2 Ocak 2015 Cuma

(Belgelerle) ABD’NİN TÜRKİYE’YE YERLEŞMESİ / Metin AYDOĞAN



1945-1950 arasında temelleri atılan ve daha sonraki dönemlerde etkisi ve uygulama alanı genişleyerek sürdürülen ABD’ye bağımlılık, resmi politikaya o denli yerleşmiştir ki; ihtilaller, darbeler dahil hiçbir yönetim değişikliği bu politikayı değiştirememiştir. ABD için Ortadoğu, “siyasi, askeri ve ekonomik çıkarların birleştiği kavşaktır ve yaşamsal önemdedir”. Bu nedenle Amerikalılar, Türkiye’yi “hiçbir koşulda bırakılmayacak” bir ülke olarak görür. Yüzyıl başında askeri güçle elegeçirilmek istenen Türkiye, bugün siyasi ve ekonomik ilişkilerle elegeçirilmiş, emperyalizm içsel bir olgu durumuna gelerek ülke içine yerleşmiştir.
1950 Sonrası; Hızlanan Süreç
14 Mayıs 1950’de yapılan seçimlerle Demokrat Parti yüzde 53,3 oranında oy alıp 408 milletvekili kazanarak (tüm milletvekili sayısı 487) yönetime geldi. Demokrat Parti’ye öncülük edenler, benzerleri o günkü CHP içinde de bolca bulunan, büyük toprak iyeleri (sahipleri), üst bürokratlar ve savaş varsılları, oy verenler ise cemaatlerden yoksul köylülere dek milli şef dönemine tepki duyan kitlelerdi. Türkiye, dış kaynaklı istemler ve milli şefin kararıyla birdenbire ‘demokrasiye’ geçmişti. Ancak, “bu iş” o denli kolay değildi kuşkusuz. Demokrasi gel deyince gelen bir nesne değildi.
Türkiye’ye tepeden indirilen ‘demokrasi’, Batıda görülen ve oluşumunu, sanayi devrimiyle gelişen kapitalizmin yarattığı aydınlanmaya dayanan bir demokrasi değildi. Geriliğin ve ilkelliğin yaygın olduğu, sanayisi bulunmayan ve uluslaşma sürecini henüz tamamlamamış yoksul bir tarım ülkesine, dış güdümlü birçok partili düzen getiriliyordu. 1939’da başlayan ödün verme süreci sürüyordu.

Kemalizm’den Ödün Verme Yarışı
1950-1960 arasındaki CHP-DP çekişmesi Kemalizm’den ödün vermenin aracı olarak kullanılmıştır. Toplumsal ve kültürel düzeyi ayrımlı olmayan, benzer politik düşüncelere sahip ve ulusal bilinci yetersiz insanlar, karşıt iki topluluk oluşturarak, siyasi savaşım adına yapay düşmanlıklar içine sokulmuştur. Karşıtlığın ilkelliği, bu ilkelliğe uyum gösteren insanların kolayca devlet yönetimine taşınmasına yol açmış ve bunlar günlük çıkarlar için ulusal haklardan ödün vermeye yatkın “yöneticiler” durumuna gelmiştir.
DP yönetime geldiğinde, Türkiye’yi Batıya bağlayan anlaşmalar büyük oranda bitirilmişti. BM, Dünya Bankası, IMF, Truman Doktrini, GATT’a girilmiş, ABD ile ikili anlaşmalar imzalanmıştı. DP yöneticileri de bu anlaşmaları en az CHP’liler kadar istekle imzalayacak nitelikte insanlardı ancak öyle olmasalar bile yapabilecekleri bir şey yoktu. Türkiye, ‘dönüşü olmayan bir nehirde’ yolculuğa çıkmıştı.
DP yönetime gelince, bugüne dek bütün partilerin yaptığı gibi, söylediklerini değil söylemediklerini yaptı. Menderes, hükümeti kurar kurmaz önce yönetimini güvenceye alma düşüncesiyle ordunun üst kademelerinde değişiklikler yaptı. Hemen arkasından 16 Haziran 1950’de Arapça ezan yasağını kaldırdı. Radyoda dini yayınlar yapılmasına izin verdi. Köy okullarına din dersi koydu. Anayasa’nın adı yeniden Teşkilatı Esasiye Kanunu yapıldı. Dil devrimine karşı, dizgeli (sistemli) bir politika uyguladı.
Dış siyasetteki ilk uygulama Kore’ye asker göndermek oldu. (25 Haziran 1950) Kore Savaşı’na katılmayı eleştirenlere ağır hapis cezaları getirildi. NATO’ya girildi ve bir bayram coşkusuyla kutlandı. Atatürkçü dış politikayla bağdaşmayan Bağdat ve Balkan Paktlarına katılındı. Ulusal Kurtuluş Savaşı veren Kuzey Afrika ülkelerine (Tunus, Fas, Cezayir) karşı, sömürgeci devletler desteklendi. Süveyş Kanalı’nı ulusallaştıran Nasır’a karşı, İngiltere’nin yanında yer alındı.
Yabancı Sermayenin özendirilmesi için, kapitülasyon koşullarına benzeyen, Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu ve Petrol Kanunu çıkarıldı. Yoğun bir biçimde dış borç alındı. 1958 yılında dış borçlar ödenemez duruma geldi ve o yıl yüzde 320 oranında bir devalüasyon yapıldı.
Küçük Amerika Olacağız”
Celal Bayar, 1954 yılında abartılmış törenler ve gösterişli uğurlamalarla resmi bir gezi için ABD’e gitti. 25 Ocak’ta Washington’ta düzenlediği basın toplantısında şunları söyledi: “Türk milletinin satın alma gücünün artması ve hayat standartının yükselmesiyle, ülkemiz mamul maddeler ve tüketim malları için büyük bir pazar durumuna gelecektir. Türkiye’ye harcanacak her dolar, verimli bir toprağa ekilmiş refah ve bereket filizleri verecek bir tohum gibidir.”1
Celal Bayar, 20 Ekim 1957 günü, seçim çalışmaları sırasında kendisini dinlemek için Taksim’de toplanan kitleye şunları söylüyordu: “Otuz yıl sonra Türkiye, küçük bir Amerika olacaktır.”2 (Otuz yıl sonra Celal Bayar’ın Cumhurbaşkanlığı koltuğunda Turgut Özal’ın oturduğu düşünülürse, Bayar’ın yanılmadığı söylenebilir.)
NATO Ve Askeri Bağımlılık
Türkiye 18 Şubat 1952’de NATO’ya girdi. NATO olayının, Sovyetler Birliği’nden yardım alarak Batıya karşı bağımsızlık savaşı veren bir ülke olan Türkiye için üzünçlü (dramatik) bir öyküsü vardır.
Türkiye, İngiltere ve Fransa’ya karşı ulusal kurtuluş savaşı vermiş ve Atatürk döneminde kendine güvenmeyi temel alan tam bağımsızlık politikası izlemiş bir ülkeydi. Hiçbir büyük devletle bağlayıcı askeri anlaşma yapmamış ve komşu devletlerin tümüyle güvene dayalı dostluk ilişkileri geliştirilmişti. Emperyalist kuşatılma altında yaşayan Sovyetler Birliği ile dış politikada karşılıklı güvene dayalı sıkı bir işbirliği yapmıştı. Balkanları, yansız bir barış ve özgürlük bölgesi yapmak için her çabayı göstermişti.3
NATO’nun temel ereği, Sovyetler Birliği ve dünyaya yerleştirilecek olan yeni düzenin askeri gücünü oluşturmaktı. Türkiye’nin böyle bir örgüte girmesinin Atatürkçü dış politika açısından ne anlama geldiği, uzun süre dile getirilmemiş, daha sonra bu konuyu ele alanlar ise baskıyla karşılaşmıştır.
Askeri Kolaylıklar Anlaşması”
NATO’nun anayasası; Kuzey Atlantik Antlaşmasına Taraf Devletler Arasında Kuvvetlerin Statüsüne Ait Antlaşma adlı ana sözleşmedir. Türkiye ana sözleşmeden ayrı olarak, 23 Haziran 1954 tarihinde Askeri Kolaylıklar Anlaşması imzalamıştır. Bu anlaşmaya dayanarak ABD ile Türkiye arasında yüzden çok uygulama anlaşması yapılmıştır. Başka NATO ülkelerinde uygulanmayan bu anlaşmalar, ABD’nin Türkiye’deki çalışmalarına büyük kolaylıklar getirmektedir. Türkiye üzerinde kurulan üs ve tesislerin Amerikalılar tarafından yönetilmesi, buralara general dahil hiçbir Türk subayının girememesi bu tür ‘kolaylık’ lardandır.
ABD, anlaşmalarda kendince eksik gördüğü konuları, Türk Hükümetine verdiği notalarla çözmüştür. Örneğin; Askeri Kolaylıklar Anlaşması’nın imzalandığı gün, ABD bir nota vermiş ve bu nota Türk Hükümetince hemen kabul edilmiştir. Amerikalılara başka NATO ülkelerinde olmayan ayrıcalıklar tanıyan bu nota, TBMM’nin gündemine bile getirilmemiştir. Notanın 2.başlamına (maddesine) göre, Türkiye’ye giren ve çıkan Amerikan askerlerinin giriş ve çıkışlarını Türk Hükümeti denetleyemeyecektir. O yıllarda Türkiye’de değişik yerlerde 30 binden fazla Amerikan Askeri olduğu ve uygulamanın Türkiye’de iş yapacak olan Amerikalı müteahhit ve çalışanlarına dek genişletildiği gözönüne alındığında, konunun önemi daha iyi anlaşılacaktır. Amerikalıların ülkelerine dönerken kullandıkları ev eşyalarını gümrüksüz satabilmeleri bile bu anlaşmada yer almıştı.4
NATO’ya girmek istemenin, ‘Rus tehdidine’ dayanan zorunlu bir kabullenme değil, kökleri Hürriyet ve İtilaf ile İttihat ve Terakki’ye dek uzanan, Terakkiperver ve Serbest Fırkalarla süren Batı uyduculuğuna dayandığını kabul etmek gerekiyor.
Atatürk’ün ölümünden sonra CHP’ne egemen olan, 1950’den sonra varlığını DP ile sürdürerek günümüze dek uzanan anlayış, bu temel üzerinde yükselmiştir. İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığının son günlerinde bir Amerikalı gazeteciye söylediği şu sözler, Atatürk sonrasında Türkiye’yi yöneten politik istencin (iradenin); ne olduğunu açık bir biçimde ortaya koyar: “Eğer Rusya gelip de aradaki anlaşmazlıkları olumlu bir biçimde çözme teklifinde bulunsa bile ben Türk siyasetinin Amerikan siyasetiyle el ele gitmeye devam etmesi taraftarıyım.”5
Kore Serüveni
Üç yıl süren Kore Savaşı sırasında Türk Birliği 721 şehit, 2147 yaralı, 175 kayıp verdi.6 Meclis kararı bile alınmadan girişilen Kore serüveni, birçok Türk ailesine giderilmez acılar verdi. Ancak, belki de ondan daha önemlisi, emperyalizmi ilk kez yenilgiye uğratan bir ulusun, para ve kazançtan başka bir şey düşünmeyen bir ülkenin çıkarlarına alet olmasıydı.
ABD Temsilciler Meclisi Başkanı J. Martin, 30 Haziran 1953 günü Temsilciler Meclisi’nde yaptığı konuşmada şunları söylüyordu: “Bir Amerikalı askerinin bakımı yılda 11 bin dolara mal olmaktadır. Dünyanın en iyi savaşçılarından biri olan bir Türk askerini donatmak için yılda yalnızca 570 dolar gerekir.”7
Bu sözlerden 4,5 yıl sonra, 12 Ocak 1958’de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ABD Büyükelçisi Suat Hayri Ürgüplü, New York Ticaret odasında yaptığı konuşmada, rakamları değişse de Amerikalılarla aynı dilden konuşuyor ve şunları söylüyordu: “Türk askeri 136 dolara, Amerikan askeri ise 5500 dolara mal olmaktadır.”8
Vergi Bağışıklığı (Muafiyeti) Anlaşması
23 Haziran 1954 tarihli anlaşmalar zincirinin sondan bir önceki anlaşması, Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri Arasındaki Vergi Muafiyetleri Anlaşmasıdır. Yalnızca Amerikalıların yararlandığı bu özel anlaşma, Türkiye’deki ABD varlığını, adeta devlet içinde devlet durumuna getirmekte; vergisiz, gümrüksüz, denetimsiz ve yargı organlarından uzak yasa üstü bir konuma getirmektedir.9
Anlaşmanın 2.başlamı bütün Türk vatandaşlarının ödemekle zorunlu olduğu ve ödediği; dışalım (ithalat) vergisi, resim ve ücretler, işlem vergisi, taşıma resmi, harçlar ve damga resmi, elektrik ve havagazı tüketimi üzerinden devlet ve belediyelerce alınan resimler, içerde elde edilen akaryakıt üzerinden alınan vergiler, telgraf ve telefon üzerinden alınan milli savunma vergisi, gemi ve uçaklar dolayısıyla liman ve hava meydanlarından alınan resim ve ücretler, belediyece alınan ilan ve tellaliye resimleri, şeker tüketim vergisi, tütün ve içkilerden alınan tekel resmi, savunma ve özel tüketim vergileri Amerikalılardan alınmayacaktı.
Anlaşmanın 3.başlamına göre vergi bağışıklıkları (muafiyetleri), ABD’ne ait şirket ve bireyler ya da bunlar tarafından görevlendirilen ABD uyruklu kişileri de kapsayacak, bunlar yukarıdaki vergilere ek olarak gelir ve kurumlar vergileri de ödemeyecekti. Vergi bağışıklıkları ayrıca uyruğuna bakılmaksızın; ABD tarafından finanse edilen yatırımlara ait yükleniciler (müteahhitler) ya da onlarla çalışan taşeronlar tarafından yapılan giderleri de kapsayacaktı. (5.başlam)10
Askeri İşgal Yetkisi
İsmet İnönü’nün başlattığı ikili anlaşmalar, kapsamı ve uygulama alanları genişletilerek sürdürüldü. Sayısı ve niteliği bugün bile bilinmeyen bu anlaşmalardan en önemlisi, tam metni açıklanmamış olan 5 Mart 1959 anlaşmasıdır. Anlaşmanın basına sızan bölümlerinde, göründüğü kadarıyla, anlam bozukluğu içeren karışık tümceler ve yoruma bağlı net olmayan anlatımlarla çok çekinceli yükümlülükler altına giriliyor, ABD’ye Türkiye’ye askeri karışma (müdahale) yetkisi veriliyordu.
Ana sözleşmenin giriş bölümünde Amerika Birleşik Devletleri’ne, “Türkiye’nin siyasi bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne karşı yapılacak her türlü tehdidi çok ciddi bir biçimde tetkik etmek... gibi bir görev veriliyor, sonraki altı başlamda ise ABD’nin “doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak; tecavüz, sızma, yıkıcı faaliyet, sivil saldırı, dolaylı saldırı hallerinde...” Türkiye’ye karışması kabul ediliyordu.11 “Dolaysız saldırı”, “dolaylı saldırı”, “tecavüz” ve özellikle “sivil saldırı” gibi kavramların ne anlama geldiği açıkça tanımlanmamış, bunlar Amerikalılar’ın yorumuna bırakılmıştı. Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, 4 Nisan 1960’da bu gerçeği kabul edecek ve yaptığı açıklamada “bu konulardaki takdir hakkının Amerikalılara ait olduğunu” söyleyecektir.12
Anlaşmalar Karmaşası
Türk hükümet yetkilileri, ikili anlaşmaların Türkiye için taşıdığı olumsuzlukları ve anlaşmalar arası bağlantıların doğurduğu karmaşık sorunları çözmek bir yana kavrayabilecek düzeyde bile değildi. Yapılan anlaşmaların kaç tane olduğu, hangi bakanlığı ya da bakanlıkları ilgilendirdiği, ne zaman yapıldığı, süresinin ve uygulama sorunlarının neler olduğunu bilen bir devlet kuruluşu yoktu. Amerikalılar bu durumdan yararlanıyor ve zaman zaman, anlaşmalarda olmayan uygulamaları da varmış gibi öne sürüyordu.
27 Mayıs 1960’dan sonra Amerikalılarla yapılan gizli anlaşmaların neler olduğunun incelenmek üzere anlaşmaların bir araya toplanması, Dışişleri Bakanlığı’ndan isteniyor. Yapılan uzun araştırmalardan sonra anlaşmalar bir araya getiriliyor ve Amerikalıların ellerinde olduğunu söylediği kimi, ikili anlaşmaların, ilgili Türk orununun (makamlarının) dosya ve belgeliklerinde (arşivlerinde) olmadığı ortaya çıkıyor.13
1966 yılında emekli olan Cevdet Sunay’ın yerine Genelkurmay Başkanı olan Cemal Tural ikili anlaşmalar sorununa önem vermişti. Türkiye, özellikle Johnson Mektubu’ndan sonra 23 Haziran 1954 tarihli Askeri Kolaylıklar Anlaşmasının yenilenmesini istiyordu. ABD bunu kabul etti ancak uzun süre toplantılara katılmadı. Genelkurmay bu iş için bir çalışma ekibi kurmuş, Dışişleri Bakanlığından bilgili ve genç elemanlar da alarak konuya iyi hazırlanmıştı. Bu arada Genelkurmay Başkanı ABD’ye davet edildi. Daveti kabul eden Cemal Tural, Cumhurbaşkanı protokolü ile karşılandı. Tural döndüğünde ikili anlaşmalar konusunda ayrımlı düşünmeye başlamıştı. ABD, toplantılara 9 ay sonra oturduğunda, artık Genelkurmay değişiklik komisyonuna katılmıyordu. Konuyla ilgili karargah subayları ya yerlerinden alınmış ya da emekli olmuştu.14
İkili anlaşmalar, Türkiye’nin geldiği durumun belirleyici öğeleridir. Toplum yaşamındaki yerleri, hiçbir hükümetin karşı çıkmadığı ya da çıkamadığı düzeyde yerleşik durumdadır. Bağımsız ulusal politika belirleme ve uygulama, düşünsel düzeyde bile artık gündemde değildir. Devleti küçültüp güçsüzleştirmeyi amaç edinen politikacılar, her dönemde değişik parti adlarıyla belirleyici devlet yetkilileri durumuna gelmektedir. Bunlar, ulusal çözülmeye yönelen ve toplumsal gerilimlerin kaynağı olan sorunların nedeni olarak, uluslararası küresel politikalarla Türkiye’nin bütünleşmiş olmasını değil, tam tersi yeterince bütünleşmemiş olmasını görmektedir. Hükümet etme yetkilerini sonuna dek bu yönde, çoğu kez yetkilerini de aşan biçimde kullanmaktadır.
Köklü Yerleşim
1945-1950 arasında temelleri atılan ve daha sonraki, dönemde etkisi ve uygulama alanları genişletilerek sürdürülen dışa bağımlı politika o denli yerleşik duruma gelmiştir ki, ihtilaller ve darbeler dahil hiçbir yönetim değişikliği bu politikayı değiştirmemiştir. En köktenci ve en Atatürkçü gözüken 27 Mayıs devrimi bile ’devrimi’ Türk halkına; “NATO’ya, CENTO’ya bağlıyız” diyerek duyurmuştur. Dış kaynaklı politik ve ekonomik uygulamalar bugün de sürmektedir ve Türkiye’yi kendi başına ayakta duramaz duruma getirmiştir. Ulus-devlet varlığını sona erdirecek düzeyde çekinceli (tehlikeli) olan bu politikalara karşı, Türkiye’de yaygın bir ulusçu karşıtçılık da ortaya çıkmaya başlamıştır.
Ekonomik Karışmalar
1950’den sonraki kimi önemli politik-ekonomik gelişmeler şunlardır; 1954 yılında, yabancı petrol şirketlerinin adamı olduğu söylenen Max Ball’e bir petrol yasası taslağı hazırlatıldı ve bu taslak aynı yıl yasalaştı. Yasanın sonradan değiştirilen 136.başlamı şöyleydi: “Bu yasa yabancı şirketlerin izni olmadan değiştirilemez.” Ana karşıtçılığın önderi İsmet İnönü Petrol Yasası için Bu bir kapitülasyon kanunudur” demiş ancak ileride başbakan olduğunda bu yasa için hiçbir girişimde bulunmamıştır.15
1959 Ocağında millileştirme işlemlerinde, ABD hükümetine karar ve karışma yetkisi veren; İstimlak ve Müsadere Garantisi Anlaşması yasalaştırıldı. Bu yasaya, DP Erzurum milletvekili Sabri Dilek tepki gösterdi ve mecliste; “Bu anlaşmanın kabulüyle kapitülasyonlar geri getirilmektedir. Bu anlaşma ile Amerikalılara açıkça imtiyaz verilmektedir” diye tepki gösterdi.16
1965 yılında ABD Kongresinde konuşan Macomber; “Devletçilik, Türkiye’de eski ve saygı gören bir görüştür. Biz ise, Türkiye’nin sorunlarının çoğunun devletçilikten ileri geldiğini düşünüyoruz. Orada özel kesime daha çok rol verilmesini görmenin sabırsızlığı içindeyiz. Seçimle işbaşına gelen iktidarda (AP iktidarı) aynı şeyden yakınmaktadır.”17 dedi.
Demirel Hükümeti bu görüşlere uygun olarak, kaynağı dış krediler olan çok yönlü devlet destekleriyle işbirlikçi niteliğinde bir sermaye kesimi yarattı.

Thornburg Yazanağı (Raporu)


Amerikalı Ekonomist Max V.Thornburg’a, 1946 yılında Türk ekonomisinin geleceği ile ilgili bir yazanak hazırlatılır. Rapor, Atatürk dönemindeki devletçilik uygulamalarının eleştirisi ile başlar ve ağır sanayi yatırımlarının durdurulmasını, Karabük Demir-Çelik işletmelerinin kapatılmasını ister. 125 lokomotif üretecek fabrikanın kurulmasını uygun görmez. Türkiye’nin; makine, uçak ve motor yapım tasarımlarına (projelerine) karşı çıkar, durdurulmasını ister; “böyle düşünenleri Amerikalılar iyi çalışma arkadaşları saymazlar” der. Thornburg Rapor’unda ayrıca; traktör fabrikası, gübre fabrikası, gemi yapım ve alımı için yapılan kredi istemleri reddedilir. Yabancı sermayeye ayrıcalık hakları istenir. Ekonomide tasarlı kalkınmaya karşı çıkılır.18
Thornburg Rapor’u kabul edilir ve büyük oranda uygulanır. CHP’nin izlencesine (programına) aldığı yeni demir çelik-kombinası, genel makine fabrikası, bakır kombinası gibi ağır sanayi yatırımları izlenceden çıkarılır; kalkınma tasarı (planı) rafa kaldırılır.19

12 Eylül ve Sonrası

12 Eylül 1980’in, önceki yönetimlere göre ayrı bir yeri vardır. 1980’li yıllar Yeni Dünya Düzeni politikalarının yoğunlaşarak yayıldığı yıllardır. Ulus devlet karşıtlığı artık açıkça dile getirilmektedir.
Küresel boyutta gündeme getirilen ulus devlet karşıtı politikaların Türkiye’de uygulama görevi, darbecilerin desteğiyle, CIA çalışan yaşamcasına (biyografisine) göre gelmiş geçmiş en Amerikancı başbakan” olan Özal tarafından yerine getirilmiştir. 1980 sonrası dönem, 1945’den beri büyük bir dayanç (sabır) ve dikkatle uygulanan ABD kaynaklı politikaların sonuçlarının ‘özgürce’ alındığı yıllardır.
1980 Darbesiyle Atatürk döneminde yaratılmış olan kamusal ve kültürel değerler birer birer ortadan kaldırıldı. Küreselleşmenin Türkiye’nin kapılarını kırması olan 24 Ocak 1980 kararlarıyla, Türkiye açık pazar durumuna getirildi. KİT’ler satıldı. Yabancılara toprak satışı yapıldı. Türkiye üretim yapamaz duruma getirildi.
CHP, Türk Tarih ve Türk Dil Kurumları kapatıldı. Türk parasını ve ulusal ekonomiyi koruma ve tarımı koruma uygulamalarına büyük oranda son verildi. Devlet işleyişinin yasal kuralları çiğnendi, yasadışılık yaygınlaştırıldı. Kamu varlıkları satıldı. Dinsel örgütlenmeler desteklendi, 163.madde ceza yasasından çıkarıldı.
12 Eylül darbesinin yarattığı özel ortam bu tür politika uygulayıcılarına ölçüsüz bir özgürlük sağladı. Sonuçta Türkiye 21.yüzyıla, 20.yüzyıl başlarında içinde bulunduğu koşulara benzer koşullarla giren bir ülke durumuna getirildi. ABD ile girişilen ilişkilerle, ekonomi yarım yüzyılda çökertildi. Türkiye “Küçük Amerika olmak” yerine, Amerikan uydusu oldu.

DİPNOTLAR

1 “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu 3.Cilt sf. 1680
2 a.g.e. sf.1677
3 “Hatırladıklarım” Zekeriya Sertel, sf. 217, ak; D.Avcıoğlu, “Milli Kurtuluş Tarihi” İstanbul, 1974 3.cilt sf.1587-1588
4 “İkili Anlaşmaların İçyüzü” Haydar Tunçkanat Ekim Yay. sf.255
5 “Çok Partili Hayata Geçiş” Prof. Taner Timur, İletişim Yay.
6 Büyük Larousse Gelişim Yay., sf.6984
7 “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cilt sf.1614
8 a.g.e. sf.1614
9 “İkili Anlaşmaların İçyüzü” Haydar Tunçkanat Ekim Yay., sf.278
10 a.g.e. sf.303
11 a.g.e. sf. 331
12 a.g.e. sf. 331
13 a.g.e. sf.306-307
14 a.g.e. sf.334-337
15 “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cilt, sf.1680
16 a.g.e sf.1682
17 “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu 3.Cilt, sf.1683
18 “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cilt sf.1678
19 a.g.e sf.1678

NİNESİNİ, DEDESİNİ BİLMEYEN OSMANLI



Bu yazıyı okuyanların tümü ninesini ve dedesini ya yaşarken görmüş, kucaklayıp ellerini, yanaklarını öpmüştür, ya da onların artık sararmış fotoğraflarını aile albümünün ilk sayfasına yerleştirmiştir.
Bu yazıyı okuyanların içinden tek bir kişi dahi, anneannesinin, yani ninesin ve anne tarafından dedesinin adını bilmiyor olamaz!
Bu yazıyı okuyanların içinde tek bir kişi dahi, hayatta görmemiş olsa bile, teyzelerinin, dayılarının adlarını bilmiyor olamaz!
Yukarıdaki gerçekler Osmanlı padişahları için geçerli değildir!
Çünkü 4-5’i dışında Osmanlı padişahlarının hiçbirisi ninelerinin ve anne tarafından dedelerinin kim olduğunu bilmiyordu!
4-5’i dışında Osmanlı padişahlarının hiçbirisi ninelerini ve anne tarafından dedelerini hiç görmedikleri gibi, adlarını bile bilmiyordu!
4-5’i dışında Osmanlı padişahlarının hiçbirisi teyzeleri, dayıları var mıydı, varsa adları neydi bilmiyordu!
Neden böyle olmuştu?
Savaşlar sırasında Avrupa’da esir alınan Hıristiyan ve Yahudi kızların, kadınların güzel olanları Osmanlı sarayına getirilmiş, adları ve dinleri değiştirildikten sonra “Harem” denilen seks köleleri özel hapishanesine konulmuştur. Daha sonra bu kızlara, kadınlara “cariye” unvanı verilmiştir.
Osmanlı padişahları ile nikâhsız cinsel ilişkiye giren bu cariyelerden bazıları gebe kalıp padişahlara “şehzadeler” ve “sultanlar” doğurmuştur.
Harem’e konulan cariyelere anan kim, baban kim diye soran olmamıştır!
Seks kölesine anan kim, baban kim diye neden sorsunlar ki?
İşte, bu seks kölelerinden evlilik dışı doğan Osmanlı padişahları, anne tarafından dedelerini ve ninelerini hiç görmedikleri gibi, adlarını bile öğrenememişlerdir.
“GELİN YÜZLEŞELİM” adlı kitabımda bu konuyu belgeleriyle ve ayrıntılarıyla anlattım.
Burada da bir örnek verelim.
Fatih Sultan Mehmet’in annesi Hıristiyan Avrupalı bir seks kölesiydi. Fransız olduğu söylenmektedir. Köle olarak saraya getirilen bu seks kölesine Hüma Hatun adı verilmişti.
Osmanlı’da tüm devşirmelere, esirlere, kölelere, cariyelere Osmanlıca bir isim verilirdi. Kimliklerine de baba adı olarak “Abdullah” yazılırdı.
Fatih Sultan Mehmet’in annesi de kayıtlara “Hüma binti Abdullah” olarak geçmişti.
Fatih’in babası Padişah II. Murat, Fatih’in annesi seks kölesi Hüma Hatun’la nikâh kıymadan çiftleşmiş, yani cinsel ilişkide bulunmuştu.
İşte, Fatih Sultan Mehmet bu evlilik dışı ilişkiden doğmuş bir veledi zinaydı, yani gayri meşruydu, yani Farsça anlatımla piçti.
Hüma Hatun’a hiç kimse anasının, babasının adını sormamıştı.
Devşirmelere, seks kölelerine ana- baba adı sorulmazdı.
İşte bu nedenle, Fatih Sultan Mehmet ninesini, anne tarafından dedesini hiç görmediği gibi adlarını bile bilmedi! Teyzeleri, dayıları var mıydı hiç bilemedi, adlarını bile öğrenemedi. Bu kısa ama temel bilgilerden sonra soracağımız şudur:
Ninesinin, anne tarafından dedesini adlarını bile bilmeyen Osmanlı padişahları, Türklerin “ecdadı” olabilir mi?
Türkler; ninesinin, anne tarafından dedesinin adlarını bile bilmeyen Osmanlı’nın torunları olabilir mi?
Yılmaz Dikbaş
1 Ocak 2015
dikbas@kalinka.com.tr
0532 233 31 52

1 Ocak 2015 Perşembe

Alçaklık, alçalma, direnmenin estetiği… Kemal Okuyan



Yeni yıla yalnızca kutlamalarla girilmedi. Dünyanın birçok bölgesinde çatışmalar sürdü. Hava koşullarından dolayı çok sayıda kişi yollarda mahsur kaldı. 2015’i direnerek karşılayan işçilerden de söz etmeliyiz.
Çin Halk Cumhuriyeti’nde ise insanlar çıkan karışıklıkta birbirini ezmiş. Ölü sayısı tam olarak bilinmiyor ama Şanghay’da en az 40 kişi hayatını kaybetmiş. Kötü ama daha kötü olanı paniğin nedeni. Gelen haberlere göre, trajediye bir binanın üçüncü katından kalabalığa doğru atılan dolar görünümlü kuponlar neden olmuş. Ajanslar, para görünümlü filan da demiyor, düpedüz dolar diyor!
İnsanlık hiçbir şeyden çekmedi şu dolardan çektiği kadar…
Ramazanda havaya atılarak dağıtılan “iftar paketleri”ni hatırladım ya da yardım ederken bile acımasız devletin kamyon kasalarından kalabalığa “balık besler” gibi rasgele fırlattığı ekmekleri kapabilmek için çilekeş insanların düşürüldüğü hâli…
Bir de trajikomik olan vardı, elektronik eşya mağazasında ucuz televizyon satıldığını duyanların sabahın köründe birbirine girdiği, sonra polisin meseleye el koyduğu hani… Düzen sağlayan polis, sonrasında öne geçmiş, neredeyse bütün televizyonları almıştı.
Bütün bu örneklerde insanı alçaltan bir yan var. Tek başına yokluk, yoksullukla açıklanamaz. Evet, temelde toplumsal eşitsizlikleri var eden sistem yatıyor ama sorun şu: O sistemin yıkılması ve yerine yenisinin kurulması sürecinde, yani henüz kaç yıl alacağı tam belli olmayan, güncel açıdan uzun, tarihsel açıdan kısa sayılabilecek dönemde insan bu alçaltıcı girdilere karşı savunmasız mı kalacak?
İkinci Dünya Savaşı’nda, iki yıl, dört buçuk ay boyunca kuşatılan Leningrad’da yaklaşık 1.5 milyon kişi hayatını kaybetmişti. Alman faşistlerinin bombardımanı da can alıyordu ama asıl sorun açlıktı. Naziler kentin boğazını sıkıyor, soğuk, susuzluk, salgın hastalıklar ve kıtlığın Sovyetler Birliği’nin ikinci büyük kentini teslim alacağını düşünüyordu.
Bir süre sonra Leningrad’da canlı hayvan, ama hiçbir türü, kalmadı. Ceset yiyiciler çıktı ortaya, daha da kötüsü insanlara saldıran yamyamlar! Ama bu bozulmanın özneleri, yiyecek karnesi için insanları öldürenler gibi, çok küçük bir azınlıktı.
Halkın büyük çoğunluğu vakurla direndi, düzeni bozmadı, “teslim olalım, kurtulalım”dan uzak durdu.
Asker, polis, istihbaratçı korkusundan mı?
Onların da pek korkulacak tarafı kalmamıştı, askeri istihbarat örgütü açlıktan kırılıyordu, fotoğraflara bakarsanız, Leningrad’ı bir deri-bir kemik Kızıl Ordu askerleri savunuyordu.
Peki bu nasıl mümkün oldu? Kent kuşatmanın yanı sıra, alçalmaya nasıl direndi?
Açlıkla terbiye dendiğinde herhalde bundan daha barbar bir örnek yaşanmamıştır insanlık tarihinde. Ama açlıkla terbiye edilemediler çünkü 1917’den 41’e başka bir terbiye söz konusuydu Sovyetler’de. İşin başındalardı ama belli ki çok yol almışlardı.
Leningrad, açlık ve pislik içinde, direnmenin estetiğini yazdı.
Çünkü sinema ve konser salonları 870 gün boyunca açık kaldı; çünkü ülkenin en önemli bestecileri, yazarları, bilim insanları kuşatılan kentin moralini yükseltmek için orada halkla birlikte yaşadı; çünkü Kızıl Ordu’nun en iyi komutanları, komünist partinin en kritik kadroları kuşatmanın içine yollandı… Bütün bunlar işe yaradı çünkü kimilerinin iddia ettiği gibi sosyalizm yalnızca işsizliğin ortadan kalkması, yalnızca ekmek, yalnızca eğitim ve sağlık hizmeti değildi. Sosyalizm aynı zamanda ve bütün bunlarla birlikte insanın özgürleşmesi, daha doğrusu özgür insanın yaratılmasıydı.
Özgür insan, zorlu bir ideolojik kavganın ürünüdür.
Leningrad ve diğer Sovyet kentleri 50 yıl sonra Nazilere değil ama en az onlar kadar acımasız piyasa canavarının eline düştüyse, bu kapitalizm karşısında sosyalizmin insanı ve kendisini ideolojik açıdan savunmasız bırakmasının sonucudur. Büyük suçtur.
En sert kavgalar, en destansı direnişler dahi, ideoloji alanında ilkellikten kurtulunmadığında, yani insan aklını koruyacak, bağışıklık sistemini artıracak bir ortam sağlanmadığında, yıkım kaçınılmazdır.
Leningrad savunması, “heeey, bize iyi tenorlar değil, keskin nişancılar lazım” akılsızlığına hiç prim verilmediği için kazanılmıştır. Sanatçılardan da epey keskin nişancı çıkmış, keskin nişancılar dinledikleri aryalarla daha da keskinleşmiş, en önemlisi, Mussorskiy’nin operalarıyla terbiye olan halkı açlıkla terbiye etmeye kalkanların hevesi kursaklarında kalmıştır.
İşte bir yılbaşı hadisesinin çağrıştırdıkları…
Yeni yılınız kutlu olsun.
01/01/2015 Perşembe
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kemal-okuyan/alcaklik-alcalma-direnmenin-estetigi-104327


Dincilere kısa yanıtlar – Fırat Bayram



Yıllarca “Başörtülü kızlara üniversitede ikna odası kurdular” diye ağlaşanlar, küçücük çocuklara kendi dinlerini ve mezheplerini benimsetmek için devlet eliyle kurulmuş ikna odalarını şimdi savunuyorsa bunun adı iki yüzlülük değil midir?

Soru – cevap şeklinde gidelim, tane tane anlatalım.

Soru: Din dersinin zorunluluğu tartışılıyor da kimya dersinin zorunluluğu neden tartışılmıyor?

El Cevap: Kimya evrenseldir, herkes için tek bir kimya vardır. Din ise herkesin inanç durumuna göre değişmektedir. Kimya kanıtlanabilirdir, olgulara dayanır. Din ise spekülatiftir, desteksiz kişisel inanca dayanır. Kimya gelişime ve düzeltilmeye açıktır. Din ise kapalı ve dogmatiktir. Kimya bir bilim dalıdır. Dinin bilimle ilgisi yoktur. Kimya işe yarar. Bilime burun kıvıranlar bile bilimin ürünlerinden faydalanır. Din ne işe yarıyor? O dine inanmayan insanlar o dinin hiçbir şeyinden faydalanmazlar. Dinin insanlığa katkısı kalmamıştır. Kimyanın zararı yoktur. Dinin zararı olmadığı söylenebilir mi? Kimya tehdit içermez. Din ise cehennemde yanmakla tehdit etmek üzerine inşa olmuştur. Bu tür tehditler çocukların üzerinde olumsuz etki yapar.

Kendine güveni olan hiçbir din, henüz doğru ile yanlışı tam ayıramayan, aklı ‘baliğ’ olmamış çocuklara kendini benimsetmeye çalışmaz. Zaten İslam geleneğinde çocuğa dini öğretme görevi babanındır, baba yoksa amcanındır. Yani aile içinde öğretilir. Eskiden okul mu varmış? Şimdiki zorunlu ders ısrarının sebebi dini herkese dayatmak ve tek tip inanç yaratmaktır.

Soru: Seni veya çocuklarını zorunlu din dersi yoluyla Müslüman/Sünni yapabilir miyiz?

El Cevap: Yapamazsınız. İnancınızı dayatmaya kalktığınızı hissederim. Baskı yaptığınız yönünde algılarım. Benden nefret ettiğinizi, varlığıma tahammül edemediğinizi, asimile etmeye çalıştığınızı düşünürüm. Bu yüzden içimde size dönük nefret duygusu oluşmaya başlar. Dinini dayatanlar, dine dönük olası tepkiden şikayet etme hakkını yitirirler. Zaten ben zorunlu din dersleri gördüm, hepsinden de yüksek notla geçtim ama sonuç ortada! Belki dini daha az bilseydim Müslüman kalabilirdim.

Soru: Din dersi olmasın da uyuşturucu bağımlısı mı olunsun?

El Cevap: “Uyuşturucu kullanmak çok günah, kullanırsanız cehennemde yanarsınız” demekle uyuşturucu sorunu çözülebiliyor olsaydı şimdiye çoktan çözülürdü. Zaten bu tek cümlenin yanına ikincisi konamaz. Söyledin bitti, sonra? Başka ne söylenebilir ki? Kaldı ki bunu her zaman söylemek mümkündür. Zorunlu derse ne gerek var? Dinsizlerin daha çok uyuşturucu kullandığı yönünde hiçbir bilimsel veri yoktur. Bu tür ön yargıları olanların beri yandan da mazlum edebiyatı yapması anlaşılır şey değildir. İnançsızlık her türlü kötülüğü yapabilir olmayı beraberinde getirmez. Kötülükte dudak uçuklatacak işleri yapanlar (kafa kesip top oynamak gibi) daha çok kendini ‘inançlı’ olarak tanımlayan kesimden çıkmaktadır. Kendileri zulmedenler, başkalarının zalimliğinden dem vuramaz.

Soru: Dindar bir nesil istemenin nesi problemli?

El Cevap: Kendi inancını dayatıyor, topluma şekillendirilecek hamur muamelesi yapıyorsunuz. Nesi problemsiz? Başka bir ülkede yabancı bir din sizin çocuklarınıza dayatılsa hoşunuza gider miydi? Kendinize yapılmasını istemediğiniz bir şeyi başkasına yapmak ahlak dışı değil midir? Din adına yapılan ahlak dışılıklar artık yetmedi mi? Din eğitimini ‘sivil toplumda’ veya yüzyıllardır olduğu gibi aile içinde vermek varken devlet okulu diye tutturmanın iyi niyetli tarafı var mı? Tek derdiniz asimilasyon.

Soru: Ben nasıl Marksist olmadığım halde Marksizmi biliyorsam senin de dini bilmen gerekmez mi?

El Cevap: Marksizm sana zorunlu ders olarak okutulmadı. Kendin araştırıp öğrendin. Ben de dini kendim araştırıp öğrenebilirim. Tabi merak edersem! Artık iletişim çağında yaşıyoruz, internet elimizin altında. Bilgiye erişmek çok kolay. İslam hakkında bilgi almak isteyen birinin internete girip yüzlerce İslami siteden birini seçmesi ve bilgi edinmesi birkaç saniyelik iştir. Hal böyleyken din dersi için ayrılan bütçeye yazık.

%99’unun Müslüman olduğu söylenen bir ülkede dini tanımam için ders görmeme gerek yok zaten. Ben Danimarka’da yaşamıyorum ki! Kimse İslam’dan habersiz değil. Dinini biliyor ve kabul etmiyorum; bunu sindirebilmeyi öğren artık. Bana inancını kendi güzel ahlakınla, yaşayışınla, davranışınla, vicdanınla gösterebiliyorsan buyur göster. Bunu yapamıyorsan, zorunlu derslerde ne hikayeler anlatırsan anlat ikna olmam.

Yıllarca “Başörtülü kızlara üniversitede ikna odası kurdular” diye ağlaşanlar, küçücük çocuklara kendi dinlerini ve mezheplerini benimsetmek için devlet eliyle kurulmuş ikna odalarını şimdi savunuyorsa bunun adı iki yüzlülük değil midir?

Soru: Dersin adı ‘Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi’. Bu derslerde ahlak bilgisi de öğretiliyor. Ahlaka da mı karşısın?

El Cevap: Ahlakın, dinin tekeline sokulmasına karşıyım. Ahlakın, sure ezberleyip tesettüre girmeye indirgenmesine karşıyım. Ahlakın, cehennemle korkutarak gerçekleştirilebileceği fikrini de sorunlu buluyorum. Örneğin, ‘çalmamak’ en temel ahlaki ilkelerdendir. Bu ilkeye kendileri uyamayanlar çocuklara ne kadar okutabilir?

Soru: Ama dini yanlış anlayıp IŞİD gibi ‘öfkeli gençler’ ortaya çıkmaması için din dersi gerekmez mi?

El Cevap: IŞİD’e ülkemizden de katılımlar olduğu biliniyor ve ülkemizde sittin senedir din dersi zorunlu! Belli ki katılımı düşürmemiş. Dinin doğru anlaşılması için devlet başımıza din hocasını nöbetçi dikecekse, yani dini kişisel olarak öğrenmemiz sakıncalıysa o zaman Kuran-ı Kerim mealleri de yasaklansın. Zira birileri bu kitabı okuyup yanlış yorumlayabilir. Kuran sadece din dersinde, din hocalarının gözetiminde okunsun. Bu mantık buraya varır.  Bunu mu savunuyorsunuz? Benim için hava hoş! Yeter ki tutarlı olun.

Kaldı ki zorunlu din dersi sadece Müslümanlara okutuluyor değil. Müslüman (Sünni) olmayanın zaten ‘yanlış anlayıp’ da IŞİD’ci olması mümkün değil. IŞİD gibi örgütlerin olmaması için zorunlu din dersi koymak değil, bu tür örgütlere el altından verilen desteği kesmek gerekiyor.

Soru: Ortaöğretimde türbana neden karşı çıkıyorsun?

El Cevap: Örtünme konusu yetişkinler arasındaki bir tartışmadır. Çocukları türbana yönlendirip ‘küçük kadınlar’ haline getirmek, yetişkinlik yaşının algılarda 10’a düşürülmesinin önünü açmak kabul edilecek şey değildir! Bu kafayla ‘çocuk gelin’ sorunu da bitmez. Çocukları en az son 10 yıldır ülkeyi kutuplaştıran bir konunun parçası kılmanın ne gereği var? Piercing ve dövme konusunda karar alması yasaklanan öğrenciler türban konusunda kendi kararlarını mı alacak? Herkes biliyor ki dinci ailelerin kızlarını daha küçük yaşta örtünmeye zorlamasının önü açılıyor. Oysa türban yasağı varken hiç değilse küçük yaştaki kızlar bir süre de olsa özgürce giyinebiliyor, rüzgarı saçlarında hissedebiliyordu. Bazı yasaklar, insanı özgürleştirir!

Eğitim laik ve bilimsel içerikli olmalıdır. Okullar bilim yuvasıdır. Dogmatik bir inancın sembollerine sıkıca sarılarak okullara girmeye çalışmak, tersinden bir örnek verecek olursak, imam hatipte okumak isteyen birinin ısrarla okula şortla girmeye çalışmasına benzer. Daha okula girerken dinsel sembole fanatik biçimde tutunuyorsan henüz kapıdan girerken dahi bilime karşı kendinde bir duvar örüyorsun demektir. Bu fanatizmle içeri girilmesi, iyi niyetle bilim öğrenilmek istendiğine değil, bir kaleyi fethetme girişimine benziyor. Bunun özgürlükle ilgisi yok; dinci ideolojik ısrarla ilgisi var.

Ben öğretmenlerin de türbansız olması gerektiğine inanıyorum. Çocuklar türbanlı bir öğretmenle karşılaşıp neden türban taktığını sordular veya türbanlı bir arkadaşlarına böyle bir soru sordular diyelim. Gelen cevap nasıl olacaktır? “Allahın emri, takmayanlar yanacak!” demeyecekler mi? Bunu duyan bir çocuğun (hele ki annesinin başı açıksa) psikolojisi ne olacaktır? Türban ‘güçlü bir sembol’dür ve çocukların onunla karşılaşmama hakkı vardır.

Şunun bilinmesi gerekiyor; başörtüsü emrine dönük inanç, örtünmeyenlerin günah işlediği ve cehennemde ceza görmeyi hak ettiği yönündeki bir inancı da içinde barındırıyor. Sırf senden farklı giyindim diye benim yanacağımı söylüyor ve bunu onaylıyorsan bu bir nefret inancıdır. Türbanın bu denli tepki çekmesi de bu yüzdendir. Hiç gereği yokken cehennem cezalarının hedefi kılınıp ahlaki eksiklik suçlamalarına muhatap olmak herkesin sinirini bozar. ‘Yanacağına inanıyorum ama seni seviyorum’ diye bir şey olmaz. Benden nefret ediyorsun, üstelik sırf senin kadar örtünmedim diye! Herkes böyle bir inanca tepki gösterecektir. Nitekim dünyanın her yerinde İslamcıların bu tesettür inancı tepki çekiyor. Ve İslamcıların bu tepkiyi anlamaya dönük hiçbir çabaları yok. Benden nefret etmekte serbestsin. Ama çocuklar nefretle yüz yüze kalmamalı. En azından müsaade edin, büyüsünler. Sonra doya doya nefret edersiniz.

Soru: Özgürlükçü değil misin yoksa?

El Cevap: Salak değilim! Bu örtünme hamlesinin genel konsept (dincileşme) içerisinde değerlendirilmesi gerektiğini görüyorum. Dövme veya piercing söz konusu olunca çocuk kabul ettiğiniz insanları türban söz konusu olunca nasıl da yetişkin kabul edebildiğinizi, buradaki çifte standardı görüyorum.