Seçmen kayıtlarından oyların
sayımına kadar her aşaması şaibeli, hileli, güvenilmez bir seçimi geride
bıraktık.
Seçim
sürecinin başında AKP hükümetinin meşruiyetinin kalmadığını, böyle bir hükümetle
gidilecek seçimlerin de “meşru olamayacağı” yüzlerce kez yazılıp
söylendi.
Bu nedenle, Ortaya çıkan
tabloyu “AKP’nin zaferi” olarak okuyup
algılamak/algılatmak, geniş halk yığınlarının umutsuzluğa, yılgınlığa
sürüklenmesinden medet uman çıkar odaklarının ekmeğine yağ sürmek olur. Ortada
bir zafer değil, giderek yoğunluğu artacak olan bir “AKP faşizmi” söz
konusudur.
Seçim sonuçları her ne kadar, AKP
faşizminin, 19 Mayıslar, 29 Ekimler haziran direnişi, yolsuzluklar, savaş
çığırtkanlığı sonucunda yitirdiği meşruiyetini yeniden kazanması olarak
yorumlansa da AKP’nin artık Türkiye'yi yönetme ehliyetini yitirdiği inkâr
edilemez bir gerçekliktir.
Bu seçimler aynı zamanda, Küresel
Çete tarafından planlanmış ve yerli işbirlikçilerince uygulamaya konulmuş yıkım
projesinin de iflasını göstermesi bakımından önemlidir. Bu proje; kendi halkçı-devrimci programına
yabancılaştırılmış, Altı Ok’tan uzaklaştırılmış, Cemaatle teşne, sağcılaşan bir
CHP’yi iktidara taşıyarak yağma düzenini sürdürmeyi amaçlıyordu.
CHP seçmeni
ve geniş halk yığınları AKP ile AKP’lileşerek mücadele tuzağına düşmedi. Kemalist Cumhuriyetin halkçı, devrimci özünü
inkâr ederek, Cumhuriyetin altını oyan cemaat ve tarikatlara tutunarak siyaset
yapılamayacağını tartışmasız bir açıklıkla CHP yönetimine gösterdi. Böylece
Türk halkı bir yandan Küresel çetenin, diğer yandan Y-CHP yönetiminin oyununu
bozmuştur.
Y-CHP
seçimlerden önce ve seçimler sürecinde hiçbir muhalefetin eline geçmesi olanaksız
olan yolsuzluk ve rüşvet rezaletleri, Suriye batağı, işsizlik ve yoksulluk vb. yeterince
gerekçe olmasına karşın, hükümetin meşruiyetini sorgulayan hiçbir girişimde
bulunmamış. Tam tersine Mecliste komisyonlara katılarak, sonuç alınamayacağı
bilindiği halde parlamentodan çekilmeyerek AKP’nin meşruiyet kazanmasına
yadsınamayacak katkılar koymuştur.
Bununla
da yetinilmemiş kitlelerin diktatörlüğe karşı direniş eylemleri ile olan bağını
kopartmak ve onları sandıktaki mühre ikna ederek, sandığa sıkıştırarak etkisiz
kılmak için olağanüstü bir çaba gösterilmiştir. Böylece diktatörlüğün sistemi,
seçim oyunu ile meşrulaştırılmıştır. Antifaşist bir eylemci olan Emma Goldman “Oy vermek bir
şeyleri değiştirseydi yasaklanırdı”
diyor. Gerçekten de AKP diktatörlüğü seçimlerle, sandıkta kaybedeceğini
düşünseydi seçimleri yasaklamakta bir an bile tereddüt etmezdi.
Kaldı
ki; Hem iktidar, hem muhalefet liderleri sandığa giden kitlelerin mahalle
delegeliğinden, milletvekilliğine kadar kimleri seçeceğine tek seçici olarak
karar vermekte. Böylece halk aptal, kendi iradesini, seçeneğini bilemeyecek
denli cahil yerine konulmakta ve oy vermek için beyinlerini çalıştırmalarının
gereksiz olduğu hemen her zaman öğütlenmekte.
İşin ilginci, çok partili siteme
geçildiği 1950 den bu yana, Türk halkının seçimlerde kendi özgür iradesini
sandığa yansıtmasına izin verilmemiştir. Ayrıcalıksız her seçimde halkın yüzde 95’ini
oluşturan işçi, köylü, emeği ile geçinen, üretenlerin önüne bir tehdit, tehlike
yaratılarak konulmuştur. Sonrada “şu olağanüstü dönem de geçsin”
denilerek, biri diğerinden farksız
seçeneklerden birinin “ulusal iradeye
tehdit ipoteği konularak”
seçtirilmesi/seçilmesi sağlanmıştır. Böylece küresel çetenin ve Sistemin
kolayca kontrol edebileceği “zararsız
oyuncaklar” geniş halk yığınlarının
gerçeği görmelerini perdeleyerek iktidar olmuşlardır. Bu “zararsız oyuncakların” toplumsal yapıda çürüme, yılgınlık ve
üretmesi kaçınılmaz bir olgudur.
Bir
yanlış ne kadar çok tekrar edilirse, o kadar çok doğruya yaklaşamayız. Gerçeği kendi çıkarına
göre parçalayarak yeniden kurgulayan, Emperyalizmle, küresel yağmacılarla
ve işbirlikçileri ile karşı karşıya gelmeyi göze alamayan, onunla ve piyonları
uzlaşarak ayakta kalmayı düşünen TESEV
Atatürkçülüğünden, Atatürk’ün partisinin kurtarılması zorunlu ve ivedi
önceliğimizdir.
Devrimci-halkçı mücadele anlık ya da
bir döneme ait bir olgu değildir, biriktirilemez, stoklanamaz. Dolayısıyla
devrimcilik süreğen bir yaşam biçimidir. Bu nedenle kısa mesafe koşarak, büyük
çıkar elde etme kaygısı ile bu davada rol kapmaya çalışan devrimci(!) maskeli
siyaset tacirlerinden partinin arındırılması, rol kapmalarına fırsat
verilmemesi noktasında herkesin duyarlı olması gerekir.
Yürüyeceği yolu bilmeyenler
yılgınlık yaşar. Bizler hangi yolda yürüyeceğimizi biliyoruz. Biz “Bizi
mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı
milletçe savaşmayı uygun gören bir doktrin izleyen insanlarız.”
Birbirimize, kuşağımıza, halkımıza, kendimize güveniyoruz. Mustafa Kemal
Paşanın Erzurum kongresinde özenle vurguladığı gibi “Milletin geleceğine yön verecek
olan milli iradenin hiçbir dış müdahale olmadan ortaya çıkması Anadolu’dan
beklenmektedir. Bu nedenle bir Milli Meclisin oluşturulması ve gücünü yalnızca
milli iradeden alan sorumlu bir hükümetin kurulması ısrarla istenmektedir”
Mücadele
daha yeni başlıyor. Çaresiz değiliz ve olmayacağız. Son sözü Mustafa Kemal
Atatürk’e bırakalım "Ben,1919 senesi Mayısın 19 da Samsun'a çıktığım gün elimde maddi
hiç bir kuvvet yoktu. Sadece Türk Milleti’nin büyük asaletinden doğan ve benim
vicdanımı dolduran yüksek ve hissi bir kuvvet vardı. İşte ben, bu millî kuvvete
bu asıl Türk Milleti’ne güvenerek mücadeleye başladım. Milli mücadeleyi yapan
doğrudan doğruya Türk Milleti’nin kendisidir, bu milletin evlatlarıdır. Milli
mücadele şahsı hırs değil, milli izzet-ı nefis gerçekleşmiştir."
“Millet yekvücut olup hâkimiyet-i
milliye esasını ve Türklük şuurunu hedef ittihaz ederek gerekeni
yapacaktır." 02.04.2014 Isparta
Mahmut ÖZYÜREK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder