7 Aralık 2016 Çarşamba

BİZİ SİZ SİLAHSIZ BIRAKTINIZ!




Bu ülkeyi gericiliğin elinden almak için "silaha" ihtiyacımız vardı. Gericiliği mahkûm edecek, onun sarıldığı silahları etkisiz kılacak, toplum nezdinde hak ettiği şekilde itibarsızlaştıracak bir saldırıyı örgütlememiz gerekiyordu.

Bunu sol yapabilirdi.

Yüzlerce yıllık sömürüde güçlü kökleri olan, ağaların, şeyhlerin, müftülerin, şeyhülislam ve beylerin devrettiği örgütlere dayanan İslamcılığı, "mütedeyyin vatandaşın masum inançları" olarak yutturanlar, örgütlü alçaklığı neredeyse bir folklorik öğe olarak sunanlar sol sosyetenin yakın dostlarıydı.

Örgütlü sol gitmiş, sol sosyete gelmişti.

Örgüt kaçkını gurmeler, hedonist(bedensel hazcı) zengin çocukları "Marksizm’in medar -ı iftihar!" ilan edildi. Murat Belge, Ömer Laçiner, Nilüfer Göle, Hilmi Yavuz, Her türden "sol entelektüel"in temel özelliği örgüte uzak, sosyeteye yakın olmalarıydı.

Anti-Kemalist liberallerden ibaret de değildi bu tablo.

Emre Kongarların, Toktamış Ateşlerin, sarı zeybek uzmanı Can Dündarların doldurduğu alanı bu parsellemeden ayrı düşünebilir miyiz?

Sol sosyete, "sen benim sırtımı kaşı, ben senin sırtını kaşıyayım" şiarıyla birbirini övüyor, bir övgücüler çemberi içinde "sol düşünceye" yön veren sosyeteler oluşuyordu.

Yıllar önce Edebiyat Dostları'nın pek güzel resmettiği gibi, bunlar sandıklarda sakladıkları eski resimleri çıkartıp tanıdık ünlüleri göstermek ve illaki kendilerini işaretlemek huyuna sahip bir "kitleyle" yaşayıp gidiyordu. Aralarına cezaevi görmüş, eza çekmiş ve eza çekenlerin şiirlerini işkenceli mürekkeplerle yazmaktan başka işi olmayanları da alınca, vicdan sorunu da çözülüyordu

Anti-Kemalist liberaller de, batıcı millici statükocular da aynı işi gördü.

Solu silahsızlandırdılar.

Cumhuriyet gazetesinin son 30 yılda "yetiştirdiği" isimlerin çeşitliliği ve bu gazetenin dümenine yerleşen (bazen tek başlarına, bazen başka birilerinin dizlerinin üstünde) isimlerdeki eğilim bolluğu da bu açıdan sembolik değer taşıyor.

Gün geldi, "sağ soldur, sol da sağ" dediler, "Müslüman kadının modern özgürlük kavgasıdır türban" buyurdular, "Latin Amerika'da var, bizde niye olmasın. Devrimci teoloji! Ali Şeriatı falan," dediler,

Gün geldi, "Komünizm bir ideoloji olduğu için çöktü, ideolojileşmeyi reddeden Atatürkçülük ise sapasağlam yerinde" buyurdular, "zamansız ve zorlama devrimlerin Sovyet ülkelerine acılar çektirip, yıllar kaybettirdiğini" anlattılar.

Kimi Hanya'yı gördü, kimi Konya'yı. Kimi hatasından döndü. Kimi gözünü Brüksel'e kilitledi.

Peki şimdi?

Şimdi bize düşen hızla donanmaktır.

Bizim boşalttığımız, bizi çıkardıkları yerde büyük bir bataklık var şimdi.

Gün, o bataklığı temizleme günüdür.
BOYUN EĞME  Sayı:56


Krizden faşizme aralanan kapı



Türkiye’nin son haftalardaki gündemi, haklı olarak, ekonomik kriz ihtimalleri. Doların yükselişi ve Saray cephesinden verilen yanıtların harareti daha da yükseltmekten başka işe yaramaması, Türkiye ekonomisinin yapısal zayıflıklarıyla birleştiğinde, kriz ihtimalinin gündemi kaplamasında bir gariplik yok tabi.

Öte yandan, Erdoğan’ın dolar hakkındaki kimi sözlerinin ve çağrılarının anımsattıkları da bir hayli enteresan. Örneğin, Irak’ta Saddam Hüseyin’in petrol ticaretini dolar yerine euro ile yapmayı dile getirmesi ile ülkesinin emperyalist müdahaleye uğraması arasındaki mesafe bayağı kısadır. Benzer şekilde, Afrika ölçeğindeki ticaretin dolar yerine “altın dinarı” gibi bir başka para birimiyle yürütülmesini öneren ya da Libya’da iş yapacak yabancı sermayenin parasını Libya dinarına çevirmesini zorunlu kılan Kaddafi de vahşi bir emperyalist operasyonu ülkesine çekmiş sayılabilir.

Özetle, dolara ve dolarda simgelenen ABD egemenliğine yan bakmak, emperyalist sistemin bağımlı bir ülkesi için pek kolay ve hayırlı değil.

Peki, hal böyleyken, Erdoğan neye güveniyor olabilir?

Bir yanıt şu olabilir: Erdoğan, krizi durdurmaya değil, yönetmeye, yön vermeye çalışıyor. Yani yaklaşan bir ekonomik krizden kaçmak yerine, bu krizi faşizme geçişin kapısı haline getirmeyi tasarlıyor.

***

Faşizm dendiğinde iki sorunla karşılaşıyoruz. Bunlardan ilki, Türkiye’de solun bu kavramı anlamsızlaşacak ölçüde istismar etmesi. İkincisi ise, faşizmin sadece Almanya ve İtalya’daki örneklerinin tekrarı olacağı beklentisi.

Oysa bu iki sorunlu yaklaşımı geride bırakıp, faşizmin, tekelci kapitalizmin yapısal bunalımına bir yanıt olarak kavranması, günümüzün ve ülkemizin koşullarının bu açıdan incelenmesi mümkün.

Tekelci kapitalizmin günümüzde ulaştığı evre, neo-liberal sermaye birikim biçiminin tıkandığı bir uğrak olarak görülebilir. Buradaki tıkanma, sermayenin artı-değer sömürüsünde bir duraklama olduğu anlamına gelmiyor (ki bu bile bir tartışma konusudur). Tıkanma, bu ölçüde kuralsızlaşmış ve saldırganlaşmış bir sermaye birikim rejiminde, toplumsal ve siyasal yapının yeniden üretilmesinde ve sürdürülmesinde yaşanıyor.

Deyim yerindeyse, sermaye, neo-liberal birikim rejiminde artı-değer sömürüsünü en yüksek seviyelere çekmenin yolunu bulmuştur, ama bu yolla toplumu ve siyaseti yönetmeyi nasıl sürdüreceğini bilemez hale gelmiştir.

Neo-liberal birikim biçimini ikame edecek yeni bir birikim modeli de ufukta görünmediğine göre, sermaye açısından en makul çözümlerden biri, toplumsal ve siyasal yapıyı faşist devlet aygıtının otoriter denetimine bırakmak, yapısal krizle şiddetlenen yeniden üretim ve sürdürülebilirlik sorununu “zor”un rolü ile aşmaktır.

Bu anlamda, faşizmin ‘gerekçesi’ her kapitalist rejimde mevcuttur, ona içkindir. Horkheimer’in faşizm için “modern kapitalist toplumun hakikati” demesinin altında da bu yatar. Ancak faşizmin zafere ulaşması için kimi koşulların ortaya çıkması ve buluşması gerekir. Bu koşulların ilki, yukarıda sözünü ettiğimiz tekelci kapitalizmin yapısal krizidir.

Bir diğer kritik koşul ise, faşizmin kitle tabanının örgütlenmesidir. Faşizmin kitle tabanı, kuşkusuz, geniş bir tanımdır ve yekpare/türdeş bir nüfus kesitini ifade etmemektedir. Bu kitle tabanı, daha çok, toplumun farklı kesimlerinin birbirine eklemlendiği bir bütünleşme olarak anlaşılmalıdır: Rekabet yarışında geri düşmemek için sermaye birikiminin hızlanarak devam etmesini isteyen burjuvazi, ekonomik kaynakları ve konumları tehdit altındaki ‘orta sınıflar’ ve işsizliğe mahkum edilmiş yoksul kitleler.

İşte Türkiye’de bu tabloya özgüllük de katan bir boyut var: 15 yıllık iktidarı döneminde AKP/Saray Rejimi, böylesi bir kitle tabanını kendi parti seçmeni kılığında yaratabilmiştir. Bugün Türkiye’de AKP tarafından özel olarak beslenen ve büyütülen bir sermaye kesimi vardır. AKP tabanının içinde azımsanmayacak sayıda bir “İslamcı orta sınıf” vardır. AKP’nin seçmen kitlesini oluşturan ve niceliği hayli yüksek olan bir yoksul nüfus vardır.

Daha önemlisi ise şudur: Tablonun bu özgüllüğü, AKP/Saray Rejimi’ne, faşizme geçiş için inisiyatif şansı sunmaktadır. Daha açık bir deyişle, emperyalist odakların ve Türkiye’nin geleneksel burjuvazisinin ya da kentli ve modern orta sınıfın tutumunun ötesinde, AKP/Saray Rejimi, faşizme geçişi salt kendi mevcut tabanına dayanarak dahi deneyebilecek durumdadır.

Bu inisiyatifin bir rest gibi görülmesi ise mümkün değildir. Çünkü AKP/Saray Rejimi, deyim yerindeyse kendi bünyesinde inşa ettiği faşizme geçiş modelini, emperyalizme ve geleneksel burjuvaziye karşıtlık için değil, bir teklif olarak ileri sürmektedir. Faşizme geçiş, sermaye düzenine, yaklaşan krizin yıkımından kurtulmanın ve Türkiye’nin yönetilebilir halde tutulmasının reçetesi olarak sunulmaktadır.

Zira faşizm, sadece burjuvazinin bir kararı veya dayatması olarak ortaya çıkmaz; pekala siyaset de burjuvaziye faşizmi teklif edebilir, eder.

Ve bazen ikna da eder.

***

Bu noktada, yukarıda verdiğimiz yanıta dönebiliriz.

Erdoğan, yaklaşan ekonomik krizi durdurmanın imkansız olduğunu fark ettikçe, krizi yönetip yönlendirmeyi, krizden bir fırsat yaratmayı arzulamaktadır.

Ağır ve sarsıcı dalgalarla gelen krizin, faşizme geçişi sağlayacak bir kapıyı aralaması beklenmektedir.

Dolar ve ABD egemenliğine meydan okur görünen kürsü hamaseti ise, faşizme geçişte vazgeçilmez koşul olan kitle tabanını konsolide etmeyi amaçlamaktadır.

O halde, Türkiye’nin bir adım sonrasındaki gündemi faşizmdir diyebilirdik.

Diyebilirdik, ama saçma olurdu; çünkü faşizm, bir adım sonrasında gündem değil, gerçeklik olacaktır.

O yüzden, bugünün gündemi olmak zorundadır.
Can Soyer

6 Aralık 2016 Salı

Türkiye eğitimde 2003'ün gerisine düştü



Türkiye'nin eğitimde 2003'ün gerisine düştüğü, açıklanan PISA 2015 sonuçlarıyla ortaya çıktı.
Öğrencilerin uluslararası ölçekte fen, matematik ve okuma becerilerini ölçen en önemli sınavlardan biri PISA 2015 sonuçları açıklandı.
Al Jazeera'den Umay Aktaş Salman'ın haberine göre, Türkiye'nin fen, matematik ve okumada 2003'ten beri yükselen puanları 2015'te düşerek, 12 yıl önceki sonuçların bile altına geriledi. Sıralamada ise Türkiye, 70 ülke içinde fende 51'inci, matematikte 48'inci, okumada 49'uncu.
Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün, (OECD) 2000 yılından bu yana üç yılda bir yaptığı PISA’nın 2015 sonuçları açıklandı. 15 yaş grubu öğrencilerine uygulanan sınavın en son verileri 2012’de açıklanmıştı. PISA, 2015’te 70 ülkede uygulandı. Veriler hem Türkiye’nin diğer ülkelere göre durumunu, hem de ülkenin eğitim politikalarına dair önemli sonuçları gösteriyor.
2003 PUANLARININ DAHA ALTINDA
Türkiye 2003 yılından bu yana PISA’ya katılıyor. O zamandan bu yana yapılan fen, matematik ve okuma becerilerindeki değerlendirmelerde Türkiye’nin her seferinde puanları arttı. Ancak 2015 sonuçları, 2003'ün bile gerisinde geldi. 2003 yılında 434 olan Fen puanı 425'e, 423 olan matematik puanı 420'ye, 441 olan okuma puanı ise 428'e düştü. 
2012 İLE KIYASLAMA
PISA 2012 sonuçlarına göre, Türkiye okuma becerilerinde 65 ülke arasında 41'inci sıradaydı. Fen ve matematikte ise başarısızlık daha da belirgindi. Matematikte 44,  fende 43'üncü sıradaydı. PISA 2015 sonuçlarına göre Türkiye fende 70 ülke içinde 51'inci, matematikte 48'inci, okumada ise 49'uncu. 
Puanlar, 2012 yılına göre kıyaslandığında ise fende 3 yıl önce 463 puan alan Türkiye'deki öğrenciler 2015'te 38 puan düşerek 425 aldı. Matematik'te de 28 puanlık bir düşüş yaşandı. 2012'de 448 puan alan Türkiye'nin 2015 puanı 420. En fazla düşüş ise Türkiye'nin en iyi olduğu okuma becerilerinde yaşandı. Tam 47 puanlık düşüşle Türkiye 475 puandan 428 puana geriledi. 
Türkiye 2006-2015 yıllarında PISA'ya kesintisiz katılan ülkeler arasında puanını en çok düşüren ülke.
SİNGAPUR İLK SIRADA
Okumada en yüksek performans gösteren Singapur, Hong Kong; fende Singapur, Japonya; Matematikte ise Singapur ve Hong Kong oldu. Okumada Türkiye'nin puanı ile en iyi ülkenin puanı arasında tam 100 puanlık bir fark var. 
Türkiye fen, matematik ve okuma becerilerinde en üst düzey beceri gösteren öğrenci oranını artırmakta her yıl olduğu gibi 2015'te de zorlandı. Üç alanın en az birinde ileri düzeyde performans gösteren öğrenci oranı OECD ülkelerinde yüzde 15,3 iken Türkiye'de bu oran sadece 1,6. Düşük düzey performans gösterenlerin oranı OECD genelinde yüzde 13, Türkiye'de yüzde 31,2.

PISA: Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı
PISA SINAVI NEDİR?
Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PISA) OECD tarafından 15 yaş düzeyindeki öğrencilere uygulanan test ve anket çalışmalarından oluşuyor. Öğrencilere matematik, fen bilimleri ve okuma alanlarından sorular yöneltiliyor. PISA 2015’e ise 72 ülkeden toplamda 540 bin öğrenci katıldı. PISA 2000 yılından beri her 3 yılda bir yapılıyor, sonuçlarsa ertesi yıl açıklanıyor