24 Kasım 2015 Salı

“MUSTAFA SUPHİ’Yİ KEMALİSTLER KATLETTİ” İFTİRASI TAMAMEN ÇÖKTÜ ENVER'İN MEKTUBU



Murat Bardakçı yıllardır Enver Paşa’nın karısı Naciye’ye yazdığı mektuplar üzerinde çalışıyordu. Sonunda bu çalışması “Enver” isimli kapsamlı bir kitaba dönüştü.

Bu kitapta son derece önemli bir bölüm var. Kitap çıkalı neredeyse iki hafta oluyor ancak sadece bu bir sayfanın büyük bir tartışma yaratması gerekiyordu. Hatta belki de bu tartışmayı bizzat Murat Bardakçı başlatmalıydı.

Mesele Mustafa Suphi’nin katledilmesi meselesi…
Kitabın 241. Sayfasındaki mektupta Enver karısına açıkça Mustafa Suphi’yi kendi adamlarının katlettiğini, bunu Mustafa Suphi kendisine karşı olduğu için yaptıklarını ve kendisinin üzülse de adamlarının eylemini takdir ettiğini açıkça belirtiyor. Mektubun kitaba alınan kısmını olduğu gibi aktarıyoruz:

“… Komünist Partisi Reisi Suphi Bey, Bakü’de aleyhimde olduğu için biçareyi Trabzon’da evvela karla, tükürükle hamallar epeyce ıslattıktan sonra bir motorbotla Batum’a iade etmek üzere yola çıkarmışlar. Hâlbuki yanında yüz yirmi bin Rus altını olduğundan kendisini zanlarınca yolda öldürmüşler paralarını almışlar. Maamafih bunu benim için yaptıklarından memnun olduğumu ve başkasına söylememelerini tembih ettim. Bence düşman da olsa, madem ki Müslüman, böyle olmamalıydı. Fakat ne çare, yazılan çekilirmiş.” (24 Nisan 1921 tarihli mektubundan)

TARİHİ BAŞTAN YAZACAK BELGE

Bu o kadar önemli bir mektup ki “tarihi baştan yazacak belge” denir ya; o düzeyde bir bulgu. Nedeni Enver’in adamlarının bir cinayet işlemesi değil. Bu zaten İttihat ve Terakki döneminde çok sık yaşanan bir olaydı. İttihatçıların muhaliflerini bir köşede öldürmesi yaygın siyasi mücadele yöntemleriydi. Hatta Atatürk de kendi anlatımıyla en az üç kere İttihatçı tetikçilerin saldırısından kurtuldu. Bu suikast girişimlerinden biri bizzat Enver’in amcası meşhur Halil Paşa’nın Selanik’te tertiplediğidir.

Bu olayın önemi şuradan kaynaklanıyor. Mustafa Suphi’nin cinayetinde Atatürk’ün en küçük bir sorumluluğu olmamasına rağmen neredeyse bir asırdır “Mustafa Suphi’yi Kemalistler katletti” iftirası ve yalanı üzerinden bir yakın tarih yazıldı.
Bu iki açıdan zehirli bir efsanenin ortaya çıkmasına neden oldu. Özellikle Türk Sosyalist hareketini Mustafa Kemal Atatürk’e düşman etmek için bu yalan ajan provokatörler tarafından kullanıldı. Kafadan bir sol tarih uyduruldu. Solun PKK ve ABD kucağına itilmesi için çok işlevsel, yalana dayalı bir tarih inşa edildi.

HEM ATATÜRK'E HEM MUSTAFA SUPHİ'YE ATILAN İFTİRA

“Mustafa Kemal, Mustafa Suphi’yi katletti” yalanı 1970’lerden sonra adeta solun kaderini değiştirdi ve komprador bir çizgiye yerleşmesini sağladı.

Diğer taraftan Soğuk Savaş sürecinde, sağcı ve karşıdevrimci güçler de devletimizin kurucusunu adi siyasi cinayetlerin faili göstermek pahasına bu yalana dört elle sarıldılar. Tevetoğlu gibi isimler tam da Moskova güdümlü solun istediği gibi Moskova ajanı kışkırtıcı bir Mustafa Suphi ve anti-komünist bir Atatürk portresi çizmeye çalıştılar.

Oysa Sovyetler yıkıldıktan sonra ortaya çıkan belgelerde Sultangaliyev’in idamıyla sonuçlanan davalarda Stalinist rejimin Sultangaliyev ve Mustafa Suphi’yi “Pan-Türkist illegal hücre kurmak, Kemalist Ankara’nın ajanlığını yapmak” ile suçladığı ortaya çıktı.

Yani aslında Turancı bir komünist ve gerçek bir vatansever olan Mustafa Suphi’yi hem solcular hem sağcılar elbirliğiyle Moskova ajanı ilan etti. Maksat da Atatürk’e saldırabilmek ve O’nu faali meçhul cinayet tertipleyen bir diktatör olarak gösterebilmekti.
Oysa Atatürk değil Mustafa Suphi’yi, kendisi için en büyük tehlikeyi oluşturan İstanbul İttihatçılarını bile asla bu tür bir yöntemle tasfiye etmeye girişmemişti. Tüm hayatı meşruluk üzerine kurulu büyük bir devrimciydi. Neredeyse İzmir Suikasti’yle bunu hayatıyla ödeyecekti. Bundan sonra bile sözü yargıya bıraktı. Kemalist Devrimin (1919-1938) bir tane bile faili meçhul cinayeti yoktur.

Neden bir tek Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının cinayeti böylesine akla hayale gelmeyecek bir şekilde Atatürk tarafından tertiplensin ki?

MEKTUP DOĞRU MU?

Şimdi mektuba geri dönelim.
Şu anda bu mektupla ilgili çok ilginç bir sessizlik var. Bizce bu konu tartışılmalı.

Mektubu irdeleyelim. Öncelikle kitapta Murat Bardakçı mektubun ilk başta 20 Şubat 1921’deki bir mektuptan dört gün sonra yani 24 Şubat’ta yazıldığını söylüyor. Yani Mustafa Suphi’ler katledildikten bir ay sonra.

Ancak sonra mektubu alıntıladıktan sonra parantez içinde “24 Nisan 1921 tarihli mektubundan” ifadesini kullanmış Bardakçı. Hangi tarih doğru?

Mektubun sahte olması çok ama çok düşük bir ihtimal… Bardakçı böyle bir hataya düşemez. Ama Enver’in kendi karısına böyle bir cinayeti açıkça itiraf etmesi insanı şaşkınlık içinde bırakıyor.
Bu mümkün mü? Murat Bardakçı kitabında Enver’in karısına mektuplarında her şeyi, en küçük siyasi sırları bile eksiksiz yazdığını, bunda amacının bütün hayatını tarihe geçirmek olduğunu belirtiyor.

Yine de tarihe geçmek isteyen birinin kendisine bağlı bir çetenin işlediği böylesi bir cinayeti açıkça itiraf etmesi ve hatta kendi tebriklerini çeteye gönderdiğini belirtmesi çok garip bir durum. Bugünden bakıldığında anlayamıyoruz. Belki de bu cinayetler o dönem normalleşmişti.

Mektubun iç mantığına geldiğimizde, bizce mektubun doğru olma ihtimali çok artıyor. Açıklayalım.

ENVER PAŞA, MUSTAFA SUPHİ'YE NEDEN DÜŞMAN?

Mektuptan şu iki sonuç çıkıyor:

1. Enver yazdığı mektupta Mustafa Suphi’yi kendi adamlarının katlettiğini itiraf ediyor. Gerekçe olarak Bakü’deki Doğu Halkları Kurultayı’nda Mustafa Suphi’nin liderliğini yaptığı grubunun kendisine karşı çıkmasıymış. Kendisi de anlaşılan bu cinayet eylemini onaylıyor. Tertipleyip tertiplemediği belli değil.

2. Mustafa Suphi’nin Atatürk’e, Ankara’ya götürdüğü 120 bin ruble değerindeki Rus altınına Enver’in adamları el koymuş.
Bu iki sonuç da tarihi olaylarla tutarlıdır. Birincisi Enver, Çiçerin, Stalin ve Lenin ile sürekli temas halindedir. Kendisine bir ordu verilmesini ve Doğu Anadolu’dan Türkiye’ye girmeyi talep etmektedir. Atatürk, Kâzım Karabekir ve Ali Fuat Cebesoy arasındaki yazışmalarda bu konu defalarca büyük tehlike olarak ele alınmaktadır. Çünkü Ruslar kendi çıkarları için Enver’e bu desteği verir ve Enver silahlı bir orduyla Anadolu’ya girerse Anadolu’daki bütün mücadele çökebilir, ülke bir iç savaşa sürüklenebilir.
Ayrıca Atatürk ve silah arkadaşları Çiçerin’in başlangıçtan itibaren Sovyet yardımını Doğu Anadolu’dan Ermenistan’a toprak verilmesi şartına bağladığını biliyordu. Enver, Çiçerin ve Stalin desteğiyle Anadolu’ya girseydi ne olurdu? Elbette ki felaket… Rusların toprak taleplerine de karşı konulamazdı.

Sakarya Zaferi’ne kadar bu tehdit devam etti. Hatta 1921 Mart’ında Moskova Antlaşması’yla kayıt altına alınan ve verilmesi gereken Sovyet yardımı uzunca süre bekletildi. Enver Sakarya Savaşı’nın en ateşli günlerinde Batum’a kadar gelip, Atatürk’e tehdit noktasına kadar varan mektuplar yazdı. Doğan Avcıoğlu’nun Milli Kurtuluş Tarihi eserinin ikinci cildinde Atatürk ile Enver arasındaki bu mektup savaşları okunabilir.

Mustafa Suphi’nin önderlik ettiği ve Sultangaliyev’e bağlı Türk Komünistleri ise Enver’e karşıydı. Ankara’nın doğrudan desteklenmesini ve Türk komünistlerinin Anadolu İhtilâli’ne katılmasını savunuyorlardı.

Ayrıca Mustafa Suphi çok eskiden itibaren Enver ve İttihatçılara düşmandı. Bakü’de düzenlenen Doğu Halkları Kurultayı’nda Zinovyev ve Rus Bolşevikleri Enver’i adeta Doğu Halklarının lideri gibi kürsüye çıkartıp konuşma yaptırmak isteyince Mustafa Suphi ve TKP’liler yuhalamaya başladılar ve Enver’i konuşturmadılar. Konuşma metnini Zinovyev okumak zorunda kaldı.

Daha sonra Mustafa Suphi ve arkadaşları kürsüye çıktı ve Enver’e hakaret derecesine varacak kadar sert eleştiriler yönelttiler. Enver bunu asla unutmadı. Mustafa Suphi ve TKP’yi Moskova ile arasında pürüz çıkaran bir sorun olarak görüyordu.

MUSTAFA SUPHİ'NİN ANKARA'YA GÖTÜRDÜĞÜ YARDIM

Bir de ortada 120 bin Ruble değerinde Romanof altını meselesi var.

Şimdi araştırmacı yazar Yunus Yılmaz’ın “Turancı Sosyalist Ethem Nejat” kitabına başvuralım. Yunus Yılmaz, Yücel Demirel’in Dönüş Belgeleri’ni kaynak alarak Mustafa Suphi’nin Ankara’ya Atatürk’e teslim edilmek üzerine getirdiği yardımla ilgili önemli bir açıklamasını aktarıyor. Mustafa Suphi Türkistan kaynaklı ve Türkiye’ye verilmesi kararlaştırılmış bir yardımın büyük kısmının alıkonmasından dolayı Rus Bolşevikleriyle tartışmış:

“Daha sonra bize Türkiye’de inkılap yapmak için Rusya Komünist Fırkası tarafından Türkistan’a giderken verilen sandık muhteviyatından bahsedildi. İstasova benim hatırımda kaldığına göre beş yüz bin Romanof ve mücevharat var dedi. Cevap verdim: Bu paranın beş yüz bin Romanof olmasına evvelce karar verilmiş idi… Bu mesele halledilmeyince biz gidemeyiz, bilhassa ben gidemem dedim. Pavloviç bu meblağı veremeyiz, çoktur dedi. Biz hayrette kaldık. Bu arkadaşları baştan savmak için gönderiyorsanız o başkadır. Meseleye ciddiyetle bakmak lazım gelir dedim. Bu para Türkiye’ye hediye edilmiş bir paradır, bu alınmaz. Nihayet karar verildi ki: Bu sandık alahalihi burada kalsın…”

Bu olay Mustafa Suphi’ye göre 21 Eylül 1920’de oluyor. Yani Sovyet Büyükelçisi’yle birlikte Türk Komünistlerinin konvoy olarak Kars’tan Türkiye’ye girmelerinden yaklaşık 3 ay önce.
Mustafa Suphi Ankara’ya götürülecek paranın bir kısmına Rus Bolşeviklerinin el koymasına haklı olarak tepki göstermiş. Çünkü mesele aynı zamanda kendi itibariyle ilgili… Bu ona emanet edilecek olan ve adresi Ankara olan bir destek.

Sonunda Mustafa Suphi ve beraberindeki heyet yeni Sovyet Büyükelçisinin konvoyuna dâhil oluyor. Anlaşılan yanlarında para ve silah da var. Bunlar Ankara Hükümeti’ne teslim edilecek.

Doğan Avcıoğlu’nun eserinde daha sonra Mustafa Suphi’ye ihanet eden arkadaşlarından Süleyman Sami’nin Ankara hükümetine Bakü’den “50 top, 70 makineli tüfek, 17 bin tüfek ve cephane”nin Türkiye Komünist Partisi tarafından getirileceğini yazdığı mektuptan alıntılar var. Ancak 500 bin ya da 120 bin rubleden bahsedilmemiş. Ayrıca Süleyman Sami’nin bu mektubundan 6 ay sonra Mustafa Suphi ve konvoyu Türkiye’ye girdi. Yanlarında İstiklâl Harbi’ne destek için ne kadar para ve silah vardı kestirmek imkânsız…

120 BİN RUBLE NE OLDU?

Bu kadar detaya niye girdik? Amaç Enver’in mektubunun iç tutarlılığı var mı sorgulamak.
Mantık açısından bu mektup doğru bir mektup gibi görünmektedir.

Ayrıca şu hesabı da not etmeliyiz. Sovyetler Birliği Ankara Hükümeti’ne kesintili ve gecikmeli de olsa Büyük Taarruz’dan önce –tarihçi Ergün Aybars’a göre- toplam 11 milyon ruble destek olmuştur. Bunun dışında silah yardımı da vardır.
Bu desteğin büyük kısmı Buhara Emirinin kaçmasından sonra Cedidçiler (Türkistan Milliyetçileri) ve Sultangaliyev, Turar Rıskulov gibi Milli Komünistlerin ön ayak olmasıyla kurulan Buhara Cumhuriyet’inin bütçesinden gelmiştir.

Ayrıca Azerbaycan Sovyet Cumhuriyeti’nin ilk başkanı Neriman Nerimanov’un da büyük destekleri vardır. Ancak kendi kardeşlerimizden gelen bu desteklerin büyük kısmına Rus Bolşevikleri el koymuş ve bir baskı unsuru olarak kullanmıştır. Hatta Nerimanov’un bu konuda Lenin’e çok sert ve tehdide varan mektupları vardır. İleri Yayınları bunları bastı.

Yine de 11 milyon rubleyi hesap edelim. O tarihlerde 1 ABD doları yaklaşık 2,2 rubledir. Bir Türk lirası ise 1,66 rubledir.
Öyle görülüyor ki Mustafa Suphi 500 bin Rublelik bir yardım ile Ankara’ya gidecekti. Ancak bu ona verilmedi. 120 bin Ruble ise gasp edildi. Belki de daha fazla para gasp edildi ama katil Yahya Kahya şefi Enver’e sadece 120 bin Rubleden bahsetti.
Enver’in iddiasına göre aslında görev katledilmeleri değildi. Dayak atılacak ve Batum’a bırakılacaklardı. Ancak 120 bin Ruble işin rengini değiştirdi. Tabii bu yeni çıkan mektup doğruysa…

Daha önce bu konuların en önemli araştırmacılarından Akdes Nimet Kurat, Mustafa Suphi’nin yanındaki 8.000 altın için Yahya Kahya tarafından katledildiği yazmıştı. Yani aslında bunlar bilinen ama belgelenemeyen tarihi olaylardı. Ta ki şu ana ve bu belgeye kadar.

120 BİN RUBLE İÇİN BU CİNAYET İŞLENİR Mİ?

120 bin ruble o dönemin kuruna göre 54.545 ABD doları ediyor. 1920 yılında ABD doları bugünkünden tam 13 kat daha fazla değerliydi. Yani bugünün parasıyla 709.091 ABD doları.
Bu çok büyük bir miktardır. Cinayet için de büyük bir motivasyon kaynağıdır.
Okurun merakını gidermek için TBMM’nin bütçesinin gelirini ortaya koymak gerekirse…

İstiklal Savaşı boyunca bugünkü anlamda düzenli bir bütçe oluşturulamamıştır. Örneğin 1921 yılında TBMM’nin toplam bütçesi 79.160.058 olarak saptandı. Ancak ek bütçe ve avanslarla bu rakam değişti.
Kolaylık olsun diye ilk düzenli bütçemizi yani 1924 bütçesini ele alırsak hükümet bütçesinin toplam tahsil edilen geliri 138 milyon liradır.

11 milyon ruble yaklaşık 6,9 milyon liradır. 1922 yılının bütçe gelirlerinin 1924’ten çok daha az olduğunu varsaysak bile Sovyetler’den gelen mali yardım 1922’nin zafer bütçesinin %10’unu bile oluşturmamaktadır. Ancak Sovyetler’in silah yardımı çok daha etkili olmuştur. Bu gerçek teslim edilmelidir.

Burada geriye şu sorular kalıyor.

Stalin ve Lenin’in Türkiye’ye yönelik toplanan yardımların bir kısmını kendi siyasi çıkarları için gasp etmesi anlaşılabilir. Sonuçta onlar Rus devletini düşünüyordu.
Peki Mustafa Suphi’nin Atatürk’e teslim etmek için taşıdığı emanetlere ve en az 120 bin ruble olan paraya ne oldu? Enver’in adamları bu parayı ne yaptı?

ESAS CİNAYET TARİH CİNAYETİ

Mustafa Kemal Atatürk’e atılan Mustafa Suphi iftirası bir tarih cinayetidir. Sadece Atatürk’ün mirasına yönelik bir cinayet değil, Mustafa Suphi ve arkadaşlarının anısına yönelik de bir cinayettir.
Murat Bardakçı’ya artık çok önemli bir görev düşmektedir. Bu mektubun orijinalini yayınlamak…
Atatürk’ün manevi şahsiyeti ve aynı zamanda Karadeniz’de katledilen 15 devrimci yurtseverin anısına bu borcu hepimiz adına taşıyor.

Eğer bu mektup doğruysa Atatürk’e karşı olanları dâhil bütün samimi komünistler de ciddi bir özeleştiri vermelidir.
Tarih palavracısı, alçak bir Atatürk düşmanının yinelemeyi çok sevdiği bir tekerleme var: Yalan söyleyen tarih utansın.
Bizce tarih er ya da geç doğruyu söyler. Utanması gereken bu noktadan sonra doğrulara gözlerini kapatandır.   22.11.2015

ALİ ÖZSOY

NEYİ KUTLUYORSUNUZ ?



 Bugün 24 Kasım 2015, Salı.
Bugün “Öğretmenler Günü”ymüş, herkes bugünü kutluyormuş!
Bu kutlu günde, öğretmenlerin durumuna kısaca bakalım.

Öğretmenlerin % 71’i kredi kartına BORÇLU!
Öğretmenlerin % 74’ü bankaya BORÇLU!
Öğretmenlerin % 43’ü esnafa BORÇLU!
Öğretmenlerin % 36’sı da şahıslara BORÇLU!

Öğretmenlerin % 46’sı annesinden babasından PARA YARDIMI ALIYOR!
Borçla geçinmek zorunda kalan öğretmenlerin % 29’u EK İŞ YAPIYOR!

Öğretmenlerin % 7’sinin maaşına en az bir kez İCRA GELİYOR!
Öğretmenlerin % 82’si aldıkları maaşla çocuklarının yiyecek masraflarını tam olarak KARŞILAYAMIYOR!
Öğretmenlerin % 66’sı maaşının düşük olması nedeniyle gazete, dergi, kitap ALAMIYOR!

Öğretmenlerin % 73’ü gelecekten ümitli DEĞİL!
Öğretmenlerin % 80’ni fikirlerini özgürce SÖYLEYEMİYOR!
Öğretmenlerin % 70’i SİYASİ BASKI hissettiğini SÖYLÜYOR!
Öğretmenlerin % 82’si okul yöneticilerinin İKTİDARIN ETKİSİ ile atandığını SÖYLÜYOR!

Öğretmenlerin % 62’si ruhsal bunalım İÇİNDE!

Değerli Dostlar,

İşte sizler bugün, bu öğretmenlerin gününü kutluyorsunuz!
Tanrı aşkına, sizler ne yaptığınızın, ne söylediğinizin farkında mısınız?
Burada, yani Facebook’taki sayfamda, öğretmenler günü, bir yabancı firmanın ilanı eşliğinde kutlanıyor. Parfüme şişesi yanında bakın ne yazıyor:

LÖRİS Parfium
24 Kasım Öğretmenler Günü Kutlu Olsun.

Bu ilanla, öğretmenlerimizle alay ediliyor!
Bu ilanı koyanlar, bu ilanı beğenip paylaşanlar ne yaptıklarının farkında değiller mi?
Göz göre göre öğretmenlerimizle alay ediliyor, Tanrı aşkına bunu göremiyor musnuz?
Bu yapay, bu uydurma kutlamaları ne zaman terk edeceksiniz?
Ne zaman gerçeklerle yüzleşeceksiniz?
Ne zaman öğretmenlerimizi bu duruma düşürenlerden hesap soracaksınız?

Değerli Dostlar,

İşin bir başka yönü daha var.
27 Aralık 1949 tarihinden beri öğretmenlerimiz, Amerikalılar tarafından düzenlenen “müfredatı” yani ders programlarını uyguluyorlar.
Yaşları 66’dan küçük olan Türkler, okullarda tarihlerini öğrenemeden yetiştiler.
Yaşları 66’dan küçük olan Türkler, okullarda bilimin ilk adımı olan “Soru Sorma – Sorgulama” yöntemini öğrenmeden yetiştiler. SORMAYAN, SORGULAMAYAN, EZBERCİ KUŞAKLAR YETİŞTİRDİ BİZİM ÖĞRETMENLERİMİZ!
Bu yetmiyormuş gibi, bir de, 1990’lardan başlayarak Avrupa Birliği (AB) devreye girdi. İlkokuldan üniversiteye kadar, AB’nin Socrates Programı uygulandı! Üniversitelerde uygulanan Erasmus Programı ile gençlerimizin “Ulusal Kimliği” kazınmaya başladı!
Öğretmenlerimizden de profesörlerimizden de hiç ses çıkaran, karşı duran çıktı mı?

Değerli Dostlar,

Bir kez daha sormak zorundayım.
Sizler nasıl oluyor da bu koşullarda “Öğretmenler Günü Kutlaması” yapıyorsunuz?
Aklınızı, mantığınızı, sağduyunuzu tümden mi yitirdiniz?
Bu tür gerçeklerden uzak, yapay, şişirme, uydurma kutlamalarla aldatıldığınızın, uyutulduğunuzun farkında değil misiniz?
Tanrı aşkına, birileri sizlerle alay ediyor, görmüyor musunuz?

Yılmaz Dikbaş
24 Kasım 2015
dikbas@kalinka.com.tr
0532 233 31 52

23 Kasım 2015 Pazartesi

GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK – ULUSAL EĞİTİM



“Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri eğitimin sınırı ne olursa olsun, ilk önce ve her şeyden önce Türkiye'nin bağımsızlığına, kendi benliğine milli geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilmelidir.
Dünyada, uluslararası duruma göre böyle bir mücadelenin gerektirdiği manevi unsurlara sahip olmayan kişiler ve bu nitelikte kişilerden oluşan toplumlara hayat ve bağımsızlık yoktur.” 1922
“Efendiler ulusal eğitimin ne demek olduğunu bilmekte artık hiçbir türlü karışıklık kalmamalıdır. Bir de ulusal eğitim ilke olduktan sonra onun dilini, yöntemini, araçlarını da ulusal kılmak zorunluluğu tartışma götürmez.
Ulusal eğitim ile geliştirilip yükseltilmek istenilen genç kafaları bir yandan da paslandırıcı, uyuşturucu, düşsel gereksizliklerle doldurmaktan dikkatle kaçınmak gerekir.”
"Uygar uluslar önünde saygınlık kazanmak isteyen Türk ulusu, evlâtlarına vereceği eğitimi, mektep ve medrese namında birbirinden büsbütün başka iki çeşit kuruma teslim etmeye hâlâ katlanabilir miydi? Eğitim ve öğretimimi birleştirmedikçe aynı fikirde, aynı zihniyette bireylerden oluşan bir ulus yapmaya imkân aramak abesle iştigal olmaz mıydı?"
Mustafa Kemal 27 Ekim 1922’de Bursa’da öğretmenlere
“Bir toplumun hastalığı ne olabilir? Ulusu ulus yapan, ilerletip aydınlatan güçler vardır: düşünce güçleri ve toplumsal güçler.

Düşünceler anlamsız, mantıksız uydurmalarla dolu olursa, o düşünceler hastalıklıdır. Bunun gibi toplumsal yaşam akıl ve mantıktan yoksun, yararsız ve zararlı bir takım inançlar ve geleneklerle dolu olursa kötürüm olur.

Önce düşünce ve toplum güçlerinin kaynaklarını temizlemekle işe başlamak gereklidir. Ülkeyi, ulusu kurtarmak isteyenler için, yurt sevgisi, iyi niyet, özveri en zorunlu olan niteliklerdendir. Ama bir toplumu çağın gereklerine göre ilerletebilmek için, bu nitelikler yetmez: Bu niteliklerin yanında bilim ve teknik gereklidir.

Bilim ve teknik girişimleri için okul gereklidir. Okul adını hep birlikte saygıyla, ağırlayarak analım. Okul genç kafalara insanlığa saygıyı, ulus ve ülkeye sevgiyi, şerefi, bağımsızlığı öğretir... Bağımsızlık tehlikeye düştüğünde onu kurtarmak için izlenmesi uygun olan en iyi yolu belletir.

Ülke ve ulusu kurtarma ya çalışanların aynı zamanda mesleklerinde birer namuslu uzman ve birer bilgin olmaları gerekir. Bunu sağlayan okuldur...

Ulusu yetiştirmek için asıl olan okullarımızın üniversitelerimizin kurulmasında (bilim ve teknik ilkelerini kılavuz yapacağız). Ulusumuzun siyasal, toplumsal yaşamında düşünce eğitiminde de kılavuzumuz bilim ve teknik olacaktır... Okulun vereceği bilim ve teknik sayesindedir ki Türk ulusu, Türk sanatı, ekonomisi, Türk şiir ve edebiyatı, bütün güzel yaratımlarıyla gelişir.

Bir ulusun gerçek kuruluşu ancak böylece olur... Bence (eğitim) programımızın temel noktaları ikidir.

  1- Toplumsal yaşamımızın gereksinimlerine uyması

2- Çağın gereklerine uygun düşmesi.

Hiçbir mantıksal kanıta dayanmayan birtakım geleneklerin, inançların korunmasında direnen ulusların ilerlemesi çok güç olur, belki de hiç olmaz.

İlerlemede kayıtları, koşulları aşamayan uluslar yaşamı akla uygun ve işlemsel olarak gözlemleyemez. Yaşam felsefesini genişliğine gören ulusların egemenliği ve tutsaklığı altına girmeye mahkûmdur.”
Efendiler eğitim sözcüğü yalnız olarak kullanıldığı zaman herkes kendince amaçlanan bir anlayışa gider. Ayrıntıya girişilirse eğitimin hedefleri türlülenir. Örneğin dinsel eğitim, ulusal eğitim, uluslararası eğitim,... Bütün bu eğitimlerin hedefleri başkadır. Ben burada yalnız yeni Türk Cumhuriyeti’nin yeni kuşağa vereceği eğitimin ulusal eğitim olduğunu kesinlikle belirttikten sonra öbürleri üzerinde durmayacağım.
Ne yazık gerçek durum şudur ki yeryüzündeki üç yüz milyonu aşkın Müslüman yığınları şunun ya da bunun tutsaklık ve düşkünlük zincirleri altındadır. Aldıkları manevi eğitim ve ahlak onlara bu tutsaklık zincirlerini kırabilecek insanlık niteliğini vermemiştir, veremiyor. Çünkü eğitimlerini hedefi ulusal değildir.
Efendiler ulusal eğitimin ne demek olduğunu bilmekte artık hiçbir türlü karışıklık kalmamalıdır. Bir de ulusal eğitim ilke olduktan sonra onun dilini, yöntemini, araçlarını da ulusal kılmak zorunluluğu tartışma götürmez.
Ulusal eğitim ile geliştirilip yükseltilmek istenilen genç kafaları bir yandan da paslandırıcı, uyuşturucu, düşsel gereksizliklerle doldurmaktan dikkatle kaçınmak gerekir.
  Ömrünü medreselerde din bilimleri öğrenip öğretmekle geçiren bir kimse bir kitabın bir satırını (Kur’an’daki “vettini vezzeytuni...” cümlesini, Türkçe anlatabilmek için böyle bir gereksinim (yarım saat düşünmek) belirtirse ulus, ulusun üyeleri ne desin? Onun için efendiler, genç kuşağın kafasını yormadan, onun her şeyi alıp yutmaya açık levhaları gerçeğin izleriyle süslenmelidir”.
Sakarya Savaşı sırasında 16 Temmuz 1921’de,  Ankara’da toplanan ‘Eğitim Kongresi’ni açış konuşmasından
“Yüzyıllar süren derin bir yönetsel savsaklamanın devlet yapısında yol açtığı yaraları iyileştirmek için harcanacak emeklerin en büyüğünü hiç kuşkusuz eğitim ve ekin alanında göstermemiz gerekir...

Ancak geniş ve yeterli koşul ve araçlara sahip oluncaya değin geçecek savaş günlerinde bile yetkin bir dikkat ve özenle işlenip çizilmiş bir ulusal eğitim programı ortaya koymaya ve var olan eğitim örgütümüzü bugünden verimli bir etkinlikle çalıştıracak temelleri hazırlamaya bütün gücümüzle çalışmalıyız.

Şimdiye değin izlenen öğretim ve eğitim yöntemlerinin ulusumuzun gerileme tarihinde en önemli bir etken olduğu kanısındayım. Onun için bir ulusal eğitim programından söz ederken eski dönemin boş inançlarından ve doğal özelliklerimizle hiç de ilişki olmayan yabancı düşüncelerden, Doğudan ve Batıdan gelebilen her türlü etkilerden tümüyle uzak, ulusal ve tarihsel karakterimize uygun bir ekini anlatmak istiyorum. Çünkü ulusal dehamızın gelişimi ancak böyle bir ekinle sağlanabilir. Gelişi güzel bir yabancı ekini, şimdiye değin izlenen yabancı ekinlerin yıkıcı sonuçlarını yineleyebilir. Ekin (düşünsel yol, töre) ortamla ilişkilidir. O ortam ulusal karakteridir.

  Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara özellikle varlığı ile hakkı ile birliği ile çatışan tüm yabancı öğelerle mücadele gereği ve ulusal düşünceleri her şeyi bir yana bırakarak her karşı düşünce önünde şiddetle ve özveriyle savunma zorunluluğu telkin edilmelidir. Yeni kuşağın bütün ruhsal güçlerine bu niteliklerin ve yeteneğin mal edilmesi önemlidir. Sürekli ve korkunç bir mücadele biçiminde beliren uluslararası yaşamın felsefesi, bağımsız ve mutlu kalmak isteyen her ulus için bu nitelikleri şiddetle istetmektedir”.
DERLEYEN: Mahmut ÖZYÜREK

TÜM ÖĞRETMENLERİMİZİN "ÖĞRETMENLER GÜNÜNÜ” YÜREKTEN KUTLUYORUZ..