23 Eylül 2016 Cuma

“HİMMET KASASI”NDAN YEMLENENLER (Şaptan şeker Çölaşanlar)

Değerli Dostlar; 
Bu yazı 30 Eylül 2015 tarihinde yazılmış ve yayınlanmıştır. Yani 15 Temmuz  FETÖ kalkışmasından neredeyse bir yıl önce.. 
Bu günlerde FETÖ karşıtı yazılar yazan,  sözde Atatürkçülerin pek çok sevdiği, Eşi ADD de özel görevli Emin ÇÖLAŞAN Şimdi Cemaati Savunma Zamanı”  diye yazılar döktürmüştü.
Halk arasında bir söz vardır. " Şaptan olurmu şeker, Cinsini sevdiğim(!) cinsine çeker"
Sözde Atatürkçülerin Masondan yarattıkları Atatürkçü(!) ÇÖLAŞANLAR tam da ŞAPTAN ŞEKERLER..  



Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy ve diğer kumpas ve tertipler… Yalnızca kimi TSK subaylarına, bazı gazeteci ve aydınlara karşı kurulmuş bir kumpas ve tertip değildir.
Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy ve diğerleri, Türk devrimine, Kemalist Cumhuriyete karşı düzenlenmiş örgütlü bir suikast eylemidir. Bir karşı devrim hareketidir.
Peki, bu eylemi planlayan, düzenleyen ve gerçekleştiren hangi örgüttür?
Bu davaların ünlü savcısı Zekeriya Öz’ü,  yurtdışına kaçtıktan sonra kimlerin koruyup kolladığına bakarsanız Öz’ün izini sürerseniz örgütü bulmanız zor olmayacaktır.. Artık sokakta okuma yazmayı bilen kime sorarsanız sorun bu örgütün adını size söyleyecektir.  Bu örgüt,  Fethullah Gülen Cemaatidir.  Yani, hakkında dava açılmış olan Fethullah Gülen Terör Örgütü (FETÖ).
Bir soru daha soralım..
Türkiye Cumhuriyeti Yasalarına göre; Türk devrimine ve Cumhuriyete karşı suikast düzenlemek, tertip, kumpas kurmak “suç” oluşturur mu?
3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 1. Maddesi bu sorumuza hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde yanıt veriyor. “ Terör, “cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasî, hukukî, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir.”
Peki, “silahsız terör örgütü” olur mu?
Biliyorum kimileriniz “olmaz!” diyecektir. Ama yasalarımız, evrensel hukuk “olur” diyor
TCK. 220. Madde Suç işlemek amacıyla örgüt kurmanın cezalarını sayıyor…
(1) Kanunun suç saydığı fiilleri işlemek amacıyla örgüt kuranlar veya yönetenler, örgütün yapısı, sahip bulunduğu üye sayısı ile araç ve gereç bakımından amaç suçları işlemeye elverişli olması halinde, iki yıldan altı yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Ancak, örgütün varlığı için üye sayısının en az üç kişi olması gerekir.
(3) ÖRGÜTÜN SİLAHLI OLMASI HALİNDE, yukarıdaki fıkralara göre verilecek ceza dörtte birinden yarısına kadar artırılır.
Demek ki, TCK’ya göre “terör örgütü” silahlı veya silahsız olabiliyormuş.
Şimdi gelelim “HİMMET KASASI”NDAN YEMLENEN Bay Emin Çölaşan’ın 29 Ekim 2015 günü SÖZCÜ gazetesindeki “Şimdi Cemaati Savunma Zamanı” başlıklı yazısına.
Masonluğu tescilli Bay Çölaşan bu yazısında;
“Şimdi piyasaya adına FETÖ dedikleri en son terör örgütünü sürdüler (Fethullahçı terör örgütü).
Cemaati yok etmek amacıyla, durduk yerde, aslı astarı olmayan yeni bir dandik örgüt yarattılar.
Hiç kimse bu sözde terör örgütünün hangi silahlı eylemi gerçekleştirdiğini bilmiyor! Devlet belgelerinde, savcılık iddianamelerinde ve mahkeme kararlarında böyle bir bilgi ve belge yer almıyor.”
Deveye sormuşlar “boynun neden eğri?” yanıtlamış “nerem doğru ki.” Şimdi bu yazının neresi doğru?
1. Türk devrimine, Kemalist Cumhuriyete karşı  “suikast” düzenleyen “FETÖ” yani “Fethullahçı Terör Örgütü”, “ yeni bir dandik örgüt” değil Kürt Said, diğer adıyla Said Nursi’nin iz sürücüsü olarak 40 yıldır var olan karşı devrimci bir örgütlenmedir…
2. Türk Hukukunun hiçbir yerinde “cemaat” örgütlenmesi yoktur. Nedir bu cemaat? Sendika mı, Dernek mi, Vakıf mı, siyasi parti mi? Hukukumuzda “cemaat” diye bir kavram yoktur.
3. Bay ÇÖLAŞAN; “.. Hiç kimse bu sözde terör örgütünün hangi silahlı eylemi gerçekleştirdiğini bilmiyor” diyor. Ancak 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu, TCK. 220. Madde “Silahsız Terör Örgütünü” tanımlıyor.
4. Türk devrimine, Kemalist Cumhuriyete karşı düzenlenmiş örgütlü bir suikast eylemi olan Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy ve diğer tertipler sırasında İlhan Selçuk, Türkan Saylan, Uçkun Geray, Ali Tatar, Murat Özenalp, Kuddusi Okkır, Erhan Göksel, Engin Aydın, Kâşif Kozinoğlu ve onlarca insanın ölümlerinin, parçalanan, yok edilen ailelerin, eziyet ve işkence çekenlerin hesabı kimden sorulacak?
5.Bay ÇÖLAŞAN;” Bunlar olurken, ………..cemaat hep alkış tuttu ve AKP’ye destek verdi” diyor.. Yani yılanın başı FETÖ yalnızca “alkışlamış” . El insaf..  Bu kumpasın FETÖ-AKP tertibi olduğunu Mısır’da sağır sultan, ABD’de Obama duydu ama Bay Çölaşan duymamış!
EMİN ÇÖLAŞAN TÜRK HALKINI HDP İLE TEHDİT EDİYOR..
Bay Çölaşan aynı yazısında yalnızca FETÖ’yü aklamakla kalmıyor. Aynı zamanda AKP'nin iktidardan gitmesi için HDP'nin desteklenmesini, HDP desteklenmezse “kanlı olaylar çıkar ve terör çok can alır” diyerek Türk halkını tehdit ediyor.
  HDP silmece kazanırsa, gökten ilahlar bile inse AKP’yi kurtarmak mümkün olmaz. …….. (HDP yüzde 10’u geçemezse, korkarım ki başta Güneydoğu olmak üzere ülkenin pek çok yerinde kanlı olaylar çıkar ve terör çok canlar alır.)”
Bay Çölaşan Örtülü (Zımnî) olarak PKK’nın kravatlı teröristlerinin, yani HDP'nin desteklenmesini aksi durumda kanlı olaylar çıkacağını, terörün çok canlar alacağını yazıp söylüyor..
Bay Çölaşan, mahkemelik olmuş bir terör örgütü olan FETÖ’nün yanında olmakla kalmıyor aynı zamanda hukukumuzun suç saydığı fiili canhıraş savunuyor…
Bay Çölaşan PKK’nın kravatlı teröristlerine, PKK’nın siyasi yapılanmasına “tehditle” oy istiyor.
Halkı tehditle bir partiye oy vermeye zorlamak yasalarımıza göre “suçtur”.
Bay Çölaşan bunların suç olduğunu biliyor mu?  Elbette biliyor..
Sözde Atatürkçüler ve sözde ulusalcı aydınların hemen her gün yücelttiği, kahramanlaştırdığı Mason Emin Çölaşan’ın, bugün FETÖ’YU aklıyor olması ilk değildir..
Kemalistleri, solcu, devrimci aydınları gençleri , kısaca bir dönemin toplumsal muhalefetini işkenceyle, ölümle bertaraf eden 12 Eylül Faşist Cuntasını da aklamıştı Bay Çölaşan.
Bay Çölaşan Milliyet gazetesinde 6 Aralık 1980'de başlayıp 10 Aralık 1980'de sona eren "Hapishanede Solcularla Sağcıları Barıştırıyorlar"  adlı bir yazı dizisi hazırladı.   Dizi yazıda anlatılan hapishane, 12 Eylülde işkenceleri ile ünlü  “Mamak Cezaeviydi.”
Bu dizi yazıda; 12 Eylül Faşizmini ve Cuntasının neredeyse birer “barış meleği” olduğu yazılmıştı. 
Bay Çölaşan a göre  "Devletin devlet olduğu zaman neler yapabileceğini Mamak cezaevinde yaşadık. Son yıllarda toplumumuzu içinden kemiren, kardeşleri birbirine düşüren terör olaylarının sanıkları ya da bu olaylara karıştıkları iddia edilenlerin büyük bölümü burada... (...)
Yepyeni bir disiplin anlayışıyla, bizlerin aklının alamayacağı ya da düşünemeyeceği yeni uygulamalarla özellikle 12 Eylül’den sonra durum tümüyle değişmiş. Bu yeni düzende disiplinsizliğe, laçkalığa, kaytarmaya yer yok."
"Tamam, lastik copları var ama kullanmıyorlar”, “Disiplinsiz hareket eden ya da emirlere tam olarak uymayan kişilere havalandırma yasağı, görüşme günlerinin kısıtlanması, gece eğitimi gibi cezalar verildiğinde bu tür davranışlar büyük ölçüde azalmış."
Filistin askısının adı olmuş “havalandırma yasağı”
Falakanın adı “gece eğitimi”
Filistin askısındayken cinsel organlardan verilen Elektriğin adı da “görüşme günlerinin kısaltılması”
İşkenceciden "dürüst polis",  Masonların borazancısından "kahraman gazeteci"  12 Eylül Cuntacılarının, FETÖ’nün savunucularından  "demokrasi savaşçısı"  çıkacağını uman sözde Atatürkçüleredir sözüm..
Tüm bunlara karşın; Mandacı ve Mason Tansel ÇÖLAŞAN’I Atatürkçü Düşünce Derneğinin Genel Başkanlığına yeniden ve yeniden seçmeyi sürdürün!!
Yarın kalktığınızda ilk işiniz bir “SÖZCÜ” gazetesi almak olsun.  Ve ilk önce Mason Çölaşan’ı okuyun..
Çölaşanları OKUYUN VE SEÇİN’ ki, “HİMMET KASASI” kazansın. Türk halkı ve Kemalistler kaybetsin…..            30.10.2015
Mahmut ÖZYÜREK

BU GÜNLERDE "BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ " DİYE YIRTINANLAR, DÜN GAZETELERİNE BU BAŞLIKLARI ATIYORLARDI.. "HİMMET KASASINDAN YEMLENENLER"DE BUNLARA SAHİP ÇIKMA  YARIŞINDA...

22 Eylül 2016 Perşembe

OHAL UYGULAMALARI, SEVR ANTLAŞMASI VE TÜRK ORDUSU / Metin AYDOĞAN




Sevr’i incelemenin, insana acı veren bir yanı vardır. Yüzyıl önce, Kurtuluş Savaşı ve Türk Devrimi’yle önlenen bu emperyalist saldırının, bugün uygulanan politika haline gelmesi, örneği olmayan toplumsal bir trajedidir. Antlaşma’nın siyasi ve ekonomik koşulları, Atatürk’ün ölümünden sonraki süreçte özellikle de 2000’den sonra hemen tümüyle gerçekleşti. Türk Silahlı Kuvvetleri, 1952’de NATO’ya girişle büyük zarar gördü ama kendini bugüne dek korumayı bildi. Ancak,15 Temmuz’dan sonra yürürlüğe koyulan OHAL kararlarıyla, Sevr’in orduyla ilgili koşulları 96 yıl sonra uygulandı ve ordu büyük oranda bir polis gücüne dönüştürüldü. Bu gerçeği, Sevr Antlaşması’nı inceleyen herkes kolayca görecektir.
Parçalanma Antlaşması
Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletleri, 10 Ağustos 1920’de Paris’te bir araya gelerek Osmanlı İmparatorluğu’na bir yenilgi antlaşması imzalattılar. Paris’in banliyösü Sévres’te, yapılan barış görüşmelerinde, birbirleriyle ilişkili beş ayrı anlaşma imzalandı. Ana anlaşmaya Türk Antlaşması denmişti. Bu anlaşmayla, Osmanlı İmparatorluğu parçalanıyor ve Anadolu’daki Türk egemenliğine son veriliyordu.
Osmanlı İmparatorluğu, bir oldubittiyle Almanya yanında Birinci Dünya Savaşı’na katıldığında, büyük bir öfke dalgasının yayıldığı İngiltere’de, “Almanya kazanırsa Alman sömürgesi olacaksınız, İngiltere kazanırsa mahvoldunuz” diye açıklamalar yapılıyordu. “Türkler’ in yok edilmesi, Anadolu’dan kovulması ve Türk pençesine düşmüş halkların özgürlüklerine kavuşturulması” gerektiği söyleniyordu.1 İngiltere Başbakanı Lloyd George, Sevr Antlaşması yapılırken, “cennet Mezopotamya’yı çöle, Ermenistan’ı mezbahaya çeviren ve Avrupa’nın başına her zaman dert açan Türkler bir daha devlet kurmayacaktır, bunun ihtimali bile yoktur” diyordu.2
Sevr Anlayışı
Sevr, Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğine son verecek siyasi ve ekonomik koşulların tümünü, en ince ayrıntısına dek kapsıyordu. İyi düşünülmüş ve en küçük ayrıntıya dek her şey hesaplanmıştı. 433 maddeden oluşuyordu. Türkler, “Orta Asya’ya sürülmüyor” ama 600 yıllık büyük bir imparatorluk, parçalanıp sömürgeye dönüştürülüyor ve geri dönüşü olmayan bir biçimde ortadan kaldırılıyordu.
Sevr’in siyasi ve ekonomik hedefi; bugün, değişik adlar ve biçimler altında gerçekleşmiş durumdadır. Silahla kazanılan ve tarihin her döneminde her ülkede gerektiğinde silahla korunan ulusal haklar, küreselleşme ya da serbest ticaret adına ve hemen hiçbir sınır konmadan yabancılara devredilmiştir. Türkiye, Sevr’in amaçladığı gibi, bugün bir açık pazar ya da yarı-sömürge durumuna getirilmiştir.
Türkiye, Atatürk’ten sonraki süreçte; silahlı güç kullanılmadan, ekonomi ve siyaset yoluyla ve işbirlikçiler aracılığıyla egemenlik altına alındı. 21.Yüzyıla gelindiğinde; ekonomisi çökertilmiş, yeraltı-yerüstü varsıllıkları paylaşılmış ve büyük bir borç yükü altına girmişti. Gizli işgal olgusunu yaşıyordu. Ancak, hala güçlü bir orduya ve savaşkanlık geleneğine sahipti. Sıra onun güçsüzleştirilip dağıtılmasına gelmişti. AKP dönemindeki kumpaslarla önce güçsüzleştirildi, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra yürürlüğe konan OHAL kararnameleriyle; ordu, tarihsel geleneklerinden koparılarak yokoluş sürecine sokuldu.
Sevr ve Ordu
Sevr Anlaşması’nda, savaş sonrasında yenen-yenilen arasında yapılan başka anlaşmalarda pek görülmeyen ilginç bir yan vardı. Genel bir tutum olarak, yenenler, yenilenlerin ordu gücünü sınırlıyor ya da tasfiye ediyordu. Ancak Sevr’de, Türk ordusunun tasfiyesi yapılırken, alınan onca önleme karşın, geleceğe yönelik kaygı duyuluyor ve bu kaygıyı giderecek önlemler geliştiriliyordu.
Batılılar, Türklerin kurduğu ordulardan ve savaşım gücünden, tarihin her döneminde korkmuş ve önlem almaya çalışmıştır. Bu korku, onların genlerine işleyen bir gelenek haline gelmiştir. Winston Churchil, Birinci Dünya Savaşı başlarken; Türkler için, “kolayca yutulur, eli ayağı tutmaz ve meteliksiz”3 diyordu ama İngilizler Türklerin ilerde bir gün yeni bir ordu kurmasından ciddi biçimde korkuyor ve bunu önlemek için elinden geleni yapıyordu. Sevr, bu amacı gerçekleştirecek yaptırımlar düzeninin, Türklere kabul ettirilerek uluslararası antlaşma haline getirilmesiydi.
İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Sevr Antlaşması’na çok güveniyor ve antlaşmadan sonra, Türkler’ in artık askerlik yapamayacağını söylüyor ve alaylı bir dille; “Türkler için, askerlik mesleği tümüyle kapanmıştır. Kuşkusuz, Türkler askerlik yapmak isterlerse, başka bir yere gidebilirler. Fransız lejyonu onları kabul edecektir. Ancak, İngiltere buna bile karşıdır. Çünkü Türkler öteki düşmanlarımızdan farklıdır, başka bir yerde bile askerlik yapmaları iyi değildir. Türkiye’ye dönüp yeni bir askeri dönem başlatabilirler” diyordu.4
Sevr’in Orduyla İlgili Kararları
Sevr Antlaşması’nda, Türklerin bir daha ordu kuramaması için her türlü önlem alındı ve bunlar padişaha kabul ettirildi. Antlaşmanın 152’den 208’e dek 56 maddesi, ordusuzluğu sağlayacak yaptırımları kapsıyordu. Her madde, bir başka maddenin tamamlayıcısı oluyor ve kesin kurallara bağlanmış uygulamalar seti, sağlam bir bütünlük oluşturuyordu.
Sevr koşulları o denli ağırdı ki, bu antlaşmayı kabul eden herhangi bir ulusun yeniden ordu kurması gerçekten mümkün değildi. Ancak, Sevr’in imzalandığı günlerde Mustafa Kemal, Anadolu’da yokluklar içinde yeni bir ordu kuruyor, Londra’da alaycı açıklamalar yapan Curzon’a, sözle değil eylemle yanıt veriyordu.
Ordudan Polis Gücüne
OHAL kararlarıyla, Jandarma tümüyle İçişleri Bakanlığı’na, kuvvet komutanlıkları Milli Savunma Bakanlığı’na bağlandı. Sivillerin orgeneral rütbesiyle jandarma genel komutanı olabilmesi sağlandı (bu uygulama, Abdülhamit’in okuma yazma bilmez kimi kişileri paşa yapmasına benzemektedir). Genel Kurmay’ la kuvvet komutanlıkları birbirinden ayrıldı. Genel Kurmay Başkanı, sivil dönemlerde ordu komutanı olmaktan çıkarıldı… Bu uygulamaların açık olmayan anlamı, ordunun polis gücü haline gelmesi yani tasfiye edilmesiydi.
Sevr’in 152.maddesi, Türk ordusunu tasfiye ederken, silahlı güç olarak, yalnızca üç küçük birim bırakıyordu. Bu üç birim; padişahın güvenliğini sağlayacak 700 kişilik özel koruma birliği  (hassa alayı), “içerde düzen ve güvenliği sağlayacak ve azınlıkların korunmasını güvence altına alacak” 35 bin kişilik jandarma birlikleri ve “önemli karışıklık durumunda jandarma birliklerini destekleyecek” 15 bin kişiyi aşmayacak özel birlikler.5
Askeri Eğitim
OHAL kararlarıyla; ilki 1789’da kurulan (Harbiye-i Umumiye) askeri liseler; 1834’te kurulan Kara Harp Okulu, 1873’te kurulan Deniz Harp Okulu ve 1848’de kurulan Harp Akademisi kapatıldı. Cumhuriyet döneminde eriştiği eğitim düzeyiyle uluslararası üne kavuşan bu kurumlar, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin nitelikli subay gereksinimini karşılıyordu.
Sevr’in 168.ci maddesi; askeri liseleri, Kara ve Deniz Harp Okullarını ve Harp Akademisi’ni kapatıyor, Anadolu’daki her imtiyaz bölgesi için 1 subay okulu ve bir astsubay okulunun açılmasına izin veriyordu. Bu okullara girecek öğrencileri ve sayısını, Müttefikler Arası Denetleme ve Örgütlenme Komisyonu belirliyordu.6
AKP’nin kuracağını açıkladığı ve imam hatiplilerin de gireceği bir adet askeri üniversite düşüncesi, yüzyıllık Sevr anlayışının güncel versiyonuydu.
Askere Alma
AKP, yönetime geldiği 2002’den bugüne dek zorunlu askerlik süresini birkaç kez düşürdü ve kısa dönem adını verdiği bir biçimle 5 aya dek indirdi. 15 Temmuz’dan sonra, daha da indirileceği açıklandı.7 Bedelli askerlik adıyla, para ödeyerek askere gitmemeyi sağlayan uygulamada, bedel küçültülerek yararlanacak kitle sürekli genişletildi. Profesyonel ordu söylemiyle, ordu maaşlı çalışanlardan oluşan bir tür polis teşkilatına dönüştürülmeye çalışıldı.
Sevr’in “Askere Alma”  başlığını taşıyan 165.maddesi; zorunlu askerliği kaldırıyor, barış döneminde 36 ay olan askerlik süresini 12 aya indiriyordu. Ayrıca, askerlik (jandarmalık demek daha doğru olur çünkü ondan başka silahlı bir güce, hassa alayı dışında izin verilmiyordu), “etnik köken ve din ayrılığı gözetmeksizin”, Osmanlı uyrukların tümüne açılıyordu. Bu madde, hem subayları hem de erleri kapsıyordu.8
Bu maddeye dayanılarak, özellikle Fransızların işgal ettiği bölgelerde, Ermenilerden oluşan Osmanlı Jandarma birlikleri kuruldu, bunlar Türk halkına şiddet uyguladı, kırım yaptı.
Donanma ve Deniz Kuvvetleri
AKP döneminde, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı, örneği yalnızca Türkiye’de değil herhalde dünyada olmayan, şiddetli bir saldırı ve tasfiye hareketi düzenlendi. Saldırı ordunun tümüne yönelikti ancak hava ve özellikle de deniz kuvvetleri ana hedef durumuna getirilmişti. Büyük bir gelişme içindeki Deniz Kuvvetleri, kendi gemisini yapar hale gelmiş, çok nitelikli bir komuta düzeni sağlamıştı. Yüzlerce rütbeli subay ordudan atıldı, hemen hepsi tutuklanarak cezaevine kondu. 15 Temmuz’dan sonra, OHAL kararnameleriyle, Deniz Kuvvetleri’nin liman, fabrika ve tersaneleri elinden alındı, gemi yapması önlendi.9
Sevr Antlaşması’nda, deniz ve hava kuvvetlerinde uygulanacak yaptırımlara özel önem verilmiş ve bu yaptırımlar 15 ayrı maddede ayrıntılı biçimde ele alınmıştır. İşgalciler, bu iki gücü sıfırlamak için gereken her türlü önlemi düşünmüşlerdi.
Antlaşma’nın 181.nci maddesi, Osmanlı savaş gemilerinin tümünün, müttefik güçlere “kesin olarak teslim edilmiş sayıldığını”  söylüyor; Türkiye’de, “balıkçılık ve polis hizmetlerinde kullanılacak”, 7 gambot ve 6 torpidodan başka savaş gemisinin bulunmasına izin vermiyordu.10
184.Madde, “Türkiye’de yapılmakta olan bütün gemiler yok edilecektir” diyor; 188.madde, Deniz Kuvvetleri’ne alınacak subay ve erlerin sayı ve niteliğine, Müttefikler arası Deniz Kuvvetleri Denetleme Komisyonu’nun karar vereceğini söylüyordu.11
Hava Gücü
Türkiye, Cumhuriyet’le birlikte ve Atatürk’ün öngörüsüyle havacılıkta büyük atılımlar yapmış uçak fabrikaları kurmuştu. O ölünce fabrikalar kapatıldı ve havacılıkta tümüyle dışa bağımlı hale gelindi. ABD, Türkiye’ye savaş uçağı satıyordu ama mülkiyetini vermiyor, fabrika kurulmasını da önlüyordu. Uçak yapmak adeta yasaklanmıştı. Bu tutumun da kökleri Sevr Antlaşması’na dayanıyordu. AKP dönemindeki kumpas davalarında, en büyük darbeyi, Deniz Kuvvetleri’nden sonra Hava Kuvvetleri alıyor, onlarca nitelikli subay ordudan atılıyor ya da ayrılıyordu.
Sevr’in 191.maddesi, Türk ordusuna henüz girme aşamasında olan hava gücünü kesin olarak yasaklıyor ve “Türkiye’nin askeri kuvvetlerinin hiçbir biriminde hava kuvveti bulunmayacaktır” derken. 192.Madde, “işbu antlaşma yürürlüğe girişinden başlayarak iki ay içinde Türk kara ve deniz kuvvetlerinde kadrolu olan bütün havacı personel terhis edilecektir”deniyordu.12
Hava Sahası
AKP, 15 Temmuz darbe girişiminden bir hafta önce, Türk hava sahasını NATO’ya açmıştır. İncirlik başta olmak üzere hemen tüm hava üslerini ABD’ye kullandırmaktadır.
Bu uygulamanın da kökleri Sevr’e dayanmaktadır. 193.Madde şöyle söylemektedir; “Müttefik devletlerin uçakları, Türkiye’nin tümünde; havadan transit geçiş ve iniş özgürlüğüne sahip olacaktır”.13
Cehaletin Sonu İhanet
Tarih affetmiyor. Geçmişten ders almayanlar benzer olayları yeniden yaşıyor. Bu gerçek, insanlar için olduğu kadar toplumlar için de geçerli. İnsanın geçmişten ders almaması, kişiyi ilgilendiren sonuçlar doğuruyor ancak söz konusu toplum olduğunda, meydana gelen olumsuzluklar milyonlarca insanı etkiliyor. Toplumsal çözülme ve çatışmalar ortaya çıkıyor.
Bir toplumun yaşamı ve geleceği için en büyük tehlike, bilgi ve bilinçten yoksun yetersiz kişilerce yönetilmesidir. Her toplum kendine uygun yöneticiler tarafından yönetilir yaklaşımı yanlış değildir. Ancak, kimi toplumlar kimi dönemlerde uygun olmayan yöneticiler tarafından yönetilebilir yaklaşımı da yanlış değildir. Toplumun gelişme isteğine uygun olmayan yöneticiler, kimi özel dönemlerde yönetime gelebilir ve baskı uygulayarak geçici egemenlikler kurabilir. Toplumsal gelişim yasalarıyla çelişen bu tür gerici ve tutucu egemenlikler kalıcı olamaz ancak insanların acı çektiği çalkantılara neden olur. Tarih, yöneten-yönetilen ilişkisinin uyumsuzluğu nedeniyle, ülkeleri felakete sürükleyen olaylarla doludur.
Türkiye, bilgi ve bilinçten yoksun yetersiz kişiler tarafından yönetilmekte ve kaçınılmaz olarak çalkantılı bir yöne doğru gitmektedir. Sevr gibi bir antlaşmadan, Kurtuluş Savaşı gibi bir mucizeyle kurtulunmuşken ve geleceğe umutla bakan uygar bir toplum yaratılmışken; bugün aynı noktaya gelmek tarihte örneği olmayan bir geri dönüştür. Toplumsal bir trajedidir.
Yüz yıl aradan sonra Sevr’i kendi ülkesinde uygulayan bir yönetim için en uygun tanımı kuşkusuz tarih verecektir.
Metin Aydoğan

DİPNOTLAR
  1. “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ayrılıkçı Arap Örgütleri” Arba Yay., 2. Bas., İst.-1993, sf.103
2. “Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük” Tarık Zafer Tunaya, Arba Yay.,  3.Baskı, sf.141 ve “Çanakkale Olayı” David Walder, İst. 1971, sf. 287 ak. D.Avcıoğlu “Milli Kurtuluş Tarihi” İst. Mat. 1. Cilt sf.35
3. “Goben’in Kaçışı ve Türkiye Savaşta” Richard Humble, “20. Yüzyıl Tarihi”, Arkın Kit., 11 Mart 1970, 18.Sayı, sf.346
4. “Milli Kurtuluş Tarihi” D.Avcıoğlu, I.Cilt, İst.Bas., İst.-1974, sf.106
5. “Mondros, Sevr, Lozan Antlaşmaları”, İbrahim Sadi ÖZTÜRK, Ankara Ticaret Odası Yayını, sf.90
6. a.g.e. sf.95
7. Mili Savunma Bakanı açıkladı: Askerlik süresi kaç ay olacak; www.star.com.tr
8. a.g.e. sf.94
9. “Yüksek Askeri Şura Sivilleşti, Askeri Tersaneler Bakanlığa Bağlandı”, www.denizhaber.com.tr
10. “Mondros, Sevr, Lozan Antlaşmaları”, İbrahim Sadi ÖZTÜRK, Ankara Ticaret Odası Yayını, sf.105
11. a.g.e., 107 ve 108
12. a.g.e.sf. 110
13. a.g.e.sf. 110