16 Ocak 2015 Cuma

PKK: Emperyalizmin Müstakbel Taşeronu


Son zamanlarda, ABD’nin dış politikasını yönlendiren önemli şahsiyetlerin ağzından Kürt örgütleri ve liderlerine yönelik Ortadoğu’da ABD lehine oynadıkları “olumlu” role vurgu yapan övücü açıklamaları sıkça duymaya başladık. Barzani’ye yönelik zaten belli bir geçmişi bulunan bu takdir edici tutumun şimdi yavaş yavaş Suriye’de PYD’ye ve onun üzerinden PKK’ye yöneldiği gözlerden kaçmıyor.

ABD’nin bu yaklaşımının PKK saflarında karşılık bulduğu, PKK merkezli siyasanın kimi önemli isimlerinin (Murat Karayılan, Cemil Bayık, Aysel Tuğluk, Gülten Kışanak vb.) kamuoyuna yansıyan açıklamalarından anlaşılıyor.

En son söyleyeceğimizi baştan söyleyelim, PKK’nin bu yönelimi onu sonuçta emperyalizmin bölgesel taşeronu, hatta paramiliter örgütü haline getirecektir. Bu aslında emperyalist devletlerle faydacı ilişkiye giren, onların gölgesinde mesafe almaya çalışan bütün ikincil güçlerin; devletlerin, toplumsal hareketlerin, etnik, mezhepsel, ulusçu akımların hatta bireylerin kaçınılmaz kaderidir.

Geçmişte Türk-İslam sentezciliğinin de aynı yoldan giderek işi emperyalizm adına tetikçiliğe vardırdığı herkesin malumu olsa gerek. PKK özelinde Kürt milliyetçiliğinin sol, sosyalist bir geçmişe sahip olması onu bu akıbetten koruyamaz.

Bu geçmiş, PKK’yi ABD’yle işbirliği söz konusu olduğunda başlangıçta epey zorlamış, kimi önemli kadroları nezdinde güçlü itirazlarla karşılaşmasına yol açmıştır, ancak gelinen noktada iç tartışmaların aşıldığını (bastırıldığını) ve PKK’nin ABD’yle aleni işbirliğine yöneldiğini daha doğrusu var olan ilişkisini daha da geliştirerek alenileştirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Kaldı ki; PKK’nin hatta genel olarak Kürt milliyetçiliğinin Türkiye’de sol, sosyalist bir zeminde gelişmesi Soğuk Savaş konjonktürünün bir ürünüdür; solculuk Kürt ayrılıkçılığının tarihsel geçmişine ve hatta doğasına ait bir özellik değildir. Kürt milliyetçiliğinin daha eski geçmişi sosyalistlik bir yana burjuva anlamında dahi modern bir ideolojik formdan yoksundu. Feodal, sağcı, İslamcı karakteri ağır basıyordu. Kürt hareketinin sol bir eksene oturması ve bu eksen üzerinden güç toplaması 60’lı, 70’li yıllarda geçekleşti.

Söz konusu dönemde uluslararası ilişkiler sistemi ABD’nin başını çektiği Kapitalist Blok ile SSCB’nin başını çektiği Sosyalist Blok arasında keskin bir yarılmaya uğramıştı. İki kutup arasındaki gerilim ve rekabet her bir bloğun bünyesi içinde patlak veren toplumsal, politik mücadeleleri ve ayrılıkçı, ulusçu hareketleri derinden etkiliyor, bu büyük güçlerin ihtiyaçlarına göre eğip büküyordu.

Kabaca bir ayırıma gidersek, Batı Bloğunda meydana gelen ve emperyalist-kapitalist sistemi zorlayan bütün ayrılıkçı, bağımsızlıkçı hareketler karşı bloğun yani Sosyalist Bloğun desteğini arkasına alıyor ve ideolojik-politik olarak sola yöneliyorlardı. Bunun tersi de doğruydu, Sosyalist Bloktaki benzer kalkışmalar bu kez Kapitalist Blok tarafından desteklenmiş, yönlendirilmiş ve ideolojik olarak burjuva formlarına bürünmüşlerdir.

Türkiye’de Kürt milliyetçiliği ve Türk milliyetçiliği zıt istikametlerde olmak üzere bu genel tablodan paylarını almışlardır. Türkiye iki blok arasındaki rekabetin en keskin olduğu ve neticeye etki edeceği sınır hattında Batı Bloğunun cephe ülkesi görevini üstlenmişti. Dolayısıyla ayrılıkçı bir kalkışmanın en kestirme sonucu Türkiye’nin istikrarsızlaşması, kalkışma başarıya ulaştığı takdirde ise, çözülüp dağılması olacaktı. Böylesi bir sonucun sınır hattının bu tarafında emperyalizmin lehine oluşmuş statükoyu ortadan kaldıracağı her iki taraf için apaçıktı. Tam da bu nedenle, Kürt ayrılıkçılığı Türkiye’de Doğu Bloğu ve bağlı ülkeleri tarafından desteklenmiş, ABD tarafından ise frenlenmeye çalışılmıştır.

Bu şartlarda Kürt ayrılıkçılığının 60’lı yıllardan itibaren emperyalist-kapitalist sistemi de karşısına alacak biçimde hızla sol, sosyalist bir çizgiye yönelmesi olağan sayılmalıdır. Bu aşamadan sonra Kürt mücadelesi aynı çizgi üzerinden gelişerek güç toplayacak ve en olgun aşamasına ulaşacaktır.

PKK’nin içinde doğduğu ve geliştiği ideolojik- politik ortam kısaca budur. PKK ayrılıkçı bir öz, sosyalist bir söylemle işe başlamış, 80’li yıllarda Kürt mücadelesinin ana gövde hareketi haline gelmiş, 90’lı yılları bu yükselen çizgiyle karşılamış; Sosyalist Bloğun çöktüğü, sosyalist sıfatının gözden düştüğü dönemde ise üzerindeki sosyalist kabuğu çıkarıp Kürt milliyetçisi özünü koruyarak yola devam etmiştir.

Soğuk Savaş sonrasında ABD tarafından uygulamaya sokulan Büyük Ortadoğu Projesi’nin işleyişinden bugüne dek elde ettiği ve gelecekte elde edeceğini umduğu fayda (bakınız ünlü BOP haritası!), PKK’yi ABD ile işbirliğine teşvik ediyor. Kuşkusuz PKK’nin ABD’nin çıkarlarından ayırt edilebilir çıkarları ve hesapları vardır. Ancak kendi adımlarını ABD’nin bölgeye dönük adımlarıyla örtüştürerek ilerleme düşüncesi hali hazırda ağır basmış durumda.

PKK eğer ABD’nin talepleri kendi dar ulusçu, hatta dar örgütsel çıkarlarına dokunuyorsa buna direnebilir. Bunun dışında ABD’yle mutabık oldukları konularda gerekli adımları çekinmeden atacak, kendi çıkarlarına doğrudan hizmet etmeyen ama aleyhinde de olmayan konularda ise ABD hatırına iş görmekten de geri durmayacaktır. Elbette bunun bütün bölge çapında, Türkiye’de ve özellikle Türkiye Solu üzerinde son derece olumsuz sonuçları olacaktır.

TÜRKİYE SOLUNU BEKLEYEN TEHLİKE

PKK, ABD politikalarına yaklaştıkça ve ittifak ilişkisi derinleştikçe bugüne dek PKK’ye endeksli siyaset güden, onun ideolojik hegemonyasına tabi kimi sol akımların bu ilişki üzerinden bölgeye dönük emperyalist politikalara daha bağlı hale geleceğini söyleyebiliriz.

Nitekim geçmişte, “Saddam’a da karşıyız ABD’ye de” diye başlayıp sonraki süreçte “Kaddafi’ye de, Esat’a da…” diye devam eden ve sonuçta Ortadoğu’ya dönük emperyalist saldırganlık karşısında sol, sosyalist direnci felçleştiren tekerlemelerin azımsanmayacak yaygınlıkta kabul görmesi bu ideolojik hegemonyanın bir neticesiydi. Bugün aynı şekilde Kobani’de olup bitenler emperyalizmin kendi politikalarını meşrulaştıran söylemler geliştirmede, PKK’nın ise bu söylemleri Türkiye soluna empoze etmede ne denli başarılı olabildiklerini tartışmasız biçimde önümüze koyuyor.

Türkiye solunun bütünüyle bu durumda olduğu elbette söylenemez. Emperyalist dayatmalara direnecek bir sol damar bu ülkede her zaman var oldu. 1960’lı, 70’li yıllardaki hâkimiyetini önemli ölçüde yitirse de bu damar varlığını sürdürmektedir ve Türkiye’ye dönük emperyalist müdahalelerin yıkıcı sonuçları görünür hale geldikçe daha da gelişecektir.

İşte tam bu noktada, Türkiye solunu bekleyen diğer büyük tehlike karşımıza çıkıyor: Emperyalist dayatmalara direnç gösteren kesimlerin PKK tarafından şiddet yoluyla baskı altına alınması…

Hiç kimse bu olasılığı yabana atmasın, PKK’nin doğup büyümesinin tarihi, aynı zamanda Kürt solunun diğer bütün fraksiyonlarının şiddet yoluyla yok edilmesinin tarihidir. Geçmişte bu şiddetin Türkiye soluna aynı düzeyde uygulanmamış olması Türkiye solunun Kürt bölgelerine, PKK’nin ise Türkiye’nin diğer bölgelerine dönük iddiasızlığından kaynaklandı. Karşılıklı iddiaların kesiştiği alanlarda ise çatışmalar eksik olmadı.

Aradan geçen zaman PKK’yi yalnızca Kürt coğrafyasında değil, Türkiye’nin diğer birçok yöresinde de solun geneli üzerinde egemen hale getirdi. Sözünü ettiğimiz, kitle tabanı, militan gücü, silahlı gücü ve bütün bunları seferber etme kapasitesiyle tam bir üstünlüktür. Bu üstünlük nedeniyle olsa gerek geçmişteki alışkınlıklarının zaman zaman Batı illerinde de depreştiğine tanık oluyoruz. TKP’ye, TGB’ye, DHKP-C’ye karşı yakın geçmişte takındığı saldırgan tutum PKK’nin sözünü ettiğimiz DNA’sı kavranmadan anlaşılamaz. Sığındığı bahaneler her ne olursa olsun, elindeki gücü totaliter bir yayılma ve hâkimiyet için sonuna kadar kullanma dürtüsü PKK’nın doğasında vardır.

Şimdi artık PKK’nin bu gücünü emperyalizmin hizmetine sunacağı ve emperyalizm adına da iş gören para-militer bir örgüte dönüşeceği günlere hızla yaklaşıyoruz. Emperyalist dayatmaları kabullenmeyen, buna direnç gösteren bütün güçler daha şimdiden bu olasılığı hesaba katmalıdır.

Levent Yakış

Laiklik mücadelesinin militanı olmak



Geçen hafta bu köşede “siyasal İslâm’ın fıtratına” dair kaleme aldığımız yazının başlığı “Kaypak ve ikiyüzlü” idi.
Aradan geçen yedi günde, kaypaklığın ve ikiyüzlülüğün en kıvrak, en arsız, en yüzsüz örnekleri sergilendi.  
Siyasal İslâm’ın politikacıları tarafından sergilendi. Onların sesi nefesi olan ve adına ne yazık ki “gazete” dedikleri paçavralar tarafından sergilendi. Sosyal medyada atıp tutan AK troller tarafından sergilendi. Televizyon ekranlarının gediklisi liberal-yandaş-yanaşma (aydın demeye dili varmıyor insanın) enteller tarafından sergilendi.
Kaypaklığın, ikiyüzlülüğün, utanmazlığın destanını yazdılar.
Charlie Hebdo’da yaşanan dinci katliamı net ve açık bir dille kınayamayan siyasal İslâmcılar, üç gün sonra Paris’te milyonlarca insanın yürüyüşüne katılmak zorunda kalarak doksan derece dönüş nasıl yapılır, dünya âleme gösterdiler.
Katliamın ertesi günü haberi “kirli oyun”, “tezgâh”, “adrese teslim provokasyon” manşetleriyle veren gazeteler, Davutoğlu Paris’teki yürüyüşte iki omuz arasından kadrajlara girmeye çalışınca, doksan derece dönerek “Teröre karşı tek yürek” haberleriyle çıktılar!
“Teröre karşı tek yürek” manşetiyle çıkan ikiyüzlü gazetelerin okurları, Başbakanları daha Paris’teki müsamereden dönmeden, Tokat’ta Charlie Hebdo için saygı duruşunda bulunan yurttaşlara satırla saldıracak kadar doksan derece döndü.
“Teröre karşı tek yürek” yürüyüşünde arz-ı endâm eden sanki bu Başbakan değilmiş gibi, Charlie Hebdo’nun yeni sayısını Türkçe yayınlayan Cumhuriyet gazetesi, o Başbakan’ın polisleri tarafından ablukaya alındı, gazetenin dağıtımı engellenmeye çalışıldı.
Bu da yetmedi, Charlie Hebdo’nun yeni sayısının kapağını yayınlayan internet sitelerine erişimin engellenmesi için Diyarbakır’dan mahkeme kararı çıkartıldı!
Bu dönüşe, bu kaypaklığa, bu ikiyüzlülüğe can dayanmaz!
Ve biz elbette siyasal İslâmcıların, “aslında”, “gerçekte”, “içtenlikle” ne düşündüklerini, neye inandıklarını biliyoruz.
Davutoğlu’nun Paris’te yürümesi değildir gerçek; gerçek, Charlie Hebdo karikatüristlerini saygıyla ananlara satırla saldıranlardır.
Başbakan’ın “üzülmüş gibi” çekilen fotoğrafları değildir gerçek; gerçek, Diyanet İşleri Şeyhülislâmı’nın “İslâmofobi şiddete dönüştü” diyerek, yaratılan terörü aklama çabasıdır.
Kiziroğlu Ahmet Hoca’nın Twitter hesabından paylaştığı “Fransız halkıyla birlikte terörizme karşı dayanışma için Paris’teyim” cümlesi değildir gerçek; gerçek, AKP’li Salih Kapusuz’un Charlie Hebdo dergisini yayınlayan Cumhuriyet gazetesini “Müslüman mahallesinde salyangoz satmakla” suçlayan twitidir.
Gerçek, “Charlie Hebdo’ya destek verenler” listesi yayınlayıp lumpen ve vandal sürülere açık hedef gösteren Ak-it gazetesinin kışkırtıcılığıdır.
Gerçek, Cumhuriyet gazetesinin önünde toplanıp “Kouachi kardeşler onurumuzdur” sloganı atan saldırganlıktır.
***
Bir haftadır gözlemliyorum. Gündelik yaşamında dinsel ritüelleri pek de yerine getirmeyen, hayatını çok da dinsel referanslarla kurmayan, genellikle seküler bir yaşam tarzını sürdüren çok, çok, çok ama çok sayıda kişinin, Charlie Hebdo karikatüristleri için “Hak ettiler” yargısını dillendirmeleridir asıl korkunç olan.
Tıpkı bundan 22 yıl önce Hürriyet gazetesinin Sivas’taki gerici kalkışma ve katliamı, “Aziz Nesin isyanı” manşetiyle vererek, sanık sandalyesine laiklik ve aydınlanma savunucusu Aziz Nesin’i oturtması gibi.
İşte tam da bu nedenle…
Hiç sakınmadan çekinmeden, ağzımızda eveleyip gevelemeden, açık yüreklilikle ve netlikle ve de son derece yüksek bir sesle “laiklik” savunusu yapmak zorundayız.
Sola, sosyalistlere, aydınlanmacılara, ilericilere düşen görev budur. Bu hem siyasal bir görev, hem insani ve vicdani bir ödevdir.
Zorbalıkla, despotlukla, sömürüyle mücadele etmenin olmazsa olmaz koşuludur laiklik mücadelesi. Laikliği içselleştirememiş bünye, zorbalıkla da mücadele edemez, sömürüyle de… Olsa olsa HDP’li Altan Tan’ın yaptığı gibi “Charlie Hebdo'nun kapağının basın ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilemeyeceğini” söyler ve gericilerin safındaki yerini sağlamlaştırır! Altan Tan’ın safındakilerin ne yapacağını ise biz bilemeyiz!
Bizim bildiğimiz bellidir: Aydınlanma ve laiklik, yaşamsal bir ihtiyaçtır. Kim ki laikliği savunanlara, laiklik duyarlılığı taşıyanlara "laikçi" diyor ve bu sözcüğü aşağılamak için kullanıyorsa, o en büyük yobaz, bağnaz ve gericidir!
Bize düşen, bu mücadelenin sınıfsal mücadeleden ayrılamayacağı bilinciyle laiklik mücadelesi vermektir. Laikliğin, insan aklını ve yaratıcılığını her türlü vesayetten kurtarma hamlesi olduğunu bilerek. Laikliğin, insan aklının ve yaratıcılığının yegâne güvencesi olduğunu görerek.
***
1783’te bir Alman dergisine “Aydınlanma nedir?” sorusuna verdiği yanıtta “Sapere aude” diyordu Immanuel Kant, “Aklını kullanma cesaretini göster” diyordu.
Ve devam ediyordu: “Aydınlanma, insanın düşmüş olduğu küçüklük/güçsüzlük durumundan kurtulup aklını kendisinin kullanmaya başlamasıdır. Küçüklük/güçsüzlük, başkasının yol göstericiliği olmadan kavrayışını kullanamama yetersizliğidir. Bu küçüklüğün/güçsüzlüğün sorumlusu insanın kendisidir, çünkü bunda yatan neden sadece kavrayış eksikliğinden gelmez, başkasının yol göstericiliği olmadan kavrayışını kullanabilme kararlılığının ve yürekliliğinin olmamasından gelir. Kendi kavrayışını, aklını kullanma cesaretini göster. Sapere aude!
İşte aydınlanmanın formülü budur.
Başta dinsel olmak üzere, her türlü vesayetten aklını kurtarabilme yetisi. Ve bunun tek güvencesi laiklik.
Her türlü gerici kaypaklığa ve ikiyüzlülüğe karşı çıkarak, hayır diyerek, isyan ederek…
15/01/2015
 Perşembe


15 Ocak 2015 Perşembe

AB İÇİN ATATÜRK’Ü KULLANMAK


Metin Aydoğan

Bir düşünceyi ve yarattığı etkiyi, savunarak yok etme tutumu, belki de en yaygın biçimiyle Atatürk’e karşı kullanılmış, Atatürk’ün düşünce ve eylemi, uyuşması olanaksız karşıt politikalar içinde, üstelik kendi adı kullanılarak ustaca uygulamadan kaldırılmıştır. Atatürk; “yüzünü Batıya döndüren kararlı bir Batılılaşmacıdır”, “Türkiye’ye Batıyı hedef gösteren önderdir” ya da “Avrupa Birliği Atatürkçü politikanın zorunlu bir sonucudur” gibi sözlere yansıyan anlayış, bu amaca yönelik girişimlerdir. Atatürk’ün eylem ve düşüncesiyle hiçbir ilişkisi olmayan siyasi amaçlı bu tür sözleri, “Atatürkçü” olan ve olmayan geniş bir kesim dile getirmiştir. Onun adı ve saygınlığı, kendi karşıtı politikalar için, yoğun biçimde kullanılmıştır.

Söylenenler

Devlet politikasına dönüştürülerek yarım yüzyıldır kullanılan bir söylem, son dönemde toplumun değişik kesimlerinde, üstelik yoğun biçimde yinelenmeye başlandı. Avrupa Birliği ya da ABD aracılığıyla Batıya bağlanmanın öncülüğünü yapanlar, kendilerine hiçbir sınır koymadan ve hiçbir kanıta dayanmadan; Atatürk’ün, “Avrupa Birliği oluşumunu amaçlayan bir lider”, “ileri bir reformcu”, hatta “akıllı bir tanzimatçı” olduğunu ileri sürdüler; Atatürk’e, Batıcı olduğu için övücü sözler yönelttiler.
Bunlara göre Atatürk; “yüzünü Batıya döndüren kararlı bir Batılılaşmacı” ve “Türkiye’ye Batıyı hedef gösteren önderdir”; “Avrupa Birliği Atatürkçü politikanın zorunlu bir sonucudur”. Devlet yetkilileri, politikacılar ve iş çevreleri bunları söylüyor, gazete ve televizyonlarda, “Türkiye’yi Avrupa ile bütünleştirecek güç 1919 ruhudur”, “Gümrük Birliği’yle hayat standardımız yükselecek, mallar ucuzlayacak, bunu yüce Atatürk’e borçluyuz” biçiminde ‘yorumlar’ yapılıyordu.
Atatürk’ün eylem ve düşüncesiyle hiçbir ilişkisi olmayan siyasi amaçlı bu tür sözleri, Atatürkçü olan ve olmayan geniş bir kesim dile getirdi, onun adı ve saygınlığı, kendi karşıtı politikalar için, yoğun biçimde kullanıldı. Yazılı ve görsel basında kullanılan en yaygın yöntem, çağdaşlıkla Batıcılığı aynı anlamda kullanarak Atatürk’ü Batıcı gibi göstermekti.
Gerçeklere, tarihe ve Atatürk’e saygısız bu tür yazı ve yorumlar, dizgeli (sistemli) bir yaymaca (propaganda) durumuna getiriliyor, sürekli yineleniyordu. Sabah Gazetesi’nin 17 Aralık 2004 günkü yayını, bu tutumun sınır tanımazlığını gösteren örneklerden biriydi. Gazete, Avrupa Birliği Brüksel Doruğu’nda Türkiye’yle “üyelik müzakerelerine başlama” kararı alındığı 17 Aralık’ta, Atatürk’ü Avrupa Parlamentosu’nda konuşuyor gösteren bir düzenlemeyle çıktı. Baş sayfanın tümünü kaplayan düzenlemede, onun TBMM’de konuşurken çekilmiş bir resmi, oturum halindeki Avrupa Parlamentosu’na kurgulanmış ve Atatürk Avrupalı parlamenterlere konuşuyormuş gibi büyük puntolarla; “efendiler, biz 81 yıl önce söylediklerimizi söyledik. Çağdaşlaşma yolunda ne yaptıysak kendimiz için yaptık. Bundan sonra da bildiğimiz yolda ilerleyeceğiz” yazılmıştı.1

Atatürk’ten Söz Eden Önce Onu Öğrenmelidir

Türkiye’de Atatürkçülüğe karşıtlık, onun ölümüyle başlayan ve Batıyla dolaysız ilişkisi olan bir süreçtir. Yetmişbeş yıllık bu sürecin kaçınılmaz sonucu, Atatükçülüğün devlet politikasından çıkarılmış olmasıdır. Bir düşünceyi ve yarattığı etkiyi, savunarak yok etme tutumu, belki de en yaygın biçimiyle Atatürk’e karşı kullanılmış, Atatürk’ün düşünce ve eylemi, uyuşması olanaksız karşıt politikalar içinde, üstelik kendi adı kullanılarak ustaca uygulamadan kaldırılmıştır.
Türkiye’de karşı-devrimin devleti ele geçirme girişimiyle Atatürkçülüğün uygulamadan kaldırılması, birbiri içinden çıkan ve birbirini etkileyen ikili bir süreçtir. Devlet ele geçirildikçe Atatürkçülük güç yitirmiş, Atatürkçülük güç yitirdikçe devlet ele geçirilmiştir.
Atatürk ve Atatürkçülüğe yönelen ve yaymacaya (propagandaya) dönüştürülen karşıtçı tutum, dışarda hazırlanan, içerde destek bulan boyuneğici (teslimiyetçi) siyasetin doğal sonuçlarıdır. Varlığı ve gücü dış desteğe bağlı işbirlikçiler, çıkarlarını koruyup geliştirmek için, halka ve ulusa zarar veren bir yol izlemişler; yalana ve yanlışa dayanan bu yolda, Türk halkı üzerindeki saygınlığı yüksek olan Atatürk’ü amaçları yönünde kullanmıştır. Uzun bir dönemi kapsayan ve yaygın bu tutum; devlet olanakları, medya gücü, eğitimsizlik ve yaratılan kavram kargaşasıyla birleşince, ortaya altından kalkılması güç düşünsel bir bozulma çıkmıştır.

Atatürk ve Batı

Atatürk, Batının Türkiye’ye ve Türklere karşı bakışını tarihsel boyutuyla incelemiş vardığı sonucu açık biçimde ve birçok kez açıklamıştır. Ona göre, Avrupalıların Türklere bakışı, kökleri eskiye giden, etkisi bugün de süren, düşmanlığa dayalı, yaygın ve kalıcı bir karşıtlığı içerir. Siyasi çatışmanın sınırlarını aşan toplumsal ayrımlar, yaşam biçiminin belirlediği insan ilişkilerine, geleneklere, düşünce biçimine dek uzanır; ayrılıklar yalnızca siyasal değil tarihsel ve kültüreldir.
Atatürk, görüşlerini yerli yabancı herkese açık ve anlaşılır bir söylemle açıklamıştır. Açıklamalarda kullanacağı sözcükleri özenle seçmiş, diplomasi kaygılarıyla gerçeği örten ya da gölgeleyen ortalama yaklaşımlara yer vermemiştir. Konuşmalarında, inceleme ve araştırmalarında çok titiz ve özenliydi. Yanlış anlaşılmaya yol açmamak için sözcük seçimine büyük önem verir ve düşüncesini açık biçimde ortaya koyardı. Bu onun genel tutumuydu.
27 Eylül 1923’te Neue Freie Preese muhabirinin, “Avrupa’da, Türkiye’de Avrupa’ya ve Batılılığa karşı düşmanlık bulunduğu düşüncesi vardır; Batılılaşma yandaşlığı ya da karşıtlığı konusunda ne düşünüyorsunuz” sorusuna şu yanıtı vermişti: “Yüzyıllardan beri düşmanlarımız, Avrupa milletleri arasında, Türklere karşı kin ve düşmanlık düşüncesi aşılamışlardır. Batı anlayışına yerleşmiş olan bu düşünceler, hâlâ herşeyde ve bütün olaylarda varlığını sürdüren, özel bir anlayış oluşturmuştur... Bizi alt aşamada olmaya mahkum bir millet olarak kabul etmekle yetinmeyip Batı, çöküşümüzü hızlandırmak için ne gerekiyorsa yapmıştır. Batı ve Doğu anlayışlarında birbiriyle uyuşmayan iki ayrı ilke sözkonusu olduğunda, bu önemli ayrılığın kaynağını bulmak için, Avrupa’ya bakılmalıdır. Avrupa’da, her zaman mücadele ettiğimiz bu anlayış vardır.”2

İzmir Konuşması

Kurtuluş Savaşı’ndan hemen sonra, 2 Şubat 1923’te, İzmir’de halkla yedi saat süren bir söyleşi yaptı. Eskişehir ve İzmit toplantılarından on beş gün sonra yaptığı ve pek çok konuda görüş açıkladığı söyleşide, Türk-Batı ilişkilerini tarihsel boyutuyla bir kez daha ele aldı, uyarıcı açıklamalar yaptı; “Doğu sorunu denilen şeyden doğrudan doğruya anlaşılması gereken, Osmanlı Devleti’nin yıkılması, tarihten coğrafyadan silinmesi için Batının duyduğu şiddetli arzudur. Batı, öyle bir anlayış oluşturmuştur ki, Osmanlı Devleti’ni yıkmakla bu devleti oluşturan asal unsurun (Türklük) da kendiliğinden yıkılacağını sanıyordu. Tabii ki çok esaslı biçimde aldandılar. Birincide başarılı oldu Osmanlı Devleti’ni yıktı ve tarihe geçirdi. Ancak ikinci de başarılı olamadı, olamaz ve olamayacaktır” dedi.3
Batıda yaygın olan Türk düşmanlığının kökleri eskiye giden tarihsel bir sorun, gelenek durumuna gelen bir anlayış olduğunu, yanılgılarla dolu bu “gafil” (gerçeklerden habersiz) anlayışın değişmesinin kolay olmadığını ve olmayacağını söyledi.
Türk düşmanlığının, “bugünkü Avrupa diplomatlarının dimağında hasıl olmuş bir görüş noktası” değil, beyinlere “bundan çok önce ve çok önceki zamanlarda yerleşen”, bugüne “veraset yoluyla gelen bir zihniyet” olduğunu açıkladı ve şunları söyledi: “Türk unsurunu, devletler kuran, büyük imparatorluklar yaratan güçlü ve zengin Türk milletini, ne olursa olsun (behemehal) yok etme konusundaki var olan görüş, Batıda çok derindir... Bu görüş, adeta babadan oğula kalıtım yoluyla geçen bir anlayış, bir alışkanlık, bir gelenek olmuştur. Bu nedenle, Batının bu alışkanlığından vazgeçerek soyaçekimle gelen anlayışını değiştirmesi, itiraf etmek gerekir ki, kolay olmamıştır ve olmayacaktır.”4

En Alçak Duygular”

Aynı konuşmada, Batının yaşanmakta olan gerçeği görmediğini ve görmek istemediğini; “petrolünü almak için” Musul’u işgal eden İngilizlerin, “dünyanın en alçak duygularını” taşımaktan vazgeçmediklerini söyledi ve şu açıklamayı yaptı. “Batı hâlâ bir gerçeği görmek ve itiraf etmek istemiyor. Osmanlı İmparatorluğu yok oldu ama yerine yeni bir Türk devleti gözler önüne çıktı. Öyle bir Türkiye ki özünde gizli (aslında mahfuz) yeniliği ile inancıyla, kararlılığı ve gücüyle meydana çıkmıştır ve bu gücün bütün nitelikleriyle şimdiye kadar kendine kıyıcılık (zulüm) eden, soygunculuk yapan (gadreden) ve susanlara karşı öcünü almak için kullanacaktır... Bu öç, zalimlerin zulmunü yıkıncaya kadar vicdanından çıkarmayacaktır. Zulüm duygusu oldukça, öç duygusu devam edecektir.”5

Anti-Emperyalizm: “Bir Yaşam Sorunu”

Atatürk, Batının ne yapmak istediğini ve isteklerinin Türkiye için ne anlama geldiğini her boyutuyla incelemişti. Bu nedenle, ölene dek onunla bağımlılık doğuracak herhangi bir ilişki kurmadı, bağlayıcı anlaşmalar yapmadı. Türkiye’nin yürüteceği iç ve dış siyaseti, tutarlılığı olan ulusal bir izlence (program) durumuna getirerek, anlaşılır bir yalınlıkla açıkladı.
İçerde halkın gönenç ve mutluluğunu, dışarda ulusal çıkarların korunmasını esas alıyor, devlet politikası haline getirdiği bu yönelişi, “halkı emperyalizm ve kapitalizm tahakküm ve zulmünden kurtarmayı hayat ve gelecek için tek amaç bilmek” biçiminde tanımlıyordu.6
İlkeleri belli, amacı netti. “Bizim açık ve uygulanabilir gördüğümüz siyasi yöntem ulusal siyasettir... Ulusumuzun; güçlü, mutlu ve sağlam bir düzende yaşayabilmesi için, devletin bütünüyle ulusal bir siyaset gütmesi ve bu siyasetin iç örgütlerimize tam uyumlu ve dayalı olması gereklidir” diyor7, ulusal varlığı yok etmeye yönelen Batı emperyalizmine karşı savaşımı, Türkiye için “bir yaşam sorunu” olarak görüyordu.8

Batıdan Uzak Durmak

Görevi gereği yurtdışına gidenlerle, özellikle büyükelçi olarak atanan diplomatlarla mutlaka görüşür, onlara, Batının niteliği ve izlenecek yol konusunda uyarıcı açıklamalar yapardı. Uyarıların temelinde, Batıya karşı dikkatli olmak, ulusal onuru her koşulda korumak ve Türkiye’nin bağımsızlığına zarar verecek söz ve davranışlardan kaçınmak vardı.
İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaştığı hastalık günlerinde, öğüt ve uyarılarını sürdürmüştü. Başbakan Celal Bayar’a “Türkiye tarafsız kalmalıdır, herhangi bir ittifak içine girmemelidir” derken9, büyükelçiliğe atanan Numan Menemencioğlu ve Faik Zihni Aktur’a “Amerika ve diğer Avrupa devleriyle olan siyasetimizi belirlerken çok dikkatli olmalı ve ilişkilerimizi mesafeli yürütmeye özen göstermeliyiz” demişti.10
Batılı büyük devletlerle uzun yıllar savaşmış, onların önceliklerini, yönelişlerini, güç ve güçsüzlüklerini incelemişti. Savaştan sonra geçmişe dayalı bir düşmanlık politikası gütmedi, Batıyla iyi ilişkiler geliştirmeye özen gösterdi ancak “araya mesafe koymayı” asla gözardı etmedi. Gelişmiş ülke politikalarının, ezilen uluslara örnek olan Türkiye’nin amaç ve yönelişine uygun olmadığını biliyor, büyük devletlerle bağlaşma (ittifak) anlaşmaları yapmıyordu.
Ona göre, bağlaşmalar eşit koşullarda ve benzer yönelişte olanlar arasında yapılmalı, taraflar arasında belirli bir güç dengesi olmalıydı. Atatürk, emperyalist devletlerle yapılacak bağlaşmaların, güçlünün yönlendirmesi altına girme anlamına geleceğini; bu durumun, hem bağlaşma yapılan devletle çelişkisi olan devletlerin, hem de emperyalist politikanın hedefi olan ezilen ulusların tepkisini çekeceğini söylüyordu.

Batıyla Uyuşma Türkiye’nin Köleleşmesidir”

Ezilen ulusların kurtuluş yolunu gösteren Atatürk’le varlığı ulusların sömürülmesine bağlı olan Batı emperyalizmi arasında yapısal bir karşıtlık vardır ve bu gerçeği en iyi kuşkusuz o biliyordu. Değişik çıkarlara ve ayrımlı önceliklere sahip Batıyla birlikte olmak ya da birlikte davranmak, Türkiye’nin ne geçmişiyle ne de amaçladığı gelecekle örtüşüyordu. Açıkça dile getirdiği ve bugün yaşandığı gibi, “Batıyla uyuşma Türkiye’nin kaçınılmaz olarak köleleştirilmesi”nden başka bir sonuç vermeyecekti.
Batıda, “Türkiye amacına asla ulaşamayacak, Kemalist rejim mutlaka çökecektir”11 biçiminde anlatılan genel tutum; “asi general” “diktatör” ya da “barbar” gibi yakıştırmalarla kişiliğini de içine alacak biçimde yayılıyor, bin yıllık haçlı anlayışı yeni açılım ve taktiklerle Batının Türkiye politikası durumuna geliyordu.
O ise, bu tür düzeysiz sözleri önemsemiyor, desteğini aldığı Türk halkıyla birlikte doğru bildiği yolda, bağımsızlık ve özgürlük yolunda yürüyordu. Düşmanca tutumlara ve karalama amaçlı saldırılara, başardığı eylem ve yürüttüğü politikayla yanıt veriyordu. Giriştiği işin gerçek boyutunu, dünyaya yaptığı etkiyi, Türkiye’nin yöneldiği amaçları, yalın biçimde ortaya koyuyor ve çok açık konuşuyordu. Türkiye’nin her yönden sarılıp işgal edildiği 1920’de, “biz yaşamını, bağımsızlığını kurtarmak için çalışan emekçileriz; biz hakkımızı korumak, bağımsızlığımızı güven altına almak için; milletçe, Meclisçe, bizi yok etmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı savaşı uygun gören insanlarız”12 derken; 1921 yılında, silah gereksiniminin üst düzeye çıktığı savaş günlerinde, “İlkbahara kadar üç ay içinde bu silahları elde edemezsek, diplomasi kanallarıyla bir çözüm yolu aramak zorunda kalacağız. Bunu arzu etmiyorum. Biliyorum ki Batı ile uyuşma Türkiye’nin kaçınılmaz olarak köleleştirilmesi anlamına gelecektir”13 diyordu.

Mandacılar

Günümüzde sıkça dile getirilen “Batılılaşmak”, “Batıyla bütünleşmek”, “Avrupa gibi olmak”, “AB kriterlerine (ölçüt) ulaşmak” gibi görüşler, Türkiye’yi dışa bağlamanın aracı durumuna getiren boyuneğici anlayışlardır; bunlar Atatürk’ten çok uzak kavramlardır.
Kurtuluş Savaşı’na girişirken ortaya çıkan manda ve mandacılığın sözünü bile duymak istemiyordu. Bu sözcükler geçtiğinde öfkeleniyor, İngiliz ya da Amerikan korumasını isteyenleri; “ahmaklık, gaflet ve budalalıkla” suçlayarak14 şunları söylüyordu: “Ahmaklar! Amerikan mandasına İngiliz koruyuculuğuna bırakmakla ülke kurtulacak sanıyorlar. Kendi rahatlarını sağlamak için bütün bir vatanı ve tarih boyunca sürüp gelen Türk bağımsızlığını feda ediyorlar. Oh ne âlâ. Mücadele yerine mandayı kabul edeceğiz ve rahata kavuşacağız. Bu ne gaflet, ne körlük, ne budalalık.”15

Özüne Dönmek”

Atatürk, “Batılılaşma”, “Batıyla bütünleşme”, “Batılı gibi olmak” gibi sözcüklerle ileri sürülen düşüncelere en ufak bir yakınlık duymadığı gibi, bu tür anlayışlarla yaşamı boyunca mücadele etmiştir. Türk kimliğini ve toplumsal özelliklerini koruyan, kendi gücüne ve kendi değerlerine dayanan ve tam bağımsızlığı ilke edinen; bir anlayışı vardır.
29 Ekim 1930’da, Ankara Türk Ocağı’nda yaptığı açıklama, Atatürk’ün Batıya ve Batılılaşmaya bakışını gösteren çarpıcı bir örnektir. Amerikan Associated Press bildirmeni (muhabiri) Miss Ring’in Türkiye ne zaman Batılılaşacak” sorusuna, “Türkiye maymun değildir. Hiçbir milleti taklit etmeyecektir. Türkiye ne Amerikanlaşacak ne de Batılılaşacaktır. Türkiye yalnızca özüne dönecektir” yanıtını vermişti.16
Atatürk, özdeğerleri koruyarak kalkınıp güçlenmek ve ileri bir uygarlık düzeyine ulaşmak ile “Avrupa’yı taklit etmek”, “Avrupalılaşmak” ya da “Avrupalı olmak” gibi boyuneğici davranışlar arasına, net ve ayırıcı bir çizgi çizmiştir. 6 Mart 1922 günü TBMM’nde şunları söylemişti: “Durumu düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan öğüt almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım düşünceler belirdi. Oysa hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların öğütleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir.”17

Atatürk Batıya Karşı “Mazlum Doğunun” Yanındadır

Batıyla birlikte olmayı, onunla bütünleşmeyi tek seçenek görenler, Türkiye’nin başka yönelişler içine girmesini doğal olarak istemezler. Söz ve davranışlara yansıyan bu eğilim, Batı dışındaki tüm ülkelere, özellikle de Türkiye’nin parçası olduğu Doğuya karşı olmayı genel bir tutum, bir politika haline getirmiştir.
Atatürk Türkiye’ye Batıyı hedef göstermiştir”, “Atatürk Batılılaşmayı amaç bilir” gibi söylemlerle yürütülen tek yanlı yaymaca, sürekli biçimde “Doğunun geriliğinden”, “demokrasi yoksunluğundan”, “çağdaşlığa kapalı oluşundan” vb. söz eder. Nedensiz olmayan ve genel bir tutum durumuna getirilen bu bilinçli davranış, Türkiye’yi Batıya bağlamayı amaçlayan, bu nedenle Batı dışındaki dış siyaset seçeneklerini yok etmeye yönelen bir boyuneğme politikasıdır.
Atatürk’ün ölümünden beri uygulanan bu politikanın yarattığı bilinç yetersizliği o denli yaygındır ki, tam bağımsızlık ve özgürlük simgesi olan Atatürk, bağımlılığın, ekonomik ve siyasi tutsaklığın aracı olarak kullanılabilmektedir. Üstelik bunların önemli bölümü, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nde yönetici konumuna gelen kişilerdir. Batı yanlısı politikanın, ulusal bellekte yaptığı bozulma, bu denli ağır ve yıkıcıdır.
Atatürk’ün emperyalizmin baskı ve sömürüsü altındaki yoksul ülkelere bakışı, her konuda olduğu gibi, son derece açık, içten ve somuttur. Bu ülkelere, baskı ve sömürüden kurtulup özgürlüklerine kavuşmaları için ne yapmaları gerektiğini, her şeyden önce, gerçekleştirdiği eylemle göstermiştir. Bunun dışında, yazarak ya da söyleyerek pek çok uyarı ve öneride bulunmuş ezilen ulusları, emperyalizme ve sömürgeciliğe, yani Batıya karşı mücadeleye çağırmıştır.
Türk Devrimi’nin bu ülkelerde yaptığı ve yapacağı etkiyi biliyor, Türkiye’nin ezilen ulusların öncüsü durumuna geldiğini söylüyordu: “Biz, Batı emperyalizmine karşı yalnızca kendi kurtuluşumuzu sağlamak ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz. Bunu yaparken aynı zamanda, Batının bilinen güç ve araçlarıyla Türk milletini kendi emperyalist politikalarına alet etme isteğine de engel oluyoruz; bunu yaparken bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz.”18

Emperyalizme Duyduğu Nefret

Her yönüyle incelediği emperyalizmin insanlığa verdiği zararı biliyor, ondan nefret ediyordu. Başında bulunduğu bağımsızlık deviniminin (hareketinin) evrensel boyutunu, ezilen uluslara yaptığı etkiyi ve bu etkinin Batı emperyalizmi için taşıdığı önemi, açık ve anlaşılır sözlerle ortaya koyuyor; Türk ulusunun emperyalizme karşı savaşımının (mücadelesinin) “bütün dünya uluslarının kurtuluşuna” yol açacak “büyük, ağır ve şerefli bir iş” olduğunu söylüyordu.
15 Temmuz 1920 tarihli Hakimiyeti Milliye gazetesine yazdığı başyazıda; bağımsızlık ve özgürlük düşüncesinin ezilen dünyada büyük bir güç yarattığını, “emperyalizmin asker istilasının” yerini alan bu gücün, “gönülden gönüle” dolaşarak “en sağlam kalelere” girdiğini, “cepheler, dağlar, denizler aşarak” sürekli büyüdüğünü, yürüdüğü yolda önüne çıkanı “ezip geçtiğini”, kendine özgü biçemiyle (üslubuyla) açıklıyordu.19

Dünya Devrimi”

Hakimiyeti Milliye’de yayımlanan 15 Temmuz 1920 yazısı, Anadolu’da kıt olanaklarla çıkarılan küçük bir gazetenin baş yazısı olma niteliğini aşıyor ve emperyalizme karşı evrensel boyutlu bir bildiriye (manifestoya) dönüşüyordu.
Atatürk Türk halkını “ayaklanmaya” çağırdığı bu yazıda, gerçeği yansıtan devrimci düşüncelerini, yalın ve içten bir anlatımla açıklıyor, Anadolu’daki anti-emperyalist direnişin uluslararası niteliğini ortaya koyarak şunları söylüyordu: “İstiyoruz ki yeryüzünde zulüm kalmasın, uluslar arasındaki düşmanlıklar kalksın. Dünyaya hakim olan kapitalizm illeti, bir daha kalkmamak üzere uyusun... İşte bugün içinde bulunduğumuz mücadelenin bizce tek anlamı. Biz bu amaçla harekete geçtik. Bağımsızlığımız ve varlığımız için emperyalizme karşı hayat ve dünya devrimi uğrunda, zulümden kurtulmuş yeni bir döneme doğru yürüyoruz. Giriştiğimiz iş; büyük, ağır ve o oranda şerefli ve şanlıdır. Görüyoruz ki kendimizi kurtarmak için uğraşmak demek, bütün dünya uluslarının kurtuluşunun milyonlarca cephesi arasında çalışmak demektir. Yapılan iş, henüz başlanmış olan iş, o kadar büyüktür ki, bunun karşısında ruhların yüksek bir heyecanla titrememesi mümkün değildir. Çünkü bizim kurtuluşumuz dünyanın kurtuluşu demektir. Ve bütün dünya şu uğursuz emperyalizm zulmünden kurtulmadıkça, bizim için hayat ve rahat ihtimali düşünülemez...”20
Emperyalizmle çatışmanın ne demek olduğunu, ne tür çekinceler (tehlikeler) içerdiğini kuşkusuz biliyordu. Son derece gerçekçi, bir o kadar da yürekliydi. Olaylara istekler ya da duygularla değil, eldeki olanaklar ve somut verilerle yaklaşıyor, maddi temeli olmayan savlara, gösterişli ereklere (hedeflere) asla yönelmiyordu.
İçinde bulunduğu dünya koşullarını ve büyük devlet politikalarını incelemiş, emperyalizmin yenilebileceğini görmüştü. Ulusların gönenç ve mutluluğunu yok eden ve insanlığın gelişimi önündeki en büyük engel saydığı emperyalizme karşı çıkmayı bir insanlık görevi sayıyordu. Bu yaklaşımı duygu düzeyinde bırakmıyor ve büyük başarıyla uygulanabilir bağımsızlık izlencelerine dönüştürüyordu.
Emperyalizme karşı savaşımın, emperyalizm dünya üzerinde yok edilinceye dek süreceğini, bu nedenle bağımsızlığın elde edilmesiyle sınırlı olmadığını söylüyor, başarılan savaşımın hiçbir zaman unutulmamasını istiyordu.
Emperyalizmle uzlaşmayı, “insanlık özelliklerini yitirmek” olarak niteliyordu. Açık konuşuyor ve söylediklerini kesinlikle yapıyordu. Ulusların varlığına yönelen düşmanca girişimlere karşı Türkiye’nin alacağı tutumu, dünyaya şu sözlerle açıklamıştı: “Ulusların belleğinde öç duygusu olmalı. Bu sıradan bir öç değil; yaşamına, rahatına zenginliğine düşman olanların yarattığı zararları yok etmeye yönelen bir öçtür. Bütün dünya bilmelidir ki karşımızda böyle bir düşman oldukça, onu bağışlamak elimizden gelmez ve gelmeyecektir. Düşmana acıma, acizlik ve zayıflıktır. Bu, insanlık göstermek değil, insanlık özelliklerinin sona ermesidir”21; “bizim öcümüz zalimlerin zulmüne karşıdır. Onların zulüm duygusu ölmedikçe bizde de öç ölmeyecektir.”22

Doğu-Batı Ayrımı

Zalimlerin zulmü” tanımıyla dile getirdiği saldırgan güç, savaşım verdiği “Batı emperyalizmidir”. Sömürü ve çıkar gözüdoymazlığıyla (hırsıyla) dünyaya yayılan ve amacına ulaşmak için hiçbir sınır tanımayan Batının; dünyaya ve insanlığa bakışını, Doğu Batı ilişkilerinin niteliğini ve Batıyı ele alış biçimini, ortaya koyuyordu.
2 Şubat 1923’te İzmir’de yaptığı konuşmada; dünyanın, “bağımsızlığını kavrayan Doğu” ile “hırslarını tatmin için çalışan” Batı olarak ikiye ayrıldığını ve Doğuya karşı “baskı ve zulüm” uygulayan Batıyı “lânetle” andığını söylüyordu: “İstilacı ve saldırgan devletler, yerküresini kendilerinin malı, insanlığı kendi hırslarını tatmin için çalışmaya mahkum esirler saymaktadırlar. Dünya iki zümreye ayrılmaktadır. Birisi Doğudur ki, Doğu kendi gücünü, bağımsızlığını kavramıştır; bu bilinçle el ele vermiştir. Diğeri ise (batı y.n.), sırf kendi hırslarını tatmin için çalışan zümredir. Bunların amacı zulüm ve baskı olduğu için, onları lanetle anmakta kendimizi haklı görüyoruz.”23

Çılgın Saldırı”

Atatürk, Batıda yaygın olan ve yeğinliği (şiddeti) arttırılarak saldırgan bir politikaya dönüştürülen Türk düşmanlığının, Kurtuluş Savaşı’yla birlikte “çılgınca bir saldırıya” dönüştüğünü açıklıyor; saldırı nedeni olarak Türkiye’nin yürüttüğü savaşımla ezilen uluslara örnek olmasını gösteriyordu. 4 Ocak 1922’de şöyle söylüyordu: “Türkiye’nin büyük devletlerin ve uydularının gizli ya da açık, çılgınca saldırılarına hedef olmasının nedeni bütün mazlum sömürge uluslarına örnek olacakları kurtuluş yolunu göstermiş olmasıdır.”24
Doğu-Batı çatışmasında Türkiye’nin işlevinin önem ve özelliğini açık biçimde ortaya koyuyor, gurur ve mutluluk verici bulduğu bu işlevi şöyle açıklıyordu: “Bana göre, Türkiye, Batı ve Doğu Dünyasının sınırdaki coğrafi konumuyla ilginç bir rol oynuyor. Bu rol, bir yanı ile yararlıyken diğer yandan tehlikelidir. Batı emperyalizminin Doğuya yayılmasını durdurduğumuz için, Türkiye’yi öncü olarak gören bütün Doğu halklarının sevgisini kazanmış bulunuyoruz. Diğer yandan bu durum bizim için tehlikelidir. Çünkü Doğuya yönelen saldırıların bütün ağırlığı öncelikle bizim üzerimizde yoğunlaşmış bulunuyor. Türk halkı bu konumuyla gurur duymakta ve Doğuya karşı bu görevi yerine getirmekten mutlu olmaktadır.”25   
Metin Aydoğan

DİPNOTLAR


1.                    Sabah, 17.12.2004

2.                    Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III”, Atatürk Araş.Mer., III.Cilt, 5.Basım, sf. 87-88

3.                    Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri” Sadi Borak Kaynak Yay., 2.Baskı, İst.-1997, sf.198

4.                    a.g.e. sf.198

5.                    a.g.e. sf.197-198

6.                    Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 3.Bas., İst.-1984, sf.339

7.                    Nutuk, II.Cilt, TTK, 4.Baskı, Ank.-1999, sf.587

8.                    Milli Kurtuluş Tarihi” D.Avcıoğlu, 2.Cilt, İst.-1974, sf.846

9.                    Milli Kurtuluş Tarihi” D.Avcıoğlu, III.Cilt, İst.Mat., İst.-1974, sf.1477

10.               AB Tartışmaları ve Atatürk’ten Bir Anı” Dündar Soyer, Cumhuriyet, 16.06.2002

11.               Oltadaki Balık Türkiye” Emin Değer, Çınar Yay., sf.182

12.               Milli Kurtuluş Tarihi” D.Avcıoğlu, 2.Cilt, sf.731

13.               Milli Kurtuluş Tarihi”, D.Avcıoğlu, İst..Mat. 1974, 2.Cilt, sf.846

14.               Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber” Mahzar Müfit Kansu, 1.Cilt, TTK Yay., 3.Bas., Ank.-1999, sf.96

15.               Milli Kurtuluş Tarihi”, D.Avcıoğlu, 1.Cilt, İst.Mat. 1974, sf.365

16.               Türkiye; 29 Ekim 1930, Türkiye; Mart 2002” Turgay Tüfekçi, Orkun Dergisi, Mart 2002, Sayı 49, sf.4

17.               Gazete Müdafaa-i Hukuk, Prof.Çetin Yetkin, 15.12.2000, Sayı 31

18.               Emin Değer Müdafaa-i Hukuk Dergisi, 30.07.2000, Sayı 24, sf.4

19.               Kurtuluş Savaşı’nın İdeolojisi-Hakimiyeti Milliye Yazıları” Kaynak Yay., 2.Baskı, İst.-2004, sf.77

20.               a.g.e. sf.76

21.               Milli Kurtuluş Tarihi”, D.Avcıoğlu, 3.Cilt, İst. 1974, sf.1731

22.               a.g.e. 3.Cilt, sf.1732

23.               Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, yazışma ve Söyleyişleri” Kaynak Yay., sf.144

24.               Atatürk’ün Bütün Eserleri” 12.Cilt, Kaynak Yay., İst.-2003, sf.210

25.               Aydınlık 17.10.1999, sf.16