9 Aralık 2014 Salı

Cumhuriyet Düşmanı Yobaz, Kimler Tarafından “Köpekleştirilmiş”?




Her konuşmasında, her yazısında Türk devrimine, Atatürk ve Cumhuriyet’e sövmeyi İBADET haline getirmiş olan, Cumhuriyet düşmanı yobazın biri, TBMM İnsan Kaynakları Başkanlığı davetiyle meclis personeline verdiği “Hazreti Mevlana’yı Anlamak” konulu konferansta Mustafa Kemal’in 1Kasım1928'de yaptığı 'Harf Devrimi' hakkında, “İnkilap ne demek biliyor musunuz ‘Köpekleştirme’ demektir. Bu memlekette inkilap (köpekleştirme) yapılmıştır. Dünyanın en büyük kütüphane cinayeti 1928’de Türkiye’de olmuştur. Bir gecede Türkiye’nin kitapları okunmaz hale gelmiştir”
“Bu mübarek Meclis’in çatısı altında söylüyorum. Ne dediğimi de biliyorum ben hukukçuyum. Bir gecede bütün Türkiye’nin kitapları okunmaz hale gelmiştir”
Daha önce de AK-TRT de yapılan bir program da  “Hamile kadınlar sokağa çıkmasın” sözüyle “Emevi” dinsizliğinin zehrini “Tramvay Demokrasisinin" kendine sunduğu olanaklardan yararlanarak kusmuştu bu zat.
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün kurduğu TBMM çatısı altında Türk devrimine ve Cumhuriyete karşı  yapılan bu haysiyetsiz ve haince saldırı,  aslında Türk ulusuna karşı yapılmış alçakça bir saldırı ve ihanettir
Bu bedevi kılıklı, karanlık beyinli, Cumhuriyet düşmanı yobazın 1928 Harf Devrimini kastederek "Bir gecede bütün Türkiye’nin kitapları okunmaz hale gelmiştir” iddiasının arkasında kimler var. Başka bir söylemle 90 yıldır biriktirdikleri kini bu gün ortamını bulunca hayâsızca kusanların sözcüsü, Cumhuriyet düşmanı yobaz kimler tarafından “köpekleştirilmiş” ve sahaya sürülmüştür? Bu sorunun yanıtını arayalım.
Öncelikle belirtelim Yalnızca Türkiye’de değil, tüm dünyada Şeriatçı, gerici hareketlerin kaynağı onu yaratan, palazlandıran ve besleyen emperyalist Batıdır.
Bu nedenle de Türk Devrimi ve Atatürk düşmanlığının ana karargâhı emperyalist merkezlerdir. Onlardan bağımsız Türkiye ve Atatürk düşmanlığı düşünülemez.
Emperyalizme karşı tam bağımsızlığı ve ulusal egemenliği tek gerçek kurtuluş yolu olarak hedefleyen milliyetçi uyanış ortaya çıktığında Batının elindeki tek silah şeriatçı hareketlerdir.
 TBMM çatısı altında TBMM’ni kuran Mustafa Kemal ATATÜRK ve Türk devrimine yapılan haysiyetsiz ve haince saldırının gerçek nedeni budur.
Emperyalistlerin bu topraklarda Mustafa Kemal’e yenilmiş olması, yalnızca Türkiye’nin bağımsızlığını değil, tüm mazlum ulusların bağımsızlığını kazanabileceğinin işaret fişeği, müjdecisi olmuştur.   Mustafa Kemal’in laik Cumhuriyet’i kurması, yaptığı köklü devrimlerle egemenliğin Tanrı’dan alınıp millete verilmesi, kuldan vatandaş, ümmetten millet yaratılması ve buna yönelik bütünlüklü devrimler, Batılı yağmacıların uykularını kaçırmıştır.
Batılılarda, Batıcılarda ve İslamcı gericilerde Atatürk kadar travma yaratan başka bir kişilik yoktur. Onlar için Mustafa Kemal Emperyalizmi yenen, bağımsız bir devlet kurmayı gerçekleştiren bir kâbustur. Bu nedenle Emperyalist batı Mustafa Kemal Atatürk’ ü asla affetmemiştir.
Emperyalizm Dün de, bugün de, el etek öpmekten, başını kaldıramayan, “köpekleştirilmiş”, devşirilmiş, ulusal bilinç ve onur yoksunu yobaz sürüsünü, Türk devrimine ve devrimin öncüsü Mustafa Kemal Atatürk’e karşı hep kullandılar ve kullanmaktadırlar.
Türk Devrimi ve Atatürk düşmanlığının ana karargâhı emperyalist merkezler yalnızca devşirilmiş, omurgasız, ulusal onur ve ahlak yoksunu kıt beyinli “köpekleştirilmiş” yobazları kullanmakla yetinmediler. Kendi istihbarat örgütlerince üretilen, kaynağı ve gerçekliği olmayan bilgileri kendi sözcüleri aracılığı ile dillendirerek ve merdiven altı aydın müsveddelerinin, devşirdikleri piyonlarının kullanımına sundular. 
Peki neden?
Sorunun yanıtını Mustafa Kemal Atatürk veriyor. Mustafa Kemal Atatürk: “Biz hakkımızı korumak, bağımsızlığımızı güven altına almak için, toptan bizi yok etmek isteyen kapitalizme ve bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı milletçe savaşmayı uygun gören bir doktrini izleyen insanlarız. Biz Batı emperyalistlerine karşı bağımsızlığımızı korumakla kalmıyoruz. Aynı zamanda Batı emperyalistlerinin güçleri ve bilinen her vasıtası ile Türk ulusunu emperyalizme araç olarak kullanmak isteyenlere engel oluyoruz. Bununla bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz.”
İşte emperyalizmin ve onlar tarafından devşirilmiş yobaz sürüsünün Şizofrenik bir gözü dönmüşlükle Mustafa Kemal Atatürk’e, Türk devrimine, Kemalist Cumhuriyete saldırılarının kaynağı budur. Bu saldırılar yeni ve ilk kez yapılıyor da değildir.
EMPERYALİST YAĞMACILIĞIN kurnaz sözcülerinin, Mustafa Kemal Atatürk’e, Türk devrimine, Kemalist Cumhuriyete saldırılarından yalnızca birkaç örnek verelim. 
ABD'li senatör Upshow'un,1927 yılında ABD Senatosu’nda, Lozan hakkında yaptığı konuşması. Aynen aktarıyorum:
“Lozan Antlaşması, Timurlenk kadar hunhar, Korkunç İvan kadar sefil ve kafatasları piramidi üzerine oturan Cengiz Han kadar kepaze olan bir diktatör’ ün zekice yürüttüğü politikasının bir toplamıdır. Bu canavar, savaştan bıkmış bir dünyaya, bütün uygar uluslara onursuzluk getiren bir diplomatik anlaşmayı kabul ettirmiştir. Buna her yerde ‘Türk Zaferi' dediler.”
Bir başka Amerikalı parlamenter senatör King aynı yıl senatoda yaptığı konuşmada, Türkiye’de kapitülasyonların kaldırılmış olmasının, uluslararası anlaşmalara aykırı olduğunu söyleyerek; “Türkler cahil, fanatik ve nefret dolu insanlardır” diyordu.
Harvard Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Profesörlerinden Albert B.Hart, öğretim üyeleri arasında topladığı 107 imzalı bir metni, senatörlere ve hükümet yetkililerine göndermişti. Bu metinde şunlar yazılıdır:
“Türklerin Avrupa ve uygar uluslar çerçevesinde yeri yoktur. Kemalist rejim mutlaka çökecek ve milliyetçi Türk Hükümeti’nin amaçları asla gerçekleşmeyecektir”
İngilizlerin çok saygı duydukları, yaşlı Başbakanları Gladstone, 19.yüzyıl sonlarında Türkler için şunları söylüyordu: “İnsanlığın tek insanlık dışı tipi Türklerdir.”
 1919 yılında İngiltere Başbakanı Lloyd George’un görüşleri ise şöyleydi: “Türkler, ulus olmak bir yana, bir sürüdür. Devlet kurmalarının ihtimali bile yoktur... Yağmacı bir topluluk olan Türkler, bir insanlık kanseri, kötü yönettikleri toprakların etine işlemiş bir yaradır.”
Konrad Adenauer Vakfı’nın Türkiye Danışmanı, Alman Dışişleri Bakanlığı’nın finanse ettiği Alman Doğu Enstitüsü’nün Müdürü Udo Steinbach, 15 Eylül 1998 günü Lingen Akademisi’nde verdiği konferansta şunları söyledi:
 “Sorun, Atatürk’ün bir paşa fermanıyla yarattığı yapay ürün Türk Devleti ve Türk ulusudur. Sorun, Kemalizm ve Kemalizm’in ulusçuluk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve yapay Türk ulusudur. Böyle bir ulus yoktur. Olmadığını Türkiye’de yaşayan Türk–Kürt, Müslüman–laik, Alevi–devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk ulusu Atatürk nasıl kurdu? Önce Ermenileri yok ettiler, sonra da Rumları. Kürtleri bugüne dek neden yok etmediler bilinmez.”
“CIA İstasyon Şefi” Paul Henze, 1933 yılında bir rapor hazırlıyor : “21. Yüzyıla Doğru Türkiye”. Ve şu “sav”ları savunuyor:
“Atatürk ilkeleri soğuk savaş döneminde görevini yapmıştır; ama “yenidünya düzeni” ile birlikte gerekliliği de kalmamıştır. “Klasik Atatürkçülük” ölmüştür. Aydınların imam-hatip okulları konusundaki endişeleri yersizdir. İran ve Arap parası ile desteklenen köktendincilik, Türkiye için ciddi bir tehlike değildir.
Atatürk’e “deccal” diyen Said-i Nursi ve Nurcular ilericidir.. Nakşibendiler geriye dönük değillerdir; Orta Asya Türk cumhuriyetleri ile bağlantıyı sağlayabilirler...”
İngiliz derin devletinden Andrew Duff, Eylül 2005’te şöyle demiş: “Türkiye Avrupa’nın gerçek partneri olabilmek için klasik milliyetçi Kemalizm’le mücadele etmelidir. Devletin gücü azaltılmalıdır. Kemalizm reforme edilmeli ve bu eski liderin fotoğrafları kamu binalarının duvarlarından indirilmelidir. Türkiye artık Kemalizm’de değişme gereğiyle yüzleşmeli. Sadece yasalar, anayasa değil, Kemalizm kültürü ve felsefesi de değişmeli. Türkiye’nin, merkeziyetçi yönetim yapısından adem-i merkeziyetçi (yani federatif yapı) yapıya geçmeye ihtiyacı var. Diyarbakır’da bölgesel otonomiye varacak şekilde merkeziyetçi yapının değişmesi iyi olur. Bunu sadece Güneydoğu için değil diğer bölgeler için de öneriyorum.”
Emperyalizmin sözcülerinden Reiner Albert, Almanya’nın Mannheim kentinde Katolik Teoloji Fakültesi’nde “dinler ve kültürler arası diyalog” dersleri verirken şöyle diyor: “Türklerin Almanya’ya uyum sağlayamamalarının en büyük sorumlusu, Türkiye’de aldıkları Kemalist eğitimdir. Farklılıklara karşı son derece hoşgörüsüz bir ideoloji olan Kemalizm insanları ister istemez, Almanya’ya karşı mesafeli, hatta düşman yapıyor”.
Batının, EMPERYALİST YAĞMACILIĞIN  kurnaz sözcülerinin,  Anadolu’yu sömürgeleştirme projesi olan Sevr’i yırtıp atan, bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti kuran Mustafa Kemal Atatürk’e   her alanda ve her anlamda saldırmaları anlaşılabilir bir durumdur. Çünkü Mustafa Kemal Atatürk Emperyalistlerin yalnızca Anadolu’daki oyunlarını bozmakla kalmamış, aynı zamanda tüm mazlum uluslara kurtuluş yolunu göstermiştir. Şöyle diyordu Mustafa Kemâl ATATÜRK: “... Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nâm ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve çabuk biterdi.... Müdafaa ettiği dava bütün mazlum milletlerin, bütün şarkın davasıdır...”
Peki, EMPERYALİST YAĞMACILIĞIN kurnaz sözcüleri ve tetikçileri ile aynı dili kullanan, Emperyalizme yaltaklanan, emperyalizmin uşaklığına soyunan, ulusal onur ve ahlak yoksunu kıt beyinli “köpekleştirilmiş” yobaz Mustafa Kemal Atatürk’e neden saldırır?
Türkçe sözlükte “köpekleşme”: “Onurunu yitirip yaltaklanmak” olarak açıklanıyor.
İslam'ı Hıristiyanlığın emrine yani emperyalizminin hizmetine verme onursuzluğunu yapan, batı merkezli şer odaklarının yörüngesinden çıkamayan, emperyalist merkezlere yaltaklanan onursuz yobaz “köpekleşmiş” tir.
Emperyalist yağmacılar tarafından sahiplenilip köpekleştirilen kıt beyinli yobazın emperyalistlere yani sahiplerine saldırması eşyanın tabiatına aykırıdır.  Bu nedenle Sahiplerine onursuzca yaltaklanıp Mustafa Kemal Atatürk’e saldırmaktadır…
Bizim buralarda biz söz vardır. “köpek bok yemekten vazgeçmez”.  09.12.2014
Mahmut ÖZYÜREK
Alıntılar: “Amerika, NATO ve Türkiye” Prof.Dr. Türkaya Ataöv. Emin Değer “Oltadaki Balık” Çınar Araştırma 5. Bask



EMPERYALİSTLER MÜSLÜMANLIK KUYRUĞUNDA



Ülkemizdeki tarikat ve cemaatlerin hangisine bakarsanız içerisinde yönetici kadrosunda olan; İngiliz, ABD’li, İsrailli, Ermeni, Alman, Belçikalı vb. isimlere rastlanıyordu.
Hatta bu isimlerin büyük bir çoğunluğu istihbarat elemanları olarak başka bir yerde ortaya çıkıyordu.
Tarikatlar içerisinde yer alan bu isimlerin öncelikli hedefleri Atatürk, Laiklik ve Milliyetçilik ve tabii ki Türklüktü.
***
Bu isimlerin hemen hemen tamamı Müslüman olduklarını ilan ediyorlar, anında İslam alimi sıfatına bürünüyorlardı. Kur’an tefsirinden, Peygamberimizin hayatına kadar her konuda kitaplar yazıyorlar, fetvalar veriyorlardı.
Bu kitapların ve fetvaların özünü; Türklük ve Milliyetçilik öcü, Ümmetçilik ve arapçılık cici olgusu oluşturuyordu.  Şimdi, bu isimlerden bazılarını tanımaya başlayalım.
Başta Tayyip olmak üzere bizim siyasal İslamcıların ümmetçiliklerinin kaynağını görelim.
***
Dincilerin ulusalcılığa olan düşmanlıklarının altında kimlerin diktesi olduğunu öğrenelim.

Hamit Algar, İngiliz asıllı, Amerika’da yerleşmiş, sözde Müslüman bir bilim adamı. Eğitimini Cambridge ve Tahran Üniversitelerinde yapmış ve 1970 yılından beri Berkeley’deki California Üniversitesi’nin Yakındoğu Araştırmaları bölümünde öğretim üyesidir. Maliye eski bakanı Unakıtan’ın en kadim dostudur. “İslâm Perspektifleri” adını taşıyan kitabın 313. sayfasında, İngiliz Yahudisi Hamit Algar tarafından kaleme alınan “Said Nursi ve Risalei Nur; Günümüz Türkiye’sinde İslâm’a Bakış” başlıklı makaleye yer veriliyordu.
1970’li yılların hemen hemen tamamını Türkiye’de Nakşibendî, Nurcu gibi tarikatlar içinde geçiren Algar’ın kitapta yer alan makalesinde bakın neler yer alıyordu:
***
“Mustafa Kemal Paşa’nın modern dünyada İslam’a en erken ve zarar verici saldırıların öncüsü olduğu çok iyi bilinir.
Halifeliğin kaldırılması, aşırı milliyetçiliğin desteklenmesi, şeriat hükümleri yerine ithal Avrupa yasalarının getirilmesi, medrese sisteminin kaldırılması, tarikatların yasaklanması sonucunda Türkiye’de geleneksel İslâm yaşamı darmadağın edildi.
Türkiye’de İslam’dan uzaklaşma diğer Müslüman ülkelerden çok daha çabuk gelişti.” Hamit Algar “Nakşîliğin zamanla bozulmadan saflığını koruyan tek tarikat olduğu” şeklindeki sözleri ile de ünlüydü.
***
İngiliz istihbaratçısı Hamit Algar, Nakşibendî tarikatını yere göğe sığdıramıyorken, Hollanda istihbaratından Von Bommel de İslam’ı seçip (!) Müslüman oluyordu. Hem de ne Müslüman!.. Bommel Müslüman olmakla kalmıyor, Süleymancıların safında yer kapıyor, çıkardığı “Gıblah” adlı Dergi’ye; Pakistan, Libya, İran gibi ülkelerden destek alıyor, Libya ve İran Büyükelçileri ile can ciğer kuzu sarması ilişkilere giriyordu.
Von Bommel’de Türk milliyetçiliğinin amansız düşmanı kesilirken yazdığı, “Korte İnleiding Tot De Geschiedenis Van Türkije” adlı kitapta Türkiye’nin kendince etnik özelliklerini sıralıyor, ülkemizde ayrımcılığın tohumlarını atıyordu…
***
Tarikatlar ve İslâm dini için ahkâm kesen isimler bu kadar mı? Tabii ki hayır! Ülkemiz yabancı istihbarat örgütlerine bağlı ajanların istedikleri gibi cirit attıkları bir yeryüzü cenneti olarak yerini alıyordu. İsrail’in İstanbul Büyükelçisi ve MOSSAD elemanı Alon Liel Tayyip Erdoğan ve AKP’yi öven kitaplar yazarken, CIA istasyon şefleri; Graham Fuller, Morton Abromowitz, Alan Makowski, Rıchard Perle, gibi isimler Ilımlı İslam adı altında ‘Suudi Amerikan İslam’ını pazarlıyorlardı. Tabii ona İslam denilebilirse…
***
Görüyoruz; Amerika-İsrail ve İngiltere tarafından kurulup, Tayyip tarafından da beslenip, silah ve mühimmatları sağlanan İŞİD’in Türk ve Müslümanların kafalarını kesip top gibi oynamalarını. MOSDSAD ajanı liderleri ile birlikte Irak’ı nasıl kan gölüne döndürdüklerini…
***
Şimdi gelelim; Mary Weld’in hikâyesine: “Said Nursi ya da nam-ı diğer Ermeni Said Katolik papazları gibi hiç evlenmemişti. Talebeleri ve özellikle de ağabeyler ya da kanaat önderleri de, onun gibi olmaya ve evlenmemeye özen gösterdiler. Nurcuların son kanaat önderi Mehmet Fırıncı’nın da evlenmeye niyeti yoktu ve müzmin bekârlardandı. Fakat altmış yaşını geçmiş olmasına rağmen, kendisinden 20 yaş küçük Şükran Hanım’la bir gün aniden evleniverdi. Evlendiği kadının asıl adı Mary Weld idi. 1949 yılında İngiltere’de dünyaya gelmiş, rahibelerin yönettiği bir okulda eğitim görmüştü. Durham Üniversitesi’nde “Şark araştırmaları” okudu. 1982’de aynı okulda doktora yaparken ne garipse birden bire Müslüman(!) oldu ve Şükran Vahide adını aldı.
***
1985’de İstanbul’a yerleşti. Bizler doğduğumuzdan beri Müslüman olduğumuz halde alimliğe soyunmazken oda diğer Yahudi kökenliler gibi birden İslam alimi kesildi. Nur risaleleri üzerinde çalışmalar yaptı.
Mehmet Fırıncı, işte bu Mary Weld’le yani Şükran Vahide ile evlendi…” Müslüman(!) Yahudilerden Ali Ufki ya da asıl adıyla Wojciech Bobowski için 8 Mart 2009 tarihli Zaman Gazetesi’nde övgüler düzülüyor, onun bestelerinden oluşan albüm; “Ali Ufki albümü, çeşitli sufi düzenlerden oluşan İslam’ın mistik geleneği repertuarına ait ilahilerle başlıyor” deniyordu.
***
Fetullah Gülen cemaatinin yere göğe sığdıramadığı Ali Ufki ya da asıl ismiyle Wojciech Bobowski İslam inançları, namaz, oruç, zekât, sünnet, imanın şartları, Müslüman kültürü hakkında risaleler yazıyordu. Ali Ufki bunları yaparken başka ilginçliklere de imza atıyor, İncil ve Tevrat’ı Türkçe’ye çeviriyor, misyonerlere her türlü desteği veriyordu. Ali Ufki bir yandan dini tasavvufi şiirler yazarken ilahiler besteliyor, diğer yandan Tevrat’ın “Neşideler Neşidesi” adı verilen bölümünü Türkçe’ye çeviriyor, bu bölümü “ilahi aşk, kutsal sevgi” olarak tanıtıyor, yere göğe sığdıramıyordu.
Oysa, Neşideler Neşidesi ya da diğer adıyla Ezgilerin Ezgisi adlı bölümü dikkatli okuyan herkes, orada ahlak düşkünü birinin kız kardeşine sulandığını çok açık ve çok net bir şekilde görüyordu.
***
Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçen isimlerden bir diğeri de İngiliz yazar Abdulkadir es-Sufi’ydi. Sufi de diğer dindaşları gibi Müslüman(!) olur olmaz anında Milliyetçiliğe karşı savaş açıyor, “Cihad” adlı kitabı; kurucuları arasında Tayyip’in baş danışmanı bugün Milli Eğitim Bakanı olan Nabi Avcı’nın da yer aldığı “Yeryüzü” adlı yayınevinden çıkıyordu.
Tayyip’in başdanışmanının yayınevinden kitapları çıkan İngiliz Abdulkadir es-Sufi Milli Marş, Milli Bayrak gibi kavramlara İslam adına karşı çıkıyor, bu sözde Müslüman’ın ihanet kokan fikirleri İslam’a mal edilmek suretiyle Tayyip’in ekibi tarafından gençlerimize aşılanıyordu.
Tayyip’in “Beynimin yarısı” şeklinde tanıttığı Metin Aydın ya da nam-ı diğer Mehmet Metiner, “İstiklal Marşı’na karşı İslamcı camiada beliren derin tepkinin ve karşıtlığın temelinde, Sufi’nin bu Milli Marş ve Milli Bayrak’a karşı olan düşünceleri ateşleyici rol oynamıştır” diyor ve şunları söylüyordu:
***
“Oldukça kışkırtıcı ve keskin bir dili vardı Sufi’nin. Batı orijinli bir Müslüman olması da, İslamcı gençler üzerindeki etkisini artırıyordu. Gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’de sonradan İslam’a geçiş yapanların İslamcı gençler üzerinde hayli tesirli oldukları söylenebilirdi.
Ezilmişliğin, dışlanmışlığın ve hor görülmenin beraberinde getirdiği bir tür “Aşağılık kompleksi”, İslamcılığı savunurken bu tür “Hidayete ermiş ünlü isimler” üzerinden konuşmayı daha cazip kılıyordu…”
***
Ebubekir Siraceddin ya da orijinal ismiyle Martin Lings 1909 yılında İngiltere’de doğdu. Önceleri Protestan Hıristiyanlığın ateşli savunucularındandı. Sonraları Ateist olmuş. Oxford Üniversitesi’nde İngiliz edebiyatı okurken, diğer dünya dinlerini incelemeye başlamış. 1938 yılında Afrikalı Müslümanlarla tanışınca kendine din olarak İslamı seçmiş. 1939 yılında Mısır’a gidip Kahire Üniversitesi’nde Shakespeare üzerine on iki yıl ders vermiş. Shakespeare ile ilgili dersler verirken İslami alan da Alim olduğunu keşfetmiş, o da diğer Yahudi ve Hıristiyanlar gibi Müslümanlara yön vermek amacıyla, “Antik İnançlar Modern Hurafeler, Yirminci Yüzyılda Bir Veli, Tasavvuf Nedir” adlı kitabını kaleme almış. Ne diyelim doğuştan Müslüman olanlar utansın.
***
“Elin gâvuru” der geçeriz, adam durmamış, peygamberimizin hayatını da yazmış, yazdığı kitap; 1983 yılında “Hz. Muhammed’in Hayatı” adıyla Londra’da yayınlanmış. Pakistan Devleti, anında “Siret ödülü” vermiş. İyi mi yapmış bilinmez ama sorması gereken şu soruyu sormamış:
Eee Ebubekir, İslam’da kutsal olan bu ismi kullanmıyorsun da, kitabında ve yaşamında neden hala Martin Lings adını taşıyorsun? 

                                                                   ERGUN POYRAZ

8 Aralık 2014 Pazartesi

“HER TÜRLÜ TEHLİKELERİ GÖZE ALMAK MECBURİYETİNDEYİZ” İsmet GÖRGÜLÜ



Başlıktaki söz Atatürk’ün 5 Şubat 1920 tarihli bildirisindendir. Bildirisinde “Kafkas seddi” üzerine açıklamalar yapar ve sonunu başlıktaki gibi bağlar. Der ki;

“Kafkas seddinin yapılmasını Türkiye’nin kati mahvı projesi sayıp, bu seddi İtilaf Devletleri’ne yaptırmamak için en son vasıtalara müracaat etmek ve bu uğurda her türlü tehlikeleri göze almak mecburiyetindeyiz.”

Atatürk’ü bu sonuca götüren, Şubat 1920 itibariyle Türkiye’nin durumu şöyledir; ki anılan ve komutanlara gönderdiği bildiride durumu uzunca açıklar.

Türkiye dört bir yanından kuşatılmıştır. Batıdan Yunan ordusuyla, Boğazlardan İtilaf askerleriyle, Akdeniz’den İtalyan ve Fransız, Suriye’den Fransız, Irak’tan İngiliz ordularıyla, Kafkasya’dan yeni kurdukları ve Türk topraklarını işgal ettirdikleri Ermenistan ve Gürcistan ile, Karadeniz’den de Pontus çeteleriyle sarılmıştır. Ayrıca mevcut olan yönetimle işbirliği yapılarak, Türkiye içerden de çökertilmektedir.

Bu durumda Anadolu Türklüğünün tek nefes kapısı olarak Kafkasya kalmaktadır. Ancak bu kapıda Ermenistan tıkacı ile kapatılmaya başlanmıştır. Bu tıkacı Trabzon’dan Van Gölü güneyine kadar olan bölgeyi içine alacak şekilde büyüterek bir “sed” haline dönüştürme amaçlanmaktadır. Tıkaç, “Kafkas Seddi’ne dönüştürüldüğünde ise Türkiye’nin dünya ile olan tek nefes kapısı kapatılacak, Kafkas ve Orta Asya Türklüğü ile ve de verilecek var olma-yok olma savaşında siyasi, mali ve askeri yönden desteğine gereksinim duyulan, düşmanlarımızın düşmanı Moskova ile ilişki olanağı ortadan kalkacaktır.

İşte bu durumda, Kafkas Seddi’nin gerçekleştirilmesiyle Şark Siyaseti’nin son hedefi olan Türkü ve Türkiye’yi yok edip tarihten silmenin ortamı tamamlanmış olacaktır. Atatürk Kafkas Seddi’ni bu nedenle  Türkiye’nin kesin yok edilme projesi sayar.

Kafkas Seddi projesi sadece Van Gölü’nden Karadeniz’e uzanan değil bir de tamamlayıcısı olarak Güney ayağı vardır. Atatürk 6 Ekim 1920 tarihli bir telgrafında;

“…Basra Körfezi’nden Karadeniz’e kadar Doğu ile Türkiye arasında İtilaf Devletleri nüfuz ve himayesi altında büyük bir kütle oluşturmak..”tan söz eder.

İtilaf Devletleri’nin patronu olan İngiltere’nin de gerçek niyeti budur. Basra Körfezi ile Karadeniz ve Hazar Denizi arasında kendi nüfuzunda bir bölge oluşturmak. Bununla da bir taşla çok kuş vurmak. Birincisi, egemenliği altında bulundurduğu denizlere Karadeniz’i de katmak. İşgalle kontrol altında tuttuğu Türk Boğazları ile Karadeniz’de tam üstünlüğü sağlayamamaktadır. Rusya’ya karşı deniz üstünlüğünü sağlayabilmesi için Trabzon ve Batum limanlarını da kontrolünde tutması gerekir. İkincisi petroldür. Kendisi için Birinci Dünya Savaşı’nın hedefleri arasında bulunan Irak petrol havzalarını (Basra ve Kerkük-Musul) işgalle Türklerden alır. Savaşın sonunda Türkiye’nin kontrolünde bulunan Hazar petrol havzasını da, Mondoros Ateşkesi ile boşalttırır ve kendisi işgal eder. Bu iki büyük petrol havzasının (Irak ve Hazar) kendi kontrolünde fiziki bağını oluşturmak da, vurduğu ikinci kuş olacaktır. Üçüncüsü de Anadolu Türklüğünün direnişini, yaşam alanını daraltarak dışla ilişki olanağını keserek, bitirmek.
Kafkas Seddi projesi sonuç olarak, Basra Körfezi İle Karadeniz’i ve Hazar Denizi’ni birleştirecek bir sed olarak karşımıza çıkıyor. Seddi oluşturmak için Ermenistan’ı Karadeniz kıyılarından Van Gölü güneyine kadar genişletmek, Van Gölü ile İngiliz işgalindeki Irak arasındaki boşluğu doldurmak için de Kuzey Kürdistan’ı(!) kurmak istediler. Güney    Kürdistan (!) (Kuzey Irak) isterse buna katılabilecekti. İşte Sevr Anlaşması haritasının doğusu bunu düzenliyordu.

Atatürk, Türkiye’nin yok edilmesini doğuracak bu projenin tehlikelerini gördü ve bu projeden Türkiye kadar zarar görecek olan Moskova’yı birkaç kez uyardı. İki örnek:

“Ermeniler Van ve Bitlis’i ele geçirince Irak’taki İngilizlerle birleşeceklerinden dolayı bütün Yakındoğu’da İngilizlerin yeri çok sağlamlık kazanacaktır.” (1 Aralık 1920)

“Ermenistan’ı Mezopotamya’da yerleşmiş İngilizlere yakınlaştıracak surette uzatmak, Moskova ve Ankara Hükümetlerine pek çok nahoş sürprizler yaratmak demek olur.”            (27 Aralık 1920)  

Uyarıları sonuç verdi, Ankara- Moskova işbirliği ile Kafkas Seddi’nin Ermenistan ayağı kırıldı. Kürdistan kurma hayali de Sevr yerine Lozan Barışı getirilerek söndürüldü. Ayrıca İngiliz’in uşaklığını yaparak bu hayalin peşinde koşanlar ile emperyalizme hizmet edeceğinin farkında olmadan bir heyecan ile Kürtçülük peşinde olanlara, kullanılanlara, bilgi ve uyarılarda bulundu, sonucun ne olacağını anlattı. İki örnek verelim:

“Kürtlerin devletten ayrılarak İngilizlerin himayesinde bağımsız Kürdistan kurmaları teorisini tasvip etmem. Çünkü bu teori, muhakkak Ermenistan lehine İngilizler tarafından tertip edilmiş bir plandır.” (16 Haziran 1919)

“Kürtleri Osmanlı camiasından ayırmak, İngiliz boyunduruğuna sevk etmek, neticede Doğu Anadolu’muzu Ermenilere çiğnetmeye yol açacak Kürdistan Teali Cemiyeti gibi zararlı bir teşkilatın, vicdan yerine yabancı parası taşıyan birkaç serserinin memleketimize ekmek istedikleri fesat tohumunun Dersim’de revaç bulmuş olması üzüntü vericidir” (9 Kasım 1919)

Atatürk Kafkas Seddi’nin Anadolu’da kurulmasını önlerken, yanı sıra bu seddin Kuzey ırak’tan oluşturulmaya başlanmasına olanak vermemek için de, 1918’de elimizden çıkan Musul vilayetini (bugünkü Kuzey Irak’tan daha büyük) Misak-ı Milli içine aldı. Anadolu’da Kurtuluş Savaşı verilirken, Musul’a yönelik de askeri harekat yaptırdı. Bizi Kurtuluş Savaşı vermek zorunda bırakan İngiltere olmasına rağmen, Anadolu’da hiç çarpışmadığımız İngiliz ordusu ile Musul için Musul kuzeyinde çarpıştık ve çok önemlidir, Dumlupınar’daki 30 Ağustos (1922) Zaferi’nin ertesi günü, 31 Ağustos’ta İngiliz ordusuna karşı Derbent Zaferi’ni kazandık. Başarıyı genişletecek gücümüz olmadığı için arkasını getiremedik.

Musul vilayetini Misak-ı Milli sınırları içine alma gerekçesi ise bazı devlet edenlerin vicdanlarını sızlatacak, yüzlerini kızartacak, Türk ulusuna vermeleri gereken hesabı artıracak şekildedir.

“Musul, bizim için çok kıymetlidir…Birincisi, civarında sonsuz servet teşkil eden petrol kaynakları vardır. İkincisi bunun kadar önemli olan Kürtlük meselesidir. İngilizler orada bir Kürt hükümeti teşkil etmek istiyorlar. Bunu yaptıkları taktirde bu fikir bizim hududumuz dahilindeki Kürtlere de sirayet edebilir.” (16 Ocak 1923)  

Musul, şu veya bu şekilde alınamaz ama orada bir Kürt hükümetinin kurulmasına da fırsat verilmez.

Günümüze geldiğimizde ise, Atatürk’ün “her türlü tehlikeleri göze almak mecburiyetindeyiz” yaklaşımı ile önlediği Kafkas Seddi Projesi adım adım gerçekleşiyor. İngiltere’nin Dünya Savaşı ve sonrasında “Asya Çemberi Projesi” içinde yer alan Kafkas Seddi, bugün ABD’nin BOP’u içinde gerçekleştirilmek yolundadır. Geçmişte İngiltere’nin işgal ettiği Irak’ı bugün ABD işgal etmiştir. İngiltere’nin Sevr’i ile önce Kuzey’de kurulması, Güney’in sonradan buna katılması planlanan Kürdistan, bugün defacto olarak Güney’de kurulmuş, Kuzey’in buna katılması hazırlıkları yapılmaktadır. Kuzey, Güney ile birleştirilirken Sevr’deki gibi Van Gölü’ne kadar değil, Karadeniz’e kadar uzatılması planlanmaktadır. Bunu haritalar ile açıklamaktan da çekinmemektedirler. Haziran 2006’da ABD Silahlı Kuvvetler dergisinde yayımlanan haritaya, bu bilgiler ışığında bakılması yararlı olur.

Ayrıca Türkiye çeşitli şekillerde dört bir tarafından da kuşatılmaktadır. Senaryo aynıdır, kullanılan vasıtalar aynıdır (Kürtçülük, Ermenicilik, işbirlikçilik), sadece filmin esas oğlanı değişmiştir. Film aynı olduğuna göre, Türkiye’nin bu senaryoya karşı tavrı da Atatürk gibi olmalıdır. Bütünlüğü için, bekası için Atatürk gibi yapmalıdır. Tehlikenin geldiği yöne karşı cephe almalı, tehlikeden zarar göreceklerle saf tutmalıdır. Tehlikeyi doğuranlardan medet umma gafletinde olmamalıdır.
“Bu uğurda her türlü tehlikeleri göze almak mecburiyetinde” olduğunu kabul etmelidir.      

  

Tanrıların Dağı 40 Yılda Nasıl Şirketlerin Oldu




‘KIYILAR HEPİMİZİN ORTAK MALI’ SÖYLEMİ NASIL ŞEHİR EFSANESİ OLDU
 Türk turizminin başkenti olarak gösterilen Antalya, 640 kilometrelik kıyı uzunluğu ile ülkenin en uzun sahil şeridine sahip kenti konumunda. Ancak Gazipaşa’dan Kaş’a kadar uzanan kıyılarda halkın kullanabileceği alanlar neredeyse yok denilecek kadar azalmış durumda.

Milli park, günübirlik alan ve sit alanı gibi niteliklere sahip olan bölgeler birer birer betona boğularak yurttaşların elinden alınıyor. Anayasal olarak kıyıların tüm kamunun ortak malı olduğu gerçeği, pek çok yerde olduğu gibi Antalya’da da çoktan şehir efsanesine dönüşmüş durumda. 2013 yılında 12 milyon turist sayısını aşan Antalya’da yatak sayısı ise 500 bine ulaştı.

ANTALYA’YA 5 YILDIZLI BETON YAĞARKEN

TÜRSAB Başkanı Başaran Ulusoy, geçtiğimiz Ekim ayında yaptığı bir açıklamada, sahil şeridinde artık boş yer kalmadığını belirterek, “Bir sürü yanlış yaptık. Sahil doldu. Kemer ve Antalya’ya otel yapmanın değeri yok. Anadolu’ya yönelmemiz lazım” sözleriyle sektörü uyarmıştı. Ancak sektör temsilcilerinin ve meslek odalarının tüm uyarılarına rağmen yatak sayısının artmaya devam ettiği kentte 200’e yakın 5 yıldızlı otel sayısına şu günlerde yenileri ekleniyor. İspanya’nın toplamından daha fazla olduğu belirtilen Antalya’daki 5 yıldızlı otellerin kıyıları betona boğduğu ve kentin turistik cazibesini öldürdüğü eleştirileri sürerken, hazine ve orman arazilerinden yapılan tahsisler ve teşviklerle çok sayıda yeni 5 yıldızlı otel için girişimler başladı. Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’nce yapılan duyurulara göre inşaat sezonunun başladığı Kasım ayından buyana 30’un üzerinde otel için başvuru yapıldı. 20’ye yakını yeni inşa edilecek olan otellerin pek çoğu da kapasite artırımına gidiyor.

TAMİNCE’NİN RÜYASI, PHASELİS’İN KÂBUSU MU OLACAK

Alanya, Manavgat, Serik ve Kemer ilçeleriyle bu ilçelere bağlı beldelerde inşa edilecek otellerin içinde Phaselis antik kentinin burnunun dibinde sit alanı içinde projelendirilen ‘Phaselis Dream’, en çok tepki çeken girişimlerden biri. Rixos oteller zincirinin sahibi iş adamı Fettah Tamince’ye ait Ares Fasilis adlı şirket tarafından inşa edilmesi planlanan 280 yataklı otelin dünyaca ünlü antik kentin dokusuna zarar vereceği endişeleri projeye yönelik tepkileri kamuoyunun da gündemine taşımış durumda.

SON KOYLARIN AKİBETİ KİMİ İLGİLENDİRİYOR

Milli park sınırlarında bulunan ancak Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından Kültür ve Turizm Bakanlığı’na devredilen otelin arazisi, 2005 yılında da 49 yıllığına Tamince’ye ait Ares Fasilis şirketine tahsis edilerek tapusu devredilmiş. Bölgede çok sayıda oteli bulunan Tamince’nin, Tekirova ve Kadriye beldesinde de iki yeni otel girişimi var. Ünlü Sazak Koyu’nun da Tamince’ye tahsis edildiği iddialarının gölgesinde süren tartışmalar bölgenin son koylarının akıbetini de belirsizleştiriyor.

PHASELİS’İN KADERİ KİMİN ELİNDE?

Phaselis’teki otel projesiyle ilgili yaptığımız haberlerin ardından ilgili kurumlar ve girişimci Fettah Tamince’nin yaptığı açıklamalardan ortaya çıkan tablo özetle şöyle: Koruma Kurulu, “sit alanına müdahale edilmemesi” koşuluyla bölgede otel yapmakta sakınca görmüyor. Orman ve Su İşleri Bakanlığı ise şimdilik bir sakınca görmediği proje için girişimcinin başvurusunu bekliyor. İşadamı Tamince ise “çevreye duyarlıyız, büyük bina değil bungalovlar yapacağız” diyor. Ancak konuyla ilgili görüşlerine başvurduğumuz bilim insanları, otel yapılması planlanan arazinin Phaselis antik kentinin uzantısı olduğunu ve bu alanda yüzey araştırması yaparak kültür mirasına rastlanmamıştır demenin gerçekçi olmadığının altını çiziyor. Antik kentle ilgili varlığı bilinen ancak bugüne kadar ortaya çıkarılmamış bazı yapı kalıntılarının söz konusu alanda olabileceği belirtiliyor. Bu tabloya göre kamuoyu sahip çıkmaz ise Phaselis’in kaderi kurda teslim edilen kuzudan farklı olmayacak gibi görünüyor.

BAŞI UÇURULUP, ETEKLERİ KIRPILAN TAHTALI DAĞININ HÜZNÜ

Aslına bakılırsa bu alana turizm adına kıymamak için sit alanı ya da milli park olması gerekmiyor. Zira bölgenin turizm cazibesini arttıran en önemli zenginlik, bine yakın bitki ve canlı türünü barındıran orman ve kıyı ekosistemi. Mitolojide tanrıların dağı olarak anılan Olimpos (Tahtalı Dağı), Akdeniz’e sokulan eteklerinin her geçen gün biraz daha kırpılmasıyla giderek daha hüzünlü bir bilgeye dönüşüyor. Geçmişteki görkemini ve gizemini, zirvesi on metre kesilerek kondurulan teleferikle şımarık çocuklar gibi her gün tepesine çıkan yüzlerce insanın gürültüsüyle yitiren Tahtalı, turizm masalı uğruna yitirilen gerçek masalların kederini taşıyor. Olimpos antik kentiyle aynı adı taşıyan dağın eteklerine yayılan milli parkın 40 yıllık öyküsü de, en az Tahtalı’nın kendisi kadar hüzünlü…

TANRILARIN DAĞI 40 YILDA NASIL ŞİRKETLERİN OLDU

“Su akar iz bırakır, turist döviz bırakır” vecizesinin ilköğretim ders kitaplarına girdiği 1970’li yıllarda döviz açığı çeken Türkiye, Antalya’da iki ayrı bölgede turizmin geliştirilmesi için planlama çalışmalarına başladı. Bu kapsamda kentin batısında yer alan Beydağları ile Akdeniz’in buluştuğu Antalya Limanı ve Gelidonya burnu arasındaki yaklaşık 80 kilometrelik sahil şeridinde başlatılan ilk planlama çalışması, Danimarkalı Ole Helveg firmasına verildi. Dünya Bankası’ndan sağlanan 25 milyon Dolarlık altyapı kredisi ile ‘Güney Antalya Turizm Gelişim Projesi’ kapsamında bölgede belirlenen 5 ayrı noktada hızlı bir turizm yatırımı hamlesi başladı.

TURİZME KURBAN EDİLEN MİLLİ PARK

Ancak uygulamanın hayata geçirileceği alan, 1972 yılında koruma altına alınan Beydağları Olimpos Sahil Milli Parkı’nın sınırları içerisinde kalıyordu. 69 bin 800 hektarlık alanı kapsayan ve onlarca el değmemiş koy ile binden fazla bitki çeşitliliğini barındıran ormanlarla kaplı milli parkın bir kısmı alan dışına çıkartılarak turizme tahsis edildi. O yıllarda yaklaşık 2 bin nüfuslu bir kasaba olan Kemer’in merkez olarak seçildiği yatırım planına, Çamyuva, Tekirova, Tekerlektepe ve Kızıltepe bölgeleri eklendi. Projeyle, bölgede yaklaşık 30 bin yatak kapasiteli bir turizm alanı yaratılması hedefleniyordu. 1976 yılında proje uygulamaya geçti. Ancak yatırımcıların yeterince ilgisini çekmekte zorlanan dönemin yöneticileri, 1982 yılında bölgeyi ‘turizm alanı’ ilan ettiler.

‘GEL, KİM OLURSAN OL GEL’ DİYE BAŞLAYAN ORMAN YAĞMASI

Devlet eliyle altyapısı hazırlanan alanda yatırım yapacak girişimcilere, ormanlık alandan 49 yıllığına arazi tahsisi, yatırım kredileri, hibeler, vergi muafiyetleri, sigorta pirimi indirimleri, gümrüksüz malzeme ithalatı ve KDV iadesi gibi bir dizi özendirici kolaylıklar getirildi. Dönemin koşullarına göre oldukça cazip olan bu olanaklarla birlikte 1983 yılından itibaren bölgede birbiri ardına oteller ve tatil köyleri açılmaya başlandı. 30 civarında olması planlanan yatak sayısı, 1988’de 52 bine, 1990’da ise 60 bine çıktı.

BANKALAR, KOOPERATİFLER VE BELEDİYELERİN KAPATTIĞI KOYLAR

Bu dönemde ardı ardına yapılan plan revizyonlarıyla, koruma kullanma dengesi kaybolmaya başlarken, Beldibi, Göynük, Kemer, Çamyuva ve Tekirova’daki tüm doğal plajlar ve günübirlik alanlar turizm tesislerinin hizmetine sunuldu. 1986 ve 1987 yıllarında bölgedeki orman arazilerinde gerçekleştirilen turizm tahsislerinden, turizmle doğrudan ilgisi bulunmayan ve yandaş tabir edilebilecek pek çok kişinin yanı sıra kamu kurumları, bankalar ve belediyelerle kooperatifler de yararlandı.

BAKAN EROĞLU SUÇU KÖYLÜYE ATIYOR AMA GERÇEK ÖYLE Mİ?

Geçtiğimiz yıl bir soru önergesini yanıtlayan Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, Beydağları Olimpos Sahil Milli Parkı’nın sınırlarının, milli park sınırları içerisinde yaşayan köylüler ile orman idaresi arasında yaşanan ‘sosyal sorunlar’ nedeniyle 1988 yılında Bakanlar Kurulu Kararı ile küçültüldüğünü kaydetti. Ancak Bakan Eroğlu’nun bu yanıtı gerçeği yansıtmıyor. Çünkü 23 Aralık 1988 tarihli Bakanlar Kurulu Kararına göre, yüzölçümü 69.800 hektardan, 34.425 hektara indirilen milli parkın yarısı turizm yatırımcılarına tahsis edildi, ardından da turizm ve rant baskısıyla çarpık yapılaşmaya kurban edilen Kemer, Beldibi, Göynük, Çamyuva ve Tekirova gibi yerleşimler milli park sınırlarının dışına çıkarıldı.

TARİHİN VE COĞRAFYANIN AYARLARIYLA OYNANIRKEN

Bugün gelinen noktada, yazının başında değindiğimiz otel girişimlerini bir kez daha düşünmek zorundayız. Çünkü bugünlerde Olimpos’un eteklerinde yine planlar, projeler, yenilenme hesapları yapılıyor. Ankara-Antalya hattında rant seferleri yapılıyor, kapalı kapılar ardında haritalar açılıyor. “Zengin kaynakların yoksul bekçisi mi olalım” propagandasıyla sıtmaya tutulmuş gibi kazanma hastalığına yakalanan zevat, tarihin ve coğrafyanın ayarlarıyla oynuyor…

BU YAĞMAYI SEYREDENLER DE HARAMİLER KADAR SUÇLUDUR

Orman varlığının neredeyse tamamına yakını devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan Türkiye’de, tüm kamunun ortak varlığı olan bu zenginlik, her dönemin siyasi iktidarlarınca yağmalanacak ilk kaynak olarak görüldü. AKP iktidarı döneminde, “devlet ormancılığından millet ormancılığına geçiyoruz” söylemiyle hız kazanan orman yağması, iktidar temsilcilerinin şu kadar milyon fidan diktik söylemlerinin gölgesinde daha da hız kazandı. Ormanların sahibi olan kamu, yani halk, koruma altında olan, tüm yurttaşların ortak yararlanabilmesi gereken alanlar birer birer elinden alınırken, kalkınma ve büyüme masalıyla avutuldu. Eğri oturup doğru konuşalım: Hiçbir üretim kültürü ve mirası yaratmadan, yalnızca iktidarlar eliyle halkın ormanını çalarak zengin olan haramileri sadece seyredenler de bu büyük yağmada en az haramiler kadar suçludur. Gazeteci-Yazar Yusuf Yavuz

Fotoğraflı haber:
https://gazeteciyazaryusufyavuz.wordpress.com/…/tanrilarin-…

Gazeteci-Yazar Yusuf Yavuz tarafından gündeme taşınan Phaselis’e otel yapılması planlarıyla ilgili haberlere bağlantıdan ulaşabilirsiniz:
https://gazeteciyazaryusufyavuz.wordpress.com/…/phaselis-ru…