15 Eylül 2014 Pazartesi

ABD bombaları IŞİD’i koruyor "Michel Chossudovsky"



‘Elimizdeki belgelerin ışığında IŞİD’e karşı bombalama harekâtı başlatmaktan söz edenlerin, aslında IŞİD’in mimarları olduğunu görebiliriz. Amaç IŞİD tugaylarını hedef almak değil, tam tersine onları korumaktır’
ABNA- Kanadalı ekonomi profesörü Michel Chossudovsky ile ABD Başkanı Obama’nın IŞİD ile ilgili açıklamaları konusunda bir söyleşi yaptık. Telefon üzerinden konuştuğumuz Michel Chossudovsky, Ottawa Üniversitesi’nde öğretim üyesi ve dünyada birçok üniversite iktisat dersleri vermekte. Chossudovsky ayrıca birçok gelişmekte olan ülkenin hükümetlerine danışmanlık da yapmakta. 
Dünyada Batı merkezli ana akım basının dışında yayın yapan önemli haber sitesi ve araştırma merkezlerinden Globalresearch’ün genel yayın yönetmeni ve araştırma merkezinin başkanı. Ana Britannica Ansiklopedisi (Encyclopædia Britannica) ekibinin içinde görevli.
BOP’UN YENİ AŞAMASI
- Obama, IŞİD ile ilgili yaptığı açıklamayla ABD’nin Ortadoğu’daki yeni planını mı duyurmuş oldu? Yeni bir Büyük Ortadoğu Projesi gibi...
Ben de böyle olduğunu düşünüyorum. Bu hamle, ülkeleri istikrarsızlaştırmayı ve yok etmeyi amaçlayan aynı geniş askeri gündemin parçası. Ancak bu özel girişimin farkı, çok sayıda ülkede eş zamanlı olarak yürütülüyor olmasıdır.
Ama kesinlikle 21. yüzyılın başında tanımlanan aynı askeri gündemin bir devamıdır. Stratejik olarak hedefi milletleri istikrarsızlaştırmak ve imha etmek. Bu strateji aynı zamanda, millî devletler içinde bölünmeler yaratma ve istikrarsızlaştırma görevi olan terörist kuruluşlara fon sağlamayı amaçlamakta.
- ABD’yle birlikte destek veren kimler var?
Tekfirci IŞİD terör örgütü ABD istihbaratının eseridir. Bu gerçek birçok sefer belgelendi. Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütünün Suriye’deki paralı militan gruplardan bir tanesi olduğunu ve Suudi Arabistan ile Katar’ın sağladığı fonlarla ABD tarafından desteklendiğini unutmamalıyız. IŞİD adlı organizasyonun eğitilmesi görevinin Körfez ülkelerine verildiğini biliyoruz. Tabii bu eğitimler her zaman Washington ile yakın temas halinde yürütülmüştür.
IŞİD’in Golan Tepeleri’nde İsrail tarafından da desteklendiğini biliyoruz. Bu da birçok sefer belgelendi. Ve İsrail istihbarat kaynaklarına dayanarak NATO ve Türk askeri başkomutanlığın Suriye’deki Beşşar Esad Hükümeti’ni devirmek amacıyla cihatçı teröristleri toplama sürecine müdahil olduğunu da biliyoruz. 
Tüm bu bilgiler ışığında IŞİD’e karşı bombalama harekâtı başlatmaktan söz edenlerin aslında IŞİD’in mimarları olduğunu görebiliriz. IŞİD bağımsız bir varlık değil. Batı askeri ittifakının istihbaratına ait bir varlıktır ve Irak’ı istikrarsızlaştırmak ve Suriye içinde bir ayaklanma yürütebilmek için kullanılmaktadır.
‘Kutsal savaşa’ bahane
- Peki o zaman IŞİD neden düşman ilan edildi? 
(GÜLEREK) Şimdi -önceki stratejilerden farklı olarak- artık IŞİD Beşşar Esad Hükümetine karşı savaşan muhalif “özgürlük savaşçısı” olarak tanımlanmıyor. Amerika Birleşik Devletleri ve Batı dünyasını tehdit eden bir terör örgütü olarak resmediliyor. Dolayısıyla, Obama yönetiminin İslami teröre karşı bir harekâtın, bir “kutsal savaşın” içinde olduğuna yönelik kamuoyunu inandırma kampanyasının yapıldığı saçmalıklar denizinde yüzüyoruz. İslami terörizmin ABD istihbaratının eseri olduğunu kabul etmeden... 
Bu tabii ki Sovyet-Afgan savaşının dorukta olduğu günlere kadar dayanıyor. Tüm bu terör örgütleri aslında sürekli olarak ABD askeri istihbarat mekanizmasının aletleridir.
‘SURİYE, BİRÇOK BATILI İSTİHBARATÇI YAKALADI’
- Peki IŞİD’in Washington’a bağlı eski bir kukla olduğunu söyleyebilir miyiz? Yani ABD’nin kontrolünden çıktığı için Obama’nın hedefinde olabilir mi?
IŞİD’e bağlı paralı askeri birlikler, destek aldıkları istihbaratlarla ilişkilerinde bir dereceye kadar bağımsız. Bu da zaten istihbarata bağlı varlıklar olarak adlandırdığımız terör örgütlerinin doğasında var. İstihbarat örgütlerine bağlı varlıkların, destek aldıkları istihbarat sponsorlarını ille de bilmelerini bekleyemeyiz. ABD’nin aslında bu operasyonları fonladığını bilmezler. Ancak İslam Devleti tugaylarının Batılı özel kuvvetler tarafından örgütlendiğini ve bu özel kuvvetlerin sahada askeri danışman olarak faaliyet yürüttüğünü gösteren kanıtlar var. Söz konusu kanıtlar IŞİD’in Suriye’de yürüttüğü faaliyetler sırasında ve Suriyeli yetkililer tarafından çok sayıda Batılının tutuklanması ile ortaya çıktı. IŞİD tugaylarının özel kuvvetlere ve NATO ve ABD ile sürekli temas halinde olan danışmanlara sahip olduğunu olgulara ve belgelere dayanarak biliyoruz. 
‘BOMBALAMALAR IŞİD’İ HEDEF ALMIYOR, KORUYOR’
- Obama’nın, Irak işgali sırasında ve tabii ki Suriye’de yarım kalan işleri tamamlamak için bu yeni harekâtı başlattığını söyleyebilir miyiz?
Bence şu anda yaşanan, Irak’ın parçalanması sürecinde yeni bir aşamadır. Bu aşamanın, zaten uzun bir süredir öngörüldüğünü düşünüyorum. Irak’ın üç ayrı bölgeye bölünmesiyle başlamıştır: Kürdistan, Sünni halifelik ve Şii devleti.
Yeni aşamanın amacı milli devlet olarak Irak’ı istikrarsızlaştırmak, daha da istikrarsızlaştırmak ve aynı zamanda laik bir direniş hareketinin gelişimine engel olmaktır. Bombalamalar IŞİD milislerini hedef almıyor. Eğer IŞİD hedef alınıyor olsaydı, son derece yıkıcı bir şekilde, birkaç hafta ile ölçülebilecek bir sürede imha edilirlerdi zaten. IŞİD tugayları, Batılı askeri ittifakın kapasitesi ile kıyaslandığında dişe dokunur bir askeri güç oluşturmuyor. Kökü kazınabilir ve rahatça hedef alınabilir.
Ama amaç IŞİD tugaylarını hedef almak değil, tam tersine amaç aslında IŞİD’i korumaktır. Çünkü IŞİD tugayları Batılı askeri ittifak adına özel bir görev yürütüyor. Bu görev, ülkeyi istikrarsızlaştırmak ve Irak halkının, ABD’nin Bağdat’ta kurduğu uydu rejimlere karşı kendi direniş hareketini kurmasına engel olmaktır. 
‘RUSYA’NIN IRAK’A SİLAH SATIŞI ENDİŞE YARATTI’
- Irak birleşme yönelimindeydi ve İran ile Rusya’yla bağları giderek güçleniyordu. Ancak IŞİD’den sonra Barzani bağımsızlıktan, Batı da Barzani güçlerini silahlandırmaktan bahseder oldu. Bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bence şu aşamada son gelişmelerle ilgili bir değerlendirme yapmak için çok erken. Ancak şunu söyleyebilirim; ABD, Irak hükümetini resmi olarak destekliyor. Bu destek tabii ki siyasi kaygılar nedeniyle sürüyor, bir yandan da Irak hükümetinin Amerikan silah sistemlerini satın alan büyük müşterilerden biri olduğu gerçeği de var. Irak hükümeti, ABD’den gelişmiş silah sistemleri satın alıyor ve bu da Amerikan silah üreticileri için büyük bir kazanç kapısı. Ancak şunu da söylemeliyim; Rusya da Irak’a silah satıyor, ya da en azından Maliki döneminde satıyordu. Bu da endişeye neden oluyor çünkü iki süper güç gelişmiş silah sistemleri pazarında rekabet halinde.
- Mesele sadece silah satışı mı?
ABD’nin Irak hükümetini desteklemesinin ardında yatan bir diğer sebep ise Washinton tarafından iyi bir şekilde oluşturulmuş askeri doktrin ya da askeri taktik. Bu taktik, Irak’ı parçalamak ve aynı zamanda etnik bölümlere ayırmak. Bunun için yapılması gereken askeri anlamda tüm tarafları desteklemek. Zaten olan da bu; ABD Bağdat’taki merkezi hükümeti destek oluyor, Kürdistan ayrılıkçı yönetiminin arkasında ve aynı zamanda el altından Sünni terörist örgüt IŞİD’i destekliyor. Burada tabii ki ikili bir söylem var yani Obama bir yandan “teröristleri yakalamalıyız, İslami devlete karşı olmalıyız, bunları yok etmeliyiz” diyor, ama bunlar sadece söylemde. Diğer yandan ise -sağlam belgelere dayanarak biliyoruz ki- bu terörist varlık aslında Batılı istihbarat örgütleri tarafından denetleniyor ve Amerika’nın Ortadoğu’daki en sadık müttefikleri olan Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri tarafından finanse ediliyor. Burada, 11 Eylül’de Arap devletleri ve Türkiye ile yapılan toplantılara ve özellikle Suudi Arabistan’ın IŞİD’e karşı büyük kampanya çağrısına vurgu yapmak istiyorum.
‘ABD, ETİKETLERİ DEĞİŞİYOR’
- Evet, Suudiler IŞİD “düşmanı” kesildi... 
(Gülerek) Suudi Arabistan, Katar ve Arap Emirlikleri, İslam Devleti (IŞİD) teröristlerini finanse etmeye ve terörist toplamaya devam edeceklerini düşünüyorum. Aslında ABD, Suudi Arabistan’dan paralı asker toplamaya ve eğitmeye devam etmesini istiyor. Ancak şimdi, eğitilecek olan bu paralı askerlerin IŞİD’in bir parçası olmayacağını, IŞİD’e karşı savaşacağını söylüyorlar. Sözde “ılımlı muhalif güçler” olarak görevlendirileceğini belirtiyorlar. Aslında ABD’nin niyeti, esas olarak etiketleri değiştirmek. Suudi Arabistan özel olarak Suriye’de kullanılacak teröristleri eğitmeye devam edecek ve aynı zamanda İslam Devleti’ne(IŞİD) karşı yürütülen kampanyayı sözde destekleyecek.
Şafak Terzi

13 Eylül 2014 Cumartesi

Atatürk’ün Partisini Ele Geçiren Bir Avuç Devşirme




RTE ye Cumhurbaşkanlığını altın tepsi ile sunma operasyonun da enstrüman olarak kullanılan Ekmelleddin kamburundan kurtulmak, yükselen tepkinin “gazını almak” amacıyla yapılan CHP 18. Olağanüstü kurultayı sona erdi.
Yangından mal kaçırırcasına yapılan ve sonucu başından belli olan Kurultaya Kemal Kılıçdaroğlu'nun “YEREL YÖNETİMLER ÖZERKLİK ŞARTINDA TÜRKİYENİN KOYDUĞU ÇEKİNCELERİ KALDIRMA”  sözü vermesi damgasını vurdu.
                                                                                               Peki, nedir bu “Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”?
Bunu anlayabilmek için, Yerel Yönetimler Özerklik şartının” alt yapısını, hukuksal dayanağını oluşturan, Türk halkının “İKİZ YASALAR” olarak adlandırdığı “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi” Birleşmiş Milletler tarafından 16 Aralık 1966 da kabul edilerek 3 Ocak 1976 tarihinde yürürlüğe girmiştir. “Siyasi ve Medeni Haklar Uluslararası Sözleşmesi” ise yine BM hazırlanıp, kabul edilmiş ve  23 Mart 1976’da yürürlüğe girmiştir.
37 yıldır TBMM’nin reddettiği bu sözleşmeler 4 Haziran 2003 tarihinde AKP ve CHP’nin oylarıyla al el-acele Meclis’ten geçirilmiş, tüm karşı koyuşlara karşın, dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından onaylanarak yürürlüğe girmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine yerleştirilen dinamitler olarak tarihe geçecek olan bu sözleşmeler,  Sevr antlaşmasının TBMM eliyle hortlatılmasıdır. Ayrılıkçı, bölücü, mezhepçi, tarikatçı faaliyetler meşrulaştırılmış,  bu faaliyetlerin yasal dayanağı oluşturulmuştur. 
Bilindiği üzere TC Anayasasına göre TBMM tarafından onaylanan uluslararası sözleşmeler İç hukukun üzerinde yer alır. Bunun anlamı, bu yasalardan doğacak mağduriyet ve zararlara karşı TC sınırları içinde hiçbir mahkemede dava açılamaz. 
Peki, bu yasaların oluşturduğu tehditler nedir?
Adı geçen her iki sözleşmenin 1. maddesinde yer alan,
 A. Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.
B. Bütün halklar, ........, doğal kaynakları ve zenginlikleri üzerinde kendi yararına serbestçe tasarrufta bulunabilir. Bir halk sahip olduğu maddi kaynaklardan hiçbir koşulda yoksun bırakılamaz.
C. ...... Bu sözleşmeye taraf bütün devletler, kendi kaderini tayin hakkının gerçekleştirilmesi için çaba gösterir ve Birleşmiş Milletler şartının hükümlerine uygun olarak bu hakka saygı gösterir. Denmektedir.
Hemen hatırlatalım. Amerikan Bağımsızlık Savaşı ve Fransız Devrimi’nden bu yana gerçekleşen burjuvacı demokratik devrimler, ulusal kurtuluş savaşları ve sosyalist devrimlerin temel bir ilkesi, “ulusların kendi kaderini belirleme hakkı” idi.  Ne var ki bu ilke 21. yüzyılın başında emperyalizmin kurnaz mimarlarınca tersine çevrildi ve “Ulus” sözcüğünün yerine “halk” sözcüğü kondu. Uluslara değil halklara vurgu yapıldı ve şimdi de “azınlıklar” deniliyor. Böylece bir ulus devlette birden fazla halktan söz etmek, dolayısıyla birden fazla devlet kurma iradesinden söz etmek mümkün hale geldi.
Buradaki amaç, üniter-ulus yapılı devletlerdeki “mikro milliyetçilik, etnik, mezhepsel ayrılıklar” körüklenecek, 200 kadar olan devlet sayısının her anlamda güçsüz 5000 devletçiğe çıkarılarak, sömürüye itiraz edemeyecek, işgale karşı savunmasız bir “dünya kentler federasyonu” kurulmasıdır.
                                                                                               Ulus/üniter devlet yapısı içinde yüzlerce yıldır birlikte yaşayan “halkların” “kendi siyasal statülerini serbestçe tayin” edebileceklerine ilişkin “İkiz yasalar” nasıl uygulanacaktı?
 İşte ulusları etnik, dinsel, mezhepler temelinde tamamen ayrıştırmaya yönelik, yerelleşmeyi güçlendirip, ulus/üniter devletletlerin merkezî yapısını çözmeyi amaçlayanYerel Yönetimler Özerklik Şartı“İkiz yasalar”ın uygulamaya ilişkin ortaya çıkması olası sorunların nasıl çözümleneceğine ilişkin düzenlemeleri içermektedir. 
Türkiye, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı 1988 yılında imzaladı. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı Özal’ın Cumhurbaşkanı olduğu 1991 yılında (Bazı maddelerine çekinceler konularak) TBMM tarafından onaylandı.
Yerel Yönetimler Özerklik Şartının 3. maddesinde de “Özerk Yerel Yönetim Kavramı” şöyle tanımlanıyor:
“Özerk yerel yönetim kavramı yerel makamların, kanunlarla belirlenen sınırlar çerçevesinde, kamu işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yürütme hakkı ve imkânı anlamı taşır”.
“Yerel makamlara verilen (bu) yetkiler, normal olarak tam ve münhasırdır” (Md. 4/4). Anlaşmayı imzalayan devletler, “yerel yönetimlerin (bu) temel yetki ve sorumluluklarını anayasa ya da kanun ile belirlemek” zorundadırlar (Md. 4/1).
Anlaşmaya göre;  yerel yönetimlerin coğrafi sınırlarını da ilgili devlet dilediği gibi belirleyemez. Bunun için o bölgede yaşayan yerel topluluklara danışmak zorundadır (Md.5).”
Anlaşmada “özerk yerel yönetimler”in ekonomik altyapısı da unutulmamış: “Yerel makamlara kendi yetkileri dâhilinde serbestçe kullanabilecekleri yeterli mali kaynaklar sağlanacak”!
 Sözleşmenin diğer maddeleri; “Yerel yönetimlerin kendilerini alâkadar eden konularda ve karar süreçlerinde dikkate alınmasını, yerel yönetimlerin iç örgütlenmelerinin kendileri tarafından belirlenmesini, mali kaynak sağlanırken yerel yönetimlere önceden danışılmasını, onlara tanınmış yetkileri serbestçe savunabilmek için yargı yoluna başvurabilmelerini” içermektedir.
Şimdi anımsayalım; “İkiz yasalar”ın 1. Maddesi ne diyordu. “Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir.”
Yerel Yönetimler Özerklik Şartı” ne diyor? “Özerk yerel yönetim kamu işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yürütme hakkı ve imkânı anlamı taşır”
CHP Genel Başkanının BOP eş başkanı ile birlikte “YENİ ANAYASA” diye yırtınmasının, “açılım” adı altında ülkenin parçalanmasının önündeki taşları temizlemesinin altında ise Yerel Yönetimler Özerklik Şartının 4. Maddesi yatmaktadır.  Buna göre; “Anlaşmayı imzalayan devletler, yerel yönetimlerin (bu) temel yetki ve sorumluluklarını ANAYASA YA DA KANUN ile belirlemek zorundadırlar (Md. 4/1).
Türkiye’nin  “Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”na koyduğu şerhi kaldırması demek;
 “Yerel makamların kendi iç idari örgütlenmelerini, kendilerinin kararlaştırabilmelerini, yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenlemeler yapabilmelerini”,
 “Yerel makamlara yapılan hibelerin belli projelerin finansmanına tahsis edilme koşulu taşıyabilmesini”,
“Yerel yönetimlerin kendi yetkilerini serbestçe kullanabilmek için özerk yönetim ilkelerine riayetin sağlanması amacıyla yargı yoluna başvurma hakkına sahip olabilmesini” kabul etmesi ve buna uygun bir “Anayasal düzenleme”  yapması demek.
Tüm bunlara  ''Bölge kalkınma ajansları sayesinde, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve buna bağlı olarak özerk bölgeler oluşturulması,''  Büyükşehir Yasası”  ile fiilen çizilen  “eyalet” haritası da eklendiğinde, Türkiye’nin AKP ve ''Türk kimliği ırkçıdır” diyen TESEV üyesi Kemal Kılıçdaroğlu tarafından adım adım nasıl uçuruma sürüklendiğinin, küresel haydutlarca tek bir kurşun bile atmadan nasıl ele geçirildiğinin fotoğrafı net olarak ortaya çıkmaktadır. 
Günümüzde artık Emperyalizm,  kendi askeri ve silahları ile saldırmıyor. İşgal etmek istediği ülkelerde içeriden “Fulbright Bursları, AB fonları, Soros vakıfları(TESEV gibi)  aracılığı ile yandaşlar devşiriyor. O ülkenin ulusal değerleri üzerinde yanlış/yalan bilgileri devşirdiği adamları aracılığı ile millete yayıyor.  Ulusun ortak aklı denen, toplumsal hafızaya kirli bilgiler girdikçe,  ulusun yurttaşları arasında kavram kargaşası,  etnik, dinsel, mezhepsel kavga alanları yaratılıyor.  Böylece toplumsal bunalım, karmaşa, ayrışma, çözülme süreci oluşturuluyor. Yaratılan bu ortam, emperyalizmin rahatlıkla at koşturacağı verimli alanlardır. Bir tane asker sokmadan, bir tane kurşun atmadan,  hedef ülkenin beyinleri devşirilmiş kendi yurttaşları aracılığı ile hedeflerine ulaşmaktadırlar.
Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ün Partisini ele geçiren bir avuç devşirmenin yadsınamaz katkı ve desteği ile   “Atatürk Türkiye si” olmaktan çıkartılıyor. Giderek artan bir hızla kendine yabancılaştırılıyor.
Uyanık olmak, Atatürk Türkiye’sine sahip çıkmak her Türk Yurttaşının namus ve onur görevidir.. 13.09.2014
Mahmut ÖZYÜREK






10 Eylül 2014 Çarşamba

2014-2015 Eğitim ve Öğretim Yılı Başlarken Gericileşme Süreci ve “Fulbright Antlaşması”



2014-2015 yılı Eğitim ve öğretim döneminde, ülkemizde ilk, orta ve yükseköğretim dâhil olmak üzere, 23 milyon 700 bin öğrenci,  başka bir deyişle, ülke nüfusunun yaklaşık üçte biri demokratikliği, laikliği, bilimselliği yok edilmiş bir sistemle karşı karşıyadır

Eğitimi,  içinde bulunduğu sistemden bağımsız değerlendirme yanılgısı bizi,  yıllardır yerel ve uluslararası sermayenin toplumsal yaşamın tüm alanlarında, ama ilkönce ve her şeyden önce eğitim alanında ördüğü/ örgütlediği Siyasal dinci-gericiliğin meşrulaştırılmasına ve dolayısıyla emperyalizme bağımlılığın meşrulaştırılmasına götürür.

AKP iktidarının gerici ideolojiye yaslanan ve bunu derinleştiren politikaları göz önüne alındığında, halkın bağımsız siyasetinin olmazsa olmaz başlıklarından birisi gericiliğe karşı mücadeledir. Siyasal dinci-gericiliğe karşı mücadele, siyasal dinci-gericiliği besleyen, palazlandıran ana damar olan emperyalizmle karşı mücadele ile özdeştir. Başka bir söylemle emperyalizmi alt etmeden siyasal-dinci gericiliği alt etmek olanaksızdır. Hesaplaşmayı dinci-gerici siyasal sistemin temel dayanağı olan emperyalizmle yapmayı göze alamayan her hareket tali sorunları öne çıkarıp dinci faşist sistemin eğitimini aklayıp meşrulaştırılmasına hizmet eder.

Diğer taraftan Eğitim sisteminin “hem kadrolarıyla hem müfredatıyla hem de yaşam alanı olarak” dinci gericilik ekseninde yapılandırılması yalnızca son 12 yıllık dönemin ürünü değildir. Elbette Yerel ve uluslararası sermayenin koruyuculuğunda, devlet-siyasal iktidar, ticaret-  cemaat-tarikat-vakıf ilişkileri etrafında örgütlenen İslamcı gericilik, AKP ile birlikte aydınlanma mirasının reddi ve tarihsel kazanımların tasfiyesi konusunda, kendinden önce iktidar olan siyasal partileri çok gerilerde bırakmıştır. 

Eğitim sistemi içinde siyasal dinci gericiliğin yaygınlaşıp, kurumsallaşmasında bir dönüm noktası olan 1947 yılı, Türkiye’nin kaçınılmaz olarak emperyalizmin kollarına teslim edildiği tarihtir.

Bu tarihten başlayarak, söz konusu gericileşme süreci boyunca, Köy Enstitüleri kapatılmış, ezanın Türkçe okunması uygulamasına son verilmiş, Kuran’ın Türkçe meallerinin yayınlanması eski hızını kaybetmiş, Kuran kurslarının sayısı büyük ve baş döndürücü bir artış göstermiştir.

Bu tarihten başlayarak, imam-hatip liseleri kurulmuş ve yaygınlaştırılmış, yasa dışı ve kaçak kursların açılmasına müdahale edilmemiş, Cumhuriyet Devrimi Kanunları rafa kaldırılmış, tarikat yapılanmaları teşvik edilmiş, tarikatların siyaset ve ülke yönetimi üzerinde çok büyük oranda söz sahibi olmaları gündeme gelmiş, dinci partilerin sayısında bir patlama olmuştur.

Türkiye daha 25 yıl önce, yani 1920'lerde kan ve can bedeli ülkesinden kovduğu emperyalizme,  gericileştirme operasyonu ile yeniden teslim edildi.

Peki Nasıl?

Milli Eğitimimiz 27 Aralık 1947'de imzalanan ve “Fulbright Antlaşması” olarak anılan ”Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma’nın sonucu olarak, bütünüyle Amerikalı uzmanlar ve CIA tarafından, Amerikan çıkarları doğrultusunda biçimlendirildi.

“Fulbright Antlaşması”  gereği 27 Aralık 1949 tarihinde Türkiye ve ABD hükümetleri arasında "Eğitim Komisyonu" kurulmuştur. "Komisyon, dördü TC vatandaşı ve dördü ABD vatandaşı olmak üzere sekiz üyeden kurulu olacaktır. Bunlara ek olarak Türkiye’deki ABD diplomatik heyetin başı, (Amerikan Büyükelçisi) komisyonun fahri başkanı olacaktır. Komisyonda oyların eşit oluşması durumunda kesin oyu misyon şefi Amerikan büyükelçisi verecektir.”

Komisyonun ABD vatandaşı olan dört üyesinden ikisi elçilikteki CIA mensupları arasından seçilmektedir. Böylece CIA, Milli Eğitim Bakanlığı’na ve diğer bakanlıklara rahatça sızma olanağı bulmuş ve komisyon üyesi sıfatıyla öğrenci ve eğitim üyeleri arasında ajanlar devşirmekte hiçbir güçlükle karşılaşmamışlardır.

Bu Komisyon, «T.C. Hükümeti tarafından sağlanacak paralarla finanse edilecek eğitim programının idaresini kolaylaştırmak için ihdas ve tesis edilmiş bir teşekkül olarak Türkiye Cumhuriyeti ve Amerika Birleşik Devletleri Hükümetleri tarafından» tanınmıştır.

Fulbright Antlaşmasının 5. Maddesi; Türk Hükümetinin himayesinde, her türlü Türk denetiminin dışında, Türk Eğitimi hakkında araştırma yapması, bilgi toplaması, gerekli Amerikan memurlarını uzman ve araştırmacı olarak okul, üniversite ve Bakanlıklara yerleştirmesi ve benzeri faaliyetlerini kolaylaştırmak amacını sağlamak için getirilmiştir.

Böylece Milli Eğitim’de eğitim plânlamasından öğretmen yetiştirilmesine ve programların geliştirilmesine kadar tüm eğitim –öğretim Amerikalı uzmanların emir ve yönetimine devredilmiştir. Bu tür bir uygulama, ancak sömürge ülkelerinde görülür.

İki örnek verelim. Fulbright Eğitim Komisyonunun aldığı ilk karar;  ülkemizde yabancı dilde eğitim veren okulların açılması ve yaygınlaştırılmasıdır.

İkinci örneğimiz İlkokul Müfredat Programının 62. Maddesinin değiştirilmesi kararıdır. Buna göre  “Eski programdan Bağımsızlık, Devletçilik Lâiklik, Devrimcilik, Fransız devrimi, Reform hareketleri, Halkın aydınlatılması, Ulusal ekonomi, Devletin vatandaşlara karşı görevleri... Gibi konular çıkarılmış, yeni programa, Unesco, NATO günü, Demokrasi, Dinsel bayramlar... Gibi konular eklenmiştir.”

Böylece Türk toplumunun muhtaç olduğu, uyanık, üretici, bağımsızlıktan yana, laik devrimci insan yetiştirme amacı yerine, Amerika’ya bağlı, toplum ve ülke çıkarlarının pek farkında olmayan, geleneklere bağlı ve genel olarak tüketici insanlar yetiştirilmesi amacına yönelinmiştir.

Bu yüzden bugün, örneğin okul programlarımız toplum ve ülkenin gerçek ihtiyaçlarından ve ulusal çıkarlara uygunluktan uzaklaştırılmış, ABD’nin yani emperyalizmin istediği gerici, piyasacı ve cinsiyetçi “tek tipçi” sistem egemen kılınmıştır.

”Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma’nın imzalandığı ve “Fulbright Eğitim Komisyonu’nun kurulduğu dönemde Cumhurbaşkanı İsmet İNÖNÜ, Başbakan önce MEHMET RECEP PEKER sonra HASAN SAKA, Milli Eğitim Bakanı -Reşat Şemsettin Sirer’dir.

27 Aralık 1949 tarihinde kurulmuş olan Fulbright  Eğitim Komisyonu, 65 yıldır aralıksız yürürlükte kalmıştır ve halen yürürlüktedir.

O tarihten günümüze kadar olan süreçte kurulan Atatürkçü oldukları iddiasında bulunan hükümetlerin hiçbirisi, bu anlaşmayı ortadan kaldırmayı düşünmedi.

O tarihten günümüze kadar olan süreçte “Hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı” kalacağına, namusu ve şerefi üzerine ant içen hiçbir milletvekili bu antlaşmaya karşı ciddi bir mücadele vermedi.

O tarihten günümüze kadar olan süreçte “Atatürkçülük” iddiası ile kurulan (iktidar olan-olmayan) siyasal partiler bu antlaşmaya karşı çıkarak toplumsal bilinç ve muhalefet oluşturmayı düşünmediler.

O tarihten günümüze kadar olan süreçte; Atatürkçülük iddiası ile kurulan örgütlenmeler, bu antlaşmanın kaldırılması için kamuoyu yaratarak hükümetler üzerinde baskı kurmaya yönelmediler.

Emperyalizm, hâkimiyet kurmaya çalıştığı ülkelerde toplumsal gericiliğin en büyük destekçisi olarak öne çıkar. Günümüzde Eğitim sisteminin “hem kadrolarıyla hem müfredatıyla hem de yaşam alanı olarak” dinci gericilik ekseninde yapılandırılması, 1947 den bu yana ABD’den icazet alarak iktidar olan, emperyalizmin taşeronu hükümetlerin eseridir.  12 yıllık AKP iktidarı ise bu sürecin en pervasız son halkasıdır.

Sonuç olarak Türkiye’de eğitimin, akılcılığın ve bilimin bileşimi olan Atatürkçü düşünce temelinde,  özgür düşünen, eleştirel aklı yol gösterici olarak benimseyen bir yapılanmaya dönüştürülmesinin olmazsa olmaz koşulu,   toplumsal gericiliğin en büyük destekçisi olarak öne çıkan Emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı ilkeli, kararlı bir mücadele ile olanaklıdır.  Yoksa yalnızca AKP iktidarından kurtulmuş olmak, “emperyalizmin at değiştirmesi” dışında bir anlam taşımaz. 09.09.2014

Mahmut ÖZYÜREK