4 Mart 2019 Pazartesi

ISPARTA ULUSAL GÜÇ BİRLİĞİ 3 Mart 1924 DEVRİM YASALARININ 95. YILI ORTAK BASIN AÇIKLAMASI


(Karşı devrim çemberinden çıkış Kemalist devrimle olacaktır)
3 Mart Devrim yasalarının 95. Yılındayız. Bugün Türkiye’de karşı devrim ve devrimci güçler arasındaki kavganın temelinde; 95 yıl önce Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul ve ilan edilen ve Türkiye Cumhuriyeti’nin temel felsefesi olan 3 Mart devrim yasaları vardır. 3 Mart 1924 Devrim Yasaları büyük bir devrimci dalganın hem başlangıcı hem de zirvesidir. 
Her biri başlı başına birer devrim niteliği taşıyan, Türk halkını “ümmet” aşamasından “ulus” aşamasına dönüştürmeyi amaçlayan bu devrimler;
“Halifeliğin” ve hükümetçe alınmış kararların şeriat kurallarına uygun olup olmadığını denetleyen ‘Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin kaldırılması, 
Aklı ve bilimi dışlayan, halkı birbirine yabancılaştıran orta çağ eğitim yerine akıl ve bilimin yön vereceği çağdaş ve uygar yurttaşlardan oluşan bir ulus oluşturmayı amaçlayan “Tevhid-i Tedrisat Kanunudur
Devrim yasaları birbirinden bağımsız değil, her biri diğerini tamamlayan bir bütünlük oluştururlar. Bu nedenle bu yasalardan herhangi birinde tereddüt, savsaklama öbürlerinde de geriye dönüşün başlamasına neden olması kaçınılmazdır.
Cumhuriyeti cumhuriyet yapan 3 Mart Devrim Yasaları, başta İngiltere olmak üzere yağmacı batıda, onlarla iş ve güç birliği içinde olan dinci gericiler de büyük bir travma yaratmıştır.
Çünkü İngiliz yüksek çıkarları, petrol zengini orta doğuyu, büyük bir pazar olan Osmanlı ülkesini ancak; zayıf bir kurum olarak halifeliğin yaşaması, akıl ve bilimden yoksun, uluslaşmaya engel bir eğitim sistemi ile denetim ve kontrol altında tutabilirlerdi. Bu nedenle İngiltere; kendilerinin hizmetinde olan İsmaili mezhebinin lideri Ağa Han ve İngiliz Hükümeti’nin danışmanlığını yapan Hintli Emir Ali’yi kullanarak zayıf bir kurum olarak halifeliğin” ayakta kalması için yıllarca çaba göstermişlerdir.  Emperyalist devletlerin AKP’yi desteklemelerinde ekonomik ve siyasal çıkarlar kadar 1923 yenilgisi nedeniyle intikamcı bir güdünün olduğu da unutulmamalıdır.
Bugün Uzun yıllar CIA Türkiye İstasyon Şefi ve Ortadoğu Masası Şefi Graham Fuller tarafından geliştirilen AKP eliyle yürürlüğe konulmuş "Büyük Ortadoğu Projesi" ve "ılımlı İslam” projesi, Halifeliğin yeniden diriltilmesi düşüncesi 3 Mart 1924 devrim yasaları ile yağmacı, batı emperyalizmin bir hesaplaşmasıdır.
Batı emperyalizminin bir projesi olan AKP bu nedenle iktidardadır. Sahneye sürülen oyunun aktörleri değişmiş ama oyun değişmemiştir.
Evet, o gün yapılanlar şimdi bir bir geri alınıyor. O gün Şeriye ve Evkaf vekâleti yerine halka dini doğru öğretmek adına kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı bugün neredeyse yerine kurulduğu Şeriye ve Evkaf vekâletinin görevlerini yapmaya başlamıştır. Bu nedenle Diyanet İşleri Başkanlığı her gün birçok konuda fetva yayınlamaktadır. Yayınladığı birçok fetva ile toplumsal yapıya etki etmeye çalışmakta, laik devletin altına dinamit koymaktadır. 
Bu yapısı ile Diyanet’in laik cumhuriyete zararı gün geçtikçe artmakta ve büyümektedir. Bu nedenle daha fazla yaşamaması, aynı yerine kurulduğu çarpık yapı gibi kaldırılması gerekli hale gelmektedir. “Diyanet, Atatürk’ün açtığı bir yapıdır kapatılamaz” demek, Mustafa Kemal Atatürk’ü anlamamak demektir. Bu köhneleşmiş yapıların yıkılması Atatürk’ün altı ilkesinden Devrimcilik ilkesine sahip çıkmanın bir doğal sonucudur.   
Yazboz tahtasına döndürülen eğitim sistemi bu nedenle dincileştirilmekte ve özelleştirilmektedir. Proje sahipleri ve dinci gericilik çok iyi bilmektedirler ki; eğitimin özelleştirilmesi, şeriatın güçlendirilmesine ortam hazırlar. Anayasa bu nedenle sık sık değiştirilmektedir. Öğretim Birliği’ bu nedenle parçalanmaktadır. Öğretim birliğinin parçalanması demek; yurttaşların, birbirlerine kültürel olarak yabancı öbeklere ayrılması ve farklı eğitimler yoluyla yabancılaştırılan toplumsal öbeklerin birbiriyle sürtüşmesi, çatışması demektir.  
Laik Cumhuriyeti ve Devrim Yasalarını korumak için kurulmuş partilerin ve demokratik kitle örgütlerinin etkisiz ve eylemsiz kılınması için yönetim organlarına emperyalist batı tarafından “devşirilmiş-Truva Atları” bu nedenle getirilmektedir.
Başta da söylediğimiz gibi bugün Türkiye’de karşı devrim ve devrimci güçler arasındaki kavganın temelinde 3 Mart 1924 devrim yasaları vardır. Devrim yasalarını ve bu yasaların arkasındaki devrimci anlayışı yıkma amacında olan AKP iktidarının sık sık dile getirdiği, “Hedef 2023” sloganın arkasında devrim yasalarının ters yüz edilmesi bulunuyor. AKP "cumhuriyet" sözcüğüne dokunmamış olsa da cumhuriyetin, Kemalist Devrimin özünü oluşturan, devrimi yücelten, yarınlara taşıyacak olan ne varsa yok etmektedir.  AKP 1923’le, cumhuriyetle, devrim yasaları ile hesaplaşıyor ve devrim fikrinin bir bütün olarak meşruiyetini ortadan kaldırmayı amaçlıyor.
Emperyalizmin güdümünde, bir proje olarak kurulan iktidar cumhuriyetin tüm kurumlarına ve halkçı, devrimci, laik birikimine saldırmaktadır. Siyasal iktidar bu saldırıların karargâhı ve odağıdır.
Bu duruma karşı durmak ülkenin aydınlanma savaşçılarının, yurtseverlerin en önemli görevidir. Bunun için yapılması gerekenler çok ama çok basittir. Laiklik, özgürlük ve demokrasi diyen kurumlarla, yayın evleriyle, dergilerle, gazetelerle ve partilerle dayanışın ve bir olun, iri olun, diri olun yeter.   
Gerek yağmacı batı gerekse işbirlikçi siyasal iktidar ileriye, çağdaşlığa, aydınlığa doğru akan nehri durduracaklarına, güneşin doğmasını engelleyeceklerine iman etmiş gözüküyor. Ancak bilimden nasiplenmemeleri nedeniyle unutuyorlar, güneş her şeye karşın zamanı geldiğinde doğar, her nehir yatağını bulur ve yolu üzerinde olan her şeyi akışıyla birlikte yıkar geçer.
Bu örgütlü ve saldırgan karşı devrim çemberinden çıkış 1920’lerde olduğu gibi yeniden ve bir kez daha Kemalist devrimle olacaktır. Çünkü insanlık ve her ülkenin kendi toplumsal ilerleme tarihi düşe kalka da olsa her zaman ileriye doğrudur. Tarih toplumsal ilerlemesinin tersi istikametine doğru yürüyerek yol alıp, menziline erişen bir hareketi kaydetmemiştir. 3 Mart 2019

*ISPARTA ULUSAL GÜÇ BİRLİĞİ PLATFORMU

1.Alevi Kültür Derneği Isparta Şubesi
2.Cumhuriyet Halk Partisi Isparta İl Örgütü
3.Cumhuriyet Kadınları Derneği Isparta Şub.
4.Eğitim-İş Isparta Şubesi
5.Eğitim-Sen Isparta Temsilciliği
6  Türkiye Gençlik Birliği Isparta Şubesi
7     Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği Isparta Şb
8  Ulusal Eğitim Derneği Isparta Şubesi
9   Vatan Partisi Isparta İl Örgütü
10 Y.Kuşak Köy Enst. Dern. Isparta Şubesi



18 Şubat 2019 Pazartesi

SİYASETİN SOYTARILARI!..


Tutarsız, inançsız ve bencil siyasetçileri seçersek –ki o zaman bizi temsil etmeyen kişileri seçmiş oluyoruz- onları bir daha tepemizden aşağıya indiremeyiz.

Başımızdaki bir belayı bine çıkartırız!

Yeniden aday gösterilmedikleri için CHP'den istifa ederek -ve her türlü aşağılamayı da yaparak- DSP'den aday olan “siyasetçilere” bir önceki seçimlerde oy vermemizi isteyenler bu konuda hesap vermediler!

Siyasi hataların faturasını her seferinde halka ödettirenlere yeni krediler açmamızın manası nedir?

Yalancılık, ikiyüzlülük ve işbirlikçilik dışında hiçbir özelliği bulunmayan Kemal Kılıçdaroğlu ile ekibini, ilanihaye sırtımızda taşımak zorunda değiliz.

CHP'nin mirasını yiyip tüketen, kuruluş felsefesine ihanet eden, Cumhuriyet'in kurucularına “katil” diyen bu hainlerin kurduğu -Prof. Dr. Metin Feyzioğlu'nun deyimi ile- “Şimdi zamanı mıdır tarikatı” her seçim öncesinde olduğu gibi, yine işbaşı yaptı:

Seçimlere iki aydan az bir zaman kala, “birlik ve bütünlük” görüntüsü verelim istiyorlar!

Yöneticilerimizi uluorta, olur olmaz yerlerde veya televizyon ekranlarında eleştirmeyelim diyorlar!

Kırgınlıklarımızı ve küskünlüklerimizi seçimlerden sonra parti içerisinde tartışalım tavsiyesinde bulunuyorlar!

Partiye zarar verici söylemlerden kaçınmayanlar aslında “AKP'yi destekliyorlar” teorisini ortaya attılar!

1 Nisan'da AKP erken seçim kararı almak zorunda kalacak, ardından bu iktidardan kurtulacağız müjdesi ile umut tacirliği yapmaya devam ediyorlar!...

***

Bilgi kirliliği ve kafa karışıklığı yaratmakla görevli bu tarikat, Y-CHP'ye yapılan eleştirileri; “kırgınlık” ve “küskünlük” olarak nitelemekle, haklı eleştirileri duygusal bir zeminde tutma görevini yürütüyor.

Kuşkusuz parti yöneticilerine kırgın olanlar olduğu gibi küskünler de vardır.

Onları farklı bir zeminde ele alacağız, gerçekten de onları eleştirmenin sırası değil!

Bizim üzerinde durduğumuz, demokrat olduğunu ileri süren bir partide “eleştiri yasağı”nın karşısına, “AKP'yi destekleme” ithamının konulması ve yöneticilerin “eleştirilmeme imtiyazı”na kavuşturulma çabalarıdır.

Y-CHP yönetimini eleştirenleri, AKP'yi desteklemekle suçlamak en hafif tabiri ile siyasi terbiyesizliktir...

Bir partiyi eleştirmek, bir başka partiyi desteklemek anlamına gelmez!

***

Çok zor ama diyelim ki, Y-CHP, gösterdiği CHP'li olmayan adaylarla kısmi bir “başarı” elde etti.

Gerçekte “malı götüren” AKP olmasına rağmen, Y-CHP yönetimi bu kısmi başarıyı sürekli gündemde tutarak, parti içi iktidarını pekiştirme yoluna gideceğine kuşku yoktur.

“Oylarda anlamlı bir azalma olmadıkça” koltuğu terk etmeyecekleri kavramını siyasete sokan bu yüzsüzlerin, “tepki oylarını” bile kendi başarı hanesine yazdıklarını biliyoruz.

Bu noktadan itibaren, yönetimin değişmesini ve yeni kan takviyesini isteyenlerin “hain” ilan edileceğine en ufak şüphe bulunmamaktadır...

***

Yerel yönetimlerde AKP'nin başarısız olması halinde, iktidarın nasıl “değişeceğini” kem küm ederek bir türlü anlatamayan Kemal Kılıçdaroğlu'nun bu konuda sicili hayli bozuktur:

Birkaç belediyeyi kaybeden AKP'nin, genel seçimlere gitmesi ve iktidarı Y-CHP'ye bırakmak mecburiyetinde kalacak olması, şeklindeki teori hayalciliğin zirve noktasıdır.

Zira:

7 Haziran 2015 Seçimlerinde Türkiye genelinde 18.9 milyonla oyların yüzde 40.9'unu alarak 258 milletvekili çıkartan AKP, tek başına hükümeti kurabilmek için gerekli olan 276 milletvekiline ulaşamayarak iktidarını zaten kaybetmişti...

Yaptırdıkları kamuoyu araştırmalarında; “Kürt Açılımı” politikaları nedeniyle, yaklaşık yüzde 9 civarında oy kaybına uğradıklarını gördük.

Açılım masasını devirdikten sonra, koalisyon görüşmelerini de çıkmaza sokarak, erken seçim isteyen AKP, 1 Kasım 2015 seçimlerinde, kaybettiği 5 milyon seçmenini geri kazanarak oylarını yüzde 42.5'e çıkartmıştır.

Bu siyasi mühendisliğe şapka çıkartmak gerekir.

Milletvekili sayısını da 59 artıran AKP, yeniden tek başına iktidar oldu... (1)

Bu durumun siyasi sorumluluğu kimlere aittir, sorumlular hesap verdiler mi?..

Yok!..

***

AKP'nin PKK ile “müzakere”yi bitirip, “mücadele”ye başlaması üzerine, ana muhalefet partisi Y-CHP, hem PKK'ya hem de FETÖ'ye karşı yapılan operasyonlara karşı çıkarak yanlış mevziiye girmiştir.

Öyle ki, toprak bütünlüğümüzü tehdit eden Suriye'deki gelişmelere karşı yapılan operasyonlara da karşı çıkıp, düşman saflarında görüntü vermiştir.

Bu kadarla da kalmayıp; ABD'nin “kara gücü” olarak değerlendirdiği PYD/YPG'nin bağlı olduğu PKK'nın, Meclisteki uzantısı olan HDP'lileri ve PKK sevicilerini, CHP listelerinden aday göstererek, Ulusal Kurtuluş Savaşını veren kahramanların kurduğu partiyi, PKK'ya taşıyıcı anne durumuna düşürmüştür.

Bütün bu iğrençlikleri sindiremediği için Y-CHP yönetimini eleştirenleri, “AKP'yi desteklemek”le suçlamak akılsızlıktır, siyasi ahlaksızlıktır, işbirlikçiliktir...

Y-CHP'nin bu tutarsız ve ilkesiz politikaları AKP'yi iktidarda tutmaktadır...

Başka bir ifade ile AKP'yi asıl destekleyenler Y-CHP'lilerdir...

Bu kadarını göremeyenler siyasi körlerdir!..

***

Yakın geçmişte yaşadığımız bu gelişmeleri görmezden gelerek, yerel seçimler sonunda iktidarın da değişeceğini savunmak; hayal dünyasında gezinmekten başka, geniş yığınları aldatmaktır da...

“Borçlanma ekonomisi”ni dayatarak, Türkiye'yi faiz tuzağına düşüren Kemal Derviş'i, “kurtarıcı” gibi sunan ve olası bir CHP iktidarında ekonomiyi bu zata teslim edeceğini söylemekten çekinmeyen Dersimli Kemal, Türkiye'nin başına beladır...

Dersimli olmakla övünen feodal kafalı bu zat; birkaç fazla belediye kazanarak, sadece kendini parti yönetiminde tutan delegeleri tatmin edebilir.

Kemal Dervişe ekonomiyi teslim ederek, halkın sorunlarına asla çözüm getiremez!..

Bu nedenledir ki, Y-CHP yönetiminin kısmi başarısı, halkın çıkarına değildir...

***

Zor ama böyle bir durumun gerçekleşmesi halinde, onları parti yönetiminden uzaklaştırmak iyice olanaksız hale gelecektir.

Zira o zaman kurdukları bütün cümlelerinin başında utanmadan; “başarılı olmamıza rağmen” ifadesine kullanmaya devam edeceklerdir.

Başka bir ifade ile siyaseten bitmiş bir anlayışı, suni yollarda yaşatmaya çalışmak, halka zaman kaybettirmek anlamına gelecektir...

***

Siyasi ömrü tükenmiş olan Kemal Kılıçdaroğlu ile ekibini, siyasi tarihin çöplüğüne atmak, Türk halkının kurtuluş meşalesini yakmakla eş değerdedir...

Ekmeleddin İhsanoğlu ve Abdullah Gül gibi bitmiş siyasi portreleri “umut” olarak halkın önüne koyan anlayışın, Türk halkına vereceği bir şey yoktur.

İktidardan düşen AKP ile koalisyon pazarlıklarına girerek, onu yeniden iktidara getirmeye çabalayanların siyasi ufku yoktur!

Y-CHP'nin kadroları Türkiye'de iktidar değişikliğini gerçekleştiremezler!

Bunu, en kolay siyasete “kazandırdıkları” kişilerin duruşlarından anlıyoruz.

Yeniden aday gösterilmedikleri için partilerinden istifa ederek, başka partiden aday olma çabaları içerisinde olanları, bir önceki seçimlerde desteklememiz için liste başlarına yerleştirenler, bu hatalarının hesabını vermedikçe, halktan oy isteyemezler...

Hata yapan onurlu siyasetçiler, zaten halktan özür dileyip, istifa etmek suretiyle yeni isimlere yerlerini verenlerdir.

Dersimli Kemal ve arkadaşlarından böyle bir davranış göremediğimize göre, yaptıkları işin bilincindeler...

Onlara oy vermek bilinçli ihanettir; oy verenlerin daha sonra yakınma hakları da yoktur!..

***

Küresel güçlerin CHP içerisindeki elemanlarına oy vererek, emperyalizme karşı vereceğimiz ikinci kurtuluş mücadelesini geciktirmiş oluyoruz.

Y-CHP yönetimine iyi bir ders vermeden, yönetime gerçek CHP'lilerin gelmesi olanaksızdır.

Genel Başkan ve ekibi, Kurultay delegelerini, Kurultay delegeleri de Genel Başkan ile Parti Meclisini seçiyorlar; bu gerçeği göz ardı ederek sağlıklı sonuçlara varmamız mümkün değildir.

Siyasette “al gülüm ver gülüm” gibi ilkel bir döngü yaşanmaktadır.

Kendi çıkarları için bu döngüde yer alanlardan, Türk halkının çıkarları için özveride bulunmalarını beklemek, elma ağacından kiraz beklemeye benzer...

***

Muhalefet görevini yerine getirmeyen/getiremeyen muhalefet partileri; beceriksiz iktidarların siyasi ömrünü uzatmaktan başka işe yaramazlar.

Bunlardan biri MHP'dir ki, AKP'nin adeta “gençlik kolları” gibi hareket etmektedir.

İhtiyaç duyulduğunda AKP'ye “oy deposu” işlevini gören MHP, rejimin değiştirilmesinin de baş aktörü olmakla, en az iktidar kadar olanlardan sorumludur.

Bilinçli tercihle “beka sorunu”nu yaratanlara, bu sorunu çözme ödevini veren ve halkı sonu belirsiz bir beklenti içerisine sokan da MHP'dir...

MHP'nin günahları Y-CHP'ninkilerden az değildir...

***

Y-CHP sayesinde; halka hiçbir şey vaat etmeyen, Cumhuriyet tarihi boyunca elde ettiğimiz tüm kazanımlarımızı satıp savuran, yandaşlarını kayırmaktan başka icraatı olmayan AKP'nin, 17 yıldır iktidarda kalmasının diğer sorumlusu da Y-CHP'dir.

9 seçim kaybetmesine rağmen; benzer, hatta daha düşük profilli kadrolarla, 10'ncu seçime girme pişkinliğini gösteren Y-CHP, “Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur” özdeyişi çerçevesinde, sütçü beygiri gibi dolanıp durmaktadır.

Sorarım sizlere:

Böyle bir muhalefeti eleştirmek mi iktidarı desteklemek anlamına gelir, yoksa desteklemek mi?

Aslında bu sorunun yanıtı, sandıkta 17 yıl içerisinde 9 kez verilmiştir.

Buna rağmen, aynı soruya 10'ncu kez yanıt arayanlara, teşhisi Albert Einstein koymuştur... (2)

Cemil Can

DİPNOTLAR:
(1) https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-44600502

(2)Delilik: Aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemektir.

https://www.ensonhaber.com/…/albert-einsteindan-10-hayat-de…

14 Şubat 2019 Perşembe

Atatürk‘ün 4 Ocak 1922’de Lenin‘e yazdığı mektubun tam metni. (Sansürsüz)


Sovyet arşivinde yapılan çalışmalar, bir gerçeği daha ortaya çıkardı. Atatürk’ün bundan 81 yıl önce, 4 Ocak 1922 tarihinde Lenin’e yazdığı mektup, Türk basınında sansürlenerek yayımlandı. Bu mektup, ilk kez, 26 Mayıs 1969 tarihli Akşam gazetesinin 5. sayfasında çıktı. Ali Kemal Meram’ın hazırladığı “Devlet Kurulurken Mustafa Kemal’den Sovyetlere Sovyetler ’den Mustafa Kemal’e Mektuplar ve Milli Mücadele” başlıklı yazı dizisi içinde yayımlanan mektubun belirli paragrafları ne hikmetse yok olmuştu. Anlayacağınız gibi yok olan kısımlar Atatürk’ün Kapitalizm hakkında söyledikleri idi!

“Memleketimizi düşmandan kurtardıktan sonra, kamusal ehemmiyet taşıyan büyük işletmeleri devlet eliyle yönetme niyetindeyiz. Böylece gelecekte büyük kapitalist sınıfların efendiliğinin ülkede hâkim olmasının önüne geçmiş oluruz. ”Ankara, 4 Ocak 1922.

“Değerli Başkanım,
Ankara’da genel bir saygı ve sempati kazanan yoldaş Frunze’nin ülkemizden ayrılısı vesilesinden istifade ederek, şahsi his ve fikirlerimden başka, gizli olarak, Türk siyaseti konusundaki görüşlerimi ve bilhassa, Türk-Rus münasebetlerini, size, kısaca açıklamak isterim.
Bildiğiniz gibi, Türk ve Rus halkları, yüzyıllarca sürdürülmüş boyunduruk zincirini bir hamlede silkip attıktan sonra, kendi halklarının da bu yolu takip edeceklerinden dolayı büyük korkuya kapılan büyük Batılı emperyalist ve kapitalist kuvvetlerin saldırısına uğradığından, halklarımız arasındaki yakınlık ve anlaşma, kendiliğinden gelişmiştir.
Hatırlayacağınız gibi, müşterek umutların ve benzer şartların neticesi olarak ortaya çıkan fikirlerin gelişmesi, hükümetlerimiz arasında resmi münasebetlerin kurulmasına yol açmış ve bilhassa bu münasebetlerde tayin edici bir rol oynamıştır.

Türkler ve Ruslar, tarihleri, yüzyıllarca sürdürülmüş kanlı savaşlarla doldurulduktan sonra, hemen anlaşmış ve uzlaşmışlardır. Bu vaziyet, öteki ulusları şaşkınlığa uğratmıştır. Pek çoğu, dostluğun geçici olduğu ve şartların zoruyla sağlandığı konusunda bir inanca sahip olmuşlardır. Hâlâ da bu inançtadırlar. Fakat iki halkın hangi şartlarla ve ne ölçüye kadar birbirlerini anlayıp sevdiğini ve eski kavgaların, zalim yöneticilerin kışkırtmaları ile çıkmış olduğunu, son savaşta asker ve subayların birbirleriyle nasıl isteksizce savaştığını görmüş olanlar, birkaç sene önce oluşan yeni vaziyetin sürekli ve istikrarlı olduğunu kabul etmekte gecikmeyeceklerdir. Çünkü bu vaziyet tabii olandır ve eski istihdafı ayakta tutan suni düşmanlık ise son nefesini vermiştir.
Türkiye’nin rejim değiştirmesi, Rusya’da olduğu gibi, sosyal bir devrimle ortaya çıkmış olmayıp, yabancı devletlerin saldırı ve hâkimiyetlerine karşı bir başkaldırma türünde olduğundan, dünya kamuoyunun dikkatini çekmemiştir. Bu başkaldırış, canlı ve gerçek olarak dile getirilmemiştir. Yüzeysel de olsa, ülkemiz hakkında bir bilgiye sahip olanlar, 1918 Mütarekesi’nden, özellikle 16 Mart 1920’den beri alınan yolun çok büyük olduğunu kabul edeceklerdir.

Yüzyıllardan beri her şeyde efendilerine ve saraylılara ve daha sonra oligarşiye bağlı kalan Türk halkı, 1919 yazında girişilen savaşla, kendi kaderinin sahibi olmayı başarmıştır.

Açık konuşuyorum. Erzurum ve arkasından Sivas kongrelerinde bir araya gelen delegeler, halkların kendi kaderlerini tayin hakkını öngören bir hükme varmışlardır. Siz, değerli Başkanım, daha Dünya Savaşı’ndan önce, bu hususu müdafaa etmekteydiniz. Bu kongrelerde kabul edilen kararlarla, İstanbul’un yetersiz ve yeteneksiz ellerdeki iktidarı tasfiye edilecek ve yeni yöneticileri, bizzat milletin kendisi seçecektir. Büyük Millet Meclisi’nde bulunanlar, Türkiye’de yeni bir dönemin başladığını ve Türk halkının artık uzun süreden beri olduğu gibi kendi yöneticilerinin himayesi altında değil, efendisiz yaşayabileceklerini ilan ettiler. 16 Mart 1920 darbesinden sonra 23 Nisan’da Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nde toplanan halk temsilcileri, milletin iradesini ve kaderini bağımsız ve hâkim bir varlık olarak tayin etme arzusunu ilan ettiğinde, bu isteğin, bütünüyle gerçekleşmesi milli bir gaye olmuştur.

Şimdi, bütün bunlar gerçekleşiyor. Halk tarafından seçilmiş olan temsilciler, sadece yasama kuvvetini değil, aynı zamanda, yürütme kuvvetini de doğrudan, kendi seçtikleri ve her hareketlerinde onlara hesap verecek vekâletler aracılığıyla ellerinde bulundurmaktadırlar. İstisnai olarak, milletin bağımsızlık ve güvenliğinin söz konusu olduğu fevkalade hallerde, halk temsilcileri, yargı vazifesini İstiklal Mahkemeleri aracılığıyla yerine getirmektedir. Görüldüğü gibi, bizde iktidarın üç fonksiyonunun ayrılığı mevcut değil. Batı’da kapitalist sistemin bütün milletin üzerindeki efendiliğini güçlendirmek ve bu sınıfın iktidarı istismar etmesi için özenle hazırlanan bu sistem, nefret uyandırmaktadır. Bu bakımdan, biz kapitalist sistemden daha çok, Sovyet sistemine yakınız.

Sosyal alanda da, memleketimizde benzer değişimler olmuştur. Yeni vaziyetimizin ve ekonomik şartların gereği olarak, toplumun, artık istismara baş eğmemek konusundaki kararının neticesi olarak, herhangi bir çaba göstermeksizin, başkalarının emeği ile yaşayan parazitler sınıfı bütünüyle ortadan kalkmamışsa bile, bu sınıfa girenlerin sayısında büyük bir azalma olmuştur.
Modern Türkiye’de, imparatorluk döneminin efsanevi zengin sınıfı artık yoktur. Büyük arazi sahiplerinin gelirleri artık düşmüştür. Şimdi, Türkiye’de herkes düzenli çalışmak zorundadır. Sonuç olarak, bugünün Türkiye’sinde atılan adımlar herkes içindir.

Türkiye, Batı Avrupa’ya olduğundan çok, bir bakıma Rusya’ya, özellikle son birkaç ayın Rusya’sına daha yakındır. Sonra, memleketlerimiz arasında bir başka mühim benzerlik, bizim, kapitalist ve emperyalist düzene karşı savaşmamızdır. Kapitalizm Türkiye’de, Avrupa’da ve eski Rusya’da olduğundan daha zayıf gelişti. Fakat vaziyet, büyük teşebbüslerdeki hemen bütün kapitalin yabancılar tarafından yatırılmış olmasıyla şiddetlenmiştir. Halkımızın istismarını kolaylaştırmak için kurulmuş olan kapitülasyon sistemi, gelişmemizi engellemiş ve bizi bu sömürüye tahammül etmeye mahkûm etmiştir.

Bu rejimi ortadan kaldırma hedefine sahip bugünkü mücadelemiz her şeyden önce kapitalizme karşı yönelmiştir. Biz memleketimizi düşman istilasından kurtardıktan sonra, kamusal ehemmiyet taşıyan büyük işletmeleri devlet eliyle yönetme niyetindeyiz. Böylece gelecekte büyük kapitalist sınıfların efendiliğinin ülkede hâkim olmasının önüne geçmiş oluruz. Türkiye’nin büyük devletler ve onların uyduları tarafından hâlâ açık veya kapalı olarak çılgınca saldırılara hedef olmasının nedeni, bütün mazlum milletlere kurtuluş yolunu göstermiş olmasıdır.

Bütün bunlar, Türkiye’nin bütün müesseseleriyle ve bugünkü hükümetiyle sadece Sovyet Rusya’da güven hissi yaratabileceğini, Batı’nın ise, bize düşman gözüyle bakmasını gerektireceği gerçeğini ortaya koyar.

Milletlerarası siyaset alanında Türk-Fransız anlaşması, Rus-İngiliz ticaret anlaşması gibi, şartların zoruyla vücut bulmuştur. Bu anlaşma, gelecekte imzalayabileceğimiz anlaşmalar gibi, ideallerimizden vazgeçtiğimiz anlamını taşımaz. Sizi kesin surette temin ederim ki, her halükârda Büyük Millet Meclisi’nin Türkiye’si bugüne kadar Sovyet Rusya’ya karsı takip ettiği siyasetten vazgeçmeyecektir ve bu konuya dair yayılmış bütün söylentilerin hepsi yalandır.

Yine aynı şekilde sizi temin ederim ki, Sovyet Rusya’ya karşı doğrudan veya dolaylı olarak asla hiçbir anlaşma yapmayacağız ve hiçbir koalisyona girmeyeceğiz. Son zamanlarda meydana gelen aramızdaki bütün yanlış anlaşılmalar, her şeyden önce Ankara- Moskova arasındaki yazışmaların oldukça yavaş olmasından kaynaklanmaktadır.

Değerli Başkanım, bu içten açıklamaların iki halkımız ve hükümetimiz arasındaki dostane ve kardeşçe münasebetleri daha da kuvvetlendireceği ümidiyle samimi kardeşlik hislerimi kabul etmenizi dilerim.”

Mustafa Kemal
 Kaynak: burakeklik.wordpress.com


8 Şubat 2019 Cuma

Üreten Cumhuriyet Türkiyesi’nden her şeyini “Satan Yeni Türkiye’ye”


Hepsi birer Cumhuriyet projesi olarak kurulan ve ülkenin kalkınmasında önemli yer tutan kamu kuruluşlarının satışlarında sıra savunma sanayine geldi. AKP döneminde stratejik öneme sahip çok sayıda kuruluş uluslararası şirketlere satıldı. Son olarak Sakarya’daki Tank Palet Fabrikası; “Erdoğan’ı gördükçe âşık oldum. Böyle ilahi bir aşk iki erkek arasında olabiliyor.”, diyen Ethem Sancak ve Katar ortaklığına devredilerek kamunun ve ordunun büyük oranda zarar görmesinin önü açıldı.

Peki, kimdir bu Ethem Sancak?

Milyarlık kamu ihaleleriyle yıldızı AKP döneminde parlayan yandaş beslemelerden sadece biri. Her fırsatta Erdoğan’a aşkını ilan etmekten çekinmeyen Sancak için Tank Palet Fabrikası feda edilmiş oldu. 1990’larda İstanbul’da ilaç dağıtıcısıyken AKP’yle birlikte Türkiye’nin sayılı zenginleri arasına girmeyi başaran Sancak, 2014 yılında TMSF’nin sattığı BMC’yi 751 milyon liraya satın almıştı. Savunma sanayisine önemli derecede araç üreten BMC’nin sahip olduğu arsaların değeri sadece 1.5 milyar lira.

Aslında şu günlerde gündemde olan Tank Palet Fabrikasının peşkeş çekilme sözü 2014 yılında verilmiş. Erdoğan’ın kamuoyunda yükselen tepkileri bastırmak için; “Bunlar yalancı, özelleştirme ve satış yok.”, sözleri sadece yapılan ihaneti gizleme amacını taşıyor. Çünkü aynı Erdoğan ihale öncesi; “BMC’ye devrini yaptık”, diyerek ordu malını Katar menşeli bir firmaya sattıklarını itiraf ediyor açıkça.

Her fırsatta yerli ve milli olduklarını iddia edip üretim yapan ne varsa satışa çıkaran bir örgütlü suç çetesiyle karşı karşıyayız.

Bugün Tank Palet Fabrikasında oynanan bu oyunun ne kadar büyük olduğu çok açık ortada. Türk Savunma Sanayi Zirvesinde yine aynı Erdoğan, Altay Tankının Arifiye’deki fabrikada üretileceği müjdesini vermişti. O zaman fabrika Milli Savunma Bakanlığına aitti. BMC firması da bu tankın üretimi için bakanlıkla sözleşme imzalamış ve üretimle ilgili Sakarya çevresinde bir fabrika kuracağı sözü vermişti.

Sonra ne oldu peki?

Ethem Sancak’ın sahibi olduğu BMC sözleşmeyi iptal ediyor, arkasından tankın üretileceği fabrika özelleştiriliyor.

Askeri fabrika kimlere peşkeş çekiliyor dersiniz?

Sancak’ın sahibi olduğu BMC firmasıyla, % 49,9 oranında ortaklığı bulunan Katar Silahlı Kuvvetleri Endüstri Komitesi’ne!

Evet yanlış duymadınız ordumuz artık Katar’ın emrinde!

Bir ülkenin Milli Savunma Sanayisini özelleştirmek demek o ülkeye yapılmış en büyük ihanet değil midir?

Dillerinden düşürmedikleri “yerli ve milli” anlayışlarının ölçüsü de, çok sevdikleri Arap dostlarının bulunduğu Katarlılarla beraber kurulan bu kirli ortaklıkta gizli değil mi?

Ortaya çıkan resim çok açık. Kaçak Saraylı Reis’e hediye edilen 450 milyon dolarlık uçan sarayın da bedeli ödenmiş oluyor aynı zamanda. Araplara düşkünlüğünü; “Benim için İslam’a sarılmış dik duran bir Arap, ruhunu Batıya satmış olan 50 Türk’e bedeldir.” sözleriyle anlatan Sancak ve AKP’giller tayfası için Türk Ordusu’nun mallarını Katarlılara teslim etmekte bir sakınca yok. Çünkü onların vatanları olmadığı için vatan sevgileri de bulunmaz. Onlar için önemli olan tek şey emperyalizmin uşaklığını yapmak. Bunları yaparken de kendi sülalelerinin ve yandaşlarının küplerini, doymak bilmez bir açgözlülükle, doldurmak. İşte Ethem Sancak ve onun gibileri ülkemizin kaynaklarını sömüren kan emicilerinden başkaları değildir.

Basında çıkan haberlere göre Katar ülkede ne var yok adeta silip süpürmüş durumda. Türkiye’yi Katar’a pazarlayan AKP’li Sancak, aynı zamanda DEİK/Türkiye-Katar İş Konseyi’nin Başkanlığını yürütüyor.

Sancak’ın sahibi olduğu ve ülkemiz açısından stratejik değer taşıyanı BMC fabrikasının % 50’lik hisseleri Katarlılar tarafından satın alındı.

Bugüne kadar ABank, Finansbank, Digitürk, Ankas, Banvit’i satın alan Katar, Türkiye’nin en değerli yalısı Er Bilgin Yalısı’nın da yeni sahibi.

Ocak 2017’de Erdoğan’la birlikte havadan Trabzon üzerinde keşif yapan Katar Emiri’nin bir diğer dileği de Sürmene yaylalarına el atmak olmuş. Bu keşiften sonra Emir’in beğendiği ormanlık alan 7 ayrı yerden aynı anda kış günü yanmaya başlıyor. Sabotaj olduğu çok açık-belli bu olayın perde arkasında Trabzon’un da Katar’a mı satıldığı sorusu akla geliyor. Bir yandan da değerli Osmanlı tablolarını toplayan Katarlı dostlarıyla bu kadar sıkı ilişki içine girip ülkemizin kaynaklarını ve güvenliğini Araplara teslim edenler bilsinler ki;

Mustafa Kemal’in önderliğinde verilen Birinci Kurtuluş Savaşı’nı kendine bayrak yapan,

Verilecek İkinci Kurtuluş Savaşı’yla nihai kurtuluş için mücadele eden,

Laik Cumhuriyet’in değerini bilen ve sonuna kadar kazanımlarına sahip çıkan,

Bilimselliği ve Laikliği kendisine rehber edinmiş,

Ve Laik Cumhuriyet’le gelen reformları

Yüreğinde ve bilincinde yaşayan ve yaşatan,

Tam bağımsızlıktan ve laiklikten asla ödün vermeyen

Türkiye Cumhuriyeti’nin bir tek yurttaşı

Bütün bu Arap dünyasının şarlatanlarına BEDELDİR!..



Milli ve yerli olmak ha…

Kâğıttan kumaşa, çimentodan demir çeliğe 15 yılda 46 fabrika kurmuş Gazi Mustafa Kemal’in Cumhuriyeti’nden, yeraltı ve yerüstü tüm kaynaklar ile tüm fabrikaların, kamu kurum ve kuruluşların yerli ve yabancı tekellere yok pahasına satıldığı günlere geldik.
Hırsızlar çetesinin patronu her seferinde “yerli ve milli” masallarına başvursa da artık geminin çok fazla su aldığını herkes biliyor. Bu nedenle ülkedeki Antika Tefeci-Bezirgân Sınıf temsilcileri gemiyi ilk terk edenler arasına girdi bile.
Türkiye’nin sayılı patronları arasında yer alan Sabancılar ailecek Malta vatandaşlığına geçti. Yine Murat Ülker’in başında bulunduğu Yıldız Holding de 7 milyar dolarlık borcunu yapılandırıp elinde bulunan Ülker hisselerini Londra merkezli şirkete sattı. Ülker’in yurt dışına servet aktarımından sonra finansal çevrelerde benzer dedikodular Doğuş Grubu için de dolaşmaya başlandı. Hürriyet’te yer alan Dinçer Gökçe ve Şebnem Turhan imzalı kulis haberlerine bakılırsa Türkiye’nin en büyük sermaye gruplarından Doğuş da benzer yollara başvurup; “Ülker’e yaptığınız gibi benim de borcumu yapılandırın”, deme telaşına düştü.

Denizin bittiğini gören yandaş beslemeler de her türlü pisliğe o kadar çok bulaşmış durumdalar ki, şimdiden hazırlık yapıyorlar. Çoğu ailesiyle birlikte ceplerindeki pasaportlarla bekliyor. Yarın öbür gün işler tersine döndüğünde hepsi kendini kurtarma derdine düşecek. Reislerine bağlılıkları bir uçağa atlayıp yurt dışına kaçmaları kadar yakın olacak.  Tarih boyunca kurulan devletlerin nasıl çöktüklerini incelediğimiz zaman ilk önce zengin ve varlıklı insanların o ülkeyi terk ettiğini görürüz. “Küresel Varlık Göçü”nün Türkiye’ye ilişkin verilerine göre, 2016 ve 2017 yılları arasında varlıklı dilimin % 12’si servetlerini yurt dışına aktardı. AfrAsia Bankası tarafından hazırlanan “Küresel Varlık Göçü Raporu”nda yer alan veriler şunu gösteriyor: Yurt dışına aktarılan servetlerin çoğu Avrupa ve Birleşik Arap Emirlikleri’ne taşındı.

Erdoğan, 17 yıllık saltanatını demokrasinin şaha kalktığı bir süreç olarak nitelendirip överken,  AKP döneminin son günlerinde işte bunlar yaşanıyor. TÜİK verilerine göre de 2018 yılında bir önceki yıla göre yurt dışına göç edenlerin sayısında % 42 oranında bir artış söz konusu. Buna göre 253 bin 640 kişi Türkiye’den göç etti. Sürekli aynı gemideyiz yalanlarını söyleyenlerin gemiyi ilk terk edenler olması da tesadüf olmasa gerek.



Türkiye’yi adım adım uçuruma sürükleyen AKP’giller ve Tayyip için çanlar çoktan çalmaya başladı

Buğdayı Rusya’dan, mercimeği Kanada’dan, samanı Bulgaristan’dan, eti Sırbistan’dan ithal edip askeri ve ulusal güvenliğimizi de Katar’a havale ediyorsak, AKP’nin “Gayri Milli ve Gayri Yerli” olduğu açıkça ortada. Bir zamanlar tarım ülkesiyken şimdi buğdayından samanına her şeyini ithal eder duruma düştük.

TMO’ya buğday, arpa, mısır, pirinç ve kuru bakliyat için gümrük vergisi sıfırlanıp ithal etme yetkisi verildi. Soğandaki durum da aynı. Üreticiyi desteklemek yerine gümrük vergisi sıfırlandı ve ithal soğanı gözler duruma düştük. 31.10.2006 tarihinde AKP iktidarı tarafından çıkartılan Tohumculuk Kanununa göre “Yerli Tohum Dikmek, Ekmek ve Satmak Yasak”.

Hububatından sebzesine kadar genleri ile oynanmış ve kısırlıktan kansere kadar çeşitli hastalıklara sebep olan tohumlukları İsrail’den almaya mecbur bırakıldıysak yerli ve milli olma nerede kaldı?

“Hülooğğ”cular Reislerine; “Dik Dur! Seninleyiz”, diye seslenirken hangi duruştan bahsettikleri belli değil. Ülkesinin toprağından taşına, havasından suyuna, ekmeğinden soğanına her şeyini pazarda satılığa çıkaran birinin dik durması nasıl beklenir? Biyolojik olarak evrim geçiren insan türü iki bacağının üzerinde dik durmayı başarsa da asıl dik duruş ancak onurla mümkün olur.

Bu dik duruş, bu onur sadece biz Gerçek Devrimcilerde vardır. Sahip olduğumuz insancıl erdemlerle ve mücadeleye olan bağlılığımızla AKP’giller tarafından kandırılmış, düşünemez hale getirilmiş, kuşatılmış kitleleri de biz örgütleyeceğiz.

Ant olsun ki;

Bağımsızlığımız, çocuklarımız, geleceğimiz, umutlarımız için,

Yerli ve yabancı şirketlere peşkeş çekilen fabrikalarımızı, kurumlarımızı ve 96 yıllık Laik Cumhuriyet’in tüm kazanımlarını geri almak için,

İnancımızı ve ahlâkımızı yerle bir edip yok etmek isteyenlere karşı

Kıvılcımlı Usta’nın düşünce oğulları ve kızları olarak;

İkinci Kurtuluş Savaşı destanını yazıp

Proletaryanın önderlik ettiği Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi’ni öreceğiz,

Ve sonunda Devrimci Mücadelemizi zaferle sonuçlandırıp Demokratik Halk İktidarımızı kuracağız.


5 Şubat 2019 Salı

Atatürkçü Cumhuriyetçi İlahiyatçılardan Diyanet İşleri Başkanlığına Açık Çağrı


                                          
KAMUOYUNA BİLDİRGE -2

Diyanet İşleri Başkanlığı, 3 Mart 1924’te, Şer’iyye ve Evkaf Vekâletinin kaldırılmasının ardından kurulmuş bir Cumhuriyet kurumudur.

Kuruluşuna büyük önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülük ettiği başkanlık, Cumhuriyetimizin temelini oluşturan laiklik ilkesi ve millilik vasfı doğrultusunda görev yürütmek zorundadır. Bu, 136. Madde mucibince anayasal bir zorunluluk olduğu kadar aynı zamanda kurucu kadroya karşı gösterilmesi gereken bir vefa borcudur.

Ne var ki Diyanet İşleri Başkanlığı, uzun yıllardır anayasal çizgisinin dışına çıkmakta, laiklik karşıtı akım ve uygulamalar karşısında en hafif ifadeyle sessiz kalarak zımni bir onayın faili olmaktadır.

15 Temmuz FETÖ darbe girişiminin ardından Diyanet İşleri Başkanlığının binlerce personeli hain örgütle bağlantısı nedeniyle görevden alınmıştır. FETÖ terör örgütü liderinin bir zamanlar Diyanet personeli olarak çalıştığı da herkesçe malumdur. Diyanet bünyesinde daha evvel Kara Ses Cemalettin Kaplan ve benzeri pek çok gerici, laiklik karşıtı sözde din görevlisinin barındığı da bilinmektedir.

Din İşleri Yüksek Kurulu'nun 12.07.2017 tarih ve 27 sayılı kararı ile yayınlanan "Kendi Dilinden FETÖ: Örgütlü Bir Din İstismarı" isimli eserin tetkikinden de anlaşılacağı üzere; Diyanet İşleri Başkanlığı, FETÖ elebaşının, başkanlığın yönetimindeki camilerde "Vaiz" unvanıyla 1970'li yıllardan beri yapmış olduğu konuşmalarından haberdardır. Başkanlığın, söz konusu çalışmada İslam dışı ilan ettiği bu konuşmalardan, murakıpları ve müfettişleri vasıtasıyla haberdar olması kuvvetle muhtemeldir. Buna karşın, 15 Temmuz 2016 silahlı kalkışmasını izleyen günlere kadar, bu terör örgütü ve onun fikir öncülleri hakkında herhangi bir tepki koymaması oldukça düşündürücüdür.

Bugün dahi kurum bünyesinde gerici ve laiklik karşıtı oluşumlara mensubiyet duyan ciddi sayıda personelin bulunduğunu tahmin etmek hiç de zor değildir.

Öte yandan Diyanet İşleri Başkanlığı mensubu pek çok imam hatibin (din görevlisi) özellikle Cuma vaazlarında gündelik siyasete dair konulara girerek cemaat arasında huzursuzluk, küskünlük ve bölünmelere yol açmakta olduğu, kamuoyuna yansıyan çok sayıda örnekle sübuta ermiş bir meseledir.

Biz, Atatürkçü Cumhuriyetçi ilahiyatçılar ve din araştırmacıları olarak; Diyanet İşleri Başkanlığını, en temel görevlerinden olan Cumhuriyete ve onun vazgeçilmez ilkesi olan laikliğe sahip çıkma görevini gerektiği gibi yerine getirmeye davet ediyoruz.

Bu cümleden hareketle;

Diyanet İşleri Başkanlığı, tüm yurtta Cuma hutbelerinde din ve vicdan özgürlüğünün yanı sıra, bu özgürlüğün ve çağdaş devlet sisteminin teminatı olan laikliğin önemini anlatmak zorundadır. Bu sebeple laiklik konulu vaaz ve hutbeler hazırlatılıp vaiz ve imam hatiplere okutulmalıdır.

Başkanlık, her yıl Çanakkale Zaferi'nin yıldönümünde olduğu gibi; 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı, 30 Ağustos Zafer Bayramı gibi milli günlerimizde de cami cemaatine ve tüm halkımıza yönelik mesajlar yayınlamalı, Anıtkabir’deki törenlere başkan düzeyinde katılım sağlamalıdır.

Başkanlık; kurucu önderimiz büyük Atatürk’ün anma yıldönümü olan 10 Kasım günlerinde de Atatürk'ü konu alan etkinlikler düzenlemeli ve son dönemde artan, Atatürk'e yönelik saldırılara karşı sesini yükseltmelidir. Bu konuda, Milli Mücadele'de Atatürk'e destek veren 153 din adamından örnekler verilmeli ve bu şahsiyetler, yeni nesillere tanıtılmalıdır.

Başkanlığın internet sitesine büyük Atatürk’ün fotoğrafı ve hayat hikâyesi konulmalıdır.

Başta Alevi ve Caferi yurttaşlarımız olmak üzere İslam’ın farklı yorumlarına mensup bütün Müslümanlara ve ilaveten tüm farklı inanç sahiplerine yönelik her çeşit ayrımcı tutum ve uygulamaların son bulması için kurum tarafından ciddi ve samimi gayret gösterilmelidir.

Diyanet İşleri merkez ve taşra teşkilatı; mezhep, tarikat ve cemaatlerin baskısından kurtarılmalıdır.



Kamuoyuna saygılarımızla ilan ederiz.



Cemil KILIÇ  - İlahiyatçı Yazar
Gani AŞIK /  Emekli Müftü – Eski Milletvekili
Kamil Hayati AYDIN / Emekli Müftü – Yazar
Mehmet GÖL  /  İlahiyatçı  - Emekli Kültür Müdürü – Yazar
Mehmet Ali ÖZ / İlahiyatçı Yazar
Yusuf Gökhan ÇOLAK  / Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni
Yusuf DÜLGER  / Emekli Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni – Yazar
Lütfullah Kaleli / Emekli Din Görevlisi – Yazar
Ömer Sağlam / Din Araştırmacısı – Yazar
Veli GÜN / İlahiyatçı – Emekli Eğitimci