2 Nisan 2014 Çarşamba

Bu Koşullarda “Oy Vermek Bir Şeyleri Değiştirseydi Yasaklanırdı”



Seçmen kayıtlarından oyların sayımına kadar her aşaması şaibeli, hileli, güvenilmez bir seçimi geride bıraktık.
Seçim sürecinin başında AKP hükümetinin meşruiyetinin kalmadığını, böyle bir hükümetle gidilecek seçimlerin de “meşru olamayacağı” yüzlerce kez yazılıp söylendi.
Bu nedenle, Ortaya çıkan tabloyu  “AKP’nin zaferi” olarak okuyup algılamak/algılatmak, geniş halk yığınlarının umutsuzluğa, yılgınlığa sürüklenmesinden medet uman çıkar odaklarının ekmeğine yağ sürmek olur. Ortada bir zafer değil, giderek yoğunluğu artacak olan bir “AKP faşizmi” söz konusudur.
Seçim sonuçları her ne kadar, AKP faşizminin, 19 Mayıslar, 29 Ekimler haziran direnişi, yolsuzluklar, savaş çığırtkanlığı sonucunda yitirdiği meşruiyetini yeniden kazanması olarak yorumlansa da AKP’nin artık Türkiye'yi yönetme ehliyetini yitirdiği inkâr edilemez bir gerçekliktir.
Bu seçimler aynı zamanda, Küresel Çete tarafından planlanmış ve yerli işbirlikçilerince uygulamaya konulmuş yıkım projesinin de iflasını göstermesi bakımından önemlidir.  Bu proje; kendi halkçı-devrimci programına yabancılaştırılmış, Altı Ok’tan uzaklaştırılmış, Cemaatle teşne, sağcılaşan bir CHP’yi iktidara taşıyarak yağma düzenini sürdürmeyi amaçlıyordu.
CHP seçmeni ve geniş halk yığınları AKP ile AKP’lileşerek mücadele tuzağına düşmedi.  Kemalist Cumhuriyetin halkçı, dev­rim­ci­ özünü inkâr ederek, Cumhuriyetin altını oyan cemaat ve tarikatlara tutunarak siyaset yapılamayacağını tartışmasız bir açıklıkla CHP yönetimine gösterdi. Böylece Türk halkı bir yandan Küresel çetenin, diğer yandan Y-CHP yönetiminin oyununu bozmuştur.
Y-CHP seçimlerden önce ve seçimler sürecinde hiçbir muhalefetin eline geçmesi olanaksız olan yolsuzluk ve rüşvet rezaletleri, Suriye batağı, işsizlik ve yoksulluk vb. yeterince gerekçe olmasına karşın, hükümetin meşruiyetini sorgulayan hiçbir girişimde bulunmamış. Tam tersine Mecliste komisyonlara katılarak, sonuç alınamayacağı bilindiği halde parlamentodan çekilmeyerek AKP’nin meşruiyet kazanmasına yadsınamayacak katkılar koymuştur.  
Bununla da yetinilmemiş kitlelerin diktatörlüğe karşı direniş eylemleri ile olan bağını kopartmak ve onları sandıktaki mühre ikna ederek, sandığa sıkıştırarak etkisiz kılmak için olağanüstü bir çaba gösterilmiştir. Böylece diktatörlüğün sistemi, seçim oyunu ile meşrulaştırılmıştır.  Antifaşist bir eylemci olan Emma Goldman “Oy vermek bir şeyleri değiştirseydi yasaklanırdı”  diyor. Gerçekten de AKP diktatörlüğü seçimlerle, sandıkta kaybedeceğini düşünseydi seçimleri yasaklamakta bir an bile tereddüt etmezdi. 
Kaldı ki; Hem iktidar, hem muhalefet liderleri sandığa giden kitlelerin mahalle delegeliğinden, milletvekilliğine kadar kimleri seçeceğine tek seçici olarak karar vermekte. Böylece halk aptal, kendi iradesini, seçeneğini bilemeyecek denli cahil yerine konulmakta ve oy vermek için beyinlerini çalıştırmalarının gereksiz olduğu hemen her zaman öğütlenmekte.
İşin ilginci, çok partili siteme geçildiği 1950 den bu yana, Türk halkının seçimlerde kendi özgür iradesini sandığa yansıtmasına izin verilmemiştir.  Ayrıcalıksız her seçimde halkın yüzde 95’ini oluşturan işçi, köylü, emeği ile geçinen, üretenlerin önüne bir tehdit, tehlike yaratılarak konulmuştur.  Sonrada şu olağanüstü dönem de geçsin” denilerek, biri diğerinden farksız seçeneklerden birinin “ulusal iradeye  tehdit ipoteği konularak” seçtirilmesi/seçilmesi sağlanmıştır. Böylece küresel çetenin ve Sistemin kolayca kontrol edebileceği “zararsız oyuncaklar”  geniş halk yığınlarının gerçeği görmelerini perdeleyerek iktidar olmuşlardır. Bu “zararsız oyuncakların” toplumsal yapıda çürüme, yılgınlık ve üretmesi kaçınılmaz bir olgudur.
Bir yanlış ne kadar çok tekrar edilirse, o kadar çok doğruya yaklaşamayız.  Gerçeği kendi çıkarına göre parçalayarak yeniden kurgulayan, Emperyalizmle, küresel yağmacılarla ve işbirlikçileri ile karşı karşıya gelmeyi göze alamayan, onunla ve piyonları uzlaşarak ayakta kalmayı düşünen TESEV Atatürkçülüğünden, Atatürk’ün partisinin kurtarılması zorunlu ve ivedi önceliğimizdir.
Devrimci-halkçı mücadele anlık ya da bir döneme ait bir olgu değildir, biriktirilemez, stoklanamaz. Dolayısıyla devrimcilik süreğen bir yaşam biçimidir. Bu nedenle kısa mesafe koşarak, büyük çıkar elde etme kaygısı ile bu davada rol kapmaya çalışan devrimci(!) maskeli siyaset tacirlerinden partinin arındırılması, rol kapmalarına fırsat verilmemesi noktasında herkesin duyarlı olması gerekir. 
Yürüyeceği yolu bilmeyenler yılgınlık yaşar. Bizler hangi yolda yürüyeceğimizi biliyoruz. Biz “Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe savaşmayı uygun gören bir doktrin izleyen insanlarız.” Birbirimize, kuşağımıza, halkımıza, kendimize güveniyoruz. Mustafa Kemal Paşanın Erzurum kongresinde özenle vurguladığı gibi “Milletin geleceğine yön verecek olan milli iradenin hiçbir dış müdahale olmadan ortaya çıkması Anadolu’dan beklenmektedir. Bu nedenle bir Milli Meclisin oluşturulması ve gücünü yalnızca milli iradeden alan sorumlu bir hükümetin kurulması ısrarla istenmektedir”
Mücadele daha yeni başlıyor. Çaresiz değiliz ve olmayacağız. Son sözü Mustafa Kemal Atatürk’e bırakalım "Ben,1919 senesi Mayısın 19 da Samsun'a çıktığım gün elimde maddi hiç bir kuvvet yoktu. Sadece Türk Milleti’nin büyük asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve hissi bir kuvvet vardı. İşte ben, bu millî kuvvete bu asıl Türk Milleti’ne güvenerek mücadeleye başladım. Milli mücadeleyi yapan doğrudan doğruya Türk Milleti’nin kendisidir, bu milletin evlatlarıdır. Milli mücadele şahsı hırs değil, milli izzet-ı nefis gerçekleşmiştir."  
 “Millet yekvücut olup hâkimiyet-i milliye esasını ve Türklük şuurunu hedef ittihaz ederek gerekeni yapacaktır." 02.04.2014 Isparta

Mahmut ÖZYÜREK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder