27 Nisan 2015 Pazartesi

1915, Ermenilik, Türklük ve devrim




Emperyalist alçaklığın doğrudan ürünü bir cinayetin aklanması veya hatırlatılması değil dertleri. Bundan 100 yıl önce Balkanlar ve Anadolu’da işlenen ve en ağır bedeli kadim Ermeni toplumunun ödediği, ama Rumluğun da Türklüğün de büyük acılar çektiği kitlesel cinayetlerin hesabını sormak hiç değil. Savundukları, bu cumhuriyetin tarihsel hiçbir meşruiyeti olmadığı tezidir. Türkiye Cumhuriyeti doğmamıştır, yaşamamıştır, baştan sona cani bir gasp devletidir, gasp ettiklerini geri vermeli ya da tazmin etmelidir. Fakat tazmin edebilse bile, “modern” dünyada bir “soykırım cumhuriyetinin” yaşama hakkı yoktur. Hücrelerine kadar arındırılmalı, temizlenmeli, geriye ne kaldıysa onlarla oradan devam etmelidir. “Parçacıklar siyaseti” işlemelidir.
Örnek mi?
Çok. Ama siz, birer soykırım cumhuriyeti olduğu iddia edilmeksizin ortadan kaldırılmış ülkelere bakarsanız, Yugoslavya’dan başlayıp ondan önce biraz da Doğu Avrupa’ya (mesela Çekoslavakya’ya) gider ve sonrasında da Irak-Suriye-Libya hattında eyleşirseniz, Türkiye’den ne çıkarılacağını görebilirsiniz.
Türkiye artık yolun sonuna getirilmiş bir gasp kalesidir Batı’nın gözünde. Yugoslavya-Suriye-Irak arası bir kaderle ortadan kaldırılması veya birkaç küçük etnik-dinci mafya tipi parçacıklar devleti halinde “idamesi” beklenmektedir. Bu kaderin önüne sadece sosyalizmle geçilebileceğini ise bir avuç Türk ve Kürt sosyalisti anlatmaya çalışıyor. Çalışıyoruz. Son nefesimizi vermeden de bu kavgayı bırakacak değiliz.
Papa’nın son konuşmaları ve onu önceleyen kitaplardaki tezleri yorumlamaya gerek bile yok, o kadar net: Bu soykırım sadece Ermenilere değil, Rumlara ve  Süryanilere de yapılmıştır ve Türkiye Cumhuriyeti, 2.5 milyonla “tarihin en büyük Hıristiyan soykırımının” üzerinde yükselen bir haydut devlet olarak ortada durmaktadır. Anadolu’dan esas olarak Ortodoksluğun temizlenmesi artık göz ardı edilmekte, Katolik ve Protestan kurbanlar da bu soykırıma dahil sayılmaktadır.
İyi mi?
Böyle mi?
Bu topraklarda korkunç kıyımlar yaşandığı doğrudur. Etnik temizlik, kitlesel imha, cinayetler, tecavüzler, kanlı tehcir vs... Fakat bunların hiçbiri soykırım diye anlatılanlardan daha aşağı değildir. Hepsi aynı “değerdedir”. Emperyalist odaklar ne derse desin, bütün bu suçlar nitelik olarak aynıdır. Ama emperyalist odakların bildiği şeyi biz de biliyoruz. Bunlar yetersiz kalıyor, çünkü soykırım damgası yiyenler, zaman aşımıyla kurtulamıyorlar. Gasp ettiklerini geri vermek veya tazmin etmek zorunda kalıyorlar. Varlıkları da kabul edilmiyor. O nedenle 1923’e karşı olanların, 1923’ü Hasan İzzettin Dinamo’nun verdiği adla “Kutsal İsyan” olarak görenleri bitirmesi gerekiyor. 1923 Cumhuriyeti bir kutsal isyan değilse, bir soykırımdır. Meşruiyeti yoktur. Batı’dan aldığı her şeyi geri vermek zorundadır. Gasp ettiği tüm malları iade etmek zorundadır. Soykırım ısrarı bundandır.
Baştan sona emperyalist senaryoların ürünü bu kıyımlar, sadece Türklere fatura edilmektedir. Genel kabul artık o yöndedir. Emekçi Türk-Kürt halk yığınlarından ve Türkiye Cumhuriyetini sosyalist bir gelecek lehine eleştiren Türk-Kürt aydınlarından söz ediyoruz. Onlar suçludur. 1923 doğumlu ve 1917 destekli  Türkiye Cumhuriyeti’nin bir tarihsel ilerleme, aydınlanma düşüncesinin Anadolu’daki biçimlenmesi olarak görenler komple katildir: Hepsi soykırımcıdır! Öyle görüyorlar. Hadi dünya gericiliğinin abartılmış markalarından birinin en bilinen aforizmasını kullanalım. Theodor W. Adorno’nun Minima Moralia’da “Yanlış bir hayat içinde doğru hayat yaşanamaz” (Es gibt kein richtiges Leben im falschen) anlamındaki cümlesi, tam da “soykırımcı Türkiye” için geçerli olacaktır. Eğer Türkiye bir soykırım cumhuriyetiyse, içindeki hiçbir şey doğru olamaz. Başta da Türkiye solu doğru olamaz. Türkiye devrimci hareketi, Mustafa Suphi’den Mahir Çayan’a, Nâzım’dan (“Kurtuluş Savaşı Destanı”) Hasan İzzettin Dinamo’ya (“Kutsal İsyan”), Doğan Avcıoğlu’dan (“Milli Kurtuluş Tarihi”) Yalçın Küçük’e (“Türkiye Üzerine Tezler”) ve Aydemir Güler’e (“Türkiye Sol Tarihinde Yöntem ve Tartışmalar”), tümüyle yanlış ve geçersizdir. Dünya gericiliği Adorno’yu kullanmış, Türkiye gericiliği Orhan Pamuk çiftliğinin akademik-romanesk kahyalarını ve onların faşistoid düşmanlarını mı kullanmayacak? Oradayız.
Soykırım pankartlarıyla sokaklara çıkanlar (misal: Aydın Engin-Hasan Cemal ve taifesi), diğer taraftaki Türkçülerle (misal: Onur Öymen-Doğu Perinçek taifesi) birlikte, hep beraber el ele, üzerlerine düşen rolü yerine getirmektedir: Emperyalizm, tam da budur. Halkları, emekçileriyle birbirine düşman kılmak ve birbirinden intikam alması için kışkırtmak... Emperyalist demokrasinin başka hiçbir anlamı yoktur. Faşizm-nazizm tipi başarısız burjuva rejimlerinin “tu kaka” edilmesi, bu yeni diktatörlüğe yeni kapılar açmıştır, bunu çok iyi biliyorlar ve içerideki acentalarıyla, eğer yine Aydemir Güler’in kitaplarından birinin adını kullanırsak, “son krizi“ sahneliyorlar.
Bizde Ermeni halkına küfretmeyi tek iş belleyen faşistler ve faşizan demokratlar ile Ermeni halkından falan değil, resmen emperyalizmden özür dileyen “demokratların”, Siyam ikizleri “özürcüler ile küfürcüler”in yani, sosyalizme karşı bir birleşik cephe kurduğunu bu sitede yıllar önce yazdık. 2008’de yazdıklarımızın arkasındayız ve sonuçlarını bire bir izliyoruz. Saptamalarımız yanlışlanmamıştır. Hatırlatalım; şöyleydi:
(...) Demek, Türkiye'yi "parçacıklar siyasetinin" bir sahnesi haline getirmenin başka bir yolu henüz bulunamamış, ama Ermeni felaketimiz üzerinden bir dolayım canlandırılabilirmiş gibi görünüyor. Hesaplar o yönde.
Mesele, Ermeni halkı, emperyalist çevrelerin tetikçisi "diyaspora"nın girişimleri falan değildir.
Mesele, büyük çözülmenin eşiğindeki Türkiye'ye nihai darbenin nereden vurulacağıdır.
Bunun tetikçileri halindeler artık.
Faşistler ve sağa sola dağılmış milliyetçi bağnazlar, her halkın talihsizliği ve felaketidir zaten. Ama yalnız değildirler. Bunu biliyoruz.
Mutlaka ikizleriyle birlikte sahne alırlar. Yalnız dolaşmazlar. Yalnız ortaya çıkmazlar.
Emperyalizmin Ermeni acımızı neden böyle "Son Kriz"e yakışır bir "nihai darbe" olacakmış gibi ısrarla savunduğuna, inandırıcı yanıtlar bulmamız gerekiyor.
Tez 1: Bu iki kanat da, özürcüler ve küfürcüler, emperyalizmi aklama operasyonunun eylemli tetikçileridir. Bunlar, özürcüler ve küfürcüler, ayrı ayrı ve birlikte, Türkiye'yi ortadan kaldırmaya yeminli emperyalist odakların paralı askerleridir.
Tez 2: Ermeni ve hemen akabinde de Rum mülkleri, bu saldırının bugünkü altyapısını oluşturacak kadar anlamlıdır. Türkiye halkı delirtilecektir.
Tez 3: Türklüğün Balkanlardan benzer bir gaddarlıkla aynı dönemde silindiğine tanık olduk, ama yine de 1945 sonrasında Balkanlar'daki Türklüğün izleri Yugoslavya ve Bulgaristan'da, hatta Romanya'da bile kaldıysa eğer, bu, o ülkelerdeki 1945 sonrası sosyalist rejimlerin bir ürünüdür. Yoksa Yunanistan'da bugünkü birkaç onbinlik Türk azınlık gibi "mostralık" kalırdı Balkan Türkleri. Bu, sosyalizmin emekçi halk sevgisi ve koruyuculuğu ile doğrudan bağlantılı bir konudur ve Nazi Almanyası'nda halkı ayırt etmeden şehirleri cehenneme çeviren hava saldırıları düzenlemeyi reddetmiş bir Sovyet duyarlılığını da açıklayabilir. (...)
Şimdilik ilk iki tezden hareketle şunları söyleyelim:
Emperyalizmin doğrudan tetikçiliği için, kullanılan üslubun birbirinden farklı olması, pek bir önem arz etmiyor. Ama, özürcülerin küfürcülerin gölgesi, küfürcülerin de özürcülerin gölgesi veya sağlıklı ikizi olduğunu düşündüğümüzde bile, bu girişimlere hemen bir anlam vermekte zorlanıyoruz.
(...)
Yüz yıla yakın bir süre önce Anadolu toprakları üzerinde işlenmiş tehcir cinayetlerinden, bir etnik temizlikten, bugün ne gibi bir yardım bekliyor emperyalist-kapitalist sistem? Türk gericiliğinin "ama Balkanlar da Türklükten temizlendi, Ermenilerle Rumlar da bizi öldürdü" falan demesini mi?
İşin özünde, bu demokratların saklamakla yükümlü olduğu bir şey var. Türkiye bir soykırımı kabullenir veya bir soykırımın kabulü doğrultusunda hareket ederse, sadece kendi tarihsel haklılığının bulunmadığını itiraf etmiş olmayacaktır. Bunun altyapısını oluşturacak şey, Ermenilere ait mülkler de gündeme gelecektir. Ermeni varlığı gündeme gelince, hemen ardından, Rumluğun bu topraklardaki varlığı da onu izleyecektir. Türkiye burjuvazisinin ilk örnekleri bu iki acılı kavmin çocuklarıydı, fakat birikimleri yoksul Türk ve Kürt halkının çok üzerindeydi. Aydemir Güler mükemmel bir analizinde, "Tarih Osmanlı İmparatorluğu-Türkiye Cumhuriyeti dönemecine yaklaşırken mevcut cılız sermaye birikiminin çok önemli bir bölümünün, kaderini bu akıştan ayıran Hıristiyan kökenli burjuvaziye ait olduğu unutulmamalıdır. Kuvayı Milliye hareketinin toplumsal temelini oluşturan Anadolu eşrafı olsa olsa, olası yeni düzenin 'burjuvazi adayı' olarak görülebilir" diyor. ("Yeniden Doğu Sorunu", Gelenek, Nr. 98, Şubat 2008, s. 31.)
O zaman...
O zaman, bu taşınır ve taşınmaz varlıkların, mülklerin tazmini veya iadesi gündeme gelecektir. Bu da, Türkiye'de, taş üzerinde taş bırakmayacaktır. Bunu biliyorlar. Şöyle ve düzelterek söyleyelim: Türkiye, diyaspora Ermenilerinin taleplerini kapitalizmin çerçevesinde karşılamaya başladığı andan itibaren, her binanın altına bizzat bir bomba koymuş sayılacaktır. Türkiye halkının türkçüleştirilmesi ve kürtçüleştirilmesi, aynı anlamda olmak üzere faşistleştirilmesi için bundan daha iyi bir fırsat bulunabilir mi? Kuşaklardır üzerinde bulunduğu toprakların ve evlerin asıl sahiplerinin Ermeniler, tabii onunla birlikte de Rumlar olduğunu düşündükçe zıvanadan çıkacak olan -özellikle orta sınıf- Türk halkının, hatta Kürtlerin, ülkeyi ateşe vereceğini düşünmek, işi abartmak değildir. Özürcüler ve küfürcüler, böyle bir kayıkçı dövüşü içinde, Türkiye'nin paramparça olmasını sağlayacak bombaları birlikte halkımızın ayaklarının altına yerleştirmeyi başarıyorlar.
Bu, bir mülkiyet kavgasıdır.
En komiği de sosyalistlik adına bu özel mülkiyet kavgasında "Mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi!" diye özetleyebileceğimiz bir tarafgirlikle hareket edenlerdir.
Mülklere ilk sahip aranıyor: Sosyalizm bu işe karıştırılıyor.
Sosyalistler bu mülk kavgasının dışındadır. Ama bu kavganın toplumsal bir felakete dönüşmesini engellemenin yollarını da bulmakla yükümlüdür. (...)
Yeni bir noktadayız. Sonun başlangıcını geride bırakıyoruz. Sosyalist bir cumhuriyet dışında hiçbir yol, bu Türkiye’nin bir kan gölü halinde ve Yugoslavya’nın ya da Irak’ın  kaderini yineleyerek çökmesini engelleyemez.
Özürcüler ve küfürcüler birbirlerinin eline oynayarak, sosyalizm nefretlerini kusuyorlar. Çözüm ve çözülme sürecine girdiğimizi, “son kriz”i yaşadığımızı anladılar. El ele bastırıyorlar. 
Sadece bir avuç devrimci, bu bataklığın kaderini engellemeye çalışıyor.
Son nefesine kadar sosyalist devrim için kavga etmeyi yaşam biçimi bellemiş insanların dışındakilerin, bunu anlamasını beklemiyoruz. Ama biz, devrimlerin, hep bir avuç ısrarlı insanın en umulmadık anda, beklenmedik ittifaklarla sahneye çıkardığı bir kurtuluş sürprizi olduğunu da biliyoruz.
Biraz uzun oldu bu kez. Ama az rastlanan bir haksızlıkla yüz yüzeyiz, nasıl kısa kesebiliriz?
Özet olsun: Türk ve Kürt devrimcilerin, Türkiye’de sosyalist bir cumhuriyet ilan ettiklerinde ilk yapacakları işlerden biri, kadim Ermeni, Rum ve Süryani halklarının torunlarını bu yeni kuruluşa davet etmek, dedelerinin yaşadığı bu toprakların sahipleri olarak hep birlikte yeni ve adil bir ülke kurulmasında rol almaları için çağrıda bulunmak olacaktır. Hepsi bu toprakların çocuğudur. Analarının ak sütü gibi helal bu topraklarda Türk ve Kürt halkıyla birlikte, diğer kültürleri de canlandırarak kamu mülkiyeti esasında ortak ve sosyalist bir kaderi, birçok dil iç içe ve el ele gerçekleştirebiliriz. Bunun için Türkler ve Türkçeden nefret etmemiz, onları faşist bir kirin oyuncakları olarak görmemiz gerekmiyor. Tam tersine, bu sosyalist işin en ön saflarında elbette devrimci Türk halkı, aydınları ve Türkçe olacaktır.
Osman Çutsay
27/04/2015 Pazartesi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder