1 Mayıs 2015 Cuma

Yarayı Kaşımak! /Figen ÖZEN



 7 Haziran’a çeyrek kala, Türk milletinin çok büyük bir çoğunluğu ne yazık ki tek bir şeye odaklanacaktır. Seçim…
Ümit, gelecek, aş- ekmek onlar için sandıktadır. Esas olan unutulacak ve teferruatla uğraşılacaktır.
Sistemin içinde dönüştürülen partiler, halkı kandırmaya devam edecek, bölücülüğün kılıfı “demokrasi-insan hakları-düşünce özgürlüğü” olacaktır.
Onlar için millete hizmet bahane, iktidar şahanedir.
Seçime çok sayıda parti girecek ama sadece iki partiden birinin iktidar şansı olacaktır. Demokratik Parti ve Cumhuriyetçi Parti…
Ve Türkiye seçim sath-ı mahallindedir. 7 Haziran’da ya Ali Hoca, ya da Hoca Ali iktidar koltuğuna oturacaktır.
Saraydaki adam, Çanakkale Savaşlarının 100.yıldönümünde eyaletlere bölmeyi ve  başkanlık sistemini şiar edindiği bu kutsal topraklar için “ALLAH kimseyi vatansız bırakmasın” diye dua edecektir.
 Elbet de bu duaya kargalar bile gülecektir.
Erivan’da Türk bayrakları yakılacak, yerlerde sürüklenecek ve yakalarında kocaman bayrak rozeti taşıyan o çok büyük devlet(!) adamlarımız, Türk milletinin onuruna, namus ve şerefine yapılan bu hakarete ses çıkarmayacaklardır.
Meydanlarda hamasi nutuklar atılacak, biri çıkıp “Biz buraya Bismillah demeye geldik.”  diyerek gene dini siyasete alet edecektir.
Türk milletini ALLAH’la aldatanların yanı sıra; Atatürk’le kandıranların sayısı da gittikçe artacaktır.
“Ana düşman” ve ABD’nin yamakları unutulup, siyasi parti militanları birbirlerini taşlamaya devam edecektir.
Bu arda tatlı su solcuları, “yetmez ama EVET”çiler kolları sıvayacak, HDP barajı geçsin diye çığırtkanlık yapacaktır.
Elbette destek bu kadarla da kalmayacak bir partinin milletvekili adayları da Güneydoğu bölgesinin bir ilinde açıkça HDP için oy isteyeceklerdir.
HDP’nin Öcalan posteri ve  üç renkli bezi açmaları serbest olacak ama Türk bayrağı suç aleti olarak kabul edilecektir. HDP’nin karşısına Türk bayrağı ile çıkanlar tutuklanacaktır.
Bu arada cumhurbaşkanı seçimi nedeniyle Kıbrıs Türk’ü(!) meydanlara inecek ve “Ankara yakamızdan düş” diyecektir. Saraydaki adam yeni seçilen Cumhurbaşkanı’nın “Kardeş ülke” söylemine fazlasıyla celallenecektir.
Tam o sırada bir şarkının nağmeleri sarayın duvarlarında yankılanacaktır. “Son pişmanlık….”
Millet bu haberlere odaklanmışken, oynanan oyunlar çok çabuk unutulacak ve yaraların üzeri kabuk bağlayacaktır.
Yaratılmak istenen kaos ve oyunun üzeri çok çabuk çizilecektir.

11 Nisan… Kars Diyadin olayı…
Cevapsız bırakılan bir çok soru ve çözülmemiş düğümler… Kaşınması ve yeniden pansuman edilmesi gereken bir yaradır Diyadin.
Sorgulanmalı ve gerçekler gün ışığına çıkarılmalıdır.
Aktörler değiştirilecek ve baş aktör  Hakan Fidan’ın yerine Efkan Ala rol alacaktır.
Üstçavuşun üstü saraydaki adam tarafından çizilecektir. Hakan Fidan’ın da bir onbaşıyı (HİTLER) örnek alan gelecek planları altüst olacaktır.
Yetkisiz bir kişi olan Ala’nın emirleri doğrultusunda iktidarın daha doğrusu sarayın emrindeki vali derhal harekete geçmiş; PKK’nın güvenliğini koruma gibi garip bir görevi üstlenmiştir.
Bu arada gözden kaçırılmaması gereken son derece önemli bir nokta da; MİT ve Öcalan arasında yapılan “Çatışmazlık Antlaşması” örtüsü altında; PKK’nın ve terör örgütünün her türlü siyasi uzantısının Doğu ve Güneydoğu illerimizde yerleşik silahlı güçler kurduğu gerçeğidir.
PKK terör örgütü meşrulaştırılırken “Tek vatan, tek bayrak, tek dil, tek millet, tek ordu ve vatanın bölünmez bütünlüğü” adeta çökertilmiştir.
Şimdi cevaplanması gereken soruları sorarak, bir başka söylemle “yarayı kaşıyarak” ve hatta kanatarak yolumuza devam edeceğiz. Ancak bu soruların beynimizde oluşturduğu soru işaretleri bazen canımızı acıtacak ve başımızı öne eğmemize neden olacaktır. Bunları bile, bile bu yolculuğa çıkmamız, geleceği daha bilinçli bir bakışla irdelememize ve hazırlıklı olmamıza neden olacaktır.
*Bölgenin içine çatışma bittikten sonra, neden sivillerin girmesine izin verilmiştir?
Bu bir!
*Bu bölgenin ve sivillerin korunması için alınması gereken önlemler kapsamında bir zafiyet mi vardır?
*Yaralı askerlerin tahliyesi konusunda görevli askeri personel sayısı yeterli midir?
*Yaralı askerlerin tahliyesinde yapılacak ilk müdahalede; askeri yönden alınması gereken tedbirler kapsamında, gerekli planlama tam olarak uygulanmış mıdır?
* Yaralı askerlerin tahliyesinde eğer zafiyet göze çarpıyorsa, bu konudaki eksiklikler ortaya dökülüp gelecek operasyonlar için gerekli dersler alınmış mıdır?
Bu da iki!
*Diyadin operasyonunda emir ve komuta birliği açısından yönetiminde, göze çarpan kopukluk ve eksiklikler ilgili birim tarafından sorgulanmış mıdır?
Ve…
*Sıcak çatışma çıktığına göre teröristlerin bölgede;  silah, mühimmat yığınağı yaptığı ve mevzilendiği gerçeği açıkça ortadayken neden sadece 15 kişilik bir tim gönderilmiştir?
*Bu bir istihbarat zafiyeti mi, yoksa “bile, bile lades” midir? Bölgedeki durum önceden neden haber alınamamıştır?
*Eğer istihbaratta göze çarpan bir zafiyet varsa, bu sebepleri nedir?
Bu da üç!
Bu soruların cevabını bizlerin bilmesi elbette mümkün değildir. Ancak tamamı ilgili birimler tarafından irdelenmesi, çare üretilmesi ve cevaplanması gereken sorulardır.
Aksi takdirde yeni yaralar açılacak ve yeni oyunlar oynanacaktır.
Ancak 15 askerin şehit edilmesi üzerine kurgulan oyun başarılı olamamış ve saraydaki adamın tüm planları altüst olmuştur.
Sadece televizyon ekranlarında “milliyetçilik oku”nu kullanmaya yeltenmişler, bağırlarında besledikleri ucubeyi ve  gizli koalisyon ortakları HDP’yi sert(!) bir dille eleştirmekle yetinmişlerdir.
Diyadin olayı bir şikedir.
Önemli olan da Türk milletinin olayları unutmayıp, “Ana düşman ve yamakları”nın karşısında bir birliktelik oluşturup, aralarındaki her türlü farklılıkları öteleyip bir araya gelmeleridir.
 Unutmayın, zafer biz kazanacağız diye yola çıkanlarındır.
Figen Özen
29.04.2015

UED ISPARTA ŞUBESİ 1 MAYIS EMEK BAYRAMINI KUTLUYORUZ

Küresel çete ve işbirlikçilerinin yarattığı sömürü düzenine, toplumsal adaletsizliğe, yoksulluğa, gericiliğe, bilim-sanat ve aydınlanma düşmanlığına karşı, tam bağımsızlığı, özgürlüğü, eşitliği, toplumsal adaleti ve aydınlanmayı savunan tüm  yurtseverlerin, birlik ve dayanışma günü olan

1 MAYIS EMEK BAYRAMINI KUTLUYORUZ.

Ulusal Eğitim Derneği
Isparta Şubesi Yönetim Kurulu

27 Nisan 2015 Pazartesi

1915, Ermenilik, Türklük ve devrim




Emperyalist alçaklığın doğrudan ürünü bir cinayetin aklanması veya hatırlatılması değil dertleri. Bundan 100 yıl önce Balkanlar ve Anadolu’da işlenen ve en ağır bedeli kadim Ermeni toplumunun ödediği, ama Rumluğun da Türklüğün de büyük acılar çektiği kitlesel cinayetlerin hesabını sormak hiç değil. Savundukları, bu cumhuriyetin tarihsel hiçbir meşruiyeti olmadığı tezidir. Türkiye Cumhuriyeti doğmamıştır, yaşamamıştır, baştan sona cani bir gasp devletidir, gasp ettiklerini geri vermeli ya da tazmin etmelidir. Fakat tazmin edebilse bile, “modern” dünyada bir “soykırım cumhuriyetinin” yaşama hakkı yoktur. Hücrelerine kadar arındırılmalı, temizlenmeli, geriye ne kaldıysa onlarla oradan devam etmelidir. “Parçacıklar siyaseti” işlemelidir.
Örnek mi?
Çok. Ama siz, birer soykırım cumhuriyeti olduğu iddia edilmeksizin ortadan kaldırılmış ülkelere bakarsanız, Yugoslavya’dan başlayıp ondan önce biraz da Doğu Avrupa’ya (mesela Çekoslavakya’ya) gider ve sonrasında da Irak-Suriye-Libya hattında eyleşirseniz, Türkiye’den ne çıkarılacağını görebilirsiniz.
Türkiye artık yolun sonuna getirilmiş bir gasp kalesidir Batı’nın gözünde. Yugoslavya-Suriye-Irak arası bir kaderle ortadan kaldırılması veya birkaç küçük etnik-dinci mafya tipi parçacıklar devleti halinde “idamesi” beklenmektedir. Bu kaderin önüne sadece sosyalizmle geçilebileceğini ise bir avuç Türk ve Kürt sosyalisti anlatmaya çalışıyor. Çalışıyoruz. Son nefesimizi vermeden de bu kavgayı bırakacak değiliz.
Papa’nın son konuşmaları ve onu önceleyen kitaplardaki tezleri yorumlamaya gerek bile yok, o kadar net: Bu soykırım sadece Ermenilere değil, Rumlara ve  Süryanilere de yapılmıştır ve Türkiye Cumhuriyeti, 2.5 milyonla “tarihin en büyük Hıristiyan soykırımının” üzerinde yükselen bir haydut devlet olarak ortada durmaktadır. Anadolu’dan esas olarak Ortodoksluğun temizlenmesi artık göz ardı edilmekte, Katolik ve Protestan kurbanlar da bu soykırıma dahil sayılmaktadır.
İyi mi?
Böyle mi?
Bu topraklarda korkunç kıyımlar yaşandığı doğrudur. Etnik temizlik, kitlesel imha, cinayetler, tecavüzler, kanlı tehcir vs... Fakat bunların hiçbiri soykırım diye anlatılanlardan daha aşağı değildir. Hepsi aynı “değerdedir”. Emperyalist odaklar ne derse desin, bütün bu suçlar nitelik olarak aynıdır. Ama emperyalist odakların bildiği şeyi biz de biliyoruz. Bunlar yetersiz kalıyor, çünkü soykırım damgası yiyenler, zaman aşımıyla kurtulamıyorlar. Gasp ettiklerini geri vermek veya tazmin etmek zorunda kalıyorlar. Varlıkları da kabul edilmiyor. O nedenle 1923’e karşı olanların, 1923’ü Hasan İzzettin Dinamo’nun verdiği adla “Kutsal İsyan” olarak görenleri bitirmesi gerekiyor. 1923 Cumhuriyeti bir kutsal isyan değilse, bir soykırımdır. Meşruiyeti yoktur. Batı’dan aldığı her şeyi geri vermek zorundadır. Gasp ettiği tüm malları iade etmek zorundadır. Soykırım ısrarı bundandır.
Baştan sona emperyalist senaryoların ürünü bu kıyımlar, sadece Türklere fatura edilmektedir. Genel kabul artık o yöndedir. Emekçi Türk-Kürt halk yığınlarından ve Türkiye Cumhuriyetini sosyalist bir gelecek lehine eleştiren Türk-Kürt aydınlarından söz ediyoruz. Onlar suçludur. 1923 doğumlu ve 1917 destekli  Türkiye Cumhuriyeti’nin bir tarihsel ilerleme, aydınlanma düşüncesinin Anadolu’daki biçimlenmesi olarak görenler komple katildir: Hepsi soykırımcıdır! Öyle görüyorlar. Hadi dünya gericiliğinin abartılmış markalarından birinin en bilinen aforizmasını kullanalım. Theodor W. Adorno’nun Minima Moralia’da “Yanlış bir hayat içinde doğru hayat yaşanamaz” (Es gibt kein richtiges Leben im falschen) anlamındaki cümlesi, tam da “soykırımcı Türkiye” için geçerli olacaktır. Eğer Türkiye bir soykırım cumhuriyetiyse, içindeki hiçbir şey doğru olamaz. Başta da Türkiye solu doğru olamaz. Türkiye devrimci hareketi, Mustafa Suphi’den Mahir Çayan’a, Nâzım’dan (“Kurtuluş Savaşı Destanı”) Hasan İzzettin Dinamo’ya (“Kutsal İsyan”), Doğan Avcıoğlu’dan (“Milli Kurtuluş Tarihi”) Yalçın Küçük’e (“Türkiye Üzerine Tezler”) ve Aydemir Güler’e (“Türkiye Sol Tarihinde Yöntem ve Tartışmalar”), tümüyle yanlış ve geçersizdir. Dünya gericiliği Adorno’yu kullanmış, Türkiye gericiliği Orhan Pamuk çiftliğinin akademik-romanesk kahyalarını ve onların faşistoid düşmanlarını mı kullanmayacak? Oradayız.
Soykırım pankartlarıyla sokaklara çıkanlar (misal: Aydın Engin-Hasan Cemal ve taifesi), diğer taraftaki Türkçülerle (misal: Onur Öymen-Doğu Perinçek taifesi) birlikte, hep beraber el ele, üzerlerine düşen rolü yerine getirmektedir: Emperyalizm, tam da budur. Halkları, emekçileriyle birbirine düşman kılmak ve birbirinden intikam alması için kışkırtmak... Emperyalist demokrasinin başka hiçbir anlamı yoktur. Faşizm-nazizm tipi başarısız burjuva rejimlerinin “tu kaka” edilmesi, bu yeni diktatörlüğe yeni kapılar açmıştır, bunu çok iyi biliyorlar ve içerideki acentalarıyla, eğer yine Aydemir Güler’in kitaplarından birinin adını kullanırsak, “son krizi“ sahneliyorlar.
Bizde Ermeni halkına küfretmeyi tek iş belleyen faşistler ve faşizan demokratlar ile Ermeni halkından falan değil, resmen emperyalizmden özür dileyen “demokratların”, Siyam ikizleri “özürcüler ile küfürcüler”in yani, sosyalizme karşı bir birleşik cephe kurduğunu bu sitede yıllar önce yazdık. 2008’de yazdıklarımızın arkasındayız ve sonuçlarını bire bir izliyoruz. Saptamalarımız yanlışlanmamıştır. Hatırlatalım; şöyleydi:
(...) Demek, Türkiye'yi "parçacıklar siyasetinin" bir sahnesi haline getirmenin başka bir yolu henüz bulunamamış, ama Ermeni felaketimiz üzerinden bir dolayım canlandırılabilirmiş gibi görünüyor. Hesaplar o yönde.
Mesele, Ermeni halkı, emperyalist çevrelerin tetikçisi "diyaspora"nın girişimleri falan değildir.
Mesele, büyük çözülmenin eşiğindeki Türkiye'ye nihai darbenin nereden vurulacağıdır.
Bunun tetikçileri halindeler artık.
Faşistler ve sağa sola dağılmış milliyetçi bağnazlar, her halkın talihsizliği ve felaketidir zaten. Ama yalnız değildirler. Bunu biliyoruz.
Mutlaka ikizleriyle birlikte sahne alırlar. Yalnız dolaşmazlar. Yalnız ortaya çıkmazlar.
Emperyalizmin Ermeni acımızı neden böyle "Son Kriz"e yakışır bir "nihai darbe" olacakmış gibi ısrarla savunduğuna, inandırıcı yanıtlar bulmamız gerekiyor.
Tez 1: Bu iki kanat da, özürcüler ve küfürcüler, emperyalizmi aklama operasyonunun eylemli tetikçileridir. Bunlar, özürcüler ve küfürcüler, ayrı ayrı ve birlikte, Türkiye'yi ortadan kaldırmaya yeminli emperyalist odakların paralı askerleridir.
Tez 2: Ermeni ve hemen akabinde de Rum mülkleri, bu saldırının bugünkü altyapısını oluşturacak kadar anlamlıdır. Türkiye halkı delirtilecektir.
Tez 3: Türklüğün Balkanlardan benzer bir gaddarlıkla aynı dönemde silindiğine tanık olduk, ama yine de 1945 sonrasında Balkanlar'daki Türklüğün izleri Yugoslavya ve Bulgaristan'da, hatta Romanya'da bile kaldıysa eğer, bu, o ülkelerdeki 1945 sonrası sosyalist rejimlerin bir ürünüdür. Yoksa Yunanistan'da bugünkü birkaç onbinlik Türk azınlık gibi "mostralık" kalırdı Balkan Türkleri. Bu, sosyalizmin emekçi halk sevgisi ve koruyuculuğu ile doğrudan bağlantılı bir konudur ve Nazi Almanyası'nda halkı ayırt etmeden şehirleri cehenneme çeviren hava saldırıları düzenlemeyi reddetmiş bir Sovyet duyarlılığını da açıklayabilir. (...)
Şimdilik ilk iki tezden hareketle şunları söyleyelim:
Emperyalizmin doğrudan tetikçiliği için, kullanılan üslubun birbirinden farklı olması, pek bir önem arz etmiyor. Ama, özürcülerin küfürcülerin gölgesi, küfürcülerin de özürcülerin gölgesi veya sağlıklı ikizi olduğunu düşündüğümüzde bile, bu girişimlere hemen bir anlam vermekte zorlanıyoruz.
(...)
Yüz yıla yakın bir süre önce Anadolu toprakları üzerinde işlenmiş tehcir cinayetlerinden, bir etnik temizlikten, bugün ne gibi bir yardım bekliyor emperyalist-kapitalist sistem? Türk gericiliğinin "ama Balkanlar da Türklükten temizlendi, Ermenilerle Rumlar da bizi öldürdü" falan demesini mi?
İşin özünde, bu demokratların saklamakla yükümlü olduğu bir şey var. Türkiye bir soykırımı kabullenir veya bir soykırımın kabulü doğrultusunda hareket ederse, sadece kendi tarihsel haklılığının bulunmadığını itiraf etmiş olmayacaktır. Bunun altyapısını oluşturacak şey, Ermenilere ait mülkler de gündeme gelecektir. Ermeni varlığı gündeme gelince, hemen ardından, Rumluğun bu topraklardaki varlığı da onu izleyecektir. Türkiye burjuvazisinin ilk örnekleri bu iki acılı kavmin çocuklarıydı, fakat birikimleri yoksul Türk ve Kürt halkının çok üzerindeydi. Aydemir Güler mükemmel bir analizinde, "Tarih Osmanlı İmparatorluğu-Türkiye Cumhuriyeti dönemecine yaklaşırken mevcut cılız sermaye birikiminin çok önemli bir bölümünün, kaderini bu akıştan ayıran Hıristiyan kökenli burjuvaziye ait olduğu unutulmamalıdır. Kuvayı Milliye hareketinin toplumsal temelini oluşturan Anadolu eşrafı olsa olsa, olası yeni düzenin 'burjuvazi adayı' olarak görülebilir" diyor. ("Yeniden Doğu Sorunu", Gelenek, Nr. 98, Şubat 2008, s. 31.)
O zaman...
O zaman, bu taşınır ve taşınmaz varlıkların, mülklerin tazmini veya iadesi gündeme gelecektir. Bu da, Türkiye'de, taş üzerinde taş bırakmayacaktır. Bunu biliyorlar. Şöyle ve düzelterek söyleyelim: Türkiye, diyaspora Ermenilerinin taleplerini kapitalizmin çerçevesinde karşılamaya başladığı andan itibaren, her binanın altına bizzat bir bomba koymuş sayılacaktır. Türkiye halkının türkçüleştirilmesi ve kürtçüleştirilmesi, aynı anlamda olmak üzere faşistleştirilmesi için bundan daha iyi bir fırsat bulunabilir mi? Kuşaklardır üzerinde bulunduğu toprakların ve evlerin asıl sahiplerinin Ermeniler, tabii onunla birlikte de Rumlar olduğunu düşündükçe zıvanadan çıkacak olan -özellikle orta sınıf- Türk halkının, hatta Kürtlerin, ülkeyi ateşe vereceğini düşünmek, işi abartmak değildir. Özürcüler ve küfürcüler, böyle bir kayıkçı dövüşü içinde, Türkiye'nin paramparça olmasını sağlayacak bombaları birlikte halkımızın ayaklarının altına yerleştirmeyi başarıyorlar.
Bu, bir mülkiyet kavgasıdır.
En komiği de sosyalistlik adına bu özel mülkiyet kavgasında "Mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi!" diye özetleyebileceğimiz bir tarafgirlikle hareket edenlerdir.
Mülklere ilk sahip aranıyor: Sosyalizm bu işe karıştırılıyor.
Sosyalistler bu mülk kavgasının dışındadır. Ama bu kavganın toplumsal bir felakete dönüşmesini engellemenin yollarını da bulmakla yükümlüdür. (...)
Yeni bir noktadayız. Sonun başlangıcını geride bırakıyoruz. Sosyalist bir cumhuriyet dışında hiçbir yol, bu Türkiye’nin bir kan gölü halinde ve Yugoslavya’nın ya da Irak’ın  kaderini yineleyerek çökmesini engelleyemez.
Özürcüler ve küfürcüler birbirlerinin eline oynayarak, sosyalizm nefretlerini kusuyorlar. Çözüm ve çözülme sürecine girdiğimizi, “son kriz”i yaşadığımızı anladılar. El ele bastırıyorlar. 
Sadece bir avuç devrimci, bu bataklığın kaderini engellemeye çalışıyor.
Son nefesine kadar sosyalist devrim için kavga etmeyi yaşam biçimi bellemiş insanların dışındakilerin, bunu anlamasını beklemiyoruz. Ama biz, devrimlerin, hep bir avuç ısrarlı insanın en umulmadık anda, beklenmedik ittifaklarla sahneye çıkardığı bir kurtuluş sürprizi olduğunu da biliyoruz.
Biraz uzun oldu bu kez. Ama az rastlanan bir haksızlıkla yüz yüzeyiz, nasıl kısa kesebiliriz?
Özet olsun: Türk ve Kürt devrimcilerin, Türkiye’de sosyalist bir cumhuriyet ilan ettiklerinde ilk yapacakları işlerden biri, kadim Ermeni, Rum ve Süryani halklarının torunlarını bu yeni kuruluşa davet etmek, dedelerinin yaşadığı bu toprakların sahipleri olarak hep birlikte yeni ve adil bir ülke kurulmasında rol almaları için çağrıda bulunmak olacaktır. Hepsi bu toprakların çocuğudur. Analarının ak sütü gibi helal bu topraklarda Türk ve Kürt halkıyla birlikte, diğer kültürleri de canlandırarak kamu mülkiyeti esasında ortak ve sosyalist bir kaderi, birçok dil iç içe ve el ele gerçekleştirebiliriz. Bunun için Türkler ve Türkçeden nefret etmemiz, onları faşist bir kirin oyuncakları olarak görmemiz gerekmiyor. Tam tersine, bu sosyalist işin en ön saflarında elbette devrimci Türk halkı, aydınları ve Türkçe olacaktır.
Osman Çutsay
27/04/2015 Pazartesi

Sağlığa kar temelli yaklaşıma karşı hak temelli yaklaşım



Sağlığa kar temelli yaklaşıma karşı hak temelli yaklaşım
Bugün “Dünya Sağlık Günü”. Dünya Sağlık Örgütü Anayasası’nın kabul edildiği 7 Nisan 1948 tarihine ithaf edilen Dünya Sağlık Günü, her yıl sağlıkta hak temelli yaklaşımın simgesi olarak kutlanıyor.
Sağlığa hak temelli yaklaşım Avrupa’da 1848 barikatlarında doğmuş, 1871 Komün günlerinde kısa bir süre yaşama geçmiş, fakat esas olarak 1917 Ekim devrimiyle Sovyetler Birliği’nde ete – kemiğe bürünmüştür. Sovyetler Birliği sağlık hizmetlerini sosyalleştirmiş ve bir devlet hizmeti olarak emekçilerin gereksinimlerine göre ve hak temelinde örgütlemiştir.
Sovyetler Birliği’ndeki bu gelişme, sermaye egemenliğindeki dünyaya uzun süre yansımamıştır. Ancak 1929’da içine düştüğü bunalımını aşamayan ve bunalımın yükünü emekçilerin sırtına yıkan sermaye, başta gelişmiş sanayi ülkeleri olmak üzere dünyanın bütün coğrafyalarında büyük prestij kaybına uğrayınca, faşizm tırmanışa geçmiş ve sermaye bunalımını aşabilmek için dünyayı İkinci Paylaşım Savaşı’na sürüklemiştir. Sermaye egemenliği altındaki toplumlar, sağlığa hak temelli yaklaşımla İkinci Paylaşım Savaşı sürecinde birlikte oldukları Sovyet askerleri sayesinde tanışmışlardır.  
İkinci Paylaşım Savaşı’ndan utkuyla çıkan anti-faşist güçlerin baskısıyla Dünya Sağlık Örgütü Anayasası’nda sağlık bir “insan hakkı” olarak tanımlamışsa da, savaş sonrası kendisini kısa sürede toparlayarak ekonomiyi düzeltmeyi başaran sermaye, sağlığa hak temelli yaklaşımı sağlık hizmetlerine “erişimi kolaylaştırmaya” indirgemeyi başarmıştır. Kapitalizmin 1960’larda “altın çağına” girmesiyle birlikte sermaye gelişmiş sanayi ülkelerinde emekçiler arasında yeniden prestij kazanmıştır.
Sermayenin gönenci uzun sürmemiş ve kapitalizm 1970’lerde yeniden durgunluğa girmiştir. Petrol krizinin körüklediği bunalım sermayeyi yeniden zora sokmuş, emekçiler arasında hoşnutsuzluğa yol açmıştır. Bu ortamda İkinci Paylaşım Savaşı sonrası parçalanan sömürge sisteminin boyunduruğundan kurtulan ülkelerin bağımsızlık kazanarak Dünya Sağlık Örgütü’nde sosyalist ülkelerle birlikte tutum almasıyla, sağlığa hak temelli yaklaşım daha da güç kazanmış ve bu güçle 1970’lerin sonuna doğru Kazakistan’ın başkenti Alma-ata’da Temel Sağlık Hizmetleri Konferansı toplanarak Alma-ata deklarasyonunu kabul etmiştir. 
Alma-ata deklarasyonu, Dünya Sağlık Örgütü Anayasası’nda sağlığın bir “hak” olarak tanımlanmasını bir kez daha, fakat bu kez çok güçlü bir şekilde teyit etmiştir. Sağlığa ve sağlık hizmetlerine bütüncül ve kapsamlı bir yaklaşım benimseyen deklarasyon, sağlığın politik, sosyal, ekonomik ve ekolojik belirleyicilerine vurgu yapmakta, insanların sağlığından devleti sorumlu tutmaktadır.
Ancak deklarasyona imza atmak zorunda kalan sermaye birkaç yıl içinde yeniden toparlanarak, emeğe karşı küresel ölçekte bir savaş başlatmıştır. Sermaye’nin Reagan – Thatcher ekürisi önderliğinde yürüttüğü bu savaşta önce geri bıraktırılmış ülkelerin emekçileri askeri, faşist darbelerle dize getirilmiş, daha sonra sosyalizmin çözülmesiyle birlikte birkaç ülke dışında bütün dünya sermayenin neoliberal politikalarına teslim olmuştur.
Neoliberal politikalarla sağlık ortamına kar temelli yaklaşım egemen olmuş ve emekçiler İkinci Paylaşım Savaşı sonrası elde ettikleri bütün kazanımları hızla yitirmeye başlamışlardır. Dünya sağlıkta karanlık bir döneme girmiştir. Dünya Sağlık Örgütü’nün sermayenin güdümüne girmesiyle birlikte Dünya Bankası ve diğer sermaye örgütleri eliyle sağlık bir hak olmaktan çıkartılmış ve sağlığa kar temelli yaklaşım egemen olmuştur.
Neoliberal politikalar 1990’lı yıllarda sağlıkta büyük bir tahribata yol açtmıştır. Sağlık hizmetlerine erişim sınırlanırken, sağlıkta eşitsizlikler hızla tırmanmaya başlamıştır. Toplumların sağlık gereksinimleriyle, sağlığın özelleştirilmesi ve piyasalaştırılması arasındaki çelişki derinleştikçe neoliberal politikalara tepkiler yükselmeye başlamıştır. Başta Latin Amerika ülkeleri olmak üzere dünyanın çeşitli coğrafyalarında sağlığa hak temelli yaklaşım talebi yeniden yükseltilmeye başlamıştır. Bu gelişmelere daha fazla sessiz kalamayan Dünya Sağlık Örgütü, 2008 yılında yayınladığı Dünya Sağlık Raporu’nda bu çelişkiyi şu tümcelerle ifade etmiştir:
“Sağlık bakımına erişimdeki ve sağlıktaki en büyük eşitsizlikler, sağlığın meta olarak görüldüğü ve sağlık hizmetlerinde amacın kar olduğu yerlerdedir. Bu durum gereksiz tetkikler ve işlemler yapılmasına, insanların hastanelere daha sık gitmesine ve hastanelerde daha uzun süre kalmasına, toplam maliyetlerin artmasına ve ödeme gücü olmayanların dışlanmasına yol açmaktadır”.
Bugün sağlık ortamında sağlığa hak temelli yaklaşım düşüncesi yeniden güç kazanmaktadır. Sermayenin neoliberal politikalarının hiçbir sağlık sorununa çözüm olamadığı, aksine bizzat kendisinin bir sağlık sorunu haline geldiği her gün daha iyi anlaşılmaktadır. Kuşkusuz sağlığa kar temelli yaklaşımın ortadan kaldırılması ve hak temelli yaklaşımın benimsenmesi sınıf savaşımının sorunudur. Dünyada sağlıkta hak temelli yaklaşımın egemen olması, işçi sınıfının mücadelesiyle mümkün olacaktır.
Dünya Sağlık Günü kutlu olsun. 
http://haber.sol.org.tr/blog/sinifin-sagligi/akif-akalin/sagliga-kar-temelli-yaklasima-karsi-hak-temelli-yaklasim-112802