23 Ağustos 2014 Cumartesi

Davutoğlu, Neo-Osmanlıcı değil, Pan- İslamist




“AVRUPA BİRLİĞİ’NE KESİNLİKLE İNANMIYOR”
"Ahmet Davutoğlu, Batı’nın otoriter yayılmacı mantığıyla İslamcılığı harmanlıyor. Ulus öncesi düşünce yapısına sahip ve bu gerçekten şok edici" 
"Pan-İslamist Ortadoğu'da, merkezinde Türkiye'nin bulunduğu ve Sünni inanışın hakim olduğu bir düzen istiyor"
Davutoğlu, Neo-Osmanlıcı değil, Pan- İslamist*

Davutoğlu'nun 1990-2000 arasında yazdığı 300 makaleyi tarayan eski öğrencisi Dr. Behlül  Özkan, yeni başbakanın plan ve  fikirlerine ilişkin hayli çarpıcı bulgulara ulaştı.

Amberin Zaman
Türkiye’nin yeni başbakanı Ahmet Davutoğlu ile ilgili bu soruyu ortaya atan eski öğrencisi ve son günlerde uluslararası çapta ilgi toplayan Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Yardımcı Doçent Behlül Özkan.

Davutoğlu’yla aynı lise, aynı üniversite ve aynı bölümden mezun olan Özkan, Davutoğlu’nun 1990 ile 2000’li yılları arasında kaleme aldığı 300 küsur makaleyi taradı. Geçtiğimiz günlerde Londra merkezli The International Institute for Strategic Studies adlı düşünce kurulusuna bağlı ve akademik dünyanın en prestijli dergileri arasında sayılan Survival dergisinde Davutoğlu’nun entelektüel donanımına dair son derece çarpıcı bir makale yayınladı. Türkiye’yi yakından izleyen çevreler arasında şok etkisi yaratan makale Davutoğlu’nun fikir dünyasına ilişkin epey iddialı tezler içeriyor. 
Bunların başında Davutoğlu’nun genel kabulün aksine “neo-Osmanlıcı” değil, “pan-İslamcı” olduğu yer alıyor. 
Davutoğlu’nun dış politikadaki yaklaşımına sert eleştiriler getiren Özkan epey tartışma yaratacak bu tezlerini Taraf’a anlattı. 
*** 
AZ: Davutoğlu nasıl bir başbakan olacak? 
Davutoğlu son derece ihtiraslı, siyasi idealleri olan bir politikacı. Asla bir emanetçi olmayacaktır. Eğer yeterli bir süre AK Parti içinde liderliğini devam ettirebilirse partiye damgasını vuracağını tahmin ediyorum. 
İslamcı camia üzerinde 20 yıllık ağırlığı olan, saygı duyulan bir akademisyen ve siyasetçi.

AZ: Davutoğlu’nun makalelerini tarama fikri nasıl oluştu sizde? 
28 Şubat sürecinde 1998’de Marmara Üniversitesi’nde yüksek lisansa başlamıştım. Davutoğlu’ndan ders almıştım. İyi bir hocaydı. Uluslararası Teori dersini almıştım o dönem. Stratejik Derinlik  konseptini anlatmıyordu ama klasik emperyal yayılmacı jeo-politikanın Davutoğlu üzerindeki etkilerini ilk derslerde görmeye başlamıştık. “Stratejik Derinliğin” ve teorik altyapısını oluşturan emperyal jeo-politika 1870’lerden sonra dünyada ve Batı’da özellikle hâkim olmuş, Amerika, İngiltere ve Almanya’nın yayılmacılığını meşrulaştırmaya çalışan bir düşünce akımı. Temsilcileri Harold MackinderKarl HaushoferNicholas Spykman. Bunların Davutoğlu üzerinde ciddi etkisi olduğunu görmüştüm derslerde ve daha sonra bu makaleyi [Survival yazısını kast ediyor] yazmaya başladığımda bakalım Ahmet Davutoğlu’nun düşüncesinde bunların etkisinin ne zaman başladı diye araştırmaya başladım. 
Ulaştığım üç yüze yakın makalesi var. Bunların çoğu İslami yayın organlarında yayımlanmış.

AZ: Keşfettikleriniz sizi şaşırttı mı? 
Şaşırmadım ama şaşırdığım bir nokta var. Davutoğlu üzerinde bu yayılmacı politikanın 1990 yıllarında başladığını sanıyordum. Oysa Davutoğlu doktorasını dış politika üzerine yapmamış. Uluslararası ilişkiler üzerine de yapmamış. İslam ve Batı siyaset felsefesini karşılaştırmış. Fakat Davutoğlu, 1986’dan itibaren baktığım zaman 27 yaşında genç bir doktora öğrencisiyken İskender Paşa Cemaati’nin dergilerine yazdığı yazılarda bu emperyal jeo-politikaların etkileri net bir şekilde görülüyor. Ben Davutoğlu’nu Türkiye’de siyasal İslam’ın “organik aydını olarak tanımlıyorum. Bu [İtalyan Marksist] Antonio Gramsci’nin kavramı. Davutoğlu ait olduğu ideolojik yapıya organik olarak bağlı. Düşüncesiyle o yapıyı sorgulayamaz, çünkü o yapı içinden çıkmış biri ve o yapının bütün ideolojisini benimseyerek çıkmış.

AZ: Yani düşündüğünüzden daha mı radikal biriyle karşılaştınız? 
“Stratejik Derinlik” veya Dışişleri bakanlığı döneminden çok daha sert bir Davutoğlu gördük makalelerde.
Davutoğlu Batı’nın otoriter yayılmacı mantığıyla İslamcılığı harmanlıyor. 
Ulus öncesi düşünce yapısına sahip. Bu beni şoke etti. Türkiye’nin 21. yy’deki stratejisini çizdiğini iddia ettiği kitapta Batı’da artık kullanılmayan birtakım kavramları kullanıyor. Örneğin Lebensraum veya “yaşam alanı”na “Stratejik Derinlik”te sık sık rastlanıyor.

AZ: Askerî önlemler öngörüyor mu bu yayılmacılık politikası?  
Hayır. Siyasal olarak yayılacak, İslami düşüncelerle. İslamcı grupları entegre edecek ve genel olarak İhvan (Müslüman Kardeşler) üzerinden düşünülüyor. Davutoğlu şunu iddia ediyor: Ortadoğu’da da otoriter rejimler çökecek ve bunun yerine İhvan benzeri İslamcı grupların iktidarında yeni bir Ortadoğu kurulacak. Lideri de Türkiye olacak. Ama bu dünya tarif edilirken “demokrasi” kelimesine hemen hemen hiç rastlamıyoruz. Davutoğlu Osmanlı sonrası Ortadoğu’da kurulan bütün devletlerin yapay olduğunu düşünüyor. Ama Avrupa Birliği modeli post ulus-devleti idealize etmiyor. Tam tersi ulus-devletin gerisine gidiyor. Yani İslami düşünceye gidiyor. 200 yıl öncesine gidiyor. İslam birliği üzerinden yeni düzen istiyor.

AZ: Bu düzen nasıl kurulacak? 
Davutoğlu diyor ki Türkiye bugünkü Misak-ı Milli sınırları içerisinde kalamaz. Soğuk savaş sonrası statükocu pasif Batı yanlısı politikasında ısrar ederse ve sınırları içerisinde kalmakta ısrar ederse yıkılır diyor. Etrafını domine eden bir hegemonya kurmalı bölgesinde ama bunu kurmazsa yıkılır diyor. Tıpkı 1920’lerin 30’ların Almanya’sı için edildiği gibi.

AZ: Anlaşılan Ahmet Davutoğlu Türkiye’de siyasal İslam’ın önemli bir figürü. 
Aynen. Ahmet Davutoğlu Türkiye’deki Siyasal İslam’ın “project boy”u (idealleştirdiği isim). Ona hep bir yıldız olarak bakmışlar. İstanbul Erkek Lisesi mezunu. Boğaziçi’nde lisans ve yüksek lisans yapmış. Ama ailesi fakir değil. Babası Konyalı bir tüccar ve İstanbul’a göç ediyor. Oğlunu okuması için teşvik ediyor. Aldığı eğitim ile bir yandan Batı tedrisatından geçiyor ama bu onun İslamcı ideolojisinin tonunu bozmuyor çünkü aynı zamanda Kur’an eğitimi de alıyor. Dinsel eğitimini aksatmıyor ama bir taraftan da Batı tedrisatında bu Batılı düşünce yapısıyla tanışıyor. Davutoğlu tam bu ikisinin sentezi.

AZ: Batılı düşüncenin etkileri Davutoğlu’nda fikir dünyasının neresinde yer alıyor? 
Davutoğlu’nun Batı’dan esinlendiği Batı’nın demokratik insan haklarına saygı duyan, bireysel özgürlüğü savunan yönü değil. Davutoğlu’nun Batı’dan esinlendiği 1945 öncesi özellikle Almanya’da kendini gösteren çok daha otoriter, devleti ön plana çıkaran siyasal hayatı bir güç mücadelesi şeklinde gören ve Makyavel’in “sonuca giden her yol mubahtır” siyasi düşünce anlayışıdır. Aslında Davutoğlu Batı’yı içi boş bir uygarlık olarak görür. Savunulması gereken değer İslami değerler der ama bunların tam olarak ne olduğunu sorduğumuzda cevaplar bulamıyoruz.

AZ: Davutoğlu için ısrarla “pan-İslamist” terimini kullanıyorsunuz. Neden? 
Davutoğlu’na sürekli “neo-Osmanlıcı” deniyor. Oysa değil. 300 makalesinde hiçbir zaman neo-Osmanlıcı olduğunu söylememiş; dahası yeni Osmanlıcılığı da eleştirmiş. Osmanlıcılık gayrı Müslimleri de içeren bütün farklı etnik ve dinsel grupları Osmanlı kimliği altında toplamayı ve entegre etmeyi düşünüyordu ve ciddi bir Batılılaşma hamlesi başlattı. 
Davutoğlu Özal’ı Tanzimat paşalarına benzetir, Batıcı olmakla eleştirir. Abdülhamid dönemi İslamcılığını idealize eder ama yanlış okuyor, çünkü Abdülhamit döneminin İslamcılığı defansif İslamcılık ve Osmanlı’nın bütünlüğünü korumaya yönelik. Davutoğlu pan-İslamist çünkü defansif değil yayılmacı, pasif değil aktif. Türkiye’yi Ortadoğu’da merkez olarak konumlayıp Ortadoğu’da yeni birliktelik düşünüyor. Hatta buna Bosna ve Arnavutluk’u da katıyor. Pan-İslam dünyası Sünni inanışın hegemonik olduğu düzen. Aksi düşünülemez çünkü bu pan-İslamist dünyada İran yok mesela.

AZ: Türkiye’nin dış politikasını Davutoğlu tek başına mı götürdü?
AK Parti’nin siyasetinde Başbakan’ın [O şimdi Cumhurbaşkanı] her alanda özgül bir ağırlığı olduğunu görürsünüz. Bunun tek istisnası dış politika. Bu, Erdoğan’ın tek yetkin olmadığı alan. Yabancı dil bilmiyor. Eğitim tedrisatı olarak oradan gelmiş bir insan değil, yerel yöneticilikten geldi. Dış politikaya, dinamiklere vâkıf değil. Başbakanın, üzerinde hiçbir bakanın olmadığı kadar, hâlâ danışmanken Davutoğlu’nun üzerinde çok etkin olduğu görülüyor. Davutoğlu’na kredi verebileceğimiz bir nokta 2007’e kadar olan dış politika. Onda da Gül çok etkin ve Ortadoğu’da çok stabil bir ortam vardı. Davutoğlu şablonlarla düşünüyor. Sabit şartlarda Gül’ün kontrolünde başarılıydı. 

YENİ BAŞBAKAN’IN DIŞ POLİTİKASI HAYALLERDEN İBARET

AZ: Davutoğlu’nun Suriye politikası tam olarak neydi? Neden çöktü? 
Suriye dış politikasında yaşadığımız kriz ve sorunlar beni hiç şaşırtmadı, çünkü etik bakıyoruz deniliyor ama ben etik değer olarak neyin savunulduğunu net olarak göremiyorum. Esad’ı 2011 Ağustos’undan sonra altı ayda devireceklerini düşündüler. Esad devrildiğinde de yerine Müslüman Kardeşler’in Suriye kolu iktidara gelecek dediler. Ortadoğu konusunda Davutoğlu sürekli şunu söyler: Şam’ı Kahire’yi sokak sokak biliriz. Davutoğlu’nun dış politikası yüzünden bırakın Şam’ı Bağdat’ı sokak sokak bilmeyi, Türkiye Ortadoğu’da yönünü kaybetmiş, çünkü Davutoğlu’nun dış politikası realiteyi yansıtmıyor. Onun hayal dünyasından ibaret. Çünkü Davutoğlu tarihi 1918’de bitmiş gibi kabul ediyor. Osmanlı yıkıldı, tarih dondu ve şimdi tekrar Türkiye 1918 yılında bıraktığı yerden devam edecek diyor. Ancak 1918’den itibaren Arap milliyetçiliği, sosyalizm akımları oldu. Mısır ve Suriye’de ordu gibi siyasete çok önemli etki eden kurumlar var. Bunları bir kenara itti. İhvan gibi siyasi İslamcı grupları iktidara taşımaya yönelik tüm gücünü kullandı. Türk dış politikasını buna angaje ettiler. 
Baas rejimi her ne kadar son derece diktatoryal ve insanlık dışı eylemlerde bulunsa da o ülkede toplumun bir yerine tekabül eden bir desteği var. Suriye’yi bilen uzmanlar 2011 Ağustos’unda rejim çok daha uzun sürer gitmemek için direnecektir dediler. Fakat yanlış politikada ısrar edildi. Suriye’deki iç savaşın taraflarından biri oldu Türkiye. Esad’ı devirmek için gittikçe daha radikal grupları desteklemekte beis görmediler.

AZ: Amerika Ağustos 2011’de Esad’ın devrilmesi gerektiğini söylemeseydi Türkiye bu kadar angaje olmazdı ama. Davutoğlu’na haksızlık edilmiyor mu? 
Ortadoğu’da önemli bir aktörseniz hiçbir ülkeye güvenerek dış politikanızı belirlemezsiniz. Komşunuzda iç savaşın taraflarından biri olmazsınız. İç savaş çıkartmamak için her çabayı sarf etmezsiniz. Türkiye Davutoğlu döneminde Suriye’yi Afganistanlaştırmış, Türkiye’yi de Pakistanlaştırma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmıştır. Ortadoğu’ya demokrasi, insan hakları getirmek isteyen hangi ülke Katar ve Suudi Arabistan’la beraber hareket eder?

AZ: İlk etapta Esad ile Erdoğan’ın arası çok iyiydi. Burada bir çelişki yok mu? 
90’larda Davutoğlu otoriter rejimler yıkılır diyor. 2002’de bu rejimler ayakta duruyor. Davutoğlu realist davranıyor, bunlarla ekonomik ilişki, kültürel ilişkileri geliştirelim bu toplumlarla etkili konuma gelelim diyor. Davutoğlu son derecek pragmatik aynı zamanda. Batı’yla ilişkileri de son derece pragmatik. Zamanı geldiğinde bu ülkelerin iç siyasetinde etkili olabiliriz diye düşündüler. Aslında sıfır sorun politikası 2011’e kadar diktatörlerle sıfır sorun politikasıydı.

AZ: Değişen neydi? 
Davutoğlu için iki önemli dönüm noktası var. Kaddafi’nin devrilmesiyle bundan böyle bütün diktatörlerin devrileceğini ve istedikleri siyasal İslam liderliğinde bir Ortadoğu kurulacağını düşündü. Çok yanlıştı çünkü Kaddafi Batı’nın müdahalesi sonucunda devrilmişti. İkinci dönüm noktası Mısır’da İhvan’ın devrilmesi ve darbe sürecidir. İdealize ettikleri Siyasal İslam iktidara geldi ardından hayalleri çöktü. Bizde de benzer bir süreç yaşanır korkusu yayıldı. 

“AVRUPA BİRLİĞİ’NE KESİNLİKLE İNANMIYOR”

AZ: Davutoğlu Batı’ya güvenmiyor mu? 
Türkiye’nin 1945’lerden beri süren dış politikasına baktığımızda NATO üyeliği ve benzeri Batı’yla olan ittifakı zorlayanlar bir tek Sol olmuştur. Siyasal İslam’da Batı’yı eleştirmek vardır ama hiçbir zaman TR’yi ABD’nin karşısına çıkartacak, NATO’dan ayrılacak gücü kudreti kendinde görmez. Türkiye’yi bölgesel güç olarak görür ve bunu ABD’nin şemsiyesi altında şekillendirir. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanı olarak görür. Kürecik radarına izin verdiğini görüyoruz. Bunun tek istisnası İsrail.

AZ: Ne gibi? 
Yazılarında İsrail’in varlığına karşı çıkacak doğrudan bir şey demiyor ama hep ima yoluyla söylediğini görüyoruz. İsrail’i 1945-48 öncesinde Avrupa’daki sorunun Ortadoğu’ya ihracı gibi görür.

AZ: Din Davutoğlu’nun politikalarını ne kadar etkiliyor? 
1983 yılında Kudüs’ü ziyaret ediyor. Kıldığı sabah namazından bahsediyor. Öyle bir yazıyor ki bunu, dinin düşünce yapısını çok etkilediğin görüyoruz. Bir taraftan İslamcı öbür taraftan dini diplomaside kullanmaktan, dış politikada rasyonalize etmekten çekinmediğini görüyoruz. Burada diyalektik ilişki var. Hem din kendisini etkiliyor hem dini de kullanıyor kendi dış politika amaçlarına ulaşmak için. Dünyayı medeniyetlere ayırıyor. Türkiye İslam medeniyetine ait. Türkiye ne yaparsa yapsın, İslam’ın içindedir. Avrupa Birliği’ne kesinlikle inanmıyor. Almazlar bizi diyor. Ve Davutoğlu’nun düşünceleri kendi camiasında sorgulanmıyor. Yenilmezlik unvanı yapıştırıyorlar. İnanılmaz karakter, yaptığı her şey doğru. Kendini tarihe yön veren, tarihin sahnesinde bir aktör olarak görüyor. Ama Türkiye orta ölçekte bir devlet. Buna göre hayal kurarsınız, Türkiye’yi küresel bir devlet olarak hayal ederseniz işte böyle Musul’da 49 diplomatınız bir radikal örgütün eline esir kalır ve ağzınızı açıp tek kelime söyleyemez hâle gelirsiniz.

*Pan-İslamizm : Her surette İslam âleminin yekpare oluşunu arzeden ve Müslümanların birliğini temin etme noktasında kullanılan İttihad-ı İslam, 19. yüzyıla geldiğinde farklı bir hüviyete bürünerek, Batı’dan nakledilen Pan-İslamizm terimiyle eş değerde kullanılmış ve gerek Türkiye’de gerekse de Batı’da yapılan birçok çalışmaya konu olmuş olan bu terim,  II. Abdülhamid dönemiyle özdeşleştirilmiştir.

22 Ağustos 2014 Cuma

NE YAPMALI?



NE YAPMALI?

Attila İlhan’ın altını çizdiği gibi Türk Milleti fazla ‘
dikti’, ‘ecnebileştirilmesi’ gerekti.

Sürüleştirme operasyonu uygulandı. İsa’nın koyunları olmalıydık. Şekillendirme bir ‘
çoban’ olgusunun kabullendirilmesi esasına dayalı. Siz düşünmeyeceksiniz. Biri size söyleyecek. Zaman aralıklarıyla bir sandık önünde sıraya gireceksiniz. Oyunuzu atıp bekleyeceksiniz. Sonra yine şekillendirilmiş bir yaşama geri döneceksiniz. Alışveriş merkezleri, güvencesiz iş ve ağır zehir işlevi gören aptal kutusu arasında kilitleneceksiniz.

Ama genetik hafızanız sürekli sizi rahatsız edecek. Gidişatın doğru olmadığını söyleyecek... Ruh sağlığınız bu çatışmaya dayanamaz hale gelecek, çatışmadan yorulup kendini dinlenmeye çekecek… Uyuşmayı çare olarak göreceksiniz.

Yıllardır üzerimizde uygulanan ‘şekillendirme’ operasyonu meyvalarını veriyor. Bizler için planlanan bu…

Gerek feysbuk sayfasında gerekse yurdun dört bir yanında katıldığım yüzlerce toplantıda defalarca aynı soruyla karşılaştım: ‘
Durumu anlatma.. Biz de biliyoruz! Hastayız! Sen çözümü söyle...

Acaba çözüme hazır olmayan kulaklar çözüm önerisini duyar mı? Soru bu. Malum içinde bulunduğumuz sistem, gözleri kör, kulakları sağır, dili peltek yapıyor…

Sözler ne denli somut olursa olsun ‘
emir’ kipi içermedikçe ‘soyut’ kalıyor. ‘Git şu partiye oy ver!’ kolayca anlaşılıyor da, ‘yerel olarak aşağıdan yukarıya örgütlenmek’ önerisi, uzun bir çaba ve her bireyin düşünsel ve fiili anlamda gücünü ortaya koymasını gerektirdiğinden ‘soyut’ kalıyor.

Bu gün çeşitli partilere gönül koyan vatanseverler, birbirlerini sevdikleri partiye ‘
ikna’ etme arayışı dışında ne yapıyorlar…

Hatırlatalım, Mustafa Kemâl Paşa Samsun’a çıktığında da Hürriyet ve İtilaf, İttihat ve Terakki partileri vardı… Ama o yerel örgütlenmelerle tüm yurttaki çoban ateşlerini birleştirerek işe başladı…

Demem o ki: her partinin tabanında BİZ varız. Önce bu gerçeği anlamalıyız. İşi aşı elinden alınmış, hayatı karartılmış Türk Milleti. 1946'dan beri çoğulcu demokrasi adı altında kandırılıyor. Demokrasinin ana ekseni çalışanların, emekçilerin örgütlenme özgürlüğü yok ama sandık başında '
demokrat' olduğunu zannediyor.

Futbol takımı tutar gibi parti tutarak özgür karar verdiğini sanıyor.

Geldiğimiz noktada istediğiniz muhalif partiye oy verin… Size parti işaret etmek haddim değil. Benim dikkat çektiğim konu seçim sarmalının çok ötesinde.

Türkiye’nin siyasi partilerini kim şekillendiriyor? … Partiler ne kadar ulusal çıkarların yörüngesinde gidiyor? Neden her seçimden önce umutluyuz ve hemen arkasından yılgınlık daha çok sırtımıza çöküyor?

Bakın Metin Aydoğan Ne yapmalı adlı kitabında bugün siyasi partilerin içinde bulunduğu açmazı anlatıyor:
Sınırları yasal düzenlemelerle belirlenen parti işleyişi, yasa koyucunun amaç ve istemlerine uygun olarak biçimlenir. Yasayı, meclis aracılığıyla çıkaran partilerdir. İktidar gücünü ele geçiren partiler, yitirmek istemedikleri bu gücü, siyasi demokrasinin sınırlarını genişletmek için değil, etki ve egemenliğini sürdürmek için kullanır. Yasalar, bu kullanımın araçları haline gelir. Mali kaynak başta olmak üzere devlet olanakları büyük partilere aktarılır… Türkiye’de ve dünyada siyaset, bugün, paraya ve güce bağlı, halkın yeralmadığı, büyük sermayenin denetim altında tuttuğu BİR ÇIKAR EYLEMİ HALİNE GELMİŞTİR: İktidara gelen/getirilen partiler bu işleyişi sağlayan araçlar durumundadırlar…. Programlarında ya da açıklamalarında ne söylenirse söylensin, halkın ve ulusun değil, destek aldıkları çevrelerin haklarını savunurlar. Çıkar sağlama esastır…


Aydoğan, küresel bir çetenin paylaşım azgınlığının çarkları arasında dönüp duran bir düzenekten bahsediyor. Uzun yıllardır her iktidara gelen parti, küresel ahtapotun kolları arasında kalıyor… Uluslar arası anlaşmalar, uyum yasaları, tahkim, eğitim ve sağlıkta halkın değil küresel şirketlerin çıkarları doğrultusunda adımlar atıyor… Seçim öncesi verilen tüm vaadler Washington ya da Londra veya Brüksel’deki bir imza dosyasında kayboluveriyor.

‘Demokrasi’ adı altında tüm ülkeleri ateşe boğan bir küresel ahtapot’la dost olmaya çalışan ve halkının çıkarları aleyhine kararlar alan çeşitli siyasi partileri 60 yıldır izlemedik mi?

Bu nasıl bir düzenektir? Aslında ne meclisi halk seçmektedir ne de yaşanan süreç ‘
demokratik’tir. Siyasi işleyiş o denli ustalıkla kurgulanmıştır ki, sistemi kurgulayanların dışında bir seçim sonucu elde edilmesi çok güç neredeyse olanaksızdır.

Tekelci bir siyaset ortamı vardır. Ve herkes ‘
oyum boşa gitmesin’ klişesi ile aldatılmıştır.

Parti dernek sendika vakıf ve sivil toplum örgütlerinin büyük çoğunluğu dış fonlarla bağlanmıştır. Parayı veren düdüğü çalar ve para alınan ülkenin politikaları doğrultusunda ‘düdük’ler ortaya çıkar. Bunlar medyadan gerekli sesleri yayar.

Parti içi demokrasiden söz bile edilemediği gibi ‘
sivil toplum kuruluşlarının’ büyük çoğunluğunda da durum aynıdır. Her şey lider sultası altındadır. Örgütler baştan bağlanır.

Partilerde seçilenler halkın değil, liderin seçtikleridir.


Ne yapmalı?

Bugün, birçok aydınımızın yıllardır, defalarca altını çizdiği YEREL DÜZEYDE BİR ARAYA GELİŞLER doğal sürecin sonucu olarak gerçekleşmektedir. Son yıllarda gittiğim yüzlerce bölgede yaptığım toplantılarda MHP’ye, CHP’ye, DSP’ye, İşçi Partisine, Saadet Partisine, HEPAR’a hatta AKP’ye oy veren kişilerle bir araya geldim. Bazı kereler tüm bu unsurların ortak davetiyle konuşmacı oldum.

Yurtseverliklerinden en ufak bir şüphe duyulamayacak birçok aydınımız, yaşamını bu vatana adamış birçok değerli kişi değişik görüş ve gruplara dahil olmuşlar, zaman zaman farklı partilerde de bulunmuşlardır. Şimdi değişik partilere derneklere mensup bu öncülerin partiler üstü oluşumlarda bir araya gelme zamanıdır. Ve bu olmaktadır da.

Hızla gerçekleştirilmesi gereken, bu birlikteliğin, mahalle, köy, ilçe, il, bölge bazında hayata geçirilmesidir.

Geçenlerde Rize’deki çay üreticilerinden bir mektup geldi. Diyor ki: ‘
En doğal çayı biz üretiyoruz. Ama satamıyoruz. Satsak parasını alamıyoruz. Çay fiyatı açıklanmıyor. Özel şirketler gırtlağımıza basıyor çayı ucuza kapatıyor. Çay üreticisi ölüyor! Kimse sesimizi duymuyor!

Daha iki gün önce, Karabük Kardemir işçilerinin haykırışı gelmişti: ‘
Sendika değiştirdiğimiz için haksız olarak işten atıldık. Dava açtık dava sürecinde çeşitli yerlerde işe konduk. Dava tamamlanana kadar yerleştirildiğimiz işyerlerinde çalışacağımızı sanıyorduk. Ama şimdi de işten çıkarıldık. Sendika yetkililerine ulaşamıyoruz. Şikayet edecek yerimiz yok Sokakta kaldık! Ölüyoruz! Sesimizi kimseye duyuramıyoruz!

Yurdun dört bir yanından akan bu mektuplarda emekçiler hasbelkader karşılaştıkları gazeteci yazar çizerden ‘ÇARE’ soruyorlar…

İşin tuhafı, seçim süreci olmasına karşın çeşitli partilerin milletvekili adaylarına da ulaşamıyorlar… Ulaşsalar da cevap alamıyorlar. Ya ‘
ceğiz cağız’ları duyuyorlar ya da ‘Filanca partiye oy vermemiş miydin sen!’ diye azarlanıyorlar!

Benim naçizane önerim bu noktaya odaklı. Ateşin yakmaya başladığı bugünlerde 3-5 aydının bir araya gelmesi ile değil, halkın içinden sade vatandaşın aktif katılımıyla tüm iller ve ilçelerde o yörenin somut dertlerini dillendiren ve çözüm üreten birimler kurulmalı.

Her mahallenin, yörenin, köyün, ilçenin, ilin dertlerini, yöre insanı olarak yakından bilen, kendi ilindeki sorunlara bulunan ‘çare’leri diğer illerdeki sorun sahipleriyle paylaşan ve büyüyen bir topluluk, yerel önderler ortaya çıkaracak ve tabandan örgütlenerek ulus çapında bir elele verişin tohumu olacaktır...

Önümüzde programı Amerikanın ünlü yatırım bankası J. P Morgan tarafından bize satılmış SEÇSİS sistemiyle yapılacak bir seçim var.

Seçimden sonraki gündem açık:
  • Yeni’ bir ‘federasyon’ Anayasası.
  • Suriye’den patlayacak kaosun İran ve Türkiye’ye sıçratılması…
  • Diyarbakır başkentli Kuzey Kürdistan belediyelerinin özerklik ilanı.
  • Üniter devlete son noktanın konulması!
  • Fırat ve Dicle başta olmak üzere akarsuların kontrolünün, petrol, altın, gümüş, bor ve diğer madenlerin küresel şirketlerin denetimine geçmesi…

Nisan ayında ‘Ne yapacağız’ diye soranlara hatırlatmaya çalışmıştım: ‘
Sandık kafalılıktan vazgeçin. Ufkun ötesine bakın.’ diye yazmıştım.

Önerim yakın tehlikelere karşı geniş tabanda yerel demokratik örgütlenmelerin gerçekleştirilmesidir. Bunun aydınlar birliği olarak değil, halkın içinden filizlenerek hayata geçmesi önemlidir. Bu yolla her şehirde, partiler üstü ŞURA/KONGRE’lerın toplanması ve vatansever unsurların tartışması sağlanır.

Bu yapı, milletvekili OLMAK ya da OLMAMAK anlayışının çok ötesinde bir anlayışla yürütülmek zorundadır.

Siz yine gönül koyduğunuz partilere oyunuzu verin ama daha ötesi için geniş tabanda bir araya gelme yolları üzerine de düşünelim…

Banu AVAR, 11 Haziran Mayıs 2011

Elmek: banuavar@superonline.com

20 Ağustos 2014 Çarşamba

“AB ve ABD’nin baştacı ve düşmanları”



Avrupa Birliği, özellikle AKP hükümeti, Tayyip, Fetullahçılar ve 2. Cumhuriyetçiler ile işbirliği yaparak, ülkemizdeki düşman ve dost unsurlar değerlendirmesini tersine çevirdi.
Hainler baş tacı yapıldı, kahramanlar cezaevlerine yollandı. Milliyetçilik adeta yasaklandı, ihanetler ödüllendirildi.
Misal; Kıbrıs sorununda Yunan ve Rum tezleri öne çıkarıldı,
Kıbrıs davası için hayatını adayan Rauf Denktaş, başta Tayyip olmak üzere
AB dayatmacılarının hedefi haline geldi, hayatı kendine zinden edildi…
Kıbrıs adeta Rum ülkesi sayıldı.
Ermeniler ve Ermenistan, Abdullah Gül ve Tayyip ikilisinin en çok sevdikleri arasında yerlerini aldı.
****
AKP Hükümeti döneminde neredeyse dünyanın tamamı sözde Ermeni soykırımı yasa tasasını kabul etti. Ermeni ihanetlerini belgeleyenler, dile getirenler başta Ergenekon olmak üzere çeşitli tertiplerle zindanlara dolduruldu.
Bu tertipte en çok kullanılan araçlar, gizli tanıklar ve Emniyet içinde çöreklenen Fetullahçıların yazdığı imzasız ihbar mektuplarıydı. Bakın Yüce Atatürk, Hasan Rıza Soyak’ın “Fotoğraflarla Atatürk” adlı kitabında yer alan sözlerinde imzasız ihbar mektup yazanlar hakkında neler söylemiş:
****
“Samimi ve dürüst insanlar aynı zamanda medeni cesaret sahibi olur, imzalarını saklamaya tenezzül etmezler. Belli ki bunu yazan ahlaksız yalancının biridir…”
Avrupa Birliği, Avrupa Parlamentosu aracılığı ile Türk hükümetlerine dikte etmeye çalıştığı ve AKP hükümetine kadar hiçbir hükümetten yüz bulamadığı iftira kapsamlı Ermeni soykırım tasarısını AB’ye girmenin olmazsa olmaz şartlarından olduğunu ilan etti.
Bu hızla giderse ülkemizi Ermeni kiliseleri ile dolduran, Azerbaycan bayraklarını çöplere atan AKP’lilerin birçoğunun sözde soykırımı tanımaları da yakındır…
PKK ve Öcalan, AB’nin ve tabii ki ABD’nin emri ile baş tacı edildi…
APO’nun idam cezasını lanetleyen Avrupa Parlamentosu kararları doğrultusunda APO baş danışman ilan edildi. Tayyip ona danışmadan ona heyetler göndermeden ondan görüş almadan adım atmaz oldu.
AB ve ABD yasakladı, sınır ötesi harekâtlar ve PKK’ya yönelik operasyonlar Tayyip ve ekibi tarafından durduruldu…
Başta Silivri zindanları olmak üzere cezaevleri; Kardak’da Yunan’ı denize döken, PKK’ya dağları dar eden kahramanlar, APO’yu sorgulayan, ülkeye getiren ve APO’nun tutuklanmasını istediği isimler ile dolduruldu.
****
Şehitler ve gaziler itilip kakılırken, PKK militanları ülkenin dört bir yanında en muteber insanlar sayıldı ve şov yapmaya başladı…
Tayyip ve AKP hükümeti ile birlikte hız alan AB istekleri sonucu; Türk Bayrağı ve Atatürk posteri açmak ya izne bağlandı ya da yasaklandı.
Kurum ve kuruluşlardan TC adı ve Türk bayrakları kaldırıldı. Apo ve PKK paçavraları ise ülkenin dört bir yanında serbestçe açıldı. Resmi kurumlar tabelalarından T.C yazısını birer birer kaldırdılar.
****
Ege meselesinde AB’nin dayatmaları sonucu Adalar, başta Kardak olmak üzere sessizce Yunanlılara devredildi. Yine Avrupa Parlamentosu’nun Kardak ile ilgili kararları doğrultusunda
Kardak kahramanları Poyrazköy ve benzeri iftiralarla cezaevlerine dolduruldular.
Yunanlılar Ege’deki 16 adamıza el koydu.
Deniz kuvvetlerinin neredeyse tamamı AB ve ABD’nin talimatları ile tutukevlerinde esir tutulduğundan, Yunanlıların bu oldu bittilerine karşı çıkan olmadı…
Atatürk’ün; “Türkiye’nin Rum Patrikhanesi için arazi üzerinde yer göstermeye ne mecburiyeti var, bu fesat ocağının hakiki yeri Yunanistan değil mi” dediği, Patrikhane AKP ve Tayyip döneminde altın çağını yaşadı ve Baş Papaz, Tayyip için; “Onu bize Tanrı gönderdi” sözlerini kullandı.
İnsan sormadan edemiyor, hadi onlara tanrıları gönderdi, peki bize kim gönderdi?