Parlamento içi muhalefetin “istemem, yan cebime koy” anlayışı ile karşı
çıktığı, parlamento dışı toplumsal
muhalefetin, Atatürkçülerin, neredeyse büyük bir çoğunluğunun “yetmez ama evet” çiler örneği
destekledikleri “KENTKONSEYLERİ”,
özünde “devletsizleştirme projesinin tabana yayılmasının önemli bir
ayağını oluşturmaktadır.
Bu yazıyı kaleme alırken, kendini “Atatürkçü” olarak tanımlayan, Atatürkçülük iddiasında
bulunan, ancak Atatürkçülükten “sistemin öngördüğü kadar” nasiplenmiş
kimilerinin sert-acımasız eleştiri ile karşılaşacağımı da biliyorum.
Ancak Mustafa Kemal Atatürk’ün; “İnsanlar, gerçekliğine inandıkları
şeyleri söylemekten çekinmemelidirler. Gerçekleri söylemek, insanın başına
büyük işler de açabilir. Yine de doğru bildiğimiz yoldan şaşmamalıyız.
İnsanlık, gerçekleri söylediği için cezalandırılan, acı çeken, ama doğrulardan
ödün vermeyen insanların çabalarıyla bugünkü düzeyine ulaşmıştır.” , “Yolunda
yürüyen bir yolcunun yalnız ufku görmesi kâfi değildir. Muhakkak ufkun ötesini
de görmesi ve bilmesi lâzımdır” sözlerinden hareketle, yurtseverliğimin bir
gereği olarak gördüğüm doğruları bu güne değin olduğu gibi, bundan böylede
söylemekten geri durmayacağım.
Konu ile ilgili olarak Türkiye’nin altına imza koyduğu kimi uluslararası
sözleşmeleri anımsamakta yarar var.
• Avrupa Yerel
Yönetimler Özerklik Şartı, 15 Ekim 1985 tarihinde imzaya açıldı. Türkiye
anlaşmayı 21 Kasım 1988′de imzaladı.
• 1999 Helsinki
Zirvesi... Türkiye’ye “üye adayı” unvanı veriliyor.
• 4 Haziran 2003:
“İnsan hakları”na ilişkin iki Birleşmiş Milletler sözleşmesi TBMM’nden
alelacele, yangından mal kaçırır gibi AKP ve CHP’nin oylarıyla, geçirildi.
Türkiye, AB istiyor diye, Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi ile
Ekonomik Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi'ne (bundan böyle her
iki sözleşmeyi ifade etmek için "ikiz sözleşmeler" ifadesi
kullanılacaktır.) katılım işlemlerini tamamlayarak bu sözleşmelere de taraf
olmuştur.
• 3.7.2005 tarihli
ve 5393 sayılı Belediye Kanununun 76.maddesine dayanılarak hazırlanan “Kent
Konseyi Yönetmeliği 08/10/ 2006 tarihli 26313 sayılı RG de yayımlanarak
yürürlüğe girmiştir.
• 5449 sayılı
“KALKINMA AJANSLARININ KURULUŞU, KOORDİNASYONU VE GÖREVLERİ HAKKINDA KANUN” 25
Ocak 2006 da kabul edildi.
• 19 Ekim 2007 de
yapılan Lizbon Antlaşması, 1 Aralık 2007 de yürürlüğe girdi. Lizbon Antlaşması’na göre, Avrupa Birliği,
üye devletlerin antlaşmalar önündeki eşitliğine, temel yapılarına ilişkin,
siyasal ve anayasal, bölgesel ve yerel özerk yönetimler dâhil, ulusal
kimliklerine saygı gösterir (m. 3a/2).
• 1996'dan bu yana
çıkarılamayan “Yerel Yönetimler Yasasının son ayağı olan 6360 sayılı
“Büyükşehir belediyesi kurulması ve sınırlarının belirlenmesi” hakkındaki kanun
12.11.2012 tarihinde TBMM de kabul edilmiş 06.12.2012 tarihinde ise yürürlüğe
girmiştir.
• 12 Haziran 2006:
Eyaletleşmenin ilk harcı Diyarbakır’da atıldı, mahkeme inşaatına başlandı.
• 23 Kasım 2006:
Kalkınma ajansları devreye girdi, Türkiye fiilen 12 bölgeye bölündü.
• 7 Eylül 2007:
Bölgesel istinaf mahkemelerinin görev yapacağı 9 şehir ’eyalet merkezi’
seçildi.
• Uzun süredir
AB'nin gündemini meşgul eden Lizbon Antlaşması 1 Aralık 2009 tarihinde
yürürlüğe girdi.
• 10 Aralık 2010:
Adalet Bakanı Ergin, bir heyetle ABD’ye gidip federal sistemi inceledi.
• 11 Temmuz 2012: 13
yerde Bölgesel Ağır Ceza Mahkemesi kuruldu, yargı ayağı tamamlandı.
Helsinki Zirvesi’nde Türkiye “aday üyeler listesi ”ne alındıktan sonra
ikinci aşama “AB’ye katılım müzakerelerinin başlaması” olacaktı. Ne var ki
müzakerelerin başlatılması, Türkiye’nin, Kopenhag ölçütlerini tam olarak yerine
getirmesi koşuluna bağlanmıştır.
Buradaki “tam olarak yerine getirme” ifadesine dikkatinizi çekmek
isterim. Böyle bir koşul eşyanın
doğasına aykırıdır. Çünkü AB üyelerinin hiç biri “tam olarak yerine getirme”
koşulu ile karşılaşmamıştır. Kaldı ki böyle bir şey de olanaksızdır. AB
Türkiye’nin “Kopenhag koşullarına tam olarak uyma” sürecini izlemek amacıyla
şöyle bir süreç uygulandı.
• -“Katılım
Ortaklığı Belgesi”yle Türkiye’ye buyruklarını iletiyor.
• -Türkiye “Ulusal Program”
la taahhütte bulunuyor.
• -“Uyum Yasaları”
ile taahhütlerini yerine getiriyor.
21 Kasım 1988′de imzalanan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, “yerel makamların, kanunlarla belirlenen
sınırlar çerçevesinde, kamu işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları
altında ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönetme hakkı ve
imkânı anlamını” içermektedir
1999 Helsinki Zirvesinde ise “azınlıkları korumanın ve onlara saygı
göstermenin güvenceye ve bu güvencenin de istikrara kavuşturulması
“istenmektedir.
4 Haziran 2003: “İnsan hakları”na ilişkin iki Birleşmiş Milletler
sözleşmesi TBMM’nden alelacele, yangından mal kaçırır gibi AKP ve CHP’nin
oylarıyla kabul ediliyordu. Türkiye’nin
34 yıl katılmaktan kaçındığı İkiz Sözleşmeleri AB hayali uğruna imzalaması,
teslimiyetçi çevrelerce Türkiye’nin, AB yolunda “önemli bir virajı almış”
olduğu şeklinde yorumlanmıştı.
İç hukukun üzerinde yer alan sözleşmeler “tüm halklarla, hükümeti
olmayan ya da vesayet altında bulunan halkların kendi geleceğini belirleme
hakkını” içeriyordu. Böylece Türkiye “tüm halkların kendi kaderini belirleme
hakkını” tanımış oldu. Buna göre Türkiye’de “halk” olduğunu ileri süren
herhangi bir topluluğun, Türkiye Cumhuriyeti’nden ayrılma hakkı kabul edilmiş
oluyor. Ayrılmak istemeyenlere ise, kendi statülerini özgürce belirleme hakkı
tanınmakta. Bunlar sözleşmelerin şu ilkelerine dayandırılıyor: “Tüm halklar
self-determinasyon hakkına sahiptir. Bu hak ile siyasal statülerini ve
ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerini serbestçe belirleyebilirler.
Devletler, halkların self-determinasyon hakkının gerçekleşmesi için destek
sağlamalıdır.”
İkiz sözleşmeler, Emperyalist
emellerin önünde engel olarak duran, Vladimir İliç Lenin'in bağımsızlığın ön
koşulu olarak ortaya attığı "Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nı,
AB-D'nin kurnaz mimarları, Thomas
Woodrow Wilson, 1919 yılında Emperyalist sömürünün, mikro milliyetçiliğin, ulus
devletlerin parçalanmasının ön koşulu olarak ortaya attığı "Halkların
Kendi Kaderini Tayin Hakkı’na dönüştürüvermişlerdi.
Küreselleşmeci kraliyetçiler bugün 200 civarında olan devlet sayısının
5000’e çıkarılarak bir “dünya kentler federasyonu” kurulmasını hedeflemektedir.
Bir hedef varsa, tabii araç da gerekli... Araç olarak İkiz Sözleşmeleri kullanabileceklerini
fark ettiler: Bu sözleşmeler kabul ettirilerek ulus devletler halklara, etnik,
dilsel ve dinsel topluluklara bölünebilir, yıkılabilirdi.
1990’ların başında Maastricht Anlaşması’yla “yerellik ilkesi” AB’nin
temel ilkelerinden biri haline geldi. Yeni üye olacak devletlere de ön koşul
olarak dayatıldı. Batı emperyalizmi “yerinden yönetim” ve “kendi kaderini tayin
hakkı” gibi özü boşaltılmış, ambalajı
parlak kavramları hedef ülkeleri etnik temelde parçalayıp sömürgeleştirmek için
kullanmaktadır.
Bir diğer önemli hatırlatmayı daha yapmakta yarar var. “Kent Konseyleri,
Kalkınma Ajansları, Büyükşehir Yasaları”nın ön hazırlıkları Birleşmiş Milletler
Kalkınma Programı (UNDP) tarafından yapıldı. Belediye başkanlarının yetkilerini
daha aktif bir biçimde kullanmaları üzerine Türkiye’de çalışma yapan UNDP’nin
çalışmalarını ise Avrupa Birliği finanse etti.
AB, bu çerçevede Türkiye’nin eyalet sistemine geçişinin alt yapı
hazırlıkları için 4 milyon Euro harcadı.
AB"nin dayatmalarıyla devreye giren ve federalizmin önünü açan
“Kalkınma Ajansları"na ise, AB 1
milyar TL kaynak ayırdı. Yani, “Kent Konseyleri, Kalkınma Ajansları, Büyükşehir
Yasaları” tümüyle AB parasıyla yürütüldü.
Başta ABD ve Avrupa birliği ülkeleri olmak üzere dünyanın tüm Gelişmiş
ülkeleri daha çok merkezileşirken, gelişmiş ülkelerin denetimlerindeki
uluslararası kuruluşlar (IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü vb.)
gelişmekte olan ülkelerde “yerelleşmeyi” ve devletin küçültülmesini,
devletsizleştirmeyi, niçin önermektedirler? Niçin milyonlarca Euro’yu “hibe
olarak” bu projelere harcamaktadırlar.
Çünkü ulus ötesi şirketler, dünya ölçeğinde programlar ve uygularken,
ulus-devletlerin sınırlarından, parlamentolarından, ordularından,
bürokrasilerinden büyük rahatsızlık duymaktadırlar.
Dünya sermayesinin 3/2 sini elinde tutan batılı çete başlarının
sözcülerinden. Rockefeller bir konuşmasında;
Birinci Dünya Savaşı'nda 50,
İkinci Dünya Savaşı'nda 100, bu gün 194 olan devlet sayısının yakın
gelecekte 1000’e sonra 5000 ülkeye çıkacağını söylemişti. Böylece ulusal kimliği ve dirençleri dumura
uğratılmış, kent devletçiklerinde gelişen küresel Pazarlar üzerinden sömürü
kolaylaşacak, Dünya “dikensiz gül bahçesine” dönüştürülecektir.
Amerikan tekeli Rockefeller’in patronu olan Nelson A. Rockefeller,
dönemin ABD Başkanı Eisenhower’e 1956 yılında yazdığı mektubunda şöyle
anlatıyor: “İktisadi yardımlarda, ABD’nin karşılık beklemeden yardım ettiği ve
işbirliği yapmak isteğinde samimi olduğu intibası oluşturulmalı. Elimizdeki
bütün propaganda imkânlarıyla durmaksızın, az gelişmiş ülkelere yapılan
Amerikan yardımının karşılıksız bir yardım olduğunu, art niyet taşımadığını
bütün kafalara sokmalı, bu konuda hiçbir masraftan çekinmemeliyiz. Bu arada
ideolojik savaşa ara vermemeliyiz. Bu ülkelere yatırım yapan kapitalistlerimiz,
teknik eksperlerimiz ve diğer uzmanlarımız az gelişmiş ülkelerin milli
ekonomilerinin bütün dallarına girmeli, onları bizim çıkarlarımıza göre
geliştirmelidir. Bu ülkelerdeki politik bakımdan güvenilir yerli işadamlarının
ulusal çabaları da teşvik edilmelidir.”
1957’de Eisenhower Doktrini olarak ortaya atılan, “Ortadoğu’da Barış ve
İstikrarı Koruma Planı” , günümüzde
“Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı da kapsayan Büyük Ortadoğu
Projesinin”, ABD Başkanı George Bush tarafından ilk defa 1990’da açıklanan
“Yeni Dünya Düzeni” projesinin de, gerçek amacı, işte bu sayıyı yakalamaktır.
Yani, milli devletleri aşiret ve şehir devletlerine kadar parçalayıp, sonra da
dünyayı yönetmek.
Konu bu bağlamda ele alındığında “Kent Konseyleri, bir tür
“eyaletleşmeye” yol açarak emperyalizmle uyumlu/bütünleşme sürecini
yürütebilmesine olanak tanıyan Bölgesel Kalkınma Ajansları’nın, Büyükşehir
Yasaları” nın kim için ne amaçla ısrarla Türkiye’de uygulanmak istendiği daha
rahat anlaşılır.
Üzülerek belirtelim ki, konuyu bu bağlamda ele almadan/alamadan,
“Körlerin fil’i tanımlaması” gibi “Kent Konseyleri, Kalkınma Ajansları”nı
“demokratikleşme, Büyük Şehir Yasasını ise “eyaletleşme” olarak halka sunmak büyük bir aldatmacadır.
Açıkça üniter /milli devleti,
Eyaletler devletine dönüştüren, başkanlık sistemine ya da bir
diktatörlük sistemine doğru gidişin altyapı taşlarını döşeyen, “Kent Konseyleri, Kalkınma Ajansları,
Büyükşehir Yasaları” bir bütünün parçaları ve özü itibariyle ihanet
yasalarıdır.
Bu ihanet yasaları yalnızca AB-D’nin, değil, aynı zamanda ülke içinde
“devşirilmiş” kimi örgütlerinde dayatmasıdır. Açık Toplum Enstitüsü kurucusu
Soros'un desteklediği TESEV'in hazırladığı “Yerel ve Bölgesel Yönetim İçin
Öneriler” raporunda önerilen her şey, bu ihanet yasalarının içine
yerleştirilmiş ve TBMM'nin gündemine getirilmiştir. TESEV'in hazırladığı bu
rapora, TESEV’in 183 no’lu kurucu üyesinin muhalefet edeceğini, direneceğini
beklemek, en hafif deyimle safdilliktir.
Özünde “devletsizleştirme” projesinin tabana yayılmasının önemli bir
ayağını oluşturan “Kent Konseyleri” ne geçmeden bir noktanın altını daha çizmek
gerekir.
1996 dan bu yana birçok kez gündeme alınmasına karşın bir türlü
yasalaştırılamayan “Kamu Yönetimi Temel Kanunu” AB-D’nin kurnaz mimarlarının
önerisi ile “Kent Konseyleri, Kalkınma Ajansları, Büyükşehir Yasaları” olarak
parçalara ayrılmış, ambalaj değiştirilerek, “kalkınma, demokratikleşme,
yönetişim, katılımcılık, yerinden yönetim vb.” kavramlarla cilalanarak
yasalaştırılmıştır.
Bu ihanetin yasal dayanaklarının tamamlanması için, Yasalarımızda birkaç
değişiklik daha planlanıyor. Dilerseniz nelerin planlandığını İçişleri eski
Bakanı Abdülkadir Aksu'nun kendi ağzından yaptığı şu açıklamadan öğrenelim.
“Olursa her ilde bir yönetici
olacak, o da seçimle gelecek. Şu an da atanmış vali ve seçilmiş belediye
başkanı birlikte olmayacak. Bu konu da partide araştırma ve geliştirme bölümü
çalışıyor. (…) En iddialı projelerimizden biri de, her il ve ilçelerde bir
nevi, 'yerel parlamento' olarak adlandırılabilecek çalışma sistemi kurmak.”
Aksu, ANAP’ın olduğu kadar AKP’nin de önde gelen isimlerindendir. “Her
il ve ilçelerde bir nevi yerel parlamento, söylemi, amacını aşan değil, tam
tersine amacı doğru tanımlayan bir söylemdir. Amaçlanan “yerel parlamento”dan
anlaşılması gereken bu günkü adıyla “KENT KONSEYLERİ”dir.
“YEREL GÜNDEM 21” VE “KENT KONSEYLERİ”
Yerel Gündem 21, kendi mimarlarınca şöyle tanımlanıyor. ”Yerel Gündem
21, 1992 yılında yapılan Rio de Janeiro’daki Birleşmiş Milletler Çevre ve
Kalkınma Konferansı'ndan (Yeryüzü Zirvesi) bu yana, dünyada yaklaşık 135
ülkedeki binlerce, ülkemizde ise 60’ı aşkın kentte uygulanan 21. yüzyılda
çevresel, toplumsal, ekonomik gelişmeye ve öncelikli kent sorunlarının çözümüne
yönelik çalışmaları kent halkı ile birlikte yürüten ve uygulamaya geçiren bir
ortaklık projesidir.”
YG21 ile “sorunların çözümünde sadece devleti içeren tek özne yerine,
hükümetler, is adamları, ticaret birlikleri, bilim adamları, vatandaşlar,
hükümet dışı kuruluşların da içinde bulunduğu çok taraflı görev ve sorumluluk
üstlenen gruplardan yardım alınması” öngörülmüştür.
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı göre, özerk yerel yönetim
kavramı, “yerel makamların, kanunlarla belirlenen sınırlar çerçevesinde, kamu
işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun
çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönetme hakkı ve imkânı anlamını”
içermektedir
Türkiye’deki Kent Konseyleri, YG-21’lerin “yasal” olarak statü kazandırılmış
yeni yapılarıdır. Bugün Avrupa’da ve diğer pek çok ülkede “Local Agenda 21
(LA-21)” olarak isimlendirilen bu yapılar bizde de yeni belediye kanununa kadar
varlıklarını YG-21 adı altında sürdürmüşlerdir. Yasal bir statü kazandıkları
zamanda isimleri “Kent Konseyleri” olarak değiştirilmiştir. Bununla birlikte
Kent Konseyleri kavramlaştırmasına değişik ülkelerde de rastlamaktayız. Adı
ister YG-21 olsun isterse de Kent Konseyleri olsun, iki yapının da ortak
iddiası, yerelde yeni bir yönetişim modeli olarak gösterilmeleridir.
Türkiye’de
içeriği ve özü dumura uğratılmış “kalkınma, demokratikleşme, yönetişim,
katılımcılık, yerinden yönetim vb.”
kavramlarla, Dünya Bankası, Birleşmiş
Milletler, OECD, bunlara destek veren IMF'nin dayatması olarak gündeme
gelen”YG-21
ya da “KENT KONSEYLERİ” nin temel işlevi merkezi yönetimin sağlaması
gereken kamusal hizmetlerin yerel yönetimlere bırakılmasıdır.
Türkiye’de de bugüne kadar merkezi yönetim
tarafından belediyelere devredilen ya da uzun süredir zaten belediyeler eliyle
verilen kamu hizmetlerinin hızla özelleştirilmesi ve piyasalaştırılmasının
deyim yerindeyse “kılıfı-ambalajı” olarak önceleri “Yerel Gündem-21” şimdi de “KENT KONSEYLERİ” sahneye
sürülmüştür.
Doğası gereği bir türlü doymak bilmeyen “küresel çete ve özel sektör”,
Yerel Yönetimlerin elinde olan “ulaşım, yol yapımı, çöp, kent temizliği, su,
çevre düzenlemesi vb. gibi yerel yönetimlerin kendi
olanakları ile sunduğu hizmetlerden çekilmesi, küresel çete ve özel sektör için
çok önemli kar alanları yaratmıştır. Bu karlı alanı ele geçirmek için yapılan
çalışmalarda katılımcılarının kimler olduğuna bakmak bile ileri sürdüğümüz
tezin doğruluğunu kanıtlar niteliktedir. "Avrupa Birliği Yolunda İyi
Yönetişim" adıyla yapılan çalışmalar “TÜSİAD, OECD, Dünya Bankası
ve Avrupa Birliği” ortaklığıyla yürütülmüştür.
2005 tarihli ve
5393 sayılı Belediye Kanunu’nun “Kent Konseyi” başlıklı 76. maddesi ne
dayanılarak çıkartılan, asıl olarak YG21 programını
esas alan “Kent Konseyleri
Yönetmeliği” “sürdürülebilir kalkınma” ilkeleri
çerçevesinde, “yönetişim” anlayışını, “hemşerilik Hukuku’na
dayanarak hayata geçiren ve katılımın yaygınlaşmasını
“kent
vizyonu” etrafında geliştirilmesini sağlayan çok aktörlü bir yapıdır. Kent konseyi, katılım ve yerinden yönetim
ilkelerini hayata geçirmeye çalışır.”
“YÖNETİŞİM”
Kent konseylerinin omurgasını
oluşturan, “katılımcılık, demokratikleşme, sürdürülebilir kalkınma” anlayışlarını yaşama geçireceği ileri sürülen
“Yönetişim”
kavramını şöyle tanımlanıyor.
"20. yüzyıl toplumları,
"yöneten ile yönetilen", "devlet ile toplum" arasında
durmadan açılan bir uçurumla yaşamaya çalışmıştır. Devlet aşırı büyümüş,
toplumun üzerine abanmış, toplumun taleplerini duyma ve yerine getirme
melekelerini yitirmiştir. Demokrasi, ancak, devlet ile toplum arasındaki bu
uçuruma son verilerek gerçek hale getirilebilir. Bu nedenle “yönetişim” KATILIMCILIKTIR.
Türkiye’de özellikle kendini “sol” olarak tanımlayan örgütler ve
kişilerin “olmazsa -olmaz” istemidir
“yönetişim” ve “katılımcılık.” Ancak “demokratikleşme, kavramında olduğu gibi
“katılımcılık” da ulus ötesi sermayenin yeniden biçip-diktiği bir elbisenin,
mazlum ulusların üzerine zorla değil , “rıza” ile giydirilmesine dönüşmüştür.
Bu nedenle Yönetişim; Ulus egemenliğini temsil eden iktidarın yeniden
paylaşılmasıdır. Önceliği “Kamu yararı” olan devlet aygıtından “kamusal
alanları” terk etmesi talep
edilmektedir. Devletin önceliği, Kamu
yararı değil, küresel aktörler arasındaki paylaşımın gözetilmesi, iş ve
işlemlerin “genel sekreterliğinin yürütülmesi olmalıdır.
Konumuz olan “Kent
Konseyleri” işte bu anlayış üzerine oturtulmuştur. Üçlü bir sacayağı olacaktır.
Birinci ayak “genel sekreterliği yürütme” işlevi dışında bir görevi olmayan ve
devleti temsil eden “BÜROKRASİ”, İkinci ayak toplumun üretken, girişimci,
toplumsal gelişmenin lokomotif işlevi gören “ÖZEL SEKTÖR”.( TOBB’nin her ildeki
temsilcileri Kent Konseylerinin doğal üyesidir.) Üçüncü ayak ise “Sivil Toplum
Örgütleri” dir.
Bu üçüncü ayak konumuz
açısından üzerinde durulmaya değer.
Nedir bu sivil toplum kuruluşları? Örneğin Atatürkçü Düşünce Derneği bir
sivil toplum kuruluşu mudur? Gerek Dünyada, gerekse ülkemizde “Sivil Toplum
Örgütü” “NGO” denildiğinde, nitelik ve nicelik olarak “SERMAYE TABANLI”
örgütler anlaşılmalıdır. Doğru olan da budur. Bu nedenle nitelik ve nicelik
olarak sermaye tabanlı olmayan örgütlenmeler “DEMOKRATİK KİTLE ÖRGÜTLERİ” dir.
DK. Örgütleri sermaye ile ortak bir paydada buluşamazlar, Kent Konseylerinin
üçüncü ayağını oluşturan yapılanmanın içine alınmazlar, uygulamada da
alınmamışlardır.
Buradan şu çıkarsama
rahatlıkla yapılabilir. Yönetişim; genel sekreterliği yürütme” işlevini yerine getiren
ve devleti temsil eden BÜROKRASİ ile sermayeden (Özel sektör ve Sivil Toplum
Örgütleri) oluşan bir yapılanmanın adıdır.
Kaldı ki bu güne değin, siyasal iktidarlara ve devlet
bürokrasine baskı uygulayarak, söz ve karar süreçleri üzerinde etkili olan kesimler,
“Özel sektör ve Sivil Toplum Örgütleri” dir. Kent Konseylerinin asıl hedef kitlesi olan/olması
gereken, “katılımcılığının”
sağlanması beklenen toplum kesimleri, yani milli gelirden en düşük payı almaya mahkûm
edilen, üreten, emeğiyle geçinen, geniş halk yığınları, sermaye
dışı tüm toplumsal kesimler
Karar
süreçlerinin en alt düzeyine itilmişlerdir.
Özel
sektör ve sermaye tabanlı sivil örgütlenmelerin temsilcileri dışında, örgütsel
ve bireysel katılımın olanaksızlaştırıldığı,
belirli örgütlü kesimler dışındaki kent yasayanlarını dikkate almayan,
zaten söz ve karar süreçleri üzerinde etkili olabilecek kesimlerden oluşan,
Kent Konseyi’ne, kent yoksullarının katılımı ancak kararı başkaları tarafından
alınan ve “yoksulluğu sürdürülebilir” kılan projeler düzeyinde olmaktadır.
Katılımcılık, demokratikleşme, sürdürülebilir kalkınma, yerinden yönetim
gibi geniş halk yığınlarının kolayca benimseyip savunacağı kavramlarla
ortaya atılan “Kent Konseyleri” zaten örgütsüz ve yoksul olan geniş toplum
kesimlerinin kısıtlı da olsa yararlanabildiği demokratik kimi hak ve özgürlüklerinde
sınırlandırılmasının aracı olabileceği gözden uzak tutulmamalıdır. Bu nedenlerle "katılımcı-yönetişim" adı verilen bu uygulama demokratik değil, tam
tersine anti-demokratiktir. Yani, yönetim, söz ve karar yalnızca
“sermayenindir.”
Sömürünün ve sermayenin
küreselleştiği, Küresel sermayenin ulus/üniter devletlere karşı küresel bir
saldırıya geçtiği gerçeği ile karşı karşıya olduğumuzu yaşayarak görüyor ve
biliyoruz.
Bir bütünün parçaları olan
“Kalkınma
Ajansları, Kent Konseyleri, Büyükşehir Yasaları”
gerçekte, yerel kamu hizmetlerinin ve
halkın gereksinmelerinin küresel sermayenin kar alanına dönüştürüldüğü, yerel
yönetimlerin, ulusaldan kopartılıp, küresel çetenin kontrol ve denetimine
geçtiği, Yerel Yönetimlerin kar amacı gütmeden gerçekleştirdikleri kamu
hizmetlerinin özelleştirilerek piyasalaştırıldığı, sosyal devlet kavramının
tarihe karıştırıldığı bir sürecin öncüleridir. Önümüzdeki yıllarda Yerel Yönetimler
ulus ötesi işletmecilerinin kar alanları haline gelecektir.
Türkiye Cumhuriyeti,
üniter/ulus devlet modeli üzerine antiemperyalist bir devrimle inşa
edilmiş, devlet öncülüğünde planlı
kalkınmayı ilke edinmiş, Kamusal gücün temel dinamiklerinin devletin denetim ve
kontrolünde olduğu bir “sosyal devlet” olarak kurulmuştur. Neresinden bakarsanız bakın, “Kalkınma Ajansları, Kent Konseyleri,
Büyükşehir Yasaları”
Kamusal gücün, kamu hizmetlerinin sermayenin tekeline devredilmesi bir
karşı devrim hareketidir. Küresel çete
ve onunla bütünleşmiş işbirlikçi, tekelci sermaye, yerinden yönetim, yönetişim,
katılımcılık adı altında yereli ulusaldan ayırarak, kamu ekonomisi ve
devletin stratejik kararlar alma yetki ve yeteneğini de ortadan kaldırmayı
hedeflemektedir.
Bu nedenle, yerelin
ulusal-merkezi olan ile birliğini savunmak, günümüzde izlenmesi gereken
politika olarak ortaya çıkıyor; küresel sermaye lehine yürüyen özelleştirmeye
karşı direnmek, ancak yerellik – federalizm- eyaletleşme gibi siyasal
örgütlenmelere karşı çıkmakla mümkün görünüyor. (Birgül
Ayman GÜLER-DEVLETTE REFORM)
SONUÇ
Devlet ulusal egemenliğin aracıdır. Bu araca rakip veya paralel başka
egemenlik araçları tanımlanamaz. Günümüzde yaşanan dönüşümün ana
hedefi; ulusal ekonomileri devletsizleştirmek ve küreselleştirmek olarak
görülmektedir. Böylelikle
kamu yönetiminde tasfiye edilen ulusal devletin idare yetkisiyle birlikte,
egemenlik gücü de küresel çeteye devredilmiş olacaktır.
Eğer bu olguya karşı gereken önlemler
alınmaz, toplumsal muhalefet örgütlenerek
karşı bir direniş gösterilmezse, yakın gelecekte Türkiye Cumhuriyeti için bir
yok oluş, kendi kendini imha operasyonu ile karşılaşmak kaçınılmaz sonuçtur.
Bu toplumsal muhalefeti örgütlemek, antiemperyalist, antifaşist direniş cephesini
oluşturmak Kemalistlerin omuzlarında bir görev ve tarihsel sorumluktur.
Bu görev ve sorumluluğu, kurtuluşu Avrupa
Birliğinde, Soros Vakıflarında
gören Atatürk Maskeli Mandacılara ihale etmek, son tahlilde küresel çetenin
kucağına oturmakla eş anlamlıdır.
Kırk yıldır
NATO’ya uşaklık edip, sonrada kendini “Atatürkçülüğün Noteri” ilan eden
sistemin has adamlarından, türeyen yâda türetilen Atatürkçülerden emperyalizme
karşı direniş beklemek tam bir aymazlıktır. Çünkü Sn. Yılmaz Dikbaş’ın
söylemiyle;
Hem AB’ci, hem de Ulusalcı
olunamaz!
Hem AB’ci, hem de Atatürkçü
olunamaz!
Hem AB’ci, hem de
Anti-emperyalist olunamaz!
Hem AB’ci, hem de tam
bağımsızlıkçı olunmaz!
Ülkemizin
ve Ulusumuzun tek kurtuluşu ''altı ok'' felsefesinin ödünsüz yaşama geçirilmesi
ile mümkündür
Son söz:
“Biz emperyalistlerin eline düşen
bir kuş gibi yavaş yavaş ve sefil bir ölüme mahkûm olmaktansa, babalarımızın
oğulları olmak sıfatıyla vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ederiz. Ve yine şunu da
iyi bilmenizi isterim ki, bir millet maddi ve manevi bütün gücünü ortaya koyar,
savaşır, didinir, sonunda muvaffak olamazsa, o millet zaten ölmüştür. Fakat ben
şuna inanıyorum ki, Türk Milleti mutlaka muvaffak ve muzaffer olacaktır”.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk- 20 Eylül 1919/Sivas
Mahmut ÖZYÜREK
(Not: Sn. Prof. Dr. Birgül Ayman GÜLER’in “DEVLETTE REFORM” Makalesi “kaynak” olarak değerlendirilmiştir.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder