6 Ekim 2015 Salı

Seçimin galibi belli oldu



 Türkiye beklentilerin asgaride tutulduğu bir seçime doğru ilerliyor. Beklentiler asgaride tutulduğu için de seçim ülke siyasetini olağan ölçülerde hareketlendirmiyor. Ülkede bir açıdan bakıldığında seçim atmosferi oluşmuyor, ama unutulmasın daha yaz başında bir genel seçim geçirmiş ve seçim atmosferinden hiç çıkmamış bir ülke burası.

Kasım seçimlerini Haziran seçimlerinden ayrı düşünmek olanaksız. Kasım'ın üzerinde belirgin bir Haziran gölgesi var. Daha dört ay geçti, ne değişecekti diye sorulabilir, dört ayın siyasette dengelerin değişmesi için kısa bir süre olduğu iddia edilebilir elbette.

Oysa hiç kısa bir süre değildir. Hele de Türkiye gibi bir ülkede…

Neler neler değişirdi dört ayda… Tabii şayet niyetleri olsaydı. Şayet Türkiye'de varolan durumun değişmesini istiyor görünenler bu değişimi gerçekten istiyor ve bundan korkmuyor olsalardı.

Haziran seçimleri öncesinde Türkiye'de bir değişim talebini dillendiren elbette AKP değildi. Erdoğan ve tayfası istikrardan yanaydı, hatta Erdoğan değişime öylesine karşı, değişimden öylesine korkuyordu ki, böylesi bir sürecin yolunu ilelebet kapatmak için sistemde revizyon hayalleri kuruyordu. Anayasayı değiştirecek bir çoğunluk başkanlığın önünü açar, Erdoğan'ın konumunu sağlamlaştırır, AKP Türkiyesi'ni Türkiye ilericiliği için uyanma umudu olan bir kabustan geri dönüşsüz bir mezarlığa dönüştürürdü.

Erdoğan haksız çıktı. Sorunu, 400 milletvekili ve başkanlık hedefine ulaşamaması, bunun artık Türkiye'de ulaşılamaz bir hayal olması, bu konuda yanılması değildi. Erdoğan bunları biliyordu ama zor durumda olan bir siyasetçinin yapması gerekeni yaptı ve şansını denedi.

Erdoğan esas olarak Türkiye'de düzen içi muhalefet konusunda yanıldı ve şimdi Kasım seçimleri öncesinde ben bunlardan mı korktum diyerek CHP ve HDP'yi izliyordur.

Uluslararası siyasetin dengeleri konumu bir yıl öncesine kıyasla oldukça iyi olsa da hala Erdoğan'ı korkutmalı. Ama diktatörün Türkiye siyasetinin iç dengelerinden korkması için bir neden kalmadı.

Zalimlik ve despotlukta an itibariyle dünya tarihinde yer almış bu adamın korkusu koltuk kaybına indirgenebilir mi hiç? O koltuğun bir gün altından çekileceğini herkes gibi o da biliyor. Onun asıl korkusu her diktatör, sınırı fazlasıyla aşmış her siyasetçi gibi o koltuğun altından gittiği gün neler olacağına dair… Ülkede yaşanan Haziran Direnişi, kendisine duyulan öfkenin soyut bir duygudan somut ve insanları harekete geçirebilecek eylemci bir fikre dönüşmesi, uluslararası dengelerin hızla değişmesi; bunların hepsi gerçek ve kaygı vericiydi. AKP Türkiyesi'nin Erdoğan'dan hesap sorulacak bir ülkeye dönüşmesi bir ihtimal değil basbayağı bir seçenekti. Erdoğan'ın indirileceği değil ama Erdoğan'dan hesap sorulacağı bir ülke, geleceği aydınlık bir ülkeydi.

Bu seçeneği yalnızca Erdoğan değil herkes gördü ve belli ki bu seçenekten yalnızca Erdoğan değil herkes korktu.

Ne acı… Acı verici olan düzen siyasetinin korkaklığı, HDP ve CHP'nin zaten yapısal olarak aşamayacakları sınırlara takılmaları değil. Acı verici olan bu korkaklığın Türkiye ilericiliği içinde gereğinden fazla prim yapması.

Türkiye ilericiliği üzerinde CHP ve HDP'nin gölgesinin varolması kapitalizmin ideolojik mekanizmaları açısından bakıldığında yapısal bir olgu ve dolayısıyla doğal. Ancak, böylesi bir Türkiye tablosunda bu gölgenin gereğinden fazla büyük olması Türkiye'nin geleceği hakkında kaygı veriyor.

Haziran seçimleri öncesinde solun kopardığı gürültü bunun hakkındaydı işte.

Haziran seçimlerinde AKP geriledi, doğru. Tek başına iktidar şansını kaybetti bu da doğru. Bu tablo bir sürpriz olmazsa Kasım'a taşınacak, herkes bunu bekliyor, buna da tamam.

Peki Erdoğan ve onun şahsında somutlanan AKP Türkiyesi gerçekten ne kaybetti? Haziran'dan sonra bu ülkede ne değişti? Ya Kasım'dan sonra ne değişecek?

Erdoğan'ın koltuğunu kaybetmesi artık AKP Türkiyesi'nin geleceği hakkında hiçbir şey anlatmıyor. Piyasanın ve gericiliğin tahakkümü altında inim inim inleyen, haramilerin ve hırsızların elinde oyuncak olmuş, emperyalizmin savaş planlarında bir kuklaya dönüşmüş, şiddetin ve ölümün kol gezdiği bu ülkede değişim Erdoğan'ın indirilmesiyle değil diktatör başta olmak üzere bu tablonun tüm sorumlularından hesap sorulmasıyla başlayabilir.

Bu değişimin fitilini kim ateşleyemez sorusunun yanıtını arayanlar Haziran seçimi sonrasında HDP ve CHP'nin sergilediği performansa, koalisyon görüşmelerine ve yaratılan havaya bakabilir. Yanıtın devamı ise HDP ve CHP'nin Kasım seçimleri öncesi vaat ettiklerinde gizlidir.

Yalnızca AKP ve MHP değil, HDP ve CHP de AKP'nin kurduğu Türkiye hakkında mutabıktır. Bu dört parti arasına sıkıştırılan bir seçim AKP Türkiyesi'nin onaylanma mekanizmasına dönüşür ve ne yazık ki galibi bellidir.

Karanlığı, caniliği, bağımlılığı, hırsızlığı onaylamak için sandığa mı gidilir diyorsanız, bu defa Haziran seçimlerinden farklı olarak, dörtlü mekanizmanın dışında bir sol seçeneğe omuz vermeye ne dersiniz?
Özgür Şen
06/10/2015 Salı

OSMANLI, NASIL SIFIRI TÜKETTİ?




Yerli ve yabancı tarihçiler, Osmanlı Devleti’nin kuruluş tarihini 1299–1300 olarak verirler.
Burada bir sorun yok.
Ancak, Osmanlı Devleti’nin yıkılış tarihi ile ilgili farklı görüşler bulunmaktadır.
İşte, bu görüşler ve önerilen yıkılış tarihleri:

Osmanlı, 30 Ekim 1918 tarihinde İngilizlerle yapılan Mondros Silah Bırakışması Antlaşması ile yıkılmıştır. Çünkü bu antlaşmayla, Osmanlı ordusu teslim olmuş, silah bırakmış, ordu dağıtılmıştır.

1 Kasım 1922 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM), çıkardığı bir yasa ile padişahlığı, yani saltanatı kaldırmıştır. Bu karar, Osmanlı Devleti’nin yıkılmış olduğunun ilanıdır.

17 Kasım 1922 tarihinde, son Osmanlı Padişahı Vahdettin, bir İngiliz savaş gemisiyle İstanbul’dan kaçtı. Padişah’ın tahtını tacını bırakıp bir düşman gemisiyle kaçtığı tarih, Osmanlı Devleti’nin yıkıldığı tarihtir.

24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan’da imzalanan antlaşmayla, Türk devletinin varlığı uluslararası kabul gördü. Bu tarihten sonra ortada bir Osmanlı devleti kalmamıştı.

29 Ekim 1923 Cumhuriyet ilan edildi. Bu tarih, Osmanlı devletinin tarihe gömüldüğü tarihtir.

3 Mart 1924 tarihinde TBMM çıkardığı bir yasayla halifeliği kaldırdı ve Osmanlı hanedanının bireylerini yurt dışına çıkardı. Osmanlı Hanedanı’ndan hiç kimsenin Türkiye’de kalmadığı tarih, Osmanlı’nın yıkılıp gittiğinin son göstergesidir.

Değerli Dostlar,

Osmanlı’nın yıkılışının, yukarıdaki tarihlerden çok önce gerçekleşmiş olduğu görüşündeyim.
Şimdi, size bunu açıklayacağım.

16 Ağustos 1838 tarihinde, Osmanlı ile İngilizler arasında, tarihe Balta Limanı Antlaşması olarak geçen bir ticaret antlaşması imzalandı. Bu antlaşma ile Osmanlı Devleti’nin çöküş dönemi başladı. Çünkü bu antlaşma ile Osmanlı, İngilizlere görülmemiş ticari haklar, kolaylıklar tanıdılar. İngiliz mallarına vergi duvarlarını indirdiler. Sonunda Türkiye’nin iç pazarı Batı’nın eline geçti. Dış ticaret dengesi bozuldu.
Bu antlaşma imzalandığında ATATÜRK HENÜZ DOĞMAMIŞTI.
(Bu konuyu tüm belge ve ayrıntılarıyla “Gaflet Dalalet Hıyanet” adlı kitabımda yazmıştım.)

Osmanlı İmparatorluğu tarihinde ilk kez 1854 yılında bir yabancı devletten borç aldı. İngilizlerden aldığı 200 bin Sterlin uzun vadeli borçla Osmanlı, dış borç batağına adım atıyordu. Girdiği borç batağı giderek büyüyecek, 1854–1875 sürecinde aldığı dış borçların tamamı 239 milyon lirayı bulacaktı.
Osmanlı dış borç batağına adım attığında ATATÜRK HENÜZ DOĞMAMIŞTI.

Osmanlı, aldığı dış borçların taksitlerini ödeyemez duruma geldi.
Değil borç taksitlerini, faizlerini bile ödeyemiyordu! Alacaklı devletler bastırıyor, paralarını istiyorlardı. Ve tarihte görülmemiş bir olay yaşandı. Osmanlı İmparatorluğu 6 Ekim 1875 günü, iflas ettiğini gazete ilanlarıyla duyurup alacaklı yabancı devletlere bildirdi! Osmanlı İmparatorluğu SIFIRI TÜKETMİŞTİ!
Tüccarların, şirketlerin iflas ettikleri bilinmekteydi. Ancak bir imparatorluğun tıpkı akılsız, bilgisiz, deneyimsiz, tedbirsiz bir tüccar gibi iflas bayrağını açtığı görülmemişti!
Peki, Osmanlı’nın aldığı milyonlarca liralık dış borç paraları nerelere gitmişti? Osmanlı, aldığı dış borçla hiçbir yatırım yapmamıştı! Ne fabrika kurmuş ne de tarımı geliştirecek, üretimi artıracak projelere para yatırmıştı.
Osmanlı, yabancı devletlerden aldığı borç parayla saraylar, külliyeler, camiler yaptırmıştı.
Osmanlı padişahları, yabancılardan alınan borç parayla, Haremlerindeki seks köleleriyle ve oğlanlarla gece gündüz yatıp kalkmış, şarap içip günlerini gün etmişlerdi.
Hazinesinde para kalmayan, gırtlağına kadar dış borca batıp sonra da İFLAS ETTİĞİNİ ilan eden bir devlet ayakta kalabilir miydi?
İşte bu nedenle, 6 Ekim 1875 tarihi, Anlı Şanlı Osmanlı’nın gerçekten yıkıldığı tarihtir!
Osmanlı Devleti, günümüzden tam 140 yıl önce, 6 Ekim 1875 tarihinde yıkılmıştır!
Osmanlı’nın sıfırı tüketerek yıkıldığı 6 Ekim 1875 tarihinde, ATATÜRK HENÜZ DOĞMAMIŞTI!

20 Aralık 1881 tarihinde Osmanlı Devleti, “Muharrem Kararnamesi” adıyla bir kararname imzalandı. Bu kararname ile Düyun-i Umumiye İdaresi kuruldu. Düyun-i Umumiye İdaresi demek, Genel Borçlar İdaresi demektir.
Dış borçlarını ödeyemeyince İFLAS EDEN, yani sıfırı tüketen Osmanlı’nın alacaklıları İstanbul’a geldi, bugünkü İstanbul Erkek Lisesi’nin binasına yerleşti. Osmanlı devletinin gelirlerinin bir bölümü bu yabancı idarenin emrine verildi. Osmanlı topraklarında, Türkiye’de; tuz, balık avı, tütün, alkol ve damga pulu vergilerini yabancılar toplamaya başladı.
Topraklarında yabancıların vergi topladığı bir devlete, gerçekten devlet diyebilir misiniz? Sıfırı tüketerek yıkılan Osmanlı’nın toprakları adım adım yabancıların eline geçmekteydi.
Düyun-i Umumiye İdaresi kurulduğunda ATATÜRK HENÜZ YENİ DOĞMUŞTU!

24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması ile genç Türk Devleti, Osmanlı’nın borçlarını da yüklendi!
Kamu Maliyesi Uzmanı Dr. Mahfi Eğilmez’in 2013 yılında yapmış olduğu hesaplamaya göre, Osmanlı’dan genç Türk devletine kalan borç yaklaşık 500 MİLYAR DOLAR.
Osmanlı’dan Türklere, 500 MİLYAR DOLAR BORÇ miras kalmıştı!
Ataürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 500 MİLYAR DOLAR Osmanlı borcunu ödedi.

Değerli Dostlar,

Asılsız bilgilerle özellikle gençlerimizi aldatıp kandırmak isteyen Osmanlı yanlıları, Anlı Şanı Osmanlı’yı yıkanın Mustafa Kemal Atatürk olduğu yalanını sürekli söyleyip dururlar.
İşte bu nedenle, yukarıda somut tarihi bilgiler sunarken, büyük harflerle, Atatürk’ün o tarihlerde henüz doğmamış olduğunu vurguladım.

Bundan tam 140 yıl önce Osmanlı İmparatorluğu iflas ettiğini yani, sıfırı tükettiğini ilan ettiğinde, ATATÜRK HENÜZ DOĞMAMIŞTI.
6 Ekim 1875 tarihinde Osmanlı Padişahlığı fiilen yıkıldığında, ATATÜRK HENÜZ DOĞMAMIŞTI!

Yılmaz Dikbaş
6 Ekim 2015, Salı
dikbas@kalinka.com.tr
0532 233 31 52

5 Ekim 2015 Pazartesi

'Yılana sarılan' sistem?



Denize düşen, yılana sarılırmış.
Ya krize düşen sermaye ne yapar?
En azından önceki zamanlarda yılan gözüyle baktığı siyasetlere ve siyasetçilere, yani “sistemi tamamen ve bire kadar imha edeceğini bağırmayan solun içinden bazılarına”, bir başka deyişle “ılımlı yılanlara” sarılmaya hazırlanır. Sol, sermayenin yılanıdır, doğru. Ama bu ılımlı yılanların sermayeye panzehir işlevi görebildiğini, devrimci bir solun, yani acil sosyalist iktidar çağrısı yapan (“Hemen, şimdi sosyalizm!”) bir solun da yılanı oldukları söylenemez mi?
İşi fazla karıştırmayalım. Kriz, sermayenin façasını bozuyor ve façası bozulan bu sınıf olmadık ittifaklar üzerinden feraha çıkma hesapları yapıyor diye, dengemizi tümüyle yitirmek zorunda değiliz. Erken sevindiriklerin ne hal aldığını Ufuk Uras-Çipras çizgisine bakarak gördük. Daha da gösterirler.
Mesele şu: Bir dünya sistemi olan reel sosyalizm içinden çökertilip dünya iyice ateşe sardıktan sonra, böyle bir yılan benzetmesini, radikal sloganlarla üst üste emekçi yığınları vuran ve sermayeye neoliberal cennet olanağı sağlayan “sol”a bakarak açıkça dile getirme hakkımız var. Doğrudur. Solun dostluğunu kazanmaya çalışan ve kapitalizmi hemen şimdi ve sosyalizm doğrultusunda aşmayı düşünmeyen siyasal oluşumlarda, ki genellikle çok kolay sol olarak nitelenirler, böyle bir yılanlar ordusu yattığını kabul etmek zorundayız. Sermayenin sarılacağı yılanlar bunlar. Biraz da “bizim yılanlarımız”. Halkı çok kolay aldatabiliyorlar. Sahte hekimler gibidirler. 
İşin şakası kalmadı. Batı Avrupa ve hegemonu Almanya bile zangır zangır titriyor son mülteci kuşatmalarıyla. Dünya kapitalizmi, özellikle de Avrupa emperyalizmi ağır bir krizden geçiyor. Bunun biteceği falan yok; zaten adamlar açık açık söylüyorlar. O nedenle oligarklar krize uygun bir ortam yaratmaya çalışıyorlar. Krizi engelleyemezseniz, sisteminizin temel felsefesini (“sermaye ve kâr rejimi”) tehlikeye düşürmeyecek bir çevre ve halk tipi, yeni bir muhalefet de yaratmak zorunda kalırsınız. Bu da kaplanla yatağa girebilecek insanlardan oluşan bir siyaset sınıfı gerektiriyor. Halkı kolayca aldatabilecek, sol sloganlarla önemli seçim başarıları kazanabilecek, oyaladığı halkı bu sloganlarla sermayenin hizmetine sokabilecek yeni sınıf bu: James Petras’ın Çipras’ı aşağılamak için ve haklı olarak kullandığı tabirle “başbakanlık oynayan ama aslında tecavüzcü çetenin hizmetinde olan” bir korkunç tipolojiye karşılık geliyor. Bunlar yeni solcular... Tamam...
Tamam ve biz, azgelişmişlerde neler olduğunu, olabileceğini, solun nasıl kullanılabileceğini Atina’ya bakarak birkaç ayda gördük, çözdük. Çipras mükemmel bir örnekti. Acı olan, James Petras gibi “sol demokratların”, artık ne demekse, bugün yazdıkları değildir. Acı olan, vaktiyle Çipras’ı yere göğe koyamayan, Türkiye’de ise HDP gibi neredeyse Syriza ve Çipras’ın bile gerisindeki siyasi hareketleri, partileri kayıtsız şartsız destekleyen sitelerin, siyasetlerin şimdi bu tür eleştiri/küfür yazılarına yer vermeye başlamasıdır. Birilerinin utanması gerekir, ama kimin? Syriza ve HDP’nin kayıtsız şartsız destekçileri ne yapmalı?
Sermayenin sarıldığı yılanlar olmak bu kadar mı kolay ve revaçta?
Neyse...
Sorumuz, kenarda olanlar hakkında değil, merkezde olanlar ve olabilecekler hakkında: Paris, Berlin, Roma ne yapacak? İspanya’da Syriza ve Çipras’tan daha bayağı bir Podemos’un geliştiğini rahatça söyleyebiliriz. Paris’te François Hollande hemen ıskartaya çıktı, bayağılığı/barbarlığı konusunda kendi yakınları arasında bile tartışma yok. Tony Blair ile Gerhard Schröder arası bir  karikatürdür Paris’teki ceset. Berlin’de ise Gerhard Schröder’in gerçek mirasçısı bir adam, Sigmar Gabriel, başbakan yardımcılığı yapıyor. Soru şu: Alışılmış sol hızla tasfiye oldu. Acaba gerçek solun önü mü açılıyor?
Daha somut söylemiş olalım: Blair, Schröder, Hollande, Papandreu gibi “alışılmış sol muhalefet” çökünce, acaba onların yerini o partilerin içinden veya dışından çıkan gerçek muhalifler, gerçek solcular mı alacak? Öyle mi?
Eğer bu siyasi birimler işgal altındaysa, bizdeki CHP’nin başına çöreklenmiş siyasi mafyayı hiç aratmayacak çeteler Avrupa’nın çeşitli başkentlerinde görev başındaysalar, hatta hükümet ediyorlarsa, bunlara muhalif olanlar, mesela Fransa ve Almanya’daki “Sol Parti” oluşumları, gerçekten “ehven-i şer” midir? En son Londra’da Jeremy Corbyn vakası yaşadık. Labour’un başına geçen Corbyn acaba Paris’teki “sosyalist“ Hollande ve Berlin’deki sosyal demokrat Sigmar Gabriel’den farklı bir profil verebilecek mi? Ya da Almanya’daki Sol Parti denilen ve geçmişteki reel sosyalist deneyime olduğu kadar, içindeki Türkiyeliler üzerinden bizdeki cumhuriyetçi geleneğin de düşmanı olduğunu saklamayan bir siyasal oluşum mu solun bayrağı olmayı hak ediyor?
Kuşkulu olmaya hakkımız var.
Çipras’ta işimiz kolaydı, çünkü o ülkede devrimci geçmişi ve şimdiki zamanı bilinen bir komünist oluşum vardı. Syriza’nın ne mal olduğunu bağırdılar, bizdeki “takipçilere” anlatamadık. Şimdi “haklıymışız” olduk.
Corbyn ve türüne tepki gösterme hakkımız bakidir. Gorbi gibi reel sosyalizmin içinden ve sosyalist hayallerle başa geçip ülkesini ortadan kaldıranları gördükten sonra, bu kadar yıkım ve deneyimden sonra, her ağzı laf yapana sermayenin yılanı rolünü uygun görmemiz abartı sayılmasın. Yine de bazı kapılarımız belli koşullar altında açıktır. Chavez’in komünistlerle kurduğu ilişkiyi andıran bir çabayı görmezden kim gelecektir ki? Ama Labour’dan kızıl bir kopuş çıkmayacaktır ve bu son gelişme, Avrupa’daki derin krizi açığa çıkarmaktan başka bir anlam taşımıyor.
Corbyn’in farklı yanları olduğunu kabul edelim, doğrudur da, ama göreve geldiği andan itibaren o geçmişini -her anlamda- kusmayacak mı? Bunun bir garantisi olabilir mi? Asıl önemlisi, komünistler, mesela Londra’daki akıllı komünistler ne diyor? Berlin’deki akıllı komünistlerin bu ülkedeki Oskar Lafontaine ve Sahra Wagenknecht damgalı bir Sol Parti’ye sıcak baktığını biliyoruz, ama o partide bu iki ismin etkisinin sınırlı olduğunu ve işçi sınıfına iktidar talep edenlerin bu partiye yoğun eleştirilerini de biliyoruz. Araya mesafe koymaktan vazgeçmemeleri gerektiğini de keza... 
Neyse...
Savaşlar bir yana... Hafta sonunda on binlerce yeni mültecinin baskınına uğrayan Münih inler ve Berlin’in bu yıl 1 milyon sınırını zorlayacağı anlaşılan mülteci akını karşısında nutku tutulurken, yaşlı kıtada Müslüman düşmanlığı artar, Hamburg ve Frankfurt’ta ilk Kürt-Türk sokak çatışmaları göze çarparken... Sistem teklerken... Ne oluyor?
Bizim dikkatimiz ve itirazımız şurada: Sistem tıkanırken yeni sol yılanlar gerekiyor. Bu yılanların bizim mi yoksa sermayenin yılanı mı olacağı konusunda bir belirsizlik var. Önlemimizi almak zorundayız. Bir mesafe koymak zorundayız. Sonra bakarız. Elbette bakarız.
Her sınıfın yılanı kendine... Her sınıfın yalanı kendine...
14/09/2015 Pazartesi


AKP'nin sosyal narkozu




Seçim yaklaşırken AKP'nin ünlü "istikrar" sözcüğü yine sahaya indi. Zaten başka ne var ki, istikrar ve inşaat dışında! Ne hazindir ki, SOMA'da yüzlerce insanın ölümü, paramızın dünyanın geri ülkeleri arasında en yüksek oranda erimesi, komşu ülkeler eleştirilirken ülkemizde bir yörenin tüm dünyaya kapatılarak, ölülerin gömülmesine, hastaneye ulaşılmasına vs gibi en zaruri gereksinimlerin karşılanmasına dahi izin verilmeden galiz küfürlerle ateş altında tutulması dahi bu sihirli sözcüğün geçersiz kılınmasını gerektiği kadar sağlayamadı. Bunun da ötesinde, açılım aldatmacasının ne olduğunun anlaşılması da AKP'nin gerçek yüzünü tam olarak ortaya koyamadı.
Gazete ve çalışanlara yönelik saldırılar faşizm gerçeğinin göstergesidir. Gazeteye ve çalışanlara saldırı ulusal açıdan kınanacak ve utanılacak bir olaydır. Ama bu olay ve olay sonrasında farklı siyasilerin mesajları ve sessizlikleri çok değerli göstergelerdir. Olay ne denli hazin ise, ortaya koyduğu göstergeler de o denli değerlidir. Olayın kendisi ve sonrasındaki gelişmeler nasıl bir faşist dönemde olduğumuzun çok net göstergesi olmasıdır kavranması gereken gerçeklik. Ataletten sıyrılıp, faşizmin nasıl bir dokusal süreç olduğunu, hangi ortamda yükseldiğini çok ciddi olarak düşünmek durumundayız. Yoksulluk sınırı ile yapılan araştırmalar toplumun bir kesiminin çaresizliğini ortaya koyarken, diğer yandan lüks AVM'ler ve lüks evlerde, gençlerin altında son model arabalarla sürdürülen yaşamları konu alan DİZİ'lerin "sipariş üzerine yapıldığı"(!) ve izlendiği, siyasi liderlerden reyting almaz ise yayından kaldırıldığı(!) bir toplumun sağlıklı olduğu düşünülemez. Biz zamanlar gençlerimizin teknoloji üretemeyeceği, ancak ara eleman olmak için çaba sarf etmeleri gerektiği incisini ortaya atabilen bakanlara nazire olarak, geçen günlerde bir başkası da bir üniversitede ODTÜ ya da Boğaziçi'ne özenmemeleri gerektiği incisini ortaya atmış. Bir ülkenin sanatına ve eğitimine böylesi saldırı yapılabilmesi bilinçli bir politika olamaz. Bu durum salt cehaletle de açıklanamaz. Eğer bu tür davranışlar politika ise, hangi çevreden ve ne fiyata ihale edilmiş olduğu konusunda halkımızın çok bilinçli olması gerekir. 
Tüm bunlar yaşanırken, sadaka kültürünün yükseltilmesi ve toplumu gerileştirici özgürleştirme çabaları içinde çıkarcı-sömürücü dinciliğin ve tevekkül kültürünün yaygınlaştırılması ve tüm bunların üzerine "istikrar" cilasının çekilmesi seçimlere giderken düşünülmesi gereken konulardır.   
Büyük sermayenin karşısında Anadolu kaplanları çıkartılıyor, ezilenlerin önü açılıyor vs söylemleri, aslında ana nedenleri perdeleyerek Türkiye'yi dünya hakimlerine sunma politikasıdır. Dünyasal emperyal güçler çevresel ekonomileri küreselleşme ve finanslaşma süreçleri ile ekonomik narkoz altında sömürmektedir. Bu politikalara hizmet eden her çevre ekonomi yöneticisi ülkesine değil, dünya emperyalizmine hizmet etmekte, doğal olarak bunun mükafatını da almaktadır. Bu hizmetin iç ekonomideki sıkıntıları ise ekonomik alanda sadaka kültürü, politik alanda ise faşizmle aşılmaya çalışılmaktadır. İşin ilginci şudur ki, faşizme dayalı baskı ve geçici istikrar, sömürücülerin ekonominin en ince damarlarına girmesini sağlarken, toplumda "ölüm rahatlığı" oluşturmaktadır. İşte, AKP'nin halkın kulağını sağır edercesine fısıldadığı "istikrar" ın anlamı ve işlevi budur. Bu sürecin önümüzdeki fevkalade yaşamsal seçimde bir şekilde durdurulması düşünülebilir. Ne var ki, acaba, bu da bir aldatmaca olabilir mi! Eğer kapitalist sistem içinde yol alınıyorsa, suçu sistemde mi, yoksa aktörde mi görmek gerekir! Suçu hangisinde görürsek, daha doğrusu, görmek için aldatılırsak, değiştirme irade ve gücümüzü ona yöneltiriz. Umuyorum, emperyalizmin ve onun yavrusu iç faşizminin yoğun etkisini üstümüzden atar ve insanca yaşama yolundaki kapitalizm engelini yıkabiliriz!

İzzettin Önder
05/10/2015 Pazartesi