8 Eylül 2014 Pazartesi

"Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu” “ 27 Aralık 1949 Tarihli Anlaşma”/Gülsev Eyüboğlu




Türkiye ile ABD arasında 5 Aralık 1938 yılında yapılan Ticari Anlaşma(gizli)ile başlayan dostluk(!) her geçen yıl hızla perçinleşiyordu. Türkiye Cumhuriyetinin Kurucusu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK"ÜN; 10 Kasım 1938 günü bedenen TÜRK Ulusundan ayrılışının 25. günü ABD ile yapılan 5 Aralık 1938 Anlaşmasının içeriği acaba "Wilson"cular Birliğinin "ABD ye yazdığı "manda" protokolünün maddelerini mi içeriyordu? Kim bilir!

       Bu arada ABD ile geçmişe bir göz atalım.

      7 Mayıs 1830 Osmanlı-ABD arasında ilk anlaşma ile Amerikalılar Osmanlı İmparatorluğu içinde (En ziyade müsaadeye mazhar devlet) imtiyazını aldı.

1830 anlaşması ile Amerika Barış Gönüllüleri ile Osmanlı İmparatorluğunun içine dağıldı. Amerika"nın bu Barış Gönüllüleri Örgütünün ad ı"American Board of Commissioners for Foreing Missions" dur. (http://www.trussel.com/kir/gilbiba.htm)
Amerikan"ın Türk Topraklarında yetiştirdiği birinci dönem "yerli misyonerler" görevlerini yaptılar ve Türk İmparatorluğu parça parça dağıldı. Son görevleri ise Haçlılarla yaptıkları 30 Ekim 1918 Mondros Anlaşması ile de fiilen yeryüzünde Türk Devleti bırakmadılar! Türk toprakları artık işgal altındaydı.
Ancak birinci nesil  "yerli misyonerler", güle oynaya işgal ettirdikleri TÜRK Yurdunda, karşılarında Gazi Mustafa Kemal Paşa"nın önderliğinde asla zincirlenemeyen Asil TÜRK Ulusunu buldular.
Sonuç 29 Ekim 1923,10000 yıllık Batı Türk Devletinin devamı Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.
Ancak birinci nesil "yerli misyonerler" 11 Kasım 1938 günü yeniden harekete geçtiler.
Durmak yok, yola devam...

     27 Aralık 1949 "Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu" Anlaşması:

    Türkiye"de "Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu" adı altında tamamen ABD"nin yönlendirdiği ve asla TÜRK Ulusu"nun bilmediği Kurum oluşturuldu. Komisyon Bir Başkan ve 8 üyelidir. Dört Amerikalı dört Türk üye ve başkan Amerika"nın Ankara Büyükelçisi. Tamamen ABD Kanunlarına tabi olarak çalışan bu Komisyonun çalışanları olan Amerikalıların neler yapacakları, amaçlarını sadece Amerikalı Komisyon üyeleri bilecek ve tek emir alacakları yer ABD Dışişleri Bakanlığı olacaktır. Ayrıca anlaşma şartlarında, bu komisyonda görevli hem Türk hem de ABD"li üyelerin kime karşı sorumlu olacaklarına dair madde yoktur.

"Amerikan Eğitim Komisyonu"nun finansını Türk Hükümeti karşılayacak, Türk Hükümetinin himayesinde olacak ancak her türlü Türk Kurumları ve Türk Yasalarının dışında olacaktır.

      TÜRK Milli Eğitim Sistemi hakkında tüm Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde araştırma yapması, bilgi toplaması, gerekli ABD Memurlarını, uzman ve araştırmacı olarak tüm İlköğretim, Ortaöğretim, Lise, Üniversitelere ve Bakanlıklara yerleştirilerek tüm kolaylıkların sağlanması sağlandı.

Türkiye"de yerleşen Amerikalı Uzmanlar; Türkiye Devleti içerisinde kendilerine yardımcı olacak ve işbirliği yapacak öğrencileri seçtiler.

Bu Seçim ise çok ilginç bir yöntemle sağlandı. Amerikalılar kendilerine yardımcı olacak bu öğrencilerin, geçmişteki soy, sopları, dedeleri ve ninelerini resmi kayıtlardan inceleyerek seçtiler, demek ki birinci nesil "yerli misyonerler" in şecerelerinin kayıtları da ellerindeymiş(!)Kendilerine hizmet edenlerin torunlarını bulmaları da hiç zor olmamıştır!

Batılıların Türk Coğrafyalarında ilk misyonerlik Kurumu 1311 yılında Papalık tarafından kurulan "Şark Dillerini Öğrenme Enstitüsü" dür!

      Soy, sopları incelenen bu öğrenciler ABD ne eğitilmek üzere gönderildiler. Üstelik Amerikalılara yardımcı olmaları için kılı kırk yarılarak seçilen bu öğrencilerin tüm Eğitim Masraflarını ise Türkiye Bütçesinden karşılandı.

Amerika"ya eğitilmek üzere gönderilen T.C.Vatandaşı bu öğrencilerden; birinci grup Amerika"ya yararlı olacaklar olarak seçilerek dolgun ücretlerle ABD de bırakıldılar. İkinci grup ise Eğitimleri tamamlandığında Türkiye"ye gönderildiler.

Türkiye"ye dönenler ise iki gruba ayrıldılar.

Birinci grup: ABD hayranı ve Amerikalılaşanlar.
İkinci grup ise bunların dışında kalanlar (!).

Amerika"da eğitilen tüm bu öğrenciler hakkında her türlü alanda (kişisel, siyasal İstihbari sicil dosyaları hazırlandı.
Türkiye"ye dönen birinci gruptakiler (Amerika hayranı ve Amerikalılaşanlar); Türkiye Cumhuriyeti Devletinin önemli Kurumlarında ve Türk Hükümetlerinin en önemli mevkilerinde görevlendirilmeleri sağlandı! Ayrıca Türkiye"deki Amerikan Yardım Kurulları, Amerikan Şirketleri ve diğer Amerika örgütlerinde görevlere getirildiler. (Peri masalları gibi, sihirli değnekle başlarına talih kuşu konan prensler, prensesler, külkedileri, Peter Pan"lar, Sinderalla"lar. Kader anacım Kader işte! Kıskananlar çatlasın (!).Yaaaa...)

27 Aralık 1949 Eğitim Anlaşması ile Amerikalı Uzmanların o mübarek(!) ellerine teslim edilen TÜRK Eğitim Sistemi ile O barbar Türkler yeniden ıslah ve tanzim edildiler. Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK"ÜN önderliğinde kurulan TÜRK Eğitimi; Türk kültüründen, Türk Tarihinden, Türk Örflerinden adım adım koparıldı.

TÜRK"lük bilinci, onbinlerce yıllık TÜRK Tarihi kitaplardan silindi. Batılılara göre Asi General, Türk Ulusuna göre Ebedi Başkomutan(Başbuğ)Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK İlke ve Devrimleri, Türk evladının belleğinden çok çeşitli projelerle silindi, Türk Devleti Türkiye Cumhuriyetin tüm kurucu öğelerinin tamgaları hoyratça kazındı.

    Batılılar, Türklerin planlı bir şekilde bilgisizleştirilmesinden yararlanarak yetiştirdiği bu "ikinci nesil yerli misyonerleri"
 özellikle Türk İmparatorluğunu parçalayan ve İSTİKLAL SAVAŞINA karşı olan ve Türkiye Cumhuriyeti"nin kurulmaması için topyekûn karşı gelenlerin ailelerden seçiyordu.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda Türkiye"den kaçan ya da Vatan Hainlikleri dolayısıyla İstiklal Mahkemelerinde yargılanan Türk Devletine baş kaldıran isyancıların (Kürt, Ermeni, Arap, Rum, Laz) çocuklarının ya da yakınlarının olmasına çok dikkat edilmiştir. Yani o günün Osmanlılıkçıları, bugünün Türkiyelilik çileri!

     İkinci nesil "yerli misyonerler" Türk Tarihi, Türkiye ve Türkler hakkında çok geniş bilgilerle donatıldılar.
Çünkü "düşmanını ne kadar iyi tanırsan-o kadar kolay yenersin" prensibiyle yetiştirildiler.
Öylesine başarılı oldular ki sinsi planlarını yerine getirmek uğruna TÜRK MİLLETİNİN önüne sözüm ona ATATÜRKÇÜ-TÜRKÇÜ olarak bile çıkarıldılar. Hükümetlerin korumaları altında geniş imtiyazlarla donatıldılar. Hatta her devrin adamları oldular. Komünist oldular, Solcu oldular, Sağcı oldular, Kapitalist oldular, Şeriatçı oldular, Ümmetçi oldular, Milliyetçi oldular, İş adamı oldular, sanatçı oldular, Profesör oldular, Sendikacı oldular, gazeteci oldular, sosyal demokrat oldular, muhafazakar demokrat oldular, Siyasi İslamcı oldular, medya patronu oldular, banka sahibi oldular, müteahhit oldular, IMF"ci oldular, Ermenici oldular, AB"ci oldular, Kürtçü oldular, PKK"cı oldular, Asala"cı oldular, oldular, oldular, oldular, oldular!

     Ancaakkkk hiç bir zaman "TÜRK" olmadılar!

     Çünkü TÜRK olmak "Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur" Tamgasıdır!
TÜRK olmanın bu onurlu tamgasını dünyaya kabul ettiren Asil TÜRK Ulusunun Ebedi Başkomutanı / Başbuğ Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, Temmuz 1909 yılında (ki o gün Yeni Osmanlı Anayasası kabul edildi)İşte bu birinci nesil "yerli misyonerleri" işte böyle anlatıyor!

Dinleyelim...
   "Avrupalılar, her zamankinden daha yırtıcı, Türkiye"nin boğazına sarılmışlardır. Maliyecileri, inhisarları ve imtiyazlarını arttırıyorlar. Daha şimdiden Demiryollarımızın çoğunluğu kontrolleri altındadır. Dönme Cavit, İskenderun Limanını onlara verdi. Bu suretle Anadolu ellerine geçmiş bulunuyor. Türkiye, müdafaasız bir halde çakallar ve akbabaların pençelerine teslim edildi. Bu hale ne zamana kadar tahammül edeceksiniz! Bizi idare eden bu... Üzerimizden silkip atmamız lazımdır. Türkler, ecnebilerin yardım ve müdahalelerinden müstakil yaşamayı öğrenmelidir. Eğer memleketin felakete sürüklenmesini istemiyorsak derhal harekete geçmeliyiz. Türkiye"yi Türklere teslim etmek lazımdır. Ancak bu teslim etmek satılmış Türklere ve tampon askerlere değildir"...

    Ne zaman haykırıyor yıl 1909. O daha 28 yaşında.
    Sonra ne oldu?
    Olanlar oldu!
    Yine Haçlılar, binlerce yıllık kinleriyle Türk topraklarına saldırdılar.
    Geldikleri gibi gittiler!

    Vazgeçtiler mi?
    Hayır...

    İŞTE GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK!
    Tabii ki anlayana!
    Saygıyla   22 Mayıs 2010
    Gülsev Eyüboğlu
   

7 Eylül 2014 Pazar

ATATÜRKTEN GEÇİNEN ASALAKLAR




“Devrimin amacını kavramış olanlar sürekli olarak onu koruma gücüne sahip olacaklardır.”
 Mustafa Kemal ATATÜRK
"Yolunda yürüyen bir yolcunun, yalnız ufku görmesi kâfi değildir. Muhakkak ufkun ötesini de görmesi ve bilmesi lazımdır" Mustafa Kemal ATATÜRK, 1930
Bu yolcu, Atatürkçülüğü kendine yol gösterici olarak benimsemiş, Kemalist düşün sistemini toplum yaşamına egemen kılmayı amaçlayan bir örgütün yönetiminde ise, Atatürk ün bu sözü yakıcı ve yaşamsal bir anlam kazanır. Ufku değil, ufkun ötesini de görüp ve bilmeksizin bu örgütlenmenin en tepesine paraşütle gelmişseniz hem kendinizi, hem de yönetiyorum iddiasında olduğunuz örgütü acınası durumlara düşürürsünüz.
Atatürkçü olmak, Atatürkçülüğü bir yaşam biçimi olarak kavramaktır. Bedel ödemektir. Atatürkçülük bir oyun veya geçici bir heves, emeklilikte meşgul olunacak, tavla oynamaktan sıkıldığınızda zaman geçirecek bir hobi olarak algılanır ve uygulanırsa statükoculuk, icazet, yapaylık, gösteriş, eylemsizlik, bataklığına sürüklersiniz örgütü.
Elden giden Cumhuriyetin yeniden kazanılmasının yol ve yöntemlerini tartışarak çözümler üretmek yerine, 8 Mart’lar da kadınlara karanfil vererek,  29 Ekimlerde görkemli, gösterişli balolar düzenleyerek, geniş halk yığınlarından kopuk Şekilci, şabloncu, slogancı, törensel etkinlik ve eylemler yaparak Atatürkçülük yaptığı sanısına kapılanlar en hafif deyimle “abesle iştigal” edenlerdir. 
Türk halkı son 60 yıl içinde; egemenlerin ideolojik-politik kültürel saldırılarıyla alıklaştırılmış ve gericiliğin değişik tonları içine çekilerek bölünmüş, parçalanmış ve sistemin payandası durumuna getirilmiş, geleneksel tortulardan, dinsel inançların uyuşturuculuğundan, popüler kültürün avutuculuğundan oluşan bir kabuk içine hapsedilmiştir. Bu doğrudur. Kendini Atatürkçü, devrimci, halkçı olarak tanımlayanların da görev ve sorumluluğu tam da bu noktada ortaya çıkar.
 Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı gibi halka dayanan, halka güvenen, inanan ve onu kurtuluşun, bağımsızlığın ve devrimin asıl öznesi durumuna getiren bir "halk adamı" olmayı, halkın devrimci özelliklerini açığa çıkarmayı başarmaktır Atatürkçülük.
Bunu yapmak yerine, yüzeysel, kısa vadeli, kendileri dışında pek fazla okuyanın olmadığı çağrılar çıkartarak halkın güvenini kazanacağını, halkın kendilerini anlayacağını düşünenler ya saf, ya da kendi savundukları düşünceyi kendileri de bilmiyor ve anlamıyor olmalılar.
Halka tepeden bakan, yaşam tarzı ve davranışları ile halkı aşağılayan, anlayıştan yoksun gören sözde Atatürkçümüz, böylesi bir durumda iç dünyasını dışa yansıtır ve hiddetle halkı suçlar.
 2010 yılı Anayasa Referandumu sonrası:
“Evet, oyu verenler gaflet, delalet hatta ihanet' içindedir! “ diyerek bilinçaltına örülmüş halka güvenmeme, halkı aşağılama anlayışını açığa vurur
Bu anlayış aynı zamanda halka, Kemalist düşün sistemine, tam bağımsızlığa, antiemperyalizme ve Kemalist devrime güvensizliğin ideolojik alanda dışa vurumudur. Atatürkçü saflarda mahkûm edilip sökülüp atılması gereken tehlikeli bir virüs ve yaklaşımdır
Halka güven duymamaktan beslenen bu anlayışla; yıllarca yozlaştırılmış tele-vole kültürüyle zehirlenmiş, partilerinin elinde oyuncak olmuş halkın yaşam koşullarının, durumunun doğru algılanması ve buradan doğru mücadele yol ve yöntemleri ile çıkış ve çözümler üretilmesi olanaksızdır.
Halka güven duymamaktan beslenen bu anlayış; yöneticisi olduğunuz örgüt ne kadar gücü olursa olsun yenilginin kaçınılmaz olmasına neden olur.
Bu anlayış diğer taraftan egemenlerin politikalarına yedeklenmeye yol açar.
"Çalışmadan, yorulmadan ve üretmeden, rahat yaşamak isteyen toplumlar; evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini daha sonra da istiklal ve istikballerini kaybetmeye mahkûmdurlar" diyor Mustafa Kemal Atatürk
Kemalist devrimin “asıl öznesi” olan halka yabancılaşmış, halkla tüm iletişim yollarını kapatmış,  üzerinize görev olarak yüklenen halkın tepkisini akıtacağı kanallar yaratma sorumluluğunu yerine getirmemiş olanların halka dönüp, "daha ne duruyorsun? Ne zaman adam olacaksın?"  anlamına gelecek çığırtkanlıklar yapmak tam anlamıyla “utanmazlık” ve “aymazlık”lıktır. 
Son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce Tansel Çölaşan ve ekibi; “Atatürkçüler mutlaka sandığa gitmeli” içerikli açıklamalarını birbiri ardına yaptılar. Seçimlerden sonra ise RTE'nin seçilmiş olmasının sorumluluğunu “sandığa gitmeyenlere” fatura ederek işin içinden çıktılar.
Doğru tavır bu mu olmalıydı?
1-  “Yeni” Türkiye’nin Cumhurbaşkanını halkın doğrudan seçmesi, Mustafa kemal Atatürk’ün kurduğu devlete karşı emperyalist işbirlikçisi, gerici ve bölücülerin temelden bir saldırısıdır. Çünkü onların bu seçimle gerçek amacı; Türkiye cumhuriyetini olabildiğince Atatürk’ten uzaklaştırmak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu temeli olan parlamenter demokrasinin yerine Başkanlık sistemini getirmektir.
2-    Bu tarihsel gerçek göz önünde tutulduğunda 10 Ağustosta yapılan olan bu seçimde “sandığa gidin” çağrısı bir anlamda farkına varmadan/veya bilinçli olarak, Mustafa Kemal’in tarihsel olarak seçtiği kurucu temel ilkelerden biri olan “parlamenter demokrasi” ye karşı açılan bu saldırıya katılmak anlamına gelecektir.
3-  ADD Yönetiminin “sandığa gidin” açıklaması  “biz başkanlık rejimini onaylıyoruz ve kendi başkanımızı seçmek için gidiyoruz” demektir. Bu tavır, seçim sonunda Erdoğan başkan olarak seçildiğinde itiraz edememeyi beraberinde getirecekti’ ki getirdi.
4-  Emperyalizme bağımlı, bu sahte demokrasinin çarpık siyasi sistemi, halka emperyalizmin üç sadık adayını Atatürk’ün koltuğu için milli devlet başkanı adayı olarak sunmuştur. Adaylar öyle seçilmiş ki yağmurdan kaçan mutlaka doluya tutulmak zorunda kalmaktadır. Erdoğan’ın diktatörlüğünden kaçan ya Ekmel beyin “Açılım” ı destekleyen, BOP projesine uygun İslami politikasını kabullenecek, ya da “Açılım” politikasının fiili uygulayıcı olarak Selahattin Demirtaş’ın tuzağına düşecektir.
5-“Gücümüz yok, o halde ehven-i şer olanı destekleyelim” türünden anlayışlar mandacılığın ADD içinde egemen kılındığını gösterir. Mustafa Kemal, kurtuluş savaşının başında örgüt, asker para yoksunluğu içindeyken, İngiliz-Fransız işgalcilerine karşı -bazılarının önerdiği gibi- Amerikan mandasına mı sığındı?  Ya’ da ADD yöneticileri gibi “ehven-i şer”e biat mı etti?  Emperyalizm ve işbirlikçilerinin politikalarına yedeklenme yolunu mu seçti?
Anadolu’nun bağrından “Manda ve himaye kabul edilemez” diye haykırmadı mı?
Bu gerçekler göz önüne alındığında mandacı, ATATÜRKTEN GEÇİNEN ASALAK bir zihniyetin ADD’yi ele geçirdiğini söylemek doğru bir YAKLAŞIMDIR..
Bu nedenledir ki artık ADD, tepeden aşağılara doğru yayılan bir özgüven yitimine, itibar erozyonuna uğramıştır/uğratılmıştır.
ADD’nin yönetim kademelerinde bulunan ve Kemalist ideoloji, halkçı devrimci antiemperyalist mücadele anlayışından bihaber olanların 30 Ağustosta yayınladıkları açıklama ise yukarıda söz ettiğimiz yanılgıları tam da doğrular nitelikte
Tansel Çölaşan şöyle diyor 30 Ağustos açılamasında; “Atatürkçü Düşünce Derneği ve tüm yurtsever kuruluş ve kişiler bu mücadelede YALNIZ bırakılmışlardır.”
Hangi konuda yalnız bırakılmış hanımefendi?  Atatürk’le sorunlu, emperyalizmin Ilımlı İslam ve BOP projesine uygun, AKP’nin açılımını destekleyen, Menderesi demokrasi kahramanı olarak gören bir adayı” desteklememişler.
Kimler desteklememiş? “kendi geleceğine saygısı olmayan yığınlar”
Bu bana, 5 Aralık 1918’de Wilson’a  “Amerikan Mandası” için mektup yollayan, yani ABD mandası için, cellatlarına yalvaran Osmanlı aydınlarını çağrıştırdı doğrusu.
Kurtuluş savaşında tüm yoksunluğa ve yoksulluğa rağmen Türk halkı, güvenebilecekleri bir öncü-lider ve doğru bir yol haritası önlerine konunca işgalcilere karşı ayaklandığını bilmeyenler, “ehven-i şer” yol haritalarına destek vermeyen ve vermeyecek olan halkı suçlamakta bir beis görmezler.
Halkı cahil - hakir gören, Kemalist devrime güvensiz, AKP ile hesaplaşma yerine, gericiliği önlemek için, bir başka gericiyi, “ehven-i şer” i desteklemeyi öneren, Türkiye’de dinci faşizmi besleyen ana damarın emperyalizm olduğunu bilip anlamaktan yoksun bir “ATATÜRKTEN GEÇİNEN ASALAK” kan bedeli kurulan ve yüceltilen Atatürkçü Düşünce Derneğini itibarsız ve yalnız bir dernek durumuna getirdi.
Halkı cahil - hakir gören Tansel Çölaşan a anımsatalım;
Osmanlının baskılarına,
“Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Ekende yok biçende yok
Yiyende ortak Osmanlı” diyerek başkaldıran bu halk günü geldiğinde işgalcilere karşı kurtuluş mücadelesi için elde silah can pahasına savaşmayı da bilmiştir; hakları için on binler, yüz binler halinde sokağa dökülmeyi de.
Türk halkının öfke kabarışlarını, isyanını, direnişini, sokağa dökülmesini eylem içinde birleştirecek,  güçlü ve güven verebilecek bir öncü örgüt yaratılmamışsa, bunun sorumluluğunu “yığınlar”dan önce,  Genel Başkanlığa, hiçbir bedel ödemeden Paraşütle indirilmiş olan, ideoloji yoksunlarında aramak gerekmezmi?  06.09.2014
Mahmut ÖZYÜREK



4 Eylül 2014 Perşembe

Siyasal İslâm, niçin antiemperyalist olamaz? / Ahmet Çınar




Solda hep söylenegelen ve tekrarlanagelen bir genel doğru, “emperyalizmin, dinselliği ve dinsel düşünceyi sonuna kadar kullandığı, dinden yararlanarak hegemonyasını sürdürdüğü” düşüncesidir.
Eksik bir doğrudur bu.
Çünkü emperyalizmin dinle olan ilişkisi basit, sıradan bir kullanma-kullanılma ilişkisi değildir.
Şunu hiç unutmamak gerekir:
Dinsellik, emperyalizme içkindir. Yani emperyalizm, özsel olarak dinseldir.
Emperyalist düzen, varoluşu itibariyle dinseldir.
***
Açmaya çalışalım: Din ve dinsellik, insani planda güçsüzlüğü ve zayıflığı ifade eder. Özellikle de insanlık baskı ve çaresizlik dönemlerinden geçerken, dinsel inanç ve batıl inanışların daha çok etkisi altına girer.
Çünkü din, güçsüzlüktür. Marx, “Hukuk Felsefesinin Eleştirisi”nde bunu şöyle açıklar: “Dini insan yapar, insanı din yapmaz. Din, kendini henüz bulamamış ya da artık yitirmiş olan insanın kendi bilinci, kendi öz saygısıdır.”
Evet, din, kendini bulamamış insanın “bilincidir.” Din, insani özelliklerini kaybetmiş insanın “bilincidir.” Din, yaratma gücünü, var etme potansiyelini, değiştirme iradesini yitirmiş insanın “bilincidir.”
Yani, insan olmayanın, non-insanın “bilinci” yerine geçen bir olgudur. Güçsüz insanın “bilinci” yerine geçen bir olgudur din.
İnsan, güçlendikçe, evrendeki tek “yaratıcı / var edici” gücün kendisi olduğunu hissettikçe, kendini gerçekleştirme potansiyelini keşfettikçe, edilgenlikten etkinliğe adım attıkça, din düşüncesi de toplumsal ve siyasal ağırlığını yavaş yavaş kaybedecektir.
İşte, emperyalizm ile din arasındaki bağı, bu şekilde kurmak olanaklıdır.
***
Biraz daha açalım:
Emperyalizm, insanı, dolayısıyla insanın insanlığını yok etme düzenidir. İnsanın düşünme, sorgulama, merak etme, araştırma, itiraz etme, yaratma, değiştirme iradelerini yok etme düzenidir. Edilgen, otlaşmış, bitkiselleşmiş, yalnızca biyolojik gereksinimlerini gidermeye ayarlanmış insanı sever emperyalizm.
Bunu gerçekleştirmenin en kolay, en pratik yolu ise akla düşman, bilime düşman, aklın özgürleşmesine düşman inanışların, insanın bilincine zerk edilmesidir. Gökten indiğine inanılan, peygamberin söylediği iddia edilen bir dizi öğretiyi, insanların zihinlerine yerleştirilmesidir.
Dindar bir yaşantıya sahip olmayan ama bilinçaltları “mistisize edilmiş / mistifikasyona tabi tutulmuş” orta sınıf insanlarına dikkatle bakınız. Çoğunluğu, emperyalizmin en önemli insan kaynaklarıdır.
Bugün, gazetelerin, televizyonların, internetin, sosyal medyanın, kitapların, dergilerin fal, muska, büyü, cinler, dualar, parapsikoloji, ruhçuluk, medyumluk, telekinezi gibi safsataların mecrası haline getirilmesi, toplumun dinselleştirilmesine dahildir. Dinselleşme dediğimiz ille de toplumsal yaşamın namaz ve iftar saatlerine göre ayarlanması, hac ve umre ziyaretlerinin devlet protokolüne girmesi, her ağzını açanın dinsel referanslarla lafa başlaması değildir. Toplumsal bir çıldırı halinde tasavvufi kitaplara sarılmak, herkesin her fırsatta dinsel referanslarla yaşamaya başlaması, “solcu” gazetelerde bile ilahiyatçı akademisyenlerin köşe yazarı olması, edebiyat yapıtlarına bile dinsel öğelerin serpiştirilmeye başlanması… Bunların hepsi toplu bir dinselleşme / dinselleştirme operasyonudur.
Bu bir karanlık dönemdir.
Ve bu karanlık dönemi, emperyalizmden ayırmak olası ve olanaklı değildir.
Karanlık dönemde, insan aklının aydınlığı söndürülmek istenir. Yapan, eyleyen, düşünen, değiştiren insan yok edilmek istenir. Mistifiye edilmiş, itaat eden, boyun eğen, sorgulamayan, itiraz etmeyen, şükreden insan modeli üretilir ve yüceltilir.
İşte bu nedenle…
Emperyalizm ile dinsellik iç içedir.
Dinsellik, emperyalizmin kolaylıkla yöneteceği insanı yaratır; emperyalizm de yeniden ve yeniden dinselliği yaratır. Bu sarmal döngü, böylece süregider.
Birbirini besler.
Emperyalizm, insanı sürekli güçsüzleştirmek zorunda olduğu için dinseldir.
Emperyalizm, insanı sürekli edilgenleştirmek istediği için dinseldir.
Emperyalizm, insanın yaratıcı ve eyleyici potansiyelini yok etmek istediği için dinseldir.
Çünkü emperyalizm, dinselliği, genişletilmiş ve derinleştirilmiş bir biçimde sürekli ve yeniden üretmektedir
İşte “Emperyalizm özsel olarak dinseldir” derken, kastettiğimiz budur.
***
Emperyalizm insanı güçsüzleştirmek zorundadır. İnsanın güçsüzleşmesi, edilgenleşmesi, itaatkârlaşması ise her türlü dinsel inanışın, en gelişmişinden en ilkeline kadar yaygınlaşması, kitleselleşmesidir.
O halde dinselliğin kitleselleşmesi demek, insansızlığın kitleselleşmesi demektir. Emperyalizm, insansızlığın kitleselleştiği bir düzendir.
***
İnsani güçsüzlüğün bir başka boyutu da, sorumluluk duygusunun yokluğudur. Güçsüz insan, sorumluluktan korkan ve kaçan insandır. Sorumluluk, insanın zor işlere yönelmesini gerektirir. Zorluk ise insani yaratıcılığa gereksinim duyar. Kendi yaratıcılığına olan güvenini kaybetmiş bir varlığın, sorumluluktan kaçması ve sorumluğu kendisi dışındaki (ilahi / mistik) güçlere yüklemesi kaçınılmazdır.
Hasip Akgül, Görme Kılavuzu (Duvar Yayınları, Temmuz 2008) adlı ufuk açıcı kitabında bu konuya dair şunları yazar: “Din üzerine Freud, Marx’la hemfikir görünmektedir. Freud’a göre çocuğun dünya ile karşı karşıya kaldığı zaman duyduğu ilkel korku güçsüzlük korkusundan çıkar. Bu hissi duyan çocuk kendine yardım ve destek arar. Büyüdükten sonra bu yardımlardan vazgeçmesi ve dünya ile karşılaşma sorumluluğunu kendi omuzlarına aktarması gerekir. Fakat bu sorumluluk yüklenme ‘ego’ya kolay kolay kabul ettirilebilecek bir şey değildir. Bütün kararların başkaları tarafından verilmesi çok daha rahat bir durumdur. Böylece bazı kimselerde zaman zaman çocuksal davranışlara dönmek, tümcü bir otorite kaynağı aramak bir eğilim olarak belirir: Din, kişinin kaybettiği biyolojik baba yerine kendini sorumluluktan arıtan soyut bir baba yaratır. Sorgulanmadan yerine getirilmesi istenen emirler veren bir kaynak. Eksikliği hissedilen baba gibi. Freud’a göre din, gücünü yaratan psikolojik kaynakları gizlediği oranda ideolojiktir, gerçekleri örten bir maskedir.”
Emperyalizmde de, insan o denli güçsüzleştirilmiş, o denli özgüven yitimine uğramıştır ki, en basit konularda bile karar vermekte ve verdiği kararın sorumluluğunu taşımakta zorlanmaktadır. Çünkü korkmaktadır. Çünkü edilgendir. İşte böyle bir varlığın, dinselliğe eğilimli olması kaçınılmazdır. O nedenle bu tipolojideki insanların kitleselleştiği yerlerde, dinsellik de tüm karanlığıyla yerleşmiş demektir.
2012 Türkiye’sinde olduğu gibi…
Dolayısıyla… Özgüvenin, sorumluluğun, eylemselliğin, iradenin, özgür aklın olmadığı bir düzen, kaçınılmaz olarak dinseldir.
***
Bu konuda Lenin’e de söz vermek lâzım. Şöyle yazıyor Lenin: “Emperyalizm ilhak etme dürtüsüdür. Kautsky’nin tanımının politik kısmı buna çıkar. Bu tanım, doğru ama eksik bir tanımdır. Çünkü emperyalizm politik olarak genel olarak şiddet ve gericilik eğilimidir.”
Lenin’in bu saptamasını unutmamak gerekiyor. Emperyalizmi belirleyen eğilim, şiddet ve gericiliktir. Gericiliğin en aslî, en karanlık, en bozucu, en tehlikeli biçimi ise dinsel gericiliktir. İşte bu noktada Lenin, yazının başında vurgulamaya çalıştığımız “Emperyalizm, özsel olarak dinseldir” saptamamızı daha genel bir biçimde dile getirmiş oluyor.
***
Son olarak Montesquieu. Şunları yazar: “Bu gibi devletlerde (despotik devletlerde) dinin, başka herhangi bir devlette olduğundan çok daha fazla etkisi vardır; korkuya eklenen başka bir korkudur o.”
Evet, emperyalist düzen korkuya / korkutmaya dayanır. Korkudan korku üreterek, insanı insanlığından çıkarır. Bu nedenledir ki, korkudan beslenen ve korkuyu besleyen bir “korku jeneratörüdür” din.
Ve korku üreten din, emperyalizme dahildir. Emperyalizmin içindedir. Emperyalizme içkindir.
Siyasal ya da teolojik, ekonomik ya da kültürel, ılımlı ya da köktenci; hangi şekliyle olursa olsun genel anlamda dinsellik, emperyalizmle mücadele etme / edebilme potansiyelinden yoksundur. Bırakınız yoksun olmasını, dinselliğin emperyalizmle mücadele edebilmesi, eşyanın doğasına aykırıdır.
Çünkü emperyalizmin özünde, kökünde, nüvesinde boylu boyunca dinsellik vardır.