2 Ocak 2015 Cuma

NİNESİNİ, DEDESİNİ BİLMEYEN OSMANLI



Bu yazıyı okuyanların tümü ninesini ve dedesini ya yaşarken görmüş, kucaklayıp ellerini, yanaklarını öpmüştür, ya da onların artık sararmış fotoğraflarını aile albümünün ilk sayfasına yerleştirmiştir.
Bu yazıyı okuyanların içinden tek bir kişi dahi, anneannesinin, yani ninesin ve anne tarafından dedesinin adını bilmiyor olamaz!
Bu yazıyı okuyanların içinde tek bir kişi dahi, hayatta görmemiş olsa bile, teyzelerinin, dayılarının adlarını bilmiyor olamaz!
Yukarıdaki gerçekler Osmanlı padişahları için geçerli değildir!
Çünkü 4-5’i dışında Osmanlı padişahlarının hiçbirisi ninelerinin ve anne tarafından dedelerinin kim olduğunu bilmiyordu!
4-5’i dışında Osmanlı padişahlarının hiçbirisi ninelerini ve anne tarafından dedelerini hiç görmedikleri gibi, adlarını bile bilmiyordu!
4-5’i dışında Osmanlı padişahlarının hiçbirisi teyzeleri, dayıları var mıydı, varsa adları neydi bilmiyordu!
Neden böyle olmuştu?
Savaşlar sırasında Avrupa’da esir alınan Hıristiyan ve Yahudi kızların, kadınların güzel olanları Osmanlı sarayına getirilmiş, adları ve dinleri değiştirildikten sonra “Harem” denilen seks köleleri özel hapishanesine konulmuştur. Daha sonra bu kızlara, kadınlara “cariye” unvanı verilmiştir.
Osmanlı padişahları ile nikâhsız cinsel ilişkiye giren bu cariyelerden bazıları gebe kalıp padişahlara “şehzadeler” ve “sultanlar” doğurmuştur.
Harem’e konulan cariyelere anan kim, baban kim diye soran olmamıştır!
Seks kölesine anan kim, baban kim diye neden sorsunlar ki?
İşte, bu seks kölelerinden evlilik dışı doğan Osmanlı padişahları, anne tarafından dedelerini ve ninelerini hiç görmedikleri gibi, adlarını bile öğrenememişlerdir.
“GELİN YÜZLEŞELİM” adlı kitabımda bu konuyu belgeleriyle ve ayrıntılarıyla anlattım.
Burada da bir örnek verelim.
Fatih Sultan Mehmet’in annesi Hıristiyan Avrupalı bir seks kölesiydi. Fransız olduğu söylenmektedir. Köle olarak saraya getirilen bu seks kölesine Hüma Hatun adı verilmişti.
Osmanlı’da tüm devşirmelere, esirlere, kölelere, cariyelere Osmanlıca bir isim verilirdi. Kimliklerine de baba adı olarak “Abdullah” yazılırdı.
Fatih Sultan Mehmet’in annesi de kayıtlara “Hüma binti Abdullah” olarak geçmişti.
Fatih’in babası Padişah II. Murat, Fatih’in annesi seks kölesi Hüma Hatun’la nikâh kıymadan çiftleşmiş, yani cinsel ilişkide bulunmuştu.
İşte, Fatih Sultan Mehmet bu evlilik dışı ilişkiden doğmuş bir veledi zinaydı, yani gayri meşruydu, yani Farsça anlatımla piçti.
Hüma Hatun’a hiç kimse anasının, babasının adını sormamıştı.
Devşirmelere, seks kölelerine ana- baba adı sorulmazdı.
İşte bu nedenle, Fatih Sultan Mehmet ninesini, anne tarafından dedesini hiç görmediği gibi adlarını bile bilmedi! Teyzeleri, dayıları var mıydı hiç bilemedi, adlarını bile öğrenemedi. Bu kısa ama temel bilgilerden sonra soracağımız şudur:
Ninesinin, anne tarafından dedesini adlarını bile bilmeyen Osmanlı padişahları, Türklerin “ecdadı” olabilir mi?
Türkler; ninesinin, anne tarafından dedesinin adlarını bile bilmeyen Osmanlı’nın torunları olabilir mi?
Yılmaz Dikbaş
1 Ocak 2015
dikbas@kalinka.com.tr
0532 233 31 52

1 Ocak 2015 Perşembe

Alçaklık, alçalma, direnmenin estetiği… Kemal Okuyan



Yeni yıla yalnızca kutlamalarla girilmedi. Dünyanın birçok bölgesinde çatışmalar sürdü. Hava koşullarından dolayı çok sayıda kişi yollarda mahsur kaldı. 2015’i direnerek karşılayan işçilerden de söz etmeliyiz.
Çin Halk Cumhuriyeti’nde ise insanlar çıkan karışıklıkta birbirini ezmiş. Ölü sayısı tam olarak bilinmiyor ama Şanghay’da en az 40 kişi hayatını kaybetmiş. Kötü ama daha kötü olanı paniğin nedeni. Gelen haberlere göre, trajediye bir binanın üçüncü katından kalabalığa doğru atılan dolar görünümlü kuponlar neden olmuş. Ajanslar, para görünümlü filan da demiyor, düpedüz dolar diyor!
İnsanlık hiçbir şeyden çekmedi şu dolardan çektiği kadar…
Ramazanda havaya atılarak dağıtılan “iftar paketleri”ni hatırladım ya da yardım ederken bile acımasız devletin kamyon kasalarından kalabalığa “balık besler” gibi rasgele fırlattığı ekmekleri kapabilmek için çilekeş insanların düşürüldüğü hâli…
Bir de trajikomik olan vardı, elektronik eşya mağazasında ucuz televizyon satıldığını duyanların sabahın köründe birbirine girdiği, sonra polisin meseleye el koyduğu hani… Düzen sağlayan polis, sonrasında öne geçmiş, neredeyse bütün televizyonları almıştı.
Bütün bu örneklerde insanı alçaltan bir yan var. Tek başına yokluk, yoksullukla açıklanamaz. Evet, temelde toplumsal eşitsizlikleri var eden sistem yatıyor ama sorun şu: O sistemin yıkılması ve yerine yenisinin kurulması sürecinde, yani henüz kaç yıl alacağı tam belli olmayan, güncel açıdan uzun, tarihsel açıdan kısa sayılabilecek dönemde insan bu alçaltıcı girdilere karşı savunmasız mı kalacak?
İkinci Dünya Savaşı’nda, iki yıl, dört buçuk ay boyunca kuşatılan Leningrad’da yaklaşık 1.5 milyon kişi hayatını kaybetmişti. Alman faşistlerinin bombardımanı da can alıyordu ama asıl sorun açlıktı. Naziler kentin boğazını sıkıyor, soğuk, susuzluk, salgın hastalıklar ve kıtlığın Sovyetler Birliği’nin ikinci büyük kentini teslim alacağını düşünüyordu.
Bir süre sonra Leningrad’da canlı hayvan, ama hiçbir türü, kalmadı. Ceset yiyiciler çıktı ortaya, daha da kötüsü insanlara saldıran yamyamlar! Ama bu bozulmanın özneleri, yiyecek karnesi için insanları öldürenler gibi, çok küçük bir azınlıktı.
Halkın büyük çoğunluğu vakurla direndi, düzeni bozmadı, “teslim olalım, kurtulalım”dan uzak durdu.
Asker, polis, istihbaratçı korkusundan mı?
Onların da pek korkulacak tarafı kalmamıştı, askeri istihbarat örgütü açlıktan kırılıyordu, fotoğraflara bakarsanız, Leningrad’ı bir deri-bir kemik Kızıl Ordu askerleri savunuyordu.
Peki bu nasıl mümkün oldu? Kent kuşatmanın yanı sıra, alçalmaya nasıl direndi?
Açlıkla terbiye dendiğinde herhalde bundan daha barbar bir örnek yaşanmamıştır insanlık tarihinde. Ama açlıkla terbiye edilemediler çünkü 1917’den 41’e başka bir terbiye söz konusuydu Sovyetler’de. İşin başındalardı ama belli ki çok yol almışlardı.
Leningrad, açlık ve pislik içinde, direnmenin estetiğini yazdı.
Çünkü sinema ve konser salonları 870 gün boyunca açık kaldı; çünkü ülkenin en önemli bestecileri, yazarları, bilim insanları kuşatılan kentin moralini yükseltmek için orada halkla birlikte yaşadı; çünkü Kızıl Ordu’nun en iyi komutanları, komünist partinin en kritik kadroları kuşatmanın içine yollandı… Bütün bunlar işe yaradı çünkü kimilerinin iddia ettiği gibi sosyalizm yalnızca işsizliğin ortadan kalkması, yalnızca ekmek, yalnızca eğitim ve sağlık hizmeti değildi. Sosyalizm aynı zamanda ve bütün bunlarla birlikte insanın özgürleşmesi, daha doğrusu özgür insanın yaratılmasıydı.
Özgür insan, zorlu bir ideolojik kavganın ürünüdür.
Leningrad ve diğer Sovyet kentleri 50 yıl sonra Nazilere değil ama en az onlar kadar acımasız piyasa canavarının eline düştüyse, bu kapitalizm karşısında sosyalizmin insanı ve kendisini ideolojik açıdan savunmasız bırakmasının sonucudur. Büyük suçtur.
En sert kavgalar, en destansı direnişler dahi, ideoloji alanında ilkellikten kurtulunmadığında, yani insan aklını koruyacak, bağışıklık sistemini artıracak bir ortam sağlanmadığında, yıkım kaçınılmazdır.
Leningrad savunması, “heeey, bize iyi tenorlar değil, keskin nişancılar lazım” akılsızlığına hiç prim verilmediği için kazanılmıştır. Sanatçılardan da epey keskin nişancı çıkmış, keskin nişancılar dinledikleri aryalarla daha da keskinleşmiş, en önemlisi, Mussorskiy’nin operalarıyla terbiye olan halkı açlıkla terbiye etmeye kalkanların hevesi kursaklarında kalmıştır.
İşte bir yılbaşı hadisesinin çağrıştırdıkları…
Yeni yılınız kutlu olsun.
01/01/2015 Perşembe
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kemal-okuyan/alcaklik-alcalma-direnmenin-estetigi-104327


Dincilere kısa yanıtlar – Fırat Bayram



Yıllarca “Başörtülü kızlara üniversitede ikna odası kurdular” diye ağlaşanlar, küçücük çocuklara kendi dinlerini ve mezheplerini benimsetmek için devlet eliyle kurulmuş ikna odalarını şimdi savunuyorsa bunun adı iki yüzlülük değil midir?

Soru – cevap şeklinde gidelim, tane tane anlatalım.

Soru: Din dersinin zorunluluğu tartışılıyor da kimya dersinin zorunluluğu neden tartışılmıyor?

El Cevap: Kimya evrenseldir, herkes için tek bir kimya vardır. Din ise herkesin inanç durumuna göre değişmektedir. Kimya kanıtlanabilirdir, olgulara dayanır. Din ise spekülatiftir, desteksiz kişisel inanca dayanır. Kimya gelişime ve düzeltilmeye açıktır. Din ise kapalı ve dogmatiktir. Kimya bir bilim dalıdır. Dinin bilimle ilgisi yoktur. Kimya işe yarar. Bilime burun kıvıranlar bile bilimin ürünlerinden faydalanır. Din ne işe yarıyor? O dine inanmayan insanlar o dinin hiçbir şeyinden faydalanmazlar. Dinin insanlığa katkısı kalmamıştır. Kimyanın zararı yoktur. Dinin zararı olmadığı söylenebilir mi? Kimya tehdit içermez. Din ise cehennemde yanmakla tehdit etmek üzerine inşa olmuştur. Bu tür tehditler çocukların üzerinde olumsuz etki yapar.

Kendine güveni olan hiçbir din, henüz doğru ile yanlışı tam ayıramayan, aklı ‘baliğ’ olmamış çocuklara kendini benimsetmeye çalışmaz. Zaten İslam geleneğinde çocuğa dini öğretme görevi babanındır, baba yoksa amcanındır. Yani aile içinde öğretilir. Eskiden okul mu varmış? Şimdiki zorunlu ders ısrarının sebebi dini herkese dayatmak ve tek tip inanç yaratmaktır.

Soru: Seni veya çocuklarını zorunlu din dersi yoluyla Müslüman/Sünni yapabilir miyiz?

El Cevap: Yapamazsınız. İnancınızı dayatmaya kalktığınızı hissederim. Baskı yaptığınız yönünde algılarım. Benden nefret ettiğinizi, varlığıma tahammül edemediğinizi, asimile etmeye çalıştığınızı düşünürüm. Bu yüzden içimde size dönük nefret duygusu oluşmaya başlar. Dinini dayatanlar, dine dönük olası tepkiden şikayet etme hakkını yitirirler. Zaten ben zorunlu din dersleri gördüm, hepsinden de yüksek notla geçtim ama sonuç ortada! Belki dini daha az bilseydim Müslüman kalabilirdim.

Soru: Din dersi olmasın da uyuşturucu bağımlısı mı olunsun?

El Cevap: “Uyuşturucu kullanmak çok günah, kullanırsanız cehennemde yanarsınız” demekle uyuşturucu sorunu çözülebiliyor olsaydı şimdiye çoktan çözülürdü. Zaten bu tek cümlenin yanına ikincisi konamaz. Söyledin bitti, sonra? Başka ne söylenebilir ki? Kaldı ki bunu her zaman söylemek mümkündür. Zorunlu derse ne gerek var? Dinsizlerin daha çok uyuşturucu kullandığı yönünde hiçbir bilimsel veri yoktur. Bu tür ön yargıları olanların beri yandan da mazlum edebiyatı yapması anlaşılır şey değildir. İnançsızlık her türlü kötülüğü yapabilir olmayı beraberinde getirmez. Kötülükte dudak uçuklatacak işleri yapanlar (kafa kesip top oynamak gibi) daha çok kendini ‘inançlı’ olarak tanımlayan kesimden çıkmaktadır. Kendileri zulmedenler, başkalarının zalimliğinden dem vuramaz.

Soru: Dindar bir nesil istemenin nesi problemli?

El Cevap: Kendi inancını dayatıyor, topluma şekillendirilecek hamur muamelesi yapıyorsunuz. Nesi problemsiz? Başka bir ülkede yabancı bir din sizin çocuklarınıza dayatılsa hoşunuza gider miydi? Kendinize yapılmasını istemediğiniz bir şeyi başkasına yapmak ahlak dışı değil midir? Din adına yapılan ahlak dışılıklar artık yetmedi mi? Din eğitimini ‘sivil toplumda’ veya yüzyıllardır olduğu gibi aile içinde vermek varken devlet okulu diye tutturmanın iyi niyetli tarafı var mı? Tek derdiniz asimilasyon.

Soru: Ben nasıl Marksist olmadığım halde Marksizmi biliyorsam senin de dini bilmen gerekmez mi?

El Cevap: Marksizm sana zorunlu ders olarak okutulmadı. Kendin araştırıp öğrendin. Ben de dini kendim araştırıp öğrenebilirim. Tabi merak edersem! Artık iletişim çağında yaşıyoruz, internet elimizin altında. Bilgiye erişmek çok kolay. İslam hakkında bilgi almak isteyen birinin internete girip yüzlerce İslami siteden birini seçmesi ve bilgi edinmesi birkaç saniyelik iştir. Hal böyleyken din dersi için ayrılan bütçeye yazık.

%99’unun Müslüman olduğu söylenen bir ülkede dini tanımam için ders görmeme gerek yok zaten. Ben Danimarka’da yaşamıyorum ki! Kimse İslam’dan habersiz değil. Dinini biliyor ve kabul etmiyorum; bunu sindirebilmeyi öğren artık. Bana inancını kendi güzel ahlakınla, yaşayışınla, davranışınla, vicdanınla gösterebiliyorsan buyur göster. Bunu yapamıyorsan, zorunlu derslerde ne hikayeler anlatırsan anlat ikna olmam.

Yıllarca “Başörtülü kızlara üniversitede ikna odası kurdular” diye ağlaşanlar, küçücük çocuklara kendi dinlerini ve mezheplerini benimsetmek için devlet eliyle kurulmuş ikna odalarını şimdi savunuyorsa bunun adı iki yüzlülük değil midir?

Soru: Dersin adı ‘Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi’. Bu derslerde ahlak bilgisi de öğretiliyor. Ahlaka da mı karşısın?

El Cevap: Ahlakın, dinin tekeline sokulmasına karşıyım. Ahlakın, sure ezberleyip tesettüre girmeye indirgenmesine karşıyım. Ahlakın, cehennemle korkutarak gerçekleştirilebileceği fikrini de sorunlu buluyorum. Örneğin, ‘çalmamak’ en temel ahlaki ilkelerdendir. Bu ilkeye kendileri uyamayanlar çocuklara ne kadar okutabilir?

Soru: Ama dini yanlış anlayıp IŞİD gibi ‘öfkeli gençler’ ortaya çıkmaması için din dersi gerekmez mi?

El Cevap: IŞİD’e ülkemizden de katılımlar olduğu biliniyor ve ülkemizde sittin senedir din dersi zorunlu! Belli ki katılımı düşürmemiş. Dinin doğru anlaşılması için devlet başımıza din hocasını nöbetçi dikecekse, yani dini kişisel olarak öğrenmemiz sakıncalıysa o zaman Kuran-ı Kerim mealleri de yasaklansın. Zira birileri bu kitabı okuyup yanlış yorumlayabilir. Kuran sadece din dersinde, din hocalarının gözetiminde okunsun. Bu mantık buraya varır.  Bunu mu savunuyorsunuz? Benim için hava hoş! Yeter ki tutarlı olun.

Kaldı ki zorunlu din dersi sadece Müslümanlara okutuluyor değil. Müslüman (Sünni) olmayanın zaten ‘yanlış anlayıp’ da IŞİD’ci olması mümkün değil. IŞİD gibi örgütlerin olmaması için zorunlu din dersi koymak değil, bu tür örgütlere el altından verilen desteği kesmek gerekiyor.

Soru: Ortaöğretimde türbana neden karşı çıkıyorsun?

El Cevap: Örtünme konusu yetişkinler arasındaki bir tartışmadır. Çocukları türbana yönlendirip ‘küçük kadınlar’ haline getirmek, yetişkinlik yaşının algılarda 10’a düşürülmesinin önünü açmak kabul edilecek şey değildir! Bu kafayla ‘çocuk gelin’ sorunu da bitmez. Çocukları en az son 10 yıldır ülkeyi kutuplaştıran bir konunun parçası kılmanın ne gereği var? Piercing ve dövme konusunda karar alması yasaklanan öğrenciler türban konusunda kendi kararlarını mı alacak? Herkes biliyor ki dinci ailelerin kızlarını daha küçük yaşta örtünmeye zorlamasının önü açılıyor. Oysa türban yasağı varken hiç değilse küçük yaştaki kızlar bir süre de olsa özgürce giyinebiliyor, rüzgarı saçlarında hissedebiliyordu. Bazı yasaklar, insanı özgürleştirir!

Eğitim laik ve bilimsel içerikli olmalıdır. Okullar bilim yuvasıdır. Dogmatik bir inancın sembollerine sıkıca sarılarak okullara girmeye çalışmak, tersinden bir örnek verecek olursak, imam hatipte okumak isteyen birinin ısrarla okula şortla girmeye çalışmasına benzer. Daha okula girerken dinsel sembole fanatik biçimde tutunuyorsan henüz kapıdan girerken dahi bilime karşı kendinde bir duvar örüyorsun demektir. Bu fanatizmle içeri girilmesi, iyi niyetle bilim öğrenilmek istendiğine değil, bir kaleyi fethetme girişimine benziyor. Bunun özgürlükle ilgisi yok; dinci ideolojik ısrarla ilgisi var.

Ben öğretmenlerin de türbansız olması gerektiğine inanıyorum. Çocuklar türbanlı bir öğretmenle karşılaşıp neden türban taktığını sordular veya türbanlı bir arkadaşlarına böyle bir soru sordular diyelim. Gelen cevap nasıl olacaktır? “Allahın emri, takmayanlar yanacak!” demeyecekler mi? Bunu duyan bir çocuğun (hele ki annesinin başı açıksa) psikolojisi ne olacaktır? Türban ‘güçlü bir sembol’dür ve çocukların onunla karşılaşmama hakkı vardır.

Şunun bilinmesi gerekiyor; başörtüsü emrine dönük inanç, örtünmeyenlerin günah işlediği ve cehennemde ceza görmeyi hak ettiği yönündeki bir inancı da içinde barındırıyor. Sırf senden farklı giyindim diye benim yanacağımı söylüyor ve bunu onaylıyorsan bu bir nefret inancıdır. Türbanın bu denli tepki çekmesi de bu yüzdendir. Hiç gereği yokken cehennem cezalarının hedefi kılınıp ahlaki eksiklik suçlamalarına muhatap olmak herkesin sinirini bozar. ‘Yanacağına inanıyorum ama seni seviyorum’ diye bir şey olmaz. Benden nefret ediyorsun, üstelik sırf senin kadar örtünmedim diye! Herkes böyle bir inanca tepki gösterecektir. Nitekim dünyanın her yerinde İslamcıların bu tesettür inancı tepki çekiyor. Ve İslamcıların bu tepkiyi anlamaya dönük hiçbir çabaları yok. Benden nefret etmekte serbestsin. Ama çocuklar nefretle yüz yüze kalmamalı. En azından müsaade edin, büyüsünler. Sonra doya doya nefret edersiniz.

Soru: Özgürlükçü değil misin yoksa?

El Cevap: Salak değilim! Bu örtünme hamlesinin genel konsept (dincileşme) içerisinde değerlendirilmesi gerektiğini görüyorum. Dövme veya piercing söz konusu olunca çocuk kabul ettiğiniz insanları türban söz konusu olunca nasıl da yetişkin kabul edebildiğinizi, buradaki çifte standardı görüyorum.

30 Aralık 2014 Salı

ATATÜRK'ün Dil Devrimine dil uzatan Cumhuriyet yazarına yanıt/ Tarık Konal



      Saygın Arkadaşlarım
      Bugün Cumhuriyet'in spor sayfasında Orhan Can adlı yazar (!) Bilge Önder ATATÜRK'ün Dil Devrimi'ne dil uzattı.
      Dilde devrim olmaz, dilde evrim olur ” dedi Orhan Can. Onun bu gülünç tümcesini okuduğumda, şaşırmadım.
      Bu tümce Yazaç (harf) ile Dil Devrimi'nin başlatıldığı günden günümüze “karşıdevrimciler”ce sürekli yinelenmiş, sürekli gevelenmiştir; bu nedenle bu tümce dil devrimcilerine yabancı değildir...
      Ancak gerçek, Orhan Can'ın tanımlamasındakiyle ilintisizdir.
      Devrim, bir ulusun çağın gerisinde kalmasına neden olan kurumlarının yerine çağcıl kurumlar kurması, çağcıl girişimler başlatmasıdır.
      Bunun bilincine varamadığı anlaşılan Orhan Can -bir karşıdevrimci değilse- bir dardağarcıklı olduğunu sergilemiştir bu tümcesiyle...
      Devrim değil de evrim'miş... Türkçe, içine Osmanoğullarınca katılmış Arapça-Farsça sözcüklerin, bir evrimle (kimbilir kaç yüzyıl sürecek bir evrimle) yerlerini Türçeye bırakmasını mı bekleyecekti? Us yoksunu muydu bu ulus?
      Türkçe, Mehter Marşlı Yürüyüş benzeri bir evrimle (!) gelişmeyi mi bekleyecekti, yoksa bir Bilge Önder'in “koşaradım”lı, ardışık devrimlerini mi yeğleyecekti? 
                                                               * * *
       Orhan Can, dardağarcıklı olarak kalmak yerine, Dil Devrimleri konusunda bir araştırma yapsaydı, Dil Devrimlerinin, dünyada ulusal devletlerin kurulmasına neden olmuş çok anlamlı devinimler olduğunu görecekti.
       XV. yüzyılda Avrupa'da Hıristiyan ümmetliğinden kurtulma ile başlayan uluslaşma sürecinde toplumların, öncelikle ele aldıkları konu, ulusal dilleriydi.
       Uluslar, XII. yüzyılda -evrim'i beklemeden- öz kimliklerini kavramaya koyuldular...
       Fransa ile Almanya 1690 -1790 yılları arasında ulusal dillerini Hıristiyanların ortak dili olan Latince'den ayırıp ulusal dilleriyle eğitime geçtiler. Macarlar XIX. yüzyılda dillerinden 10 bin yabancı sözcüğü ayıkladılar, uzaklaştırdılar.
       İtalyanlar ise yazın alanında İtalyancayı -bunlardan çok daha önce- XIII. yüzyılda kullanmaya başladı. Dante, 1310'da İlahi Komedya'sını, Galileo (1564 -1642), gökyüzünde olup bitenleri İtalyan dilinin Padau lehçesiyle yazdı. Galileo, bununla da yetinmedi, Latincedeki tüm gökyüzü terimlerini İtalyancaya çevirdi.
       Dünyada uluslaşma süreci başlamışken, ulusal diller günyüzüne çıkmışken Türkçemizin başına gelenler ise tam bir karabasandı.
       Türkçemiz, Karahanlılar Döneminde (932-1212) İslamla birlikte Arap Abecesi de benimsenince, bir din dili olan Arapçanın saldırısına uğradı. Göktürk Yazıtlarında (700 - 735), Kutadgu Bilig'de (1069) yer alan olağanüstü güzellikteki sözcüklerimiz yerlerini Arapça, Farsçaya bırakır oldu.
       Saygın Ulusumuz, yalnızca din değiştirdiğini sanıyordu; oysa en önemli ulusal kültür öğesini, dilini yitirmeye başlamıştı.
       Dilimize yalnızca Arapça-Farsça sözcükler değil o dillerin dilkuralları da yerleşmeye başladı. Bu olumsuzluk sürdü, gitti. Osmanlı Dönemiyle birlikte öz dilimiz Türkçemiz, bir karmadil olan “16 yamalı bohça Osmanlıca”nın içinde bir azınlık durumuna düştü, düşürüldü...
       Karamanoğlu Mehmet Bey'in buyruğu (1277), Yunus'un (1240-1320), Karacaoğlan'ın (1606-1679) tadına doyulmaz güzellikteki şiirleri, sözcükleri, Türkçemizin tümden yitip gitmesini geciktirdiyse de dilimizdeki yabancı sözcük oranının giderek yükselmesini önleyemedi.
       Göktürk Yazıtlarında % 1, Kutadgu Bilig'de % 2, Yunus Emre'de % 13, Süleyman Çelebi'nin (1351-1422) Mevlit'inde % 24 olan yabancı sözcük oranı, Baki ile Nefi'de (XVI. XVII. yüzyıllarda) % 70'e yükselmişti. 
       Bu utanılası bir durumdu.
       Bu utanılası duruma, bir Bilge Önder “dur” diyecekti, kuşkusuz.
       Ulusuna ulusal bağımsızlığını armağan etmiş olan Bilge Önderimiz, saygın ulusumuzun iyemli dilini de yabancı dillere kölelikten kurtaracaktı kuşkusuz...
                                                   * * *
       1928 yılında “bu ulus, utanmak için yaratılmadı” diyerek Yazaç (harf) Devrimi'ni başlatan Bilge Önder ATATÜRK, 12 Temmuz 1932'de de Türk Dil Kurumu'nu kurarak Dil Devrimi'ni başlattı.
       Türk çocukları, kendilerine “bir müsellesin mesahayı sathiyesi kaidesiyle irtifaının hasılı zarbının nısfına müsavidir” biçiminde, gülünç Osmanlıcayla öğretilen uzambilim (geometri) kuralını “bir üçgenin yüzey alanı, tabanı ile yüksekliğinin çarpımının yarısına eşittir” biçimde, apak bir Türkçeyle okumaya, yazmaya, öğrenemeye Dil Devrimiyla başladılar...
       Bu konudaki çabalara ilişkin olarak binlerce betik / okunca (kitap) yazılmıştır.
       Burada bunları anmak olanaksız...
       (Yalnızca TDK'nin sayısı 400'e ulaşmış Türk Dili Dergilerini edinse, bunları okusa bir yurttaş, Dil Devriminin görkemiyle tanışır, dardağarcıklılıktan kurtulur...) 
       Sözün özü:
       Dil Devrimi, karşısına çıkarılan tüm engellere karşın ilerledi, gelişti, yüceldi...
       Dil Devrimi'nden önce 1930 yılında, gazete haber dilinde Türkçe sözcükler % 35 oranındayken, 1965 yılında bu oran % 61'e, 1970 yılında % 71'e yükseldi. Günümüzde bu oranın % 80'lere ulaştığı söylenebilir.    
                                                               * * *
       Anadolu Aydınlanma Devrimi'nin güncesi Cumhuriyet'in yazarlarına bu oranı artırmak düşer.
       Cumhuriyet yazarına, Dil Devrimini küçümseyen aymazlar* gibi davranmak düşmez...
       Orhan Can'a kendine gel! demek istiyorum.
       Orhan Can, sen sen ol, Cumhuriyet okuruna, karşıdevrimin tümceleriyle seslenme!
       Orhan Can, bilmiyor olsa da, günümüzde -şimdilik- öğrenmemiş olsa da Bilge Önder ATATÜRK'ün Devrimleri, aymazların küçümsemeleri, aymazların örselemeleriyle sarsılacak denli köksüz değildir...
       Cumhuriyet okuru, bunu ona öğretmek için erinmezse de bu konudaki görev, öncelikle Cumhuriyet yönetimine düşse gerektir!   29 Aralık 2014
                                                                            
                                                                     Bilge Önder ATATÜRK'ün
                                                                     Dil Devrimi'ni doğru alımlamış
                                                                     bir öz Türkçe tutkunu,
                                                                     Cumhuriyet'in 60 yıllık okuru
                                                                     Tarık Konal


* Aymaz. Bu sözcük Dil devrimini küçümsemeye çalışanları tanımlamak ereğiyle, Bilge Önder ATATÜRK tarafından kullanılmıştır. Bu konuya ilişkin bilgiyi, “Bize öz Türkçe yaraşır” adlı betiğimde okurlara sundum.
,    .