1940’lı yıllardan bu yana Türk halkına, Batı’ya öykünerek kalkınılacağı, Küresel sırtlanlara teslim olunarak egemenliğin ve bağımsızlığın güvence altına alınacağı yalanını söyleyen mandacı siyaset anlayışının sonucudur. Kendimizi kandırmayalım. Parti ayırımı gözetmeden bu ihanet erbabı siyaset anlayışı tasfiye edilmeden, mandacılarla hesaplaşılmadan bağımsızlığımız, ulusal egemenliğimiz asla güvence altına alınamaz.  
Türkiye’de gericiliği ayakta tutan esas güç emperyalizmin varlığıdır. Emperyalizmi yıkmadan gericiliği ayakta tutan geri toplumsal ilişkileri ortadan kaldırmak olanaksızdır. Mustafa Kemal Atatürk döneminde TBMM şahsında temsil edilen ulusal egemenlik, Osmanlı saltanatını devirmekle beraber, kesin zaferini emperyalizmi yenerek kazanabilmiştir.
Kendi varlığını, gücünü halktan değil, ABD ile AB’ye daha iyi hizmet edebilmekten alan Atatürk maskeli mandacıların “ulusal egemenlik” nutukları atmaları kimseyi aldatmasın.  TC. Logoları devlet kurumlarından silinirken, Türk bayrağı  “tahrik unsuru” olarak kabul edilip gönderden indirilirken, Atatürk posterleri resmi kurumlardan kaldırılırken suskun kalanlar halk değil, Atatürk maskeli mandacılardı.  
ABD Başkanı Obama TBMM’de ABD senatörlerine hitap edercesine ”şunları, şunları yapın, şu şekilde davranın” talimatlar vermiş, bizim anlı, şanlı Ulusal egemenliği ve bağımsızlığı korumaya, namusu ve şerefi üzerine yemin eden milletvekillerimiz, kendilerine verilen bu emirleri ayakta alkışlamışlardır. İçlerinden bir namus erbabı milletvekili çıkıp ta; “Burası ABD senatosu değil, Türkiye Büyük Millet Meclisi. Sen bu Gazi Meclise talimat veremezsin!” deme cesareti gösterememiştir.
Küreselleşmeye, Emperyalist yağmacı sırtlanlara ancak belli noktalardan muhalefet eden,  onların tüm dayatmalarını kabullenen ve buna uyumlu bir politika öneren hiçbir anlayış ne ulusal egemenliği, ne de ulusal bağımsızlığı koruyup gözetebilir.
Bu koşullar altında temel ilke Atatürkçülüğün,  “köhnemiş düzen, gericilik ve emperyalizmle ödün vermeden mücadele eden bir devrimci hareket olduğu” gerçeğinin yeniden ve yeniden öne çıkarılmasıdır.
1921 yılında Büyük Millet Meclisi’ne Mustafa Kemal’in sunduğu “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’ yani Anayasa’nın amaç ve kapsamı metninde belirttiği gibi; “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, hayat ve istikbalini kurtarmayı yegâne maksat ve gaye bildiği halkı, emperyalizm ve kapitalizm tahakkümünden ve zulmünden kurtararak, idare ve hâkimiyetin hakiki sahibi kılmakla, gayesine vasıl olacağı kanaatindedir.”

Çözüm yolu yine, Mustafa Kemal'in Erzurum'da 5 Temmuz 1919 günü arkadaşlarına önerdiği ve en başta da kendisinin bağlı kaldığı yoldur:
"Açıkça ortaya çıkmak, ulusun hakları adına yüksek sesle bağırmak ve bütün ulusun bu sese katılmasını sağlamak gerekir."
Bu duygularla TBMM’nin açılışının 94. yılını kutluyoruz.



YÖNETİM KURULU ADINA:
                                                             Mahmut ÖZYÜREK
ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ
ISPARTA ŞUBE BAŞKANI


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder