24 Ekim 2016 Pazartesi

“KES LAN”



15 Temmuz sözde darbe girişiminden sonra, olmayan demokrasimiz daha da kötü bir şekilde yürütülmeye çalışılmaktadır. Demokrasinin olmadığı yerlerde, otoriteyi kontrol etmeye çalışanlar, demokrasiye aykırı tutum ve davranışlarda bulunarak, toplumu iyice germektedir. Bu gerilme sonucunda zaman zaman öngörülemeyen olgular da ortaya çıkmaktadır.

TBMM’de ‘15 Temmuz Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu’ kurulmuştur. Özellikle komisyon başkanının Fethullah Gülen cemaatine yakın olduğu bilindiği için komik şekilde oluşturulduğu anlaşılan komisyon, bazı kişileri dinleyerek, 15 Temmuz hakkında bilgi ve belge toplamaktadır. Komisyona bilgi veren Genelkurmay eski Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, 2004 yılında toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nda (MGK) kuvvet komutanlarıyla birlikte FETÖ'ye karşı hükümeti kesin bir dille uyardıklarını anlatmıştır. Özkök daha sonra sözlerine şöyle devam etmiştir: “2004 Milli Güvenlik Kurulu'nda silahlı kuvvetler olarak dedik ki 'Bu örgüt çok büyük imkan kabiliyetine kavuştu’. İmkan kabiliyeti yıllar içinde oluşur ama niyet bir gecede değişir. Dedik ki icra planı yapılsın bu iş takip edilsin, o zaman tehlikeli bir örgüt olarak görülmüyor tabii iyi niyetli görülüyor. Ama biz MGK'da bunu açıkça söyledik. Hükümeti kesin olarak bilgilendirdik ve durum iyi değil dedik. Orada bir karar alındı. Ona ‘icra planı’ denildi. Hükümete tavsiye ediyor MGK bunu. Hükümetin unsurları da orada olmakla beraber. Ne yapılıyor diye izledik, açıkça söyleyeyim pek fazla bir şey yapıldığını görmedik. Biz gene her toplantıda irticadan ve bu örgütlerin tehlikesine dikkat çeken konuşmaları, -MGK'da kuvvet komutanları da var biliyorsunuz- her zaman dile getirdik.”

2004 yılında Jandarma eski Genel Komutanı Orgeneral Şener Eruygur'un katıldığı son Milli Güvenlik Kurulu Toplantısı'nda Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından Şener Eruygur'a konuşması için söz verilir. Veda konuşması yapan Şener Eruygur, cebinden çıkardığı kağıdı okumaya başlayarak sözlerini sürdürür. Siyasi iktidarın gericileri, yobazları nasıl kayırdığını, cemaatlere nasıl kol kanat gerdiği, irticanın bu hükümet zamanında nasıl kök saldığını söylerken, konuşması “Kes Lan!” nidasıyla sona erer. Bu sesin sahibi zamanın başbakanı Tayyip Erdoğan'dır. Devlet ciddiyetiyle bağdaşmayan bu edepsiz tavır karşısında bir anda ortalıkta buz gibi hava eser. “Kes Lan” çığlığının ardından Eruygur'un konuşması da, toplantı da sona erer.

Cemaatlere o gün kol kanat gerenler, daha sonraki yıllarda Jandarma eski Genel Komutanı Şener Eruygur ve birçok üst rütbeli subayı “darbe teşebbüsü” ile suçlarlar. Özellikle yargıda ve emniyetteki Fethullahçı örgütlenme, sahte suçlamalarla yurtseverleri, subayları, aydınları Silivri zindanına kapatır, kimisinin ölümüne, kimisinin sürekli hastalanmasına yol açar. Bunlar olurken de Ergenekon davasının “savcısıyım” diyen Tayyip Erdoğan, kin kusmaya devam eder.

Hükümetle Fethullah Gülen cemaati arasında dershane tartışmalarıyla birlikte gerilim başlamıştır. Bu gerilimin asıl nedeni ortadaki pastayı bölüşmekte çıkan sorundur. Bu sorun daha da alevlenerek, 17 Aralık 2013 tarihinde ülkemizin gördüğü en büyük yolsuzluk ve rüşvet olayı olarak patlak vermiştir. Bir yanda Tayyip Erdoğan, diğer yanda Fethullah Gülen cemaati olmak üzere, büyük çekişmelere neden olan bu yolsuzluk ve rüşvet olayı, bu iki grubu kesinkes birbirilerinden ayırmıştır. Öyle ki, yıllardır birlikte olup devleti işgal ettikleri Fethullah Gülen cemaatini önce paralel yapı, ardından da Fethullah Terör Örgütü (FETÖ) olarak anmaya başlamışlardır.

Eğer 2004 yılındaki MGK toplantısında, Şener Eruygur konuşurken “Kes Lan” sözü yerine, o konuşmanın içeriğini kavrayıp, gereği yapılabilseydi, bugün birçok şeyin daha farklı olacağı kesindi. Çıkarları dün birlikte olanlar, bugün birbirilerine diş bilemektedirler. Dün Fethullah Gülen cemaati öne çıkarılırken, bugün başka cemaatlere kapı açılmaktadır. 15 Temmuz sözde darbe girişiminden sonra topluma uygulanan oyun bellidir: kırk katır mı, kırk satır mı? Ancak kırk katır da olsa, kırk satır da olsa, içinde demokrasi yoktur.

Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan ülkemizde, yurttaşlarımız gerçek demokrasi için mücadele etmektedirler. Ancak güvenini yitirmiş bir iktidar ve böyle bir iktidara destek olan muhalefet ile gerçek demokrasiye ulaşmak olanaksız olduğu gibi, istedikleri başkanlık sistemiyle de hiçbir sorunun çözülemeyeceği çok açıktır. Bugün ne devletimizi yöneten siyasi iktidarın ne de muhalefetin hiç biri Mustafa Kemal Atatürk’ün ilke ve devrimlerine sahip değildir ve olmalarını beklemek de saflıktır. Ne olursa olsun, bu karanlık günlerin de geçeceği kesindir, ancak umutsuzluğa düşmeden her koşulda mücadele edilmelidir.  
Suay Karaman
İlk Kurşun Gazetesi, 24 Ekim 2016.



21 Ekim 2016 Cuma

AHMET TANER KIŞLALI, ELİNDE MEŞALE...



Aydın, mayına basma tehlikesini bile bile,
doğru bildiği yolda yürüyen kişidir.
Ahmet Taner Kışlalı

Yine bir yurt sorunuyla yüklü, ne zaman kalemi elime alsam, hep o doruklara yöneliyor, onları düşünüyor, o öncülerin kitaplarını okuyorum: “O doruklar” dediğim; en başta Atatürk, sonra onun silah ve çalışma arkadaşları, Cumhuriyetimize kanat gerenler, Kemalist aydınlarımız...  Hep onlardan feyz almaya çalışıyorum. Yeni bir fikir ya da çözüm mü arıyorum, önce onların bıraktığı mirasa başvuruyorum. Çünkü yaratıcılığın, yeni şeyler bulmanın bir sürekliliğin, kuşaklar-arası bir işbirliğinin ürünü olduğuna inanıyorum.
Bu akşam, yine öyle bir akşam.
Masamın başında, ışıklar içindeyim... Yücel’ler, Tonguç’lar, Tütengil’ler, Üçok’lar, Aksoy’lar, Mumcu’lar...
Ve Ahmet Taner  Kışlalı...
Karanlık, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’yı 21 Ekim 1999’da aramızdan aldı.
Elimde son kitabı, Ben Demokrat Değilim (1999), bir sönmez meşale; dünyamı, tüm varlığımı ve bilincimi gürül gürül aydınlatmakta.
“Genç yüzü, Yunus’ça sevgiyi, engin hoşgörü”yü doya doya yaşayarak, Atatürkçülüğün bu yiğit “sınır neferi“ne yeni sorular yöneltiyorum. Her soruma kadife kadar yumuşak, ancak ölçülü ve kararlı sesiyle, akıcı konuşmasıyla berrak, doyurucu yanıtlar alıyorum.
A.T.Kışlalı; yapıtlarında “Türkiye’nin sorunlarını,  karşı karşıya bulunduğu tehlikeleri” sürekli işlemiştir. Bu tehlikelerden biri de, Batı’nın Türkiye’ye yönelik “ortak strateji”sidir. Görüşleri çok isabetlidir. Çünkü okudukça taşlar yerine oturur, zihin aydınlanır. 
‘***’
İlk sorum şu oldu: “Sevgili hocam, nasıl bir stratejidir bu, biraz açar mısın?”
O duru ve temiz, örnek Türkçesi ile alçakgönüllü, hemen anlatmaya başladı:
- Strateji hem ABD’de, hem de Avrupa’da geliştiriliyor.
Amerika Birleşik Devletleri; CIA istasyon şefleriyle, CIA Türkiye ve Ortadoğu masası şefleriyle, CIA güdümündeki bilim adamlarıyla, CIA patentli Türkiye uzmanları ile Amerikan irtibat subaylarıyla, hayırsever (!) Amerikan kuruluşlarıyla, Türkiye’de hep şu görüşleri egemen kılmaya çalıştı:
“Kemalizm günümüzde geçerliliğini yitirmiştir. Atatürk ilkeleri ‘Yeni Dünya Düzeni‘ ile birlikte ölmüştür. Köktendincilik Türkiye için ciddî bir tehlike değildir. Nurcular ilericidir... Türkiye’nin ‘Yeni Dünya Düzeni‘ içindeki yeri, ‘ılımlı İslam‘la bütünleşmesindedir... Türkiye  Kürt kimliğini kabullenmelidir... Kürtlere özerklik vermelidir... Atatürk, devrim tarihi kitaplarından çıkarılmalıdır... Atatürk’ü bırakın, Turgut Özal’a sarılın.”
Strateji, Avrupa kaynaklarında da açıkça sergilenir. Süddeutche Zeitung’ta (1998) yayınlanan şu haberde olduğu gibi : “On yıl içinde, üç güçlü siyasal sistem battı ve yok oldu. Bu sistemler, İran’da Şah monarşisi, Sovyetler Birliği’nde politbüro komünizmi ve Yugoslavya’da federatif devlet, en az Türklerin Kemalist modeli kadar dayanıklı görünüyordu.  Her üç devlet de Türkiye Cumhuriyeti ile paralellik gösteriyordu. Hepsi de dinsel ya da etnik çelişkiler yüzünden yıkıldılar. Üstelik Türkiye’de her ikisi de var.”
ABD’nin hedefi, yorum gerektirmeyecek kadar açık.
Alman “dostlarımız”a göre ise, sıra şimdi Türkiye’de! Bu sözde dostlar Türkiye’ye yeni bir Sevr kaftanı giydirmeye hevesleniyor. Niçin? Dinci güçler yeniden cüret bulduğu için... Batılı dostların sırtını sıvazladığı, birçok devletin yardım ettiği etnik terör sürdüğü için...
Oysa o üç sistemin yok oluşu, Atatürk’ün haklılığını kanıtladı. Batıp gidenler O’nun yolunu izlemeyenlerdi: Laik ve demokratik bir çağdaşlaşma... Kültür ortaklığına ve yurttaşlık bağlarına dayalı bir ulus... Bunlardan biri ya da öbürü, o sistemlerde yoktu.
‘***’
Aklıma doğal olarak şu soru geldi: Batı’nın Türkiye Cumhuriyeti karşıtlığı acaba nereden kaynaklanıyordu? Şimdi bunu öğrenmeliydim. Sordum: “Batı Atatürk’e ve Türkiye Cumhuriyeti’ne neden karşıdır?” 
Birden oturduğu yerden doğruldu, yaptığı derin araştırma ve irdelemelerden aldığı güçle, hiç duraksamadan  “Batı beş nedenden dolayı Atatürk’e ve Cumhuriyet’e karşıdır” dedi ve saymaya başladı:
Bir: Türkiye’nin bağımsız hareket edecek kadar güçlenmesi, Batı’nın çıkarları ile bağdaşmaz. Oysa Kemalizm, tam bağımsızlık ilkesine dayanır.
İki: Ilımlı İslam’la bütünleşmiş yarı çağdaş bir Türkiye, Batı’nın çıkarlarına daha uygundur. Oysa laiklik  Kemalizm’in altı okundan biridir.
Üç: Türkiye Kürtlere özerklik verirse, sonunda bağımsız bir Kürt devleti kurulur. Bunun Batı’ya iki yararı vardır: Petrol bölgesinde, Batı’ya muhtaç “kukla bir devlet“e kavuşacak. Türkiye’nin Ortadoğu’da büyük bir güç haline gelmesi önlenmiş olacak. Bu hedef ancak Türkiye’nin üniter yapısının bozulması koşuluyla gerçekleştirilebilir. Oysa Atatürk’ü yıkmadan, Türkiye’nin üniter yapısını bozma olanağı yoktur.
Dört: Küreselleşme, emperyalizmin yeni ideolojisidir. Yeni Dünya Düzeni’nde uluslararası sermayenin önündeki iki engel, “ulusal devlet“ ve “devletçilik”  anlayışlarıdır. Ulusalcılık ve devletçilik de Atatürk’ün altı oku arasındadır ve ayrıca Anayasamızda yer alır.
”Pazarlığı güçlü bir ulusal devletle yapmak yerine, zayıf bir yerel birimle yapmak” emperyalizmin işine gelir.  
Beş: Kemalist rejim, Batı’nın uydusu Ortadoğu ülkelerindeki çağdışı rejimlerin korunması açısından tehlikeli bir örnektir.
1920’ler  dünyasında da Batı’nın tercihi Atatürk değil, Vahdettin’di. Batı; o tarihten beri, temelde değişmedi.
‘***’
- Öyleyse Avrupa Birliği’ne de kuşkuyla bakmalıyız, değil mi?
- Elbette... Avrupa Birliği Türkiye karşısında hep yanlı ve ikiyüzlü olmuştur.
Örneğin Die Zeit’ın sahip ve başyazarının şu sözü unutulmamalı : “Şeriatçı bir Türkiye AB’ye giremez. Ama Kemalist bir Türkiye de AB’ye giremez.”
Ya AB’nin şu ikiyüzlülük kanıtlarına ne dersin?
AB; Türkiye’ye “Yunanistan’la sorunlarını çöz, Kıbrıs’ta ödün ver, askerlerini çek” der. Ama Yunanistan’a dönüp “PKK terörüne verdiğin desteği çek, Yunan askerinin Kıbrıs’ta işi ne?”  demez.
Türkiye’ye “Demokrasini düzelt“ der. Ama sıra, örneğin Slovakya’ya gelince “Canım, zaman içinde düzeltirsin”  diye yumuşar.
Kıbrıs; uluslararası anlaşmalara göre Türkiye’nin üye olmadığı bir uluslararası kuruluşa üye olamaz. Ama konu “kendilerine yakın olanlar”ın çıkarları ile ilgiliyse, AB hukuk falan tanımaz. Hıristiyan Kıbrıs’ı içine almak için kolları sıvar.

‘***’
Batı’nın, gülen yüzünün ardında gizlediği gerçek kimliği görmüştüm. Peki, emperyalizm düşmanca planlarını nasıl eyleme dönüştürüyordu? Sordum: “Batı, Türkiye stratejisini nasıl uygulamaya koyuyor?”
Atatürk Cumhuriyeti’ne beyni ve yüreğiyle bağlı ödünsüz yurtseverin gözlerinin yaşardığını fark ettim:
-Uygulama için iki cephe açtılar: Biri dışarda, öbürü içerde.
Dışarda, Türkiye’yi parçalama planları yaptılar.
Önce ASALA... Bu bitince PKK’yı pazarladılar. Apo’nun çapını çok aşan bu örgütlenme, onların eseriydi. PKK terörünü Kürtlerin kurtuluş mücadelesi olarak gördüler.  “Çekiç Güç“ helikopterleri ile yardım ettiler. Önce “Türkiye etnik terörle baş edemez” inancını yaymaya çalıştılar. Bu sökmeyince “Kürt sorunu”nu uluslararası boyutlara taşımaya kalkıştılar. Ardından, “Ermeni sorunu”nu yeniden ısıtıp sofraya getirdiler.
Etnik farklılıkların yanı sıra mezhepsel farklılıkları da kaşıdılar. Ortadoğu haritasını, kendi çıkarlarına göre yeniden çizmeye heveslendiler.
İçerdeki cepheleri 12 Eylül ile Turgut Özal oldu. Stratejilerini onlara uygulattılar.
CIA’nın ürettiği tezleri, içerdeki papağanlara kolayca yinelettiler. Çünkü Kemalizm ihanete uğramıştı. Türkiye’nin son yarım yüzyılına damgasını vuranlar, Atatürk yolundan adım adım uzaklaşmışlardı.
12 Eylül yönetimi şu kötülükleri yaptı: ABD servislerinin “Ilımlı İslam,” “Türk-İslam sentezi” telkinini bayrak yaptı. Atatürk’ün kurduğu hemen bütün kurumları kapattı. Türk-İslam sentezini resmî ideoloji haline getirdi. Devleti bu ideolojinin yandaşlarına teslim etti. Zorunlu din dersini Anayasa’ya soktu.
Turgut Özal’ın ülkemize verdiği zararlar ise çok daha büyük oldu: ABD servislerinin telkiniyle, “ikinci cumhuriyet“ ideolojisini, küreselleşme ile bütünleşmiş olarak Türkiye’nin gündemine soktu. Ceza Kanunu’ndan 163. maddeyi kaldırtarak, Şeriatçı güçlerin önünü açtı. Şeriatçı sermayenin güçlenmesini sağlayacak önlemler aldı. Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet yerine, 2.cumhuriyet’in kurulması için uğraştı. Kürtçülere federasyon umudu verdi.
ABD’nin Turgut Özal’a biçtiği misyon şuydu: “Ilımlı İslam’la bütünleşmiş, yarı laik, yarı çağdaş, etnik bölünmeleri siyasal yapısına yansıtmış, Ortadoğu’da ABD’nin çıkar bekçiliğini üstlenmiş, bir yeni cumhuriyet!...”   

*
Son sorum, doğal olarak şu oldu: “Batı nasıl bir Türkiye istiyor?”
Kaygılı ve üzgün,  şu yanıtı verdi:
- Batı’nın istediği, asla “tam bağımsız, ileri ve güçlü  bir Türkiye” değildir; bunun tam tersidir:  Yarı çağdaş, yarı bağımsız, kendi ayakları üzerinde duramayan, her zaman Batı’ya muhtaç bir Türkiye!... Ilımlı İslam’la bütünleşmiş, yarı laik, yarı demokratik, ulusal ve sosyal devlet anlayışı son bulmuş bir Türkiye’dir, özlediği...
Türkiye’yi içinde değil, sınırında, kapısının önünde ister. Ne bütünüyle içine alır, ne de dışlar. Çünkü içine alırsa giderek güçlenebilir, dışlarsa kullanamaz. Kullanmak ister, olabildiğince az şey vererek... Batı’nın ortak stratejisinin hedefi, işte böyle bir Türkiye’dir.
Öyleyse uyanık olmak, hazır olmak gerek.
Kurtuluş yeniden kaynağa dönmekle mümkün.
Karşı strateji için, Bizim Stratejimiz için temel ve malzeme oralarda:
Büyük Nutuk’ta, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesinde!...
Tonguç’ların, Aksoy’ların, Mumcu’ların..., yaktıkları meşalelerde! 21.10.2013
 Cihan Dura


(NOT: Bu makaleyi, yol gösterici Atatürkçülerimizden  Ahmet Taner Kışlalı’yı kaybettiğimiz 1999’dan birkaç yıl sonra kaleme almıştım. cd)